13 Kasım 2008 Perşembe

ahmet kalkan fatiha 2

Tefsir Notları, Ders 6

Fâtiha Sûresi, Âyet 4

15. 04. 07

مَالِكِ يَوْمِ الدِّ ينِ

Din Gününün : ِينِ ِ يَوْمِ الدّ Mâlikidir, sahibidir : مَالِكِ

Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: "(Allah), Din gününün mâliki (cezâ gününün gerçek sahibi)dir." (1/Fâtiha, 4)

"Mâlik-i yevmi’d-dîn" tamlaması, hesap gününde adâlet dağıtan anlamını taşır. Kur'an, din kelimesini genelde hesap karşılığı olarak kullanır. Kıyâmet gününe hesap günü denmesinin sebebi budur.

"(Allah), Din gününün mâliki (gerçek sahibi)dir."[1] meâlindeki âyet, Allah'ın ezelî ve ebedî olan "Hak mâlikliğini ve melikliğini" vurgulamaktadır. "Bunlar benim!" diyerek büyüklenip mülküne güvenerek, kimseye vermezken küçük bir şeye bile sahip olamaz hale düşenlere ilâhî bir ihtardır. Ayrıca âyet, insanların sahip bulundukları her türlü mal ve üstünlüklerin bir gün yok olacağını, nihayet asıl sahibine döneceğini de ifade etmektedir. Çünkü o gün, başka idareci, başka memleket ve hükümet bulunmayacaktır. Bu gün din gününü inkâr ederek yokluğa güvenenler, o gün bundan da mahrum olacaklardır. Nitekim bu durumu Kur'an çok canlı olarak bildirmektedir. "Tek bir çığlık. Birden bire gözleri açılıverecektir. 'Eyvah bize!' derler; işte bu, ceza ve hesap günüdür. Onlara, 'İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür' denilir." [2]

Din gününü yalanlayanların, böyle hayret ve şaşkınlık içinde kalacakları, önceden bir türlü inanamadıkları bu günü pişmanlıkla karşılayacakları belirtiliyor.

Mâlik-i yevmi’d-dîn ifâdesindeki mülk ve mülkiyet; bir şey üzerinde tek başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf, yetki ve iktidar anlamında bir terimdir. Arapça "milk" mastarından bir isimdir. Yevm: Süresi değişik olan vakit bölümlerine ıtlak edilebilen bir zaman birimidir. Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki vakte de “yevm” denir. Burada, birinci mânâ tercih olunmalıdır. Din: Arapçada yerine göre bir işin karşılığı, muhâsebe, hüküm, siyaset, sultan (otorite), âdet, hal, şeriat, kahr gibi anlamlara gelir. Allah’ın din gününün sahibi vasfı, “cezâ gününün mâliki” şeklinde açıklanır. Bu vasıf, herkesin yaptığının karşılığını alacağı günde, Allah’ın her şey ve herkes üzerinde tam bir hâkimiyet ve sahipliğini ifâde eder. Bu isim, yalnız bir âyette geçer.[3] Fakat aynı mânâ, başka tarzda da ifâde olunmuştur. [4]

Bu vasıf, Allah’ın hâkimiyet ve sahibiyetinin (herkesin görüp kabul edeceği şekilde) âhirete tahsis edildiği intibaını vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka birkaç âyeti de, bu kabildendir: “Sûra üfleneceği gün, hükümranlık O’nundur.”[5] “O gün emir yalnız Allah’ındır.”[6] gibi. Müfessirler bunu şöyle tevcih etmişlerdir:

Maksat, o günün ehemmiyetini bildirmek, o günü ta’zim etmektir.

Dünya hayatında zâhiren, hem mülk hem de milk Allah’tan başkaları için de doğrudur. Ama o gün, bunlar zâhirî bakımdan da zâil olacaklardır. Onun mâlikiyet ve melikiyeti tam bir zuhurla açığa çıkacaktır.

İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.

Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur[7]

İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, bir araya gelerek hesaplarını verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kuran'da şöyle tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.”[8]

O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah'ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki cennetin sonsuz nimetlerine de, cehennemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah'ın dilemesine bağlıdır.

Kişi din gününün tek sahibi olan Allah'ın huzurunda ilk yaratıldığında olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar. "... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir..."[9] Çünkü Allah, "elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini" vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah'tır ve emir O'nundur.

İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü'mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür."[10] “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” [11]

Din Günü

"Din günü" kavramı, "gün" anlamına gelen "yevm" kelimesiyle; "itaat, hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)" gibi anlamlara gelen "ed-dîn" kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen "gün" kelimesi, bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört saat anlamında olmayıp, zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki "gün"; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi olabilir. "Bugün dünya, yarın âhiret" sözünde olduğu gibi. Kur'an'da geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu anlaşılmaktadır. "Din" kelimesi ise burada, hesap, ceza, karşılık anlamlarına gelir.

"Din günü" kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:

Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği "Kıyâmet günü".

Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği "Ceza günü".

İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının görüleceği "Hesap günü".

Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur'an'ı, Kur'anî kavramları, öncelikle Kur'an'la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: "Sonra din gününün ne olduğunu nereden bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir."[12] Din günü: "Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır." Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme, durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve ceza gibi durum ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve kıyâmet günü anlaşılmaktadır. Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.

Ümit - Korku Dengesi:

Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de

Fâtiha sûresinde, Allah'ın Rahmân ve Rahîm oluşunun ardından, hemen O'nun "din gününün sahibi" olduğu bildiriliyor. Böylece Rahmân ve Rahîm sıfatları, herkesin yaptıklarının hesabını vereceği günün unutulmasına yol açmayacaktır. Her insan kesin olarak bilmelidir ki, Allah, sadece Rahmân ve Rahîm değil; aynı zamanda âdildir de. Allah, Rahmân ve Rahîm isimleriyle bizi önce ümitlendiriyor. "Malik-i yevmi’d-dîn" ile de korkutuyor. Cennete gitme ümidi ile cehenneme düşme korkusu arasında işlerimizi ve niyetlerimizi düzeltmemiz hatırlatılmış oluyor. Allah'ın her şey üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla, dilediğini cezalandırmak O'nun kudretinde ve irâdesindedir. Şu halde, din günü, âkıbetimizin hüsran veya saâdet içinde olmasının Allah'ın kudreti dâhilinde bulunduğuna inanmamızı ifade etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, din günü, umumi ceza ve Rabbânî adâletin günü olacaktır. O günde bizim adımıza iş görenler olmayacak. Parayla kapılar açılmayacak. Rüşvetler, mallar, çocuklar fayda etmeyecek. Dünyevî bir şey zaten yanımızda bulunmayacak. [13]

Dünyevî mahkemelerden bile korkan insanlara büyük mahkeme ve büyük sorgu hatırlatılmakta ve insan uyarılmaktadır. O büyük mahkemenin tek hâkimi vardır. O günün tek mâliki ve melikinin Allah olduğu vurgulanmaktadır.

Fâtiha'nın ilk iki âyeti Allah, Rab, Rahmân ve Rahîm isimlerini tanıtıyor. Yediklerimizi, giydiklerimizi, sevdiklerimizi, beden ve ruhumuzu yaratan, yaşatan ve yöneteni bize bildiriyor.

Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, Allah'a hamd etmemizi istedikten sonra, ceza gününün sahibi olduğunu hatırlatıyor. Kur'an'ın temel üslûbudur bu: Ümit ve korku; cennet ve cehennem; rahmet ve gazab... İki gerçekle karşı karşıya bırakır irâde sahibi insanı. İnsan bunlardan birini tercih eder yaşayışıyla. Allah, bu zıtların birbirini dengelemesini ister. Ümit-korku dengesi hayatımıza yön vermelidir. Bu, aynı zamanda bize tebliğin metodunu da öğretiyor. Önce inanan - inanmayan herkese sevindirici, müjdeleyici olacağız. Sonra mü'minleri ayırıp, iman kardeşliği sebebiyle dost ve öncelikli kabul edecek; fakat herkese devamlı açıklayıcı, anlatıcı, kurtuluşa dâvet edip felâketi gösterip uyarıcı olacağız. Bunlardan anlamayanlar için korkutucu, sakındırıcı ifadeler kullanacağız.

Kur'an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini kuşatır. Kur'an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda çağlar üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur'an, hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli göz önüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir; yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur'an'ın mesajından beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur'an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini hesaba çeker.

Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli ve bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.

Din Gününün Tek Sahibi Allah'tır

Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama burada "Din, ceza gününün mâliki" denmiştir. Bunun sebebi: Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına Allah'ın fırsat vermiş olmasındandır. O'nun dünyanın sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O'nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız ve yalnız O'na aittir. "Kimindir o gün hükümranlık? Elbette kahhâr olan tek Allah'ındır."[14] "O gün iş tamamıyla Allah'ındır."[15] Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah'tır. Yoksa, âhiretin sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki, O'nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile, âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek mü'min ise, O'nun dünya mâlikliği karşısındaki tartışma ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.

Yüce Allah'ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mucize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak, Allah'a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir. Allah'ın okunan kitabı olan Kur'an'da din günü anlatılırken, görünen kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten sonra dirilme işi, kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır. Şimdi, konuyla ilgili Kur'an âyetlerini ve kıyâmet gününün Kur'an'da geçen diğer isimlerini görelim.

Kur'an'da Din Günü

Din Günü anlamında “yevmu’d-dîn ifâdesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 13 yerde geçer. [16] Din günü kavramının dışında da Kur'an'da kıyâmete ve ahrete ait pek çok isim zikredilmiştir. [17]

Din günü ile ilgili Bazı Âyetler: "Allah, din gününün (mükâfat ve ceza gününün) sahibidir."[18] Bu âyet, Allah'ın ceza ve öldükten sonra dirilme gününün tek sahibi olduğunu, itaatkâr olanlarla, günahkâr olanların ortaya çıkarılıp yaptıklarının karşılığını göreceklerini belirtiyor. Allah dünyada zulüm yapanlara hemen cezalarını vermiyor. Ancak, zâlimlerin zulmüne râzı olmadığını beyan etmiş, bu emre uymayanlardan mutlaka intikam alacağını açıkça bildirmiştir. İşte, "din gününün mâliki" âyetinden kastedilen mana budur. Yani zerre miktarı iyilik yapan mükâfatını, yine en küçük kötülük yapan da cezasını görecektir.

"(Şeytana) tâ ceza gününe kadar lânetim üzerinedir."[19] Yani ceza günü gelince, o da lâyık olduğu ebedî azâba kavuşmuş olacaktır. Âyetler, "din günü"nün, yapılan işlerin karşılığının görüleceği "ceza günü" anlamına geldiğine işaret ediyor. Kıyâmet gününe kadar lânete uğramış kişiler, ebedî azâbı hak etmiş olanlardır. Bunun için, şeytan da âhiret âleminde, lânetin üzerinde azâba uğrayacak, Allah'ın emrini uygun görmemenin ebedî cezasını çekecektir. Ayrıca âyetler, dünya hayatında, Allah'ın hükümlerini beğenmeyip uygun bulmayanlara, yani şeytanlaşanlara ilâhî bir ikaz niteliği taşımaktadır.

"(İbrahim a.s.), ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur."[20] Âyet, Allah'ın her şeye kadir bir ma'bud olduğunu ifade ediyor. Hz. İbrahim, bir peygamber olduğu için, günahtan mâsumdur. Fakat bu âyette, insanlığa bir fazilet dersi verilmek isteniyor. Din gününe gerçekten inanmanın, günahlardan korunup, Allah'ın rahmetine ilticâ etmekle mümkün olacağı, insanlara böylece öğretilmiş oluyor.

"Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler. Bu, (daha önce) yalanlamakta olduğunuz hüküm günüdür." [21] Bu âyetler, din gününü yalanlayarak ona inanmayanların, o günde nasıl üzüntüler içinde kalacaklarını haber veriyor. Dünyada iken âhiret hayatını inkâr edenler, o âleme sevkedildiklerinde, bunun bir gerçek olduğunu görüp anlamış olurlar. Kur'an, kendine özgü üslûbuyla, bu hâdisenin mutlaka olacağını ifade etmiştir. İşte o gün, yaratıklar arasında Allah'ın hükmünün tecellî edeceği gün olacaktır.

"Ceza günü ne zaman?' diye sorarlar. O gün onlar ateşte yakılacaklardır. (Kendilerine:) 'Fitnenizi (fesatçılığınızın cezasını) tadın! Acele isteyip durduğunuz şey budur işte!' (denilecek)."[22] Âyetler, koyu bir cehâlet içinde kalıp, apaçık örnekleri kavrayamamış kimselerin âhiret inançlarını açıklıyor. Onların "ceza günü ne zaman?" sözlerindeki maksatlarını bildiriyor. Bilmek ve öğrenmek için değil, alay etmek için sorduklarını belirtirken, onların bu sorularına gereken cevabı da veriyor. Din gününü yalanlayanların, kıyâmet gününde ateşe atıldıkları anki durumları anlatılıyor.

"Ve diyorlardı ki: 'Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?' De ki, öncekiler ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır." [23]

"Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır. İsteyene ve mahruma. Ceza gününü tasdik ederler."[24] Bu âyetler, Allah'a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet de âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: "(Onlar da) dediler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık." [25]

"Ceza günü oraya (ateşe) girerler. Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir. Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! (O gün,) kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız Allah'a aittir." [26]

"Onlar ceza gününü yalanlamaktadırlar. Onu ancak saldırgan ve günaha düşkün kimse yalanlar." [27]

Kur’an’da din günü anlamında “âhiret” ve “kıyâmet” kelimeleri de kullanılır.[28]

Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri

İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, İlâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah'a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah'ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O'nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.

Ebû Hureyre (r.a.)'den, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden her biri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen "ben Allah'tan korkarım" diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah'ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi." [29]

Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah'ın huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah'ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir (41/Fussılet, 20-21). Kısacası bu günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.

Kur'an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, kıyâmet tasvir edilirken, yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden bahsedilmiştir. "O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de değişecek..."[30] Bu âyetten de anlaşıldığına göre kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermede büyük etkisi olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde yerleştirmek istemiştir.

Kur'an'ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği din gününe ve kıyâmet gününün bildirilen çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.

Din gününe iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap ve ceza meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah'ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm'da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikatı birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî, ve ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.

İslâm tasavvurunda hayatın mânası, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah'tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği "gayb" âlemini de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını da içine almaktadır.

İşte din gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini, mekânın Hûdutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, din gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur'an, tevhid inancıyla beraber bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gayesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi iradesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.

İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan musibetlere mâruz kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an din günüdür. [31]

Allah'ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünnetullah dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri "ceza=karşılık kanunu"dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah'ın koymuş olduğu bu "karşılık kanunu"nu görürüz. Atasözlerinde de "eden bulur", "eşen düşer", "her koyun kendi bacağından asılır", "ne ekersen onu biçersin" gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.

Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.[32] Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır.[33] Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek; "kendim ettim, kendim buldum" şeklinde bir neticeye varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında "karşılık kanunu", âhirete inanmanın zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha'da Allah bu "karşılık günü = din günü"nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada "din", yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı mânâsını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah'tır; âhirette de hesaba çeken Allah'tır. Allah, karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah'ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. [34]

Nübüvvet, yani peygamberlik, Allah'ın insanlık tarihine yönelik bir müdâhalesidir. O, bu müdâhaleyi kullarına olan rahmet ve şefkatinden dolayı Rahmân ve Rahîm isminin bir tecellîsi olarak yapıyordu. Din günü demek olan âhiret ise, Rabbimiz tarafından insanlığın geleceğine bir müdâhaledir. O, bu müdâhaleyi İlâhî adâletini gerçekleştirmek için yapar. Fâtiha'da Rahmân ve Rahîm isimlerini bildiren âyetten hemen sonra gelen "din gününün mâliki" âyeti, insanın tarihiyle istikbâlinin bağlantısıdır. Mâziyi unutmadan istikbâle hazır olması için, içinde yaşadığı anda ne yapması gerektiği de, bundan sonraki âyette hatırlatılmaktadır: "Ancak Sana ibâdet ederiz. Ve ancak Senden yardım isteriz." [35]

Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur'an da, bu tarihin akacağı yatağın İlâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.

Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah'ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehennem lüzumsuz mu?

Âhiret, Allah'ın "vaad" ve "vaîd"inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık'ın bir tutması O'nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer "şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın" deniliyorsa elbette sonuçta "iyi" olanla "kötü" olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i İlâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.

Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü'min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebi'nin diliyle özendirmişti. [36]

"Ölümse, Gel dese; Tak tak tak, Mu-hak-kak."

"Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanmadın olacak.

Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o Mûsâlla taşında."

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!

Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri sanki memnun yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden." [37]

Kur'an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü'min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur'an'daki kıyâmet, cennet, cehennem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü'minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.

"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir."[38] Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.

Din günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet râbıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sâyede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahûdi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.

Her asırda olduğu gibi, günümüzde de birkısım insanın, kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir. Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, ceza ve hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi Yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.

İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur'an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: "Onlar derler ki: 'Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz." [39]

İslâm'da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah'ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?

Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah'a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zannederler.

Din gününe inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur'an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: "İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi."[40] İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah'ın sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür'atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir. "Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, düşünmüyor musunuz?" [41]

Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [42]

Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde din günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?

Ne mutlu, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!



[1] 1/Fâtiha, 4

[2] 37/Saffât, 19-21

[3] 1/Fâtiha, 4

[4] 82/İnfitâr, 19; 6/En’âm, 73; 40/Mü’min, 16 vb.

[5] 6/En’âm, 73

[6] 82/İnfitâr, 19

[7] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 127-128

[8] 82/İnfitâr, 17-19

[9] 66/Tahrîm, 8

[10] 37/Sâffât, 19-21

[11] 83/Mutaffifîn, 10-12

[12] 82/İnfitâr, 17-18

[13] Bak. 26/Şuarâ, 88

[14] 40/Mü'min, 16

[15] 82/İnfitâr, 19

[16] Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde:) 1/Fâtiha, 4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15, 17, 18; 83/Mutaffifîn, 11.

[17] Din günü gibi, kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur'an'da geçen diğer önemli ismler şunlardır: Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman demektir (30/Rûm, 12, 14, 55). El-Yevmü'l Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir (78/Nebe', 39). Yevmü'l Ma'lûm: Geleceği kararlaştırılmış belirli ve muayyen gün demektir (56/Vâkıa, 50). El- Vaktü'l Ma'lûm: Geleceği belli olan, Allah katında kararlaştırılmış bulunan vakit demektir (38/Sâd, 80-81). El-Yevmü'l Mev'ûd: Vadedilmiş, yani olacağına söz verilmiş gün anlamındadır (85/Burûc, 2). El-Yevmü'l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek olan hayat demektir (58/Mücâdele, 22). Yevmü'l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına gelir (40/Mü'min, 18). Yevmü'n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir (54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9). Yevmü'n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır (6/En'âm, 15). Yevmü'l Ba's: Ölümden sonra yeniden dirilme günü anlamına gelir (26/Şuarâ, 87). Yevmü't-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü ve esef günü anlamına gelir (64/Teğâbün, 9). Yevmü't-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir (40/Mü'min, 15). Yevmü't-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün (40/Mü'min, 32). Yevmü'l Cem': Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir (42/Şûrâ, 7). Yevmü'l-Hısâb: Hesap günü demektir (38/Sâd, 16, 26). Yevmü'l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir (19/Meryem, 39). Yevmü'l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma günü anlamındadır (50/Kaf, 41-42). Yevmü'l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir (44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38). El-Kaari'a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir (101/Kaaria, 1-5). El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır (88/Ğâşiye, 1). Et-Tâmmetü'l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir (79/Nâziât, 34-35). En-Nebeü'l-Azîm: Büyük haber günü demektir (78/Nebe', 1-2). El-Hākka: Zaruri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve zaman demektir (69/Hākka, 1-3). El-Va'ad: Vâde günü demektir (70/Meâric, 42-44). El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir (56/Vâkıa, 1-2). Emrullah: Allah'ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına gelir (40/Mü'min, 78; 82/İnfitâr, 19). Yevmü'l Kıyâmeh: Kıyâmet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir (75/Kıyâme(t), 1-40).

[18] 1/Fâtiha, 4

[19] 38/Sâd, 78

[20] 42/Şûrâ, 82

[21] 37/Saffât, 20-21

[22] 51/Zâriyât, 12-14

[23] 56/Vâkıa, 47-56

[24] 70/Meâric, 22-26

[25] 74/Müddessir, 43-46

[26] 82/İnfitâr, 15-19

[27] 83/Mutaffifin, 11-12

[28] Din Günü Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

Âhirete İman: 2/Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; 3/Al-i İmran, 9, 25; 6/En'âm, 113; 7-A'râf,147; 9/Tevbe, 18-19, 44; 10/Yunus, 45; 16/Nahl, 22; 18/Kehf, 110; 27/Neml, 3; 31/Lokman, 4; 42/Şûra, 7; 70/Meâric, 2, 26.

Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: 42/Şûra, 20.

Kıyâmet Alâmetleri: 27/Neml, 82; 34/Sebe', 14; 44/Duhan, 9-14; 75/Kıyâme, 7-9; 18/Kehf, 92-97; 21/Enbiyâ, 96-97; 43/Zuhruf, 61; 47/Muhammed, 18.

Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: 7/A'râf, 187-188; 11/Hûd, 104; 16/Nahl, 77; 21/Enbiyâ, 1.

Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: 17/İsrâ, 58; 18/Kehf, 47; 20/TâHâ, 105-108; 21/Enbiyâ, 104; 22/Hacc, 1-2; 24/Nûr, 37; 27/Neml, 88; Tûr, 9-10; 77/Mürselât, 8-10...

İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: 17/İsrâ, 49-52; 19/Meryem, 66-67; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 84-85; 30/Rûm, 19; 56/Vâkıa, 57, 62; 75/Kıyame, 37-40; İnsan, 28; 79/Nâziât, 27...

Dirilmeyi İnkâr: 6/En'âm, 2, 29-31; 10/Yunus, 7-8; 11/Hûd, 7; 11/Ra'd, 5; 16/Nahl, 38; 17/İsrâ, 49-52; 19/Meryem, 66-67; 23/Mü'minun, 81-83; 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffat, 16-18; 56/Vâkıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; 64/Teğabün, 7; 75/Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; 79/Nâziât, 10-14...

Din Gününün (Kıyâmet Gününün) Tek Hâkimi Allah'tır: 1/Fâtiha, 4; 6/En'âm, 73; 20/Tâhâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 43/Zümer, 67; 40/Mü'min, 16; 78/Nebe', 37; 82/İnfitar, 19.

[29] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617

[30] 14/İbrâhim, 48

[31] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, Bir Y., s. 61

[32] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38

[33] 99/Zilzâl, 7-8

[34] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Esra Y., s. 26

[35] 1/Fâtiha, 5

[36] M. İslamoğlu, İman Risalesi, 285

[37] Sırasıyla: Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal

[38] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20

[39] 6/En'âm, 29

[40] 36/Yâsin, 77

[41] 6/En'am, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65

[42] 59/Haşr, 18


Tefsir Notları, Ders 7

Fâtiha Sûresi, Âyet 5

22. 04. 07

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Yardım isteriz : نَسْتَعِينُ Ve yalnız Senden : وَإِيَّاكَ ibâdet ederiz : نَعْبُدُ Ancak Sana : إِيَّاكَ

"(Ey Allah'ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız)." (1/Fâtiha, 5)

إِيَّاكَ İyyâke (Ancak Sana):

"İyyâke" zamir ve tümleçtir. Tümleçlerin, Arapça cümle kuruluşunda aslında fiilden sonra gelmesi gerekir. Bu tümleç görevi yapan zamir, fiilden sonra gelseydi, anlam şöyle olurdu: “na'büdüke (Sana ibâdet ederiz).” Başa geçtiği için sınırlama ifade eder: “Ancak Sana...” Dolayısıyla bu ifade, iki cümle yerine kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah'a ibâdet, O'na teslimiyet ve kulluk; ikincisi, Allah'tan başkasına ibâdet etmemek, teslim olmamak, kulluk yapmamak. Tevhid, özetle bu iki ifadeden ibârettir. Fâtiha'nın, Kur'an'ın bir özeti olduğu gibi; Kur'an'ın en önemli konusu olan tevhidin özetini de bu "iyyâke na'büdü" ifadesi karşılamaktadır. İman; kabul ve reddir; sevgi ve buğzdur. Tâğutu reddetmek ve Allah'a iman etmektir (2/Bakara, 256). Tevhidî iman; Lâ ilâhe illâllah'ın bir açılımıdır. İşte "iyyâke na'büdü" bütün bunları içerir, tevhidin özünü vurgular.

"Ancak Sana ibâdet ederiz" ifadesiyle anlamaktayız ki tevhid, sadece fikir ve görüşten ibâret, hatta salt inançtan ibâret değildir. Tevhid, ibâdettir; sadece Allah'a ibâdet ve bütün şekil ve muhtevâsıyla ibâdet. Tevhid, insanın pratik hayatını kuşatmalı, kalbinde başlayıp tüm kalıbına yön vermeli ve hayata yansımalıdır. İbâdet halinde pratize edilemeyen, etkisiz bir şekilde kafa veya kalbe hapsedilen bir düşünce ve duygu değildir tevhid; Sadece Allah'a kulluktur, ibâdettir. Hayat da ibâdetten ibârettir.

نَعْبُد Na’budu (İbâdet ederiz):

İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:

a- Hürün karşıtı olan köle,

b- Boyun eğmek ve itaat etmek,

c- Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,

d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas mânâlar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaate müstahak olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid; kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir.

Kur’ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."

Demek ki İslâmî mânâsıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcûdiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."

"İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Meselâ namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.

"İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.

İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.s.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "kul" kelimesi ile isimlendirmiştir.[1] O yüzden şehâdet kelimesinde bile "Rasûl" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abdühû" (O'nun kulu) ifadesi kullanılır. Çünkü peygamberlik, Hz. Muhammmed'in (s.a.s.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbiyle ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.

İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Bunun içindir ki, ibâdetlerin başı olan imanın da, sadece kalple tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar.

Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak" , "haça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" mânâsına gelen "ubûdiyet"tir. İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.

Kur'an'da İbâdet

İbâdet kavramı, Kur'an'da en çok kullanılan kavramlardan birisidir. Bu kavram, Kur'an'da isim, fiil ve masdar şeklinde 256 defa geçer. “A b d” kökü ve türevleri ise 275 yerde kullanılır. [2] Genel olarak, Allah'a veya Allah'tan başkalarına ibâdeti ifade etmekte kullanılmıştır. Sadece Allah'a ibâdet emredilirken, O'na ortak koşmak ve başkalarına ibâdet etmek, Kur’an’da şiddetle yasaklanmıştır.

Kur'an'da ibâdet kelimesi, daha çok nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılması, yalnız O'nun ibâdetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. Yani insan, sevgide, korkuda, ümit ve tevekkülde, itaat edip boyun eğmede Allah'a hiçbir varlığı ortak koşmayacaktır. Çünkü ibâdet, sevginin, bağlılığın ve korkunun en güzel ifadesidir. Nitekim dinin bütününü de bu esaslar oluşturur. İbâdet terimi, bu açıdan incelendiğinde, kulun, ibâdet ettiği ilâh (Allah)'ı kemâl derecesinde sevmesi ve tevâzu göstermesi ve bütün bunların ancak Allah için olması gerekmektedir. [3]

"Ancak Sana ibâdet ederiz."[4]: "Ederim" değil; "ederiz". Cemaate işaret vardır bu ifadede. Aynı Rabbin kulu olan, O'nun kanunlarına boyun eğen ve O'na tesbih ve ibâdet eden tüm tabiatla, tüm yaratıklarla ortak dili konuşmak, vahdete ermek, beraberce ibâdet etmek var bu ifadede. Kendi iç dünyamızla, tüm organlarımızla, inanç, düşünce ve eylemlerimizle beraber ibâdet etmek var bu ifadede. Tevhid, ancak muvahhid bir toplum içinde gerçek anlamını bulur. Tevhidî bir toplumla beraber hareket edilerek olgunlaşılır, insan olunur. Tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle, güzel olan hiçbir yere varılamaz.

Fâtiha'nın bundan önceki âyetlerinde Allah'ın sıfatları özetlendi. Allah, bu âyete kadar kendini bize tanıttı. "Peki, böyle özelliklere sahip Allah'a karşı nasıl davranmamız gerekir?" sorusuna bu âyet cevap vermiş oluyor: "Sadece Allah'a ibâdet". Fâtiha'da bundan önceki âyetler, sanki bize bu âyetteki ifadeyi söyletmek içindir. Ayrıca, Allah'ı bu âyete kadar anlatılan isim ve vasıflarıyla tanıyıp O'nu tek ilâh ve tek rab kabul eden kuluna Allah, senli-benli ifade kullandırıyor; Allah'ın vasıflarını tanıyıp O'na ibâdet, Allah'la samimiyeti ve sıcak bir bağı oluşturuyor: "Ona kulluk ederiz" değil; "Sana..." Bu âyete kadar üçüncü tekil şahıs ifadesi ve zamiri kullanılırken, burada ikinci tekil şahıs ifadesi kullanıyoruz.

Önce ibâdet, sonra istiâne. İlk adım öncelikle kuldan başlamalı. Sünetullah, ilk başlangıcı bizden bekliyor. Allah'ın kanunu böyle istiyor. Bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden bolca örnekler sunmak mümkün. (“Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.”[5] , "Bana bir adım yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım."[6], "Allah'tan sakınırsanız, sizin için furkan kılar."[7], "Allah'tan korkanlara Allah çıkış yolu verir."[8], "Sözünüzde durursanız, Ben de...", "İman edip sâlih amel işlerseniz...") Önce bizden duâ, sonra Allah'tan icâbet, önce kul sebebe yapışacak, sonra Allah verecek.

Hakkıyla ve ölünceye dek ibâdet için Allah'ın yardımına ihtiyacımız olacak. Her an yaşantımızı ibâdet halinde değerlendirmek için "...sadece Sen'den yardım isteriz." [9]

"Sadece Sana ederiz, kulluğu, ibâdeti..."[10] meâlindeki âyette, kulun, ibâdeti sadece Rabb'ine ait kılıp, nefsini ancak Allah'a teslim etmesinin gereği vurgulanmaktadır. Allah'tan başkasına gösterilen "itaat ve kulluk", o varlığı sahte bir ma'bud yapar. Bu ma'bud ya şeytandır, ya da kendilerini tâğut kılan azgın kişilerdir. Yahut da Allah'ın kitabını hiçe sayarak insanları icad ettikleri hayat düsturlarına ve yaşayış tarzlarına sevkeden önderlerdir. İslâmî anlamda ibâdet ise, Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmek demektir. Şeytana ibâdet etmeyi yasaklayan Allah, insan ve cin şeytanlarına kayıtsız şartsız itaatin onlara kulluk/ibâdet demek olduğunu belirtmiş oluyor.

İnsanların, şeytanın teşviki ile yapageldikleri ibâdetlerinin yönü olan putlar ve hayalî/sanal kuvvetler, yani Allah'tan başka tapınılan tüm varlıklar, birer sahte ma'buddur. Çünkü Kur'an, Allah'tan başka hiçbir hak ma'bud olmadığını en açık bir şekilde bildirirken; insanların, Allah'tan başkasına tapmalarını ve onları ilâh kabul etmelerini de, şirk ve büyük günah sayıyor.

İbâdetle ilgili Bazı Âyetler

"(Ya Rabbi,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz." [11]

"Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım." [12]

"Allah'a ibâdet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." [13]

"(Ya'kub) oğullarına: 'Benden sonra neye ibâdet/kulluk edeceksiniz?' demişti. 'Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek İlâh'a kulluk edeceğiz, ibâdet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız' dediler." [14]

"Sizin şu karşısında durup taptığınız heykeller de nedir? 'Babalarımızı onlara tapar bulduk (da onun için biz de onlara tapıyoruz)' dediler." [15]

"De ki: Allah'ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir. (O'na ibâdet etmeniz gerekmez mi?)" [16]

"Hahamlarını ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." [17]

"Tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden, iyiliği emredip kötülükten meneden ve Allah'ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) mü'minleri müjdele." [18]

"İnsanlardan kimi de Allah'a bir yönden (dinin bütününe inanmadan) ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır gelirse, onunla huzura kavuşur (sevinir) ve eğer başına bir kötülük gelirse yüz üstü döner (dini kötüleyerek ondan vazgeçer)." [19]

"Ey mü'minler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibâdet edin, hayır işleyin ki umduğunuza eresiniz." [20]

"Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir, bana kulluk/ibâdet edin." [21]

"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka velîler edinerek: 'biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' diyenlere (gelince): Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde hükmünü verecektir." [22]

“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı."[23]

“Hayır, yalnız Allah'a ibâdet/kulluk et ve şükredenlerden ol." [24]

"Allah'tan başkasına ibâdet/kulluk etmeyin. Ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkuyorum." [25]

"Andolsun Biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet/kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının' diyen bir rasûl/elçi gönderdik." [26]

"De ki: 'Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a ibâdet edelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birimiz diğerini Allah'tan başka rab edinmesin." [27]

"Allah, kimlere lânet ve gazab etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür." [28]

"De ki: Ben Allah'tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum." [29]

"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân'a kul olarak gelecektir." [30]

"Siz, Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmıyor musunuz siz?" [31]

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennem odunusunuz. Siz (odun gibi) oraya gireceksiniz." [32]

"İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var. Onlar, kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin (taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir." [33]

De ki: Ey kâfirler! 'Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size; benim dinim bana!" [34]

"Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: 'Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Bana kulluk/ibâdet edin' diye vahyetmiş olmayalım." [35]

"Bir zaman İbrahim şöyle demişti: 'Rabbim, bu şehri güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." [36]

"Siz Allah'tan başka birtakım putlara tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız size rızık veremezler. Siz rızkı Allah'ın yanında arayın. O'na kulluk/ibâdet edin ve O'na şükredin. Hepiniz O'na döndürüleceksiniz." [37]

"Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin. Eğer kulluk ediyorsanız (böyle yapın)." [38]

"De ki: 'Ben dinimi yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdet/kulluk ediyorum." [39]

"Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk/ibâdet et." [40]

Âyetlerin ortaya koyduğu ilk gerçek "sadece Allah'a ibâdet edip, O'ndan başkasına ibâdet etmemektir." İslâm, ibâdeti sadece Allah'a ait kılmayı emrederken, O'na herhangi bir şeyi ortak koşma yasağını da getiriyor. İnsanlığın tanıdığı veya tanıyabileceği Allah’ın dışında her çeşit ma'bud edinme çeşidini içine alan kesin bir yasak koyuyor.

İbâdet; Kalıp ve Kalbin, Tüm Organların Allah'a Yönelmesidir

Bazı insanlara göre ibâdet, kuru bir inanç kabul edilirken, bazılarına göre de sadece belirli hareketleri yapmaktan ibâret sanılmaktadır. Bazıları insanlara iyilik yapmanın ibâdet yerine geçeceğini düşünüyor. Bazıları kalp temizliğinin yeterli olduğunu (bunun ibâdet yerine geçeceğini) söyleyip kendini kandırıyor. Yine bir kısım insanlar, Allah'a ibâdetin gâyesini tam olarak anlayamadıklarından, yaptıkları ibâdetlerinde, ya şuursuzca davranırlar, ya da ibâdeti dünyevî fayda açısından değerlendirirler. Bütün bunların yanında, pek çok insan da, Allah'ın ve O'nun dininin dışında birtakım varlıklara, sistemlere ibâdet ederek onlara kul olmuştur.

İbâdeti, sadece dış görünümündeki şekillerde değerlendiren kimseler, ibâdetlerde titiz davranmayı, ilk anda bir nevi dar görüşlülük yahut şekilcilik olarak kabul edebilirler. Ancak, daha derin ve etraflıca düşünülüp araştırılırsa, pek çok gerçeklerin farkına varmak mümkün olur. İbâdet, Allah ile her an ilişki kurmaya bir vâsıtadır. İbâdet, ruhun ve bedenin ölçülü ve disiplinli bir hale gelişini sağlar. Güzel ahlâkı yansıtan hareketleri içeren, ruhumuzun Allah'a yabancılaşmasını önleyerek O'nu bize unutturmayan, ibâdettir.

İnsanın, ruhundaki gizli duygularını dışa vurmak için, zâhirî şekilleri kullanma eğilimi vardır. Bu gizli duyguları anlatmak için, zâhirî şekillere başvurmadan insan, ruhî duygularını tatmin edemez. Duygularını bu şekillerle ifadelendiren insan, hissen ve ruhen bir bütünlük kazanır. Bu haliyle de rahat edip huzura kavuşur.

İslâm dini, bütün ibâdet kurallarını bu fıtrî esas üzerine kurmuştur. Bunun için işi, ne sadece içten gelen niyetlere, ne de ruhî duygulara terk etmemiş, aksine ibâdetlere ait yönelişlerde, dış ile içi (zâhir ile bâtını) tam bir uyum içerisine sokarak huzur ve mutluluk temin edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere mü'min, namazda kıbleye yönelir, hacda belirli bir yerde ihrama girer, bir kıyafete bürünür, orucunu tutarken yemez, içmez... Böylece her ibâdetiyle bir hareket, her hareketiyle de bir ibâdet icrâ eder. İslâm dini bu yöntemiyle nefsin zâhiri ile bâtınını birleştirip, kuvvetler arasını denkleştirir. Bunun sonucunda kendi mefkûresine uygun olarak insan fıtratına tam bir uyum bahşeder.

İbâdet, Fıtrattır

İslâm dini, yeryüzüne getirdiği bütün gerçekçi kurallarla, insan fıtratında mevcut olan ibâdet duygusunu, en doğru bir şekilde geliştirerek bu ihtiyaca cevap verir. Böylece el ile tutulup gözle görülen veya gizli bir kuvvetin varlığını, değişik varlıklarda görerek onlara tapanları da yanlış inançlardan ve tapınmalardan kurtarır. Bu özelliğinden dolayı Allah'tan başka ilâh kabul etmek suretiyle putlara tapan bir toplumda, bu yanlış inancı ve ibâdet şeklini, bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömen tek din İslâm'dır. İnsanları, hür irâdeleriyle Allah'a yönelten, onların birbirlerine kul köle olmalarını önleyen, onları her türlü yanlış tapınmalardan kurtarıp Allah'a götüren hiç şüphesiz bu hayat nizamı olan İslâm'ın kendisidir. İslâm'ı benimseyip ona mensup olanların belirgin özellikleri vardır. Bunların en önemlilerini şöylece belirtebiliriz: Allah'ın varlığına, birliğine, tek ilâh olduğuna inanmak. O'ndan gelen bütün hükümlerin gerçek ve doğru olduğunu kabul etmek. Allah'ın bildirdiği İlâhî hükümler doğrultusunda yaşayarak Allah'a ibâdet etmek ve O'na kul olmak. Rasûlün ahlâkı ile ahlâklanmak.

Allah'ı tek rab bilerek O'na kulluk etmek, insanı tevhid inancına ve bu inancın gereğine götürür. Bu iman ve şuura sahip olan insanlardan oluşan bir toplum, yeryüzündeki her çeşit şirk odaklarını dağıtır.

Din, sadece vicdanlara hapsedilen kuru bir inanç değildir. Aksine din, bütün hayatı kapsayan, hayatî olaylar arasındaki bağı temin ederek bütün yaşayışı en köklü ve sağlam esaslara bağlayan İlâhî bir nizamdır. Bu nizam, Allah'ın birliği esasına dayanır. İnsanî ilişkilerin en sağlamı bu inançtan doğar. Yine bu inanç insanlık hayatının her alanına ışık tutar.

Kur'an'a müracaat edilerek incelendiği zaman, ibâdetin, insan hayatının tümünü kapsayan bir terim olduğu anlaşılır. Sadece belirli hareketleri ve işleri ibâdet kabul edip, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümleri ve bunları uygulamayı ibâdet kabul etmemek, Kur'an'daki ibâdet anlayışına ters düşer. İbâdet, bir şekil ve formaliteden ibâret de değildir. Aksine, bir din edinme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir. Bu özelliklerinden dolayı Kur'an'da en çok önem verilen bir konu olmuştur.

İslâm, başlangıçtan nihayete kadar, ibâdeti hayata yaymayı en büyük gaye edinmiş bir dindir. İslâm'ın siyasî ve iktisadî nizamında, ceza hukukunda, medenî ve aile hukukunda ve bu dinin içine almış olduğu diğer konularda, başka bir hedef yoktur. Kur'an'ın gaye olarak tayin ettiği bu hedefe, insanlar, ancak Allah'ın hükümlerine uygun olarak yaşadıkları zaman ulaşabilirler.

Günümüz insanları, ibâdetin, Allah'ın koyduğu bütün emirleri kapsadığı gibi, kişiyi Allah'a yönelten her hareketi, her işi de içine alan bir terim olduğunu bilmelidirler. İnsanoğlu, kalbini Allah'a yönelttikçe hayatında yaptığı her hareketin ibâdet haline dönüşmesi mümkündür. İslâm dini, Allah'ın varlığını ve birliğini beyan etmeye çok büyük önem vermiş, hiçbir yönden şirk şâibesi taşımayan bir ibâdet esası ortaya koymuştur. Bunun için hiçbir varlığın, tüm varlıkların yaratıcısı gibi olamayacağını ısrarla belirtmiştir. Yine İslâm, yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağın gerçeğini de belirtmeye özen göstermiştir. Her varlık gibi, insanla Allah arasında da bir bağın var olduğunu, bunun da "ulûhiyet" ve "ubûdiyet" esaslarından ibâret bulunduğunu kesinlikle belirtmiştir. İşte bu gerçek, Kur'an'da şöyle ifade edilir: "Allah'a ibâdet edin. Sizin O'ndan başka ilâhınız yok."[41] Bütün peygamberlerin kesinlikle belirttiği gerçek: "Allah'ın tek bir ilâh olduğu ve O'na ibâdetle kulluk edilmesi"dir.

Her asırda olduğu gibi günümüzde de her türlü şüphe ve bilgisizlikten kurtulmak için, bu gerçeğin aydınlık esaslarına sarılmak yeterli olacaktır. Çünkü insan şuurunun istikrarı, düşünce ve davranışın doğruluğu, Allah'ın bütün âlemlerin tek Rabb'i; tüm yaratıkların da O'nun kulu olduğu gerçeğinin kavranmasına bağlıdır. Allah ile olan alâkada, insanların hepsinin eşit olduğu da kesinlikle bilinmelidir. Hiç biri O'nun ilâhlığına ortak değildir, olamaz. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da, kulluğun tabii belirtisi olan takvâ ve amel-i sâlih (iyi işler)den başka bir şeyle, Allah'a yaklaşmak, hiçbir insan için mümkün değildir.

Doğruyu kabullenmenin ve doğru olmanın biricik yolu, bütün insanların tek ma'bud olan Allah'a yönelmeleri ve O'na kulluk etmeleridir. İnsanlığın huzur ve mutluluğu, hâkimiyeti Hûdutsuz, saltanatı ebedî olan Allah'a yönelmededir. İşte, insanların Allah'a karşı durumu budur. Allah yaratan, insanlar ise diğer varlıklar gibi yaratılandır. O rabdir. İnsan ise kuldur. Allah'a kul olmak, insanı kullara kulluktan kurtarır. Allah'a kulluktan kaçınanlar kendileri gibi kulların kulu olurlar, ya da nefislerinin, arzu ve isteklerinin kulu durumuna düşerler. Bazıları “vatandaş” vb. sıfatları süslü göstererek “kul” kavramını (Allah’a kulluğu) aşağılamaya çalışıyorlar. Bunlar, câhil ve gâfil kâfirlerdir.

Tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanlar, yaratıklardan herhangi birine bütünüyle bağlanarak onun huzurunda öyle tapınmalar yapıyorlar ki, bütün şuurlarını o tapınmaya bağlayarak ilerisini göremez oluyorlar. Hak ma'budu ve hakiki ibâdeti unutturan, onları şirke düşüren kötülüğün kaynağı, Allah'tan başka varlıklara tapmak, onların koyduğu kurallara uyarak onlara ma'bud ve ilâh muâmelesi yapmaktır. Yeryüzünün her çeşit putları, haksız ve bâtıl ma'budları hep bu tür düşünce, davranış ve his sonucu ortaya çıkmıştır. Fakat şu bir gerçektir ki, bütün mevcûdiyetini fânilere, Allah'tan başka varlıklara ve O'nun dininin dışındaki sistemlere bağlayanlar, tehlikeye adaydırlar. Sadece Allah'a ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet O'nun hakkıdır. Allah'a ibâdet edenlerdir ki, O'ndan başkasından korkmaz ve ümit etmezler de sadece O'na kul olurlar. Gönüller Allah'tan başkasına bağlandığı zaman insanlar korku kaynağı ile ümit kaynağını ayrı ayrı görürler. O zaman bir de bakarsınız ki bir tarafta dilber sevgi ma'budları, diğer tarafta da kahraman korku ma'budları dizilmiştir. İkisi arasında kalan zavallı insan, bu hal içinde çırpınır, tapınır ve bunu da bir ibâdet sanır. Yaratıklardan hiç biri rab olamaz. Her şeyin mutlak Rabbi Allah'tır. O'na ibâdet edilmelidir. Çünkü ibâdet ve ubûdiyet Allah'ın hakkı, insanın da vazifesidir.

Günümüzde birtakım insanların, hevâ ve heveslerini, her türlü menfaat ve çıkarlarını kendileri için ilâh edindiklerini görmekteyiz. Kur'an, Allah'ın İlâhî dinini bırakarak, değişik arzu, istek ve menfaatlerini, davranışlarının tek kaynağı yapan ve böylece bunları put mevkiine çıkarıp hevâ ve hevesinin kölesi olan insanları, hayret verici bir canlılıkla ortaya koyuyor: "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine ilâh edinmiş..."[42] Yani, gerçeği kabul etmemiş, düşünememiş, keyfi ne isterse onu ma'bud edinmiş, böylece kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Çünkü hevâ ve diğer nefsî duygular, gözü kör, kulağı sağır ederek kalbi hissiz bırakır. Bu duruma düşen kişi, âlim de olsa ilmine rağmen gerçeği duyamaz olur.

Kur'an'ın, bu canlı tasviri karşısında, artık her insan, neye ibâdet ettiğini ve kimin kulu olduğunu kendisi anlayabilir ve anlamalıdır. Şunu unutmamalıdır ki, gerçek kulluk, her türlü bâtıl din ve ma'budlardan kaçınıp sadece Allah'a yönelmek demektir. Çünkü insan, Allah'ı ma'bud tanıyıp O'na kulluk yapmak için yaratılmıştır. İşte yaratılış sebebi. Allah'tan başkasına sarf edilen ömürler, kaybedilmiş demektir. İbâdet, kulun kendi isteğine bırakıldığı için, ihtiyârî (seçme özgürlüğü olan) işlerdendir. Ancak her insan, Allah'a ibâdetle yükümlüdür. İrâdesini Allah'a yönelterek hareket eden kişi sâlih kullardan olur. [43]

İbâdetin ruhu ve şartı, tevhid ve ihlâstır. Allah'ın birliğine iman etmedikçe O'na ibâdet edilemez. Allah'a gerçekten ibâdet edenler de O'ndan başka ma'bud tanımazlar. Allah'tan başkasını O'na ortak koşarak tapmak ise Allah'ı tanımamaktır. Din, tevhid ve ihlâsla Allah'a ibâdet etmekten ibârettir. Gerçekten de insanoğlunun maksadı ne ise, ma'bûdu da odur. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek bir İlâh olunca her türlü ibâdetin sadece O'na yöneltilmesi tabiî ve mantıkî sonuç olmaktadır. İbâdet konusu direkt olarak akîde konusuna bağlıdır. Akîde, bu dinde vicdan içinde gizlenmiş, sınırları belli olmayan yüzeysel bir şey değildir. Her düşüncede, her eylemde kendisini gösteren bir potansiyeldir.

Allah, insanlara ibâdet edecekleri belirli yollar çizmiştir. Bu yollarda ruhun yeri vardır; kalbin huşûsunda, tevâzu ile Allah'a itaatte... Aklın yeri vardır; Allah'ın yarattıkları ve O'nun âyetleri hakkında tefekkürde... Bedenin yeri vardır; kıyamda, rükûda, secdede, oturuşta, çeşitli yönlerden itaatle hareketlerde... Böylece ibâdet, Allah'ın sevdiği ve râzı olduğu insanın bütün hayatını kuşatan bir iş olur. "De ki: şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir." [44]

Câhiliye döneminde de görülmüştür ki, akîde sapınca, zarûrî olarak ibâdet de sapıyor. Ancak akîde düzgün olunca ibâdetin sahih konumuna oturması mümkün oluyor. Çeşitli sebeplerden ötürü akîde ve ibâdet konusunda sapmalar oldu. Haddinden fazla ta'zim (büyükleme) belli bir şahsa veya cisme yönelme kalbin âfetlerinden bir âfettir. Zamanla ta'zim kutsamaya, sevgi de ibâdete dönüşüyor. Yalnızca sevgi ve ta'zim bir sapma değildir. Fakat sevgi ve ta'zimde aşırılık, kutsamaya götüren, derken ibâdete ileten bir sapma oluyor. İbâdet konusunda câhiliyenin sapmasını İbn Abbas (r.a.) açıklarken, Kur'an'da geçen Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putları hakkında der ki: "Bunlar, Nuh kavminin sâlih adamlarının isimleridir. Bunlar ölüp gidince şeytan onların kavmine 'bunların heykellerini meclislerinize dikin ve o heykellere bunların adlarını verin' diye fikir verdi. Onlar da bunu yaptılar ve amaçları bunlara tapınmak olmadığından ibâdet etmediler. Fakat bu nesiller ölüp gidince ve bunların o kişilerin hâtıralarını canlı tutmak için heykellerinin dikildiği bilgisi silinip yok olunca geriden gelen nesiller bunlara tapmaya başladılar." [45]

Beşeriyet, hâlâ bu sapmanın değirmeninde dönüyor ve bu onları şirk türlerinden bir türe sokuyor. Putlara tapmanın şekillerinde değişmeler olsa da putperestlik kaybolmamıştır. Bereket umarak türbelere el sürmeyi, kesin kabul olur inancıyla türbenin yanında duâ etmeyi, türbede yatandan yardım istemeyi, ölü veya diri beşerden sıkıntıları için imdat dilemeyi, bez bağlayıp mum dikmeyi, türbenin etrafında tavaf eder gibi dönmeyi... ibâdet konusunun neresine koyacağız? Kutuplara, abdallara Allah'ın, kendi mülkünde tasarruf yetkisi verdiğine, bu nedenle mürid şeyhinden şefkat ve merhamet isteyip tazarrûda bulunursa işleri şeyhin müridin yararına çevireceğine ve onu tehlikeden koruyacağına, kabirdeki sorulara şeyhin müridi yerine cevap vereceği anlayışına ne isim verilmeli?

Arap yarımadasının müşrikleri şöyle diyorlardı: "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz."[46] Yani, biz bunların zatları için değil; fakat onların Allah katındaki itibarları için ibâdet ediyoruz diyorlardı. İslâm, beşer ile Rabbi arasındaki bütün aracıları kaldırmak ve kul ile Rab arasındaki direkt bağı kurmak için geldi.

"Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana duâ edin, size icâbet edeyim."[47] "Kullarım Beni sana soracak olursa, işte Ben pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm."[48] İslâm, dini sadece Allah'a ait kılmak için geldi.

İbâdet, Hayatın Tüm Alanlarını Kuşatır

İbâdet, hayat yolunun bütünüdür. Namaz, oruç gibi ibâdetler, insanın azığını ikmal ettiği, enerji depolanan istasyonlardır. Azık bittikçe ve yolcu, önündeki istasyona her uğrayışında yeni bir enerji ve azık aldığı duraklardır namazlar, oruçlar. Bu dinde ibâdet anlayışı ve yolu geniş kapsamlıdır; insanların ibâdet diye isimlendirmekte birleştikleri birtakım taabbudî sembollerle sınırlı değildir. Bu semboller -bütün önemlerine rağmen- farz kılınan ibâdetin sadece bir parçasıdır. "De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm ortağı olmayan Rabbu’l âlemîn Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur."[49] Namaz ve kurban, sembolleri temsil ediyor; fakat gaye bundan daha büyüktür. Gaye ölünceye kadar hayatın tümünün, hatta bizzat hayatın, ortağı olmayan Allah'a yöneltilmiş bir ibâdet olmasıdır. Yani ibâadet; her ânı, her işi, her fikri, her duyguyu kapsıyor.

"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım." (51/Zâriyât, 56) Cinlerin ve insanların yaratılış hedefi Allah'a ibâdete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece şeklî farzlar doldurabilir mi? Bu, ancak ibâdetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir. Bu da bilfiil İslâm'da vardır. Şeklî ibâdetler namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa, belirli bir süreyi kapsar. Ya da kişi nâfilelerle bu süreyi arttırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz. Bu şekilde ancak Allah'ın nurdan yarattığı melekler ibâdet edebilir.[50] Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini klasik ibâdetlerle geçiremez. İnsanın usanan bir bedeni, dağılan bir aklı vardır. Bu yüzden usanmaksızın gece-gündüz Allah'ı tesbih edemez. Zaten Allah da onu bununla mükellef kılmamıştır. Allah, her kişiye ancak gücünün yettiğini yükler. Allah onu bu yapıda yaratmıştır; onun gücünün sınırlarını biliyor, güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmiyor. Bununla beraber, onun bütün hayatı Allah için olmalıdır. Zira Allah, onu sadece ibâdet için yaratmıştır. Peki, bu, istenilen ibâdetler sadece şekilsel ibâdetlerde kalırsa gerçekleşebilir mi? Bu, ancak ibâdetin mânâsının genişleyip yeryüzündeki insanın bütün eylemlerinin ona dâhil olmasıyla gerçekleşir. Bu da her türlü amelin tevhide bağlanıp, tevhidin de bütün gerektirdikleriyle hayat tarzı olduğunda mümkündür.

Siyaset ibâdettir... Allah'ın şeriatını tatbik olduğunda, yeryüzü gerçeklerine göre Rabbânî adâlet tatbik olduğunda, insanları tek bir ilâha kulluk ettirdiğinde, tâğutlardan kurtarıp hürriyete kavuşturduğunda siyaset ibâdettir.

İktisadî dinamizm ibâdettir... Para, helâl kazançtan elde ediliyorsa; para ve mal biriktirilip, bunlarla hayra dâvet ve şerle savaş oluyorsa; kazanılan para temiz işlere harcanıyorsa o meşrû iş, iktisadî birikimler ve para ibâdettir.

Sanat etkinlikleri de ibâdettir... Meşrû olan sanat türleriyle Hakka dâvet ve kötülüklerle savaş olduğunda, Rabbânî anlayış gereğince yeryüzünü îmar ve Allah isminin yüceltilmesi için insanları çalışmaya ve güzele teşvik ettiğinde.

Kısaca, Rasûlülllah (s.a.s.)'ın ibâdetin insan hayatındaki büyük küçük her şeyi kapsadığını öğretmek için buyurduğu gibi "hatta eşinin ağzına koyduğu bir lokma bile" ibâdettir.

Bütün ibâdetler, dünya ve âhireti beraber hedefleyen bir iştir. İster klasik ibâdet tanımı içine giren semboller olsun, ister insanın icra edip yürüttüğü hayatî faâliyetler olsun.

İbâdetleri ma'bedlerle sınırlamayan bir dinin, temel buyruklarının yanında, gülümsemeyi, sevmeyi, çalışmayı, ticareti, yeme-içmeyi, kızmayı, ağlamayı, yürümeyi, nefes almayı, sevişmeyi, yani hayatın kendisini ibâdet haline getirmesine neden hayret etmeli? İlâhî sınırlar korunduğu zaman hayatın her birimi gerçek kimliğini kazanır. Bu kimlikle açılır cennetin kapıları.

Hıristiyanlar sadece kiliselerde ibâdet edebilirler. İslâm dışındaki hemen her din de, ibâdeti, tapınmayı kendi mâbedlerine has kılar. Günümüzdeki farklı tapınmalar için de bu geçerlidir: İnsanların ibâdet ihtiyacını tatmin için arenalar, stadyumlar, müzikholler, türbeler, anıtlar, anıtmezarlar inşâ edilmiş, insanlar tapınmak için belirli vakitlerde buralarda sevdikleri uğruna kendilerinden geçmekte, ayılıp bayılmakta, huşû içinde tapınmaktadırlar. Hatta bu sahte ilâhların önünde kendinden geçen insanlardaki huşû ve gönülden bağlılık nice müslümanın namaz gibi en önemli ibâdetinde bile yok.

Müslüman, ibâdet etmek için mutlaka mescid ve câmi aramaz; Her yerde ibâdetini yapabilir. Tüm arz mesciddir müslüman için. "Benim için yer(yüzü) tertemiz ve mescid kılındı. Namaz vakti gelince, kişi bulunduğu yerde namazını kılar."[51] "Mescidlerimiz işgal altında!" demiş olsak, bazılarımızın aklına yalnız İsrail işgali altındaki Mescid-i Aksâ gelecek. Veya Allah'ın değil; tâğutların emrinde memur olan bazı bel'amların güdümündeki mescidler (Aslında nice câmiler, devlet dairesi haline gelmekte, hatta kiliseleştirilmekte, nice imamlar papazlaştırılmakta veya bel'amlaştırılmakta). Ama bizim kastımız, daha geniş; Evet, mescidlerimiz işgal altında ve putlarla dolu. Yeryüzü mescidi, putlardan, tâğutlardan ve putçu düzenlerden temizlenme çabası olmadıkça müslümanların ibâdetleri sıhhatli olmaz ve gerçek ibâdet, gerçek kurtuluş gerçekleşmez. "Mescidler Allah'a aittir. Orada Allah ile beraber bir başkasına dâvet, duâ etmeyin." [52]

Bazı insanların sandığı gibi, ibâdet sadece âhiret için değildir. Zira bu din, dünya hayatındaki insanın işini ıslah etmek için de inmiştir. Akîdesini olsun, şeriatını olsun, ibâdetini olsun, onun dünyadaki her şeyini düzene koymak için gelmiştir.[53] Bundan dolayı bu dinde dünya ile âhiret her konuda birbirine bağlıdır. İnsanlar, dünya hayatında çalışan organları, âhirete bağlı kalpleriyle dinin gölgesinde yaşarlar. "Şüphesiz namaz, fahşâdan (her çeşit aşırılık ve ahlâksızlıktan) ve kötülükten men' eder."[54] Dünyada kötülüklerden menediyor, âhirette ise mükâfat var. Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılar. Aynı zamanda fahşâdan, fuhuştan ve kötülükten de alıkonarak dünya hayatını ıslah etmiş olur. Orucun farz kılındığını bildiren âyetin sonunda da "umulur ki korunursunuz" denilir.[55] Dünyada korunup (takvâ sahibi olup), yeryüzünde hayatınızı ıslah edersiniz, âhirette ise mükâfata erişirsiniz. Zekâtın emredildiği âyetlerde[56] geçen temizleme, çoğaltıp arttırma, zenginin fakire bağışlaması, zekâtın belirlenen sınıflara dağıtılması dünyada yapılır; âhirette ise mükâfat vardır. Hacc sûresi, 27-28. âyetlerde belirtilen maslahatlar da böyle. Böylece ibâdet aynı anda hem dünya, hem de âhiret için oluyor.

Bir başka yönden Lâ ilâhe illâllah'a bütün gerektirdikleriyle yapışan bir müslümanın hayatında âhiretten kopuk sadece dünya için bir amel yoktur. Hatta insanların sadece bedenî, hatta hayvanî, sadece dünyalık gördükleri cinsel ilişki bile buna dâhildir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s.) buyuruyor ki: "Sizden herhangi birinizin cimâ yapmasında sevap vardır." Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herkes eşine ona duyduğu şehvetten dolayı gider, böyleyken nasıl ona sevap olur? Cevaben buyurdu ki: "Ne dersiniz, şayet harama gitseydi günah olmayacak mıydı? İşte, helâle gittiğinden ona sevap vardır."[57] Bu sebeple eşler arasındaki sevişmeler bile aynı anda hem dünyevî, hem de uhrevî bir iş (yani ibâdet) oluyor. [58]

Allah'a İbâdet

Allah'a ibâdetin anlamı: Kur'an'da 82 âyette "Allah'a ibâdet"ten söz edilmiştir. İnsan, Allah'a ibâdet için yaratılmıştır.[59] Bütün peygamberler, insanları Allah'a ibâdet etmeye dâvet ettikleri gibi,[60] kendileri de O'na ibâdet etmişlerdir.[61] Kur'an'da hem "ey insanlar" hitâbıyla,[62] hem de "ey mü'minler" hitâbıyla[63] Allah'a ibâdet etmek emredilmiş ve ibâdetin ihlâsla,[64] hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnız Allah'a yapılması istenmiştir.[65] Allah'a ibâdetten bahseden âyetlerdeki ibâdet kavramı, genel olarak tevhid, itaat, duâ, Allah'ı bilmek, O'na boyun eğmek, iman etmek ve sâlih amel işlemek anlamlarını ifade eder.

Kur'an'da ibâdet kavramı; Allah'ın varlığını ve birliğini ikrar etmek, peygamberlerine ve peygamberleri ile gönderdiği İlâhî vahye iman etmek, O'na boyun eğerek itaat etmek, İslâm'ın helâl ve haram, emir ve yasak bütün hükümlerini tatbik etmek, Allah'ın râzı olduğu şeyleri yapmak ve hükmüne râzı olmak, nimetlere şükretmek, musibetlere sabretmek, insanların haklarına riâyet edip onlara şefkat ve merhamet etmek anlamlarını ifade eder.

Buna göre Kur'an'da ibâdet kavramı; iman, ahlâk, namaz, oruç, hac, zekât, cihad, evlenme, boşanma, helâl-haram, miras, ticaret, ahde vefâ, yemin, keffâret, ukubat... kısaca Kur'an'ın başından sonuna kadar bütün hükümlerini uygulamayı, emir ve yasaklarına riâyeti, sınırlarını korumayı içine alır.

Fıkıh Usûlü kitaplarında Kur'an hükümlerinin itikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât, ukubat şeklinde kısımlara ayrılması, anlatımı kolaylaştırmak içindir. Yoksa, ahlâkî ve amelî hükümler, "ibâdet" kavramının mânâlarından tamamen ayrı demek değildir. Çünkü Kur'an'ın amelî ve ahlâkî bütün hükümlerini uygulamak, Allah'a kulluk etmektir. Bu itibarla Kur'an hükümlerinin hepsi "ibâdet" kavramına dâhildir. Uygulama itibarıyla ibâdetleri dört kısma ayırabiliriz:

1- İman, ihlâs, niyet, tefekkür, mârifet, sabır, takvâ, havf ve recâ gibi kalbî/bâtınî ibâdetler,

2- Namaz, oruç, zikir, tesbih, tehlil, tekbir, tahmid, duâ, insanlara iyi muâmele, ana-babaya iyilik, sıla-i rahim gibi vücut organlarıyla yapılan ibâdetler,

3- Zekât, sadaka, fakirlere ve yakınlara her çeşit yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler,

4- Hacca gitmek, malı ve canı ile Allah yolunda cihad etmek gibi hem mal, hem de bedenle yapılan ibâdetler.

Allah'ın yapılmasını istediği şeyleri yapmak da, yasakladığı şeylerden kaçınmak da Allah'a kulluk etmektir, ibâdettir. Çünkü ibâdetin temel anlamı, Allah'a boyun eğerek itaat etmektir. İtaat de iki şekilde olur: Emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak.

Namaz, Tüm İbâdetler İçin Prototiptir

Kelime-i şehâdet, oruç, hac, zekât gibi İslâm'ın rükûnları hep namazda mevcut. Namaz, bir tevhid ve şehâdet eylemidir. Namaza çağrılırken şehâdetler haykırılır; namazın içinde şehâdet kelimeleri vurgulanır. Okunan duâ ve âyetler hep şehâdet kelimesinin açılımlarıdır. Namazda yeme içme olmaz; namazda oruçluyuzdur. Zekât, namazda mevcuttur: Ömrün, vaktin zekâtı namazla yerine getirilir. Hac, Kâbe'yi ziyaretle gerçekleşir; namazda da Kâbe'ye yönelinir. Namaz hacdır; namaz miractır. Namaz duâdır; Namaz zikirdir. Namaz Kur'an okumak; namaz Allah'la konuşmaktır. Kâinat kendi halleriyle namaz kılmaktadır. Meleklerin bazısı devamlı kıyamda, bazısı rükû ve secde halinde ibâdet etmekteler. Dağlar, namazdaki kıyam halinde dimdik durmaktalar. Bitkiler, ağaçlar secde halindeler; ağaçlar, başları ve ağızları sayılan kökleriyle topraktan gıda almaktadırlar; Bitkilerin de kökleri, yani başları yerdedir. Hayvanlar rükû halinde iki büklüm eğik yaşamaktalar. İnsanın namazı ise, bütün yaratıkların ibâdetini kendisinde toplamaktadır. Namaz, aynı zamanda tekbir, tesbih, hamd, şükür, zikir, Kur'an kıraâatı gibi hemen tüm ibâdet çeşitlerini de içermektedir.

Hayatımızın her safhası namaza benzemeli. Namazdaki ruh ve heyecanı namaz dışına taşımalı, her eylemimizi namaz gibi, bizi Allah'a yaklaştıran gerçek ibâdete çevirmeliyiz. Bu anlayış, namazın da, gerçekten ikame edilen namaz olmasını sağlar. İnsanı kötülük ve fahşâdan alıkoymayan namaz, hadis-i şerifteki ifadeyle, yarın paçavra gibi suratımıza çarpılabilir. Allah'ın böyle bir namaza ihtiyacı olmadığı hadiste belirtilmektedir. Namazın bizim günlük hayatımıza yön veren, bize ihtiyacımız olan teçhizatı, mühimmatı sağlaması gerektiği "huşû" ve "ikame" ifadeleriyle de vurgulanır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak, dosdoğru kılmak demektir. Namazı ikame etmekle, hayatımızdaki kötülükler de kalkacak, aynı şekilde tüm eylemlerimiz de namaza benzeyecektir.

Ashâb da böyle değerlendirdi namazı. Peygamberimiz, vefatına yakın şiddetli rahatsızlığında kendisi cemaatin önüne geçip imamlık yapamadığı zamanlar, Hz. Ebubekir'i namaz kıldırmak için görevlendirdi. Sonra devlet başkanı seçiminde ashâb bu olayı dikkate alarak "değil mi ki Peygamberimiz namazda Ebubekir'i başımıza geçirdi; namaz gibi olması gereken hayatımızda da o başımıza geçmeli" dediler. Onlar dini böyle anlamışlardı. Sadece namaz değildi ibâdet olan. Ve namaz prototip ibâdetti. O yüzden namazdaki imamlığa "imâmet-i suğrâ" (küçük imamlık); devletin başındaki imamlığa (başkanlığa/önderliğe) "imâmet-i kübrâ" (büyük imamlık) denilir. Bu olay da göstermektedir ki, hayatımızdaki davranışlarımız namazın mesajına benzerken; liderimiz, devlet başkanımız da imama benzemeli; imamda aranan şartlar yöneticide de aranmalı. İmam, namazda yanıldığında öncelikle imama yakın olanlar, değilse cemaatin fertlerince usûlüne uygun nasıl uyarılması gerekirse, her konumdaki liderler ve yöneticiler de öyle uyarılmalı.

Allah, en güzel biçimde yarattığı ve yeryüzünde halife yaptığı, bütün yaratıklardan üstün kıldığı, göklerde ve yerde ne varsa hepsini hizmetine sunduğu ve sayısız nimetler verdiği insanı, kendisine ibâdet etmesi için yaratmıştır. İnsanın bu görevini yerine getirebilmesi için ona akıl, fikir ve kabiliyet vermiştir. Peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle bu görevini nasıl yapacağını da bildirmiştir. Allah, insanı ibâdet etmesi için zorlamamakla birlikte, ısrarla kendisine ibâdet etmeyi emretmiş, ibâdet edenlere mükâfat, etmeyenlere ise ceza vaad etmiştir.

Herhangi Bir Eylem Nasıl İbâdet Olur?

Bir eylemin Allah'a ibâdet olabilmesi için şu özelliklerin bulunması gerekir: İnanç, meşrûiyet, usûl ve niyet.

Bir fiilin ibâdet olabilmesi için iman başta gelen şarttır. İkinci şart ise, o yapılan işin tâat cinsinden olması lâzımdır. Çünkü ibâdet kelimesi itaat anlamına gelir. Yani dinin yapılmasını güzel gördüğü bir emir veya meşrû gördüğü mubah bir iş olması gerekir. Üçüncü şart ise, yapılan işin Allah'ın istediği, Rasûl'ün uyguladığı biçimde yapılması gereğidir. Dördüncü şart da niyettir. Allah'ın rızâsı için yapılması, bir meşrû işi ibâdet seviyesine çıkarır. Allah'a yaklaşmak ve O'na itaat etmek gibi yüksek gayeler, bir eylemi ibâdete dönüştürür.

İmansız ve ihlâssız amel, ibâdet olmaz; böyle bir ibâdet boşa gider.[66] Haramlar, dinin yasakladığı eylemler, hiçbir zaman Allah'a ibâdet olmaz. Yapılan meşrû eylemin usûlü (metodu) da önemlidir. Meselâ, namazı Allah'ın istediği tarzda, Peygamberimiz'in kıldığı şekilde değil; başka şekilde kılarsak, o, ibâdet olmaktan çıkar. İbâdette niyet şarttır. Peygamberimiz (s.a.s.), "Ameller, ancak niyetlere göredir."[67] buyurmuştur. Bu nedenle Allah'a kurbet ve itaatten başka bir maksatla yapılan fiiller, "ibâdet" olmaz. Meselâ niyetsiz aç durmak oruç değil, niyetsiz Kâbe'ye gitmek de hac değildir.

Allah'tan Başkasına İbâdet

Kur'an'da 53 âyet-i kerimede "Allah'tan başkasına ibâdet"ten söz edilmiştir. Allah Teâlâ, cin ve insanları kendisini tanıyıp ibâdet etmeleri için yaratmıştır.[68] Fakat, imtihanın gereği olarak onları bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, bir tek ilâh olarak Allah'ı tanıyıp kabul edenler ve sadece O'na ibâdet edenler olduğu gibi; canlı ve cansız varlıkları Allah'a ortak edip onlara ibâdet edenler de vardır. Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'den itibaren insanlara elçiler ve kitaplar göndermek sûretiyle cin ve insanları Allah'tan başkalarına ibâdet etmemeleri konusunda uyarmıştır. "Andolsun Biz, her ümmet/toplum içinde Allah'a ibâdet edin, tâğut(a ibâdet)ten kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti, onlardan kimine de dalâlet hak oldu." [69]

Allah'tan Başka Tapılan Varlıklar: Allah'tan başkasına tapanlar, sadece cinler ve insanlardır. Tapılanlar, yani mâbud, rab ve ilâh edinilen varlıklar ise; ibâdet kavramının geçtiği âyetlerde Allah'tan başkaları,[70] Allah'tan başka, insanlara fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyenler,[71] işitmeyen, görmeyen ve insanlara hiçbir şey kazandırmayanlar,[72] Allah'tan başka tapınılan putlar/evsân,[73] heykel şeklindeki putlar/asnâm,[74] sahte tanrılar/ilâhlar,[75] heykeller,[76] tâğut,[77] şeytan,[78] ataların taptığı şeyler,[79] Allah'a ortak koşulanlar,[80] cinler,[81] insanlar,[82] melekler,[83] Allah'tan başka dost tutulanlar,[84] Allah'tan başka ilâh diye isimlendirilen putlar,[85] kâfirlerin taptığı şeyler,[86] elle yontulup yapılanlar[87] olarak zikredilmişlerdir.

Allah'tan Başkasına İbâdetin Anlamı: Allah'tan başkasına ibâdet; insan, cin, melek, şeytan, atalar, liderler, hükümdarlar, bilginler, veliler, sâlih kişiler gibi canlı ve cansız varlıkları ilâh ve rab kabul etmek, onlara Allah'a isyan konusunda itaat etmek, boyun eğmek, duâ edip yalvarmak, kurban kesmek, kulluk etmek, secde etmek, eğilip saygı göstermek, Allah yerine mâbud edinilen kimselerin emir ve yasaklarına, helâl ve haramlarına, prensip ve sistemlerine uymak anlamlarına gelir.

Allah'tan başkasına ibâdet etmek, Allah'ın varlığını kabul etmemek anlamına gelmez. Kur'an'ın indirildiği zaman Mekke müşrikleri Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar, ama bir tek ilâh olduğunu kabul etmiyorlardı. Kendilerini Allah'a yaklaştırır ve şefaatçi olur ümidiyle ilâhlara tapıyorlardı. Kur'an'da bu husus, şöyle bildirilmektedir: "...Allah'tan başka evliyâ (dostlar) edinen kimseler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz (demektedirler).”[88] "Hâlbuki insanı Allah'a yaklaştıran iman ve sâlih ameldir."[89] "Allah'ı bırakıp kendilerine zarar da fayda da vermeyen şeylere ibâdet ediyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar..."[90] Demek ki Allah'a ibâdet edebilmek için Allah'ın varlığını, yeri göğü yaratttığını, rızık verdiğini kabul etmek yeterli değildir. Allah'ı bir tek ilâh olarak kabul etmek, O'ndan başka canlı ve cansız hiçbir varlığa tapmamak ve tâğutu reddetmek demektir.

Putlara, Heykellere İbâdet

İnsanlara Fayda ve Zarar Vermeyen, İşitmeyen, Görmeyen Putları ve Heykelleri İlâh Edinmek ve Onlara İbâdet Etmek: Kur’ân-ı Kerim'in andığı şirk çeşitlerinden birisi, putlara ibâdet şeklinde ortaya çıkan tapınmadır. Putlar çeşit olarak çok fazla olmakla beraber, genel olarak iki kısımda mütâlaa edilebilirler:

1- İnsan, hayvan veya bunların karışımı bir şeklin; içinde bir sembolü, bir ruhu, bir örnekliği temsil ettiği anlayışıyla ağaç, taş ve madenden yapılarak, temsil ettiği varsayılan sembolün kutsanması biçimindeki putçuluk. Bu tür putlara sanem veya vesen adı verilir.

2- Herhangi bir şekil düşünmeksizin kafalara, gönüllere, kalplere dikilen veya tâbi olunan putçuluk. Bu tür putperestliğin görüntüsü daha moderndir.

Birinci maddede ele aldığımız putçuluk olayında putlar, tapanların nazarında tabiat üstü yüce bir gücü ve kuvveti temsil ettikleri için, putperestler bu güç ve kuvvetin, tapındıkları putlarda gizli olduğuna inanırlar. Bu bağlamda her putun veya putçuluğun ilgili bulunduğu bir efsânesi vardır. Bu putların bir kısmı iyiliği, bir kısmı şerri, bir kısmı ucuzluğu vs. yi temsil eder.

İslâm tarihçilerinin kaydettiklerine göre, putperestlik İslâm'dan önce Arap yarımadasında oldukça yaygındı. Denilebilir ki, Arabistan'da putçuluğun tüm çeşitleri olmakla beraber, daha çok birinci kısımda anlatmaya çalıştığımız putperestlik yaygındı.

Putçuluğun her çeşidine karşı çıkan ve putlara ibâdet etmenin kötülüğünü en beliğ biçimde ortaya koyan Kur’ân-ı Kerim âyetleri, insanoğluna, yaratıcının sadece Allah olduğu fikrini aşılama sadedinde delil üstüne delil sunar. "Siz, elinizle yonttuklarınız (putlar)a mı tapıyorsunuz? Oysa sizin de, bütün taptıklarınızın da yaratıcısı Allah'tır." [91]

"De ki: Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (iyi bilin ki) ben, sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Yalnız sizi öldürecek olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredildi."[92] Âyette geçen "Allah'tan başkasına ibâdet" , putlara duâ etmek ve yalvarmak anlamındadır. Nitekim peşinden gelen âyette, "Yüzünü Allah'ı birleyici olarak dine çevir ve müşriklerden olma!"[93] denildikten sonra, "Allah'tan başka sana ne fayda, ne de zarar vermeyecek olan şeylere yalvarma/duâ etme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen zâlimlerden (müşriklerden) olursun."[94] buyrulmuştur.

"De ki: (Ey müşrikler!) Ben, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten men olundum."[95] Bu âyetteki "duâ"ya, "ibâdet" anlamı verilebilir. Bu takdirde ibâdet, ilâh kabul ederek putlara saygı göstermek anlamını ifade eder. Putlara ibâdet, ister musibet ve sıkıntılı anlarda onlara yalvarmak, duâ etmek; ister ilâh diye ta'zim göstermek olsun, neticesi aynıdır. Böyle bir davranış şirk,[96] hak yoldan sapmak ve hidâyete erenlerden olamamaktır.[97] Allah'tan başkasına tapanlar cahil kimselerdir. "Ey cahiller! Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi bana emrediyorsunuz?" [98]

Kur'an'da Allah'tan başkasına tapılanlar, insana zarar ve faydası dokunmayan,[99] rızık vermeyen,[100] insan eli ile yapılan,[101] işitmeyen ve görmeyen,[102] bir şey yaratamayan,[103] insanların ilâh diye isimlendirdikleri boş isimler,[104] uydurma tanrılar,[105] heykeller[106] ve putlar[107] olarak nitelendirilmişlerdir.

İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), 'Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk' dediler. (İbrahim), 'Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz' dedi. (...) İbrahim (a.s.), büyük bir put hâriç diğer putları kırdı. Kavmi, putların kırıldığını görünce, 'Bunu ilâhlarımıza kim yaptı? Muhakkak bunu yapan zâlimlerden biridir' dedi. (...) (İbrahim'e), 'Ey İbrahim! Bu işi ilâhlarımıza sen mi yaptın?' dediler. İbrahim, 'Hayır, işte şu büyükleri yapmış. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa' dedi. (...) (Kavmi), 'Ey İbrahim! Sen de bilirsin ki, bunlar konuşmazlar’ dedi. Bunun üzerine İbrahim, 'Siz Allah'ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibâdet ediyorsunuz? Size ve Allah'tan başka taptıklarınıza yuh olsun. Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? (dedi.)”[108] "Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin ibâdet ediyorsun?' dedi." [109]

Kendi elleriyle yapıp ilâh diye adlandırdıkları[110] heykellerin (temâsîl), insanlara elbette faydası ve zararı olmaz. Bu sebeple heykelleri ilâh edinip onlara saygı göstermek, yalvarmak, onlardan medet ummak, ahmaklık ve akılsızlıktır. Allah'tan başkalarına, uydurma ilâhlara, putlara ve heykellere tapanlar, kendilerini felâkete sürüklemiş, dünya[111] ve âhirette Allah'ın azâbını hak etmiş olurlar.[112] Kendisinden başkasına ibâdet edenlere, "Siz ve Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz cehennemin odunusunuz. Siz oraya (cehenneme) gireceksiniz"[113] uyarısını yapan Yüce Allah, "Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin!"[114] diyerek müşrikleri tehdit etmiştir. [115]

Allah'tan başka ibâdet edilenler, kıyâmet günü kendilerine ibâdet edenleri inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır. "(Müşriklerin taptıkları ilâhlar), onların ibâdetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman/karşı olacaklardır." [116]

“Beşerin böyle dalâletleri var; Putunu kendi yapar, kendi tapar!” diyor şâir. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları putlara ve heykellere ibâdet etmeleri; onları Allah katında kendilerine şefaatçi ve yardımcı olur, kendilerini azaptan korur inancı ile ilâh edinip tapmak, saygı göstermek, duâ edip yalvarmak, sıkıntı anlarında onlara sığınmak anlamlarını ifade etmektedir.

Put, sadece Arapların câhiliye döneminde taptıkları basit ve alelâde şekillerden veya özellikle Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi, muhtelif câhiliye sistemlerinde tapınılan taştan, tunçtan, tahtadan heykellerden ve ağaç, kuş, hayvan, yıldız, gök cismi, ateş, ruh veya hayallerden ibâret değildir. Bu basit puta tapınma şekilleri Allah'a şirk koşmanın bütün boyutlarını kapsamaz. Yalnızca bu ilkel putçuluklar üzerinde duracak olursak ve Kur'an'daki şirkten maksadın sadece bunlar olduğunu kabul edecek olursak, oldukça boyutlu olan şirk kavramından bir şey anlamayız. Kur’an’ın evrensel boyuttaki ve zamanlar üstü mesajını kavrayamayız. Kur’an’ın en büyük problem olarak gördüğü şirk, kıyâmete kadar hemen tüm toplumlarda olabilecek tüm tevhid dışı kutsama ve tapınma özelliklerini kapsar. Kur'an'a göre put, o kadar geniş anlamlıdır ki, kişinin Allah'ın dışında hayatının amacı kıldığı maddî-mânevî her şeydir. Bu putları hayatın amacı kılmak da Allah'a şirk koşmak olarak nitelendirilmiştir. Fakat insanları kendilerine fayda ve zararı olmayan taş, ağaç, maden vs. şeylere ibâdete sevkeden sebepler nelerdi? İnsanlar niçin putlara tapmışlar ve tapmaya devam ediyorlar? Bu konuda Kur'an şu âyetlerde bu sorulara cevap vermektedir: 39/Zümer, 3; 10/Yûnus; 18; 17/İsrâ, 56-57; 43/Zuhruf, 86; 39/Zümer, 44; 30/Rûm, 13.

Tâğuta İbâdet

"Andolsun biz, her millet içinde: 'Allah'a ibâdet edin, tâğuttan kaçının' diye bir elçi gönderdik."[117] Bu âyette "tâğut", ibâdet konusunda Allah'ın karşısına konulmuş ve ondan kaçınılması emredilmiştir. Şu âyette ise, tâğuta ibâdetten sakınan ve Allah'a yönelen kimsenin müjdelenmesi istenmiştir: "Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var."[118] Şu âyette de, tâğuta ibâdet edenler şiddetle kınanmaktadır: "De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah'ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymun, domuz ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler; işte onların yeri daha kötüdür ve onlar doğru yoldan daha çok sapmışlardır."[119]

Nedir tâğut? "Tâğut" kelimesinin kökü "tuğyan"dır. Tuğyan, isyanda haddi aşmak, azmak, zulmetmek, sapmak, ölçüsüz şekilde hareket etmek, büyüklenmek anlamlarına gelir. Tâğut; şeytana, putlara, Allah'tan başka tapılan her varlığa, insanı azdıranlara, insanları haktan ve hidâyetten saptıranlara, hayır yolundan men edenlere, haddi aşanlara, küfür ve dalâlette önderlik edenlere, gaybdan haber verdiğini ileri süren kâhinlere/medyumlara, insanların Allah'a ibâdet etmelerine ve İslâm'ı yaşamalarına engel olanlara denir. Put olsun, ağaç olsun, insan veya hayvan olsun, Allah'tan başka tapınma konumunda olan her şey; kanunlarında Allah'ın dinine karşı sınırı aşan zâlim yönetici ve Allah'ın indirdiği hükümlerin gayrisiyle hükmeden idareci; İslâm şeriatına uymayan bütün metod, düşünce, fikir, ideoloji, pozisyon, âdet, gelenek ve görenekler tâğut kapsamına girer. Ayrıca tâğuttan hoşnut olup ona bağlanan, tâğuta kulluğa çağıran, tâğutun dâvet ettiği şeye sahip çıkan da kendi sapıklığı içinde tâğuttur.

Kur’ân-ı Kerim'de tâğutla ilgili bütün âyetleri dikkate aldığımızda şu sonuca varırız: Kulu Allah'a kulluktan, dinde ihlâslı olmaktan, Allah ve Rasûlüne itaatten alıkoyan ve çeviren her şey tâğuttur. Tâğut; hakkı ezmeye çalışan, Allah'ın kulları için çizdiği sınırları çiğneyen her kimse veya her nesnedir. Allah ile bağlantısı olmayan her program ve Allah'a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem, edep ve alışkanlık; otoritesini Allah'ın sisteminden almayan her idare, Allah'ın otoritesine, ulûhiyetine ve hâkimiyetine düşman olan her şey tâğuttur. [120]

Allah'a isyan konusunda herhangi bir kimseye itaat eden kişi, o kimseye ibâdet etmiş olur ve bu itaat edilen kimse tâğuttur. Mevdûdi, tâğut kelimesini şöyle izah eder: "Tâğut, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rubûbiyet iddiâsına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir. Tâğut, Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü üstünlük, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Tâğut, mülkünde hükmünü yerine getirir; kullarını zorla, aldatmakla yahut kötü yollarla kendine itaate çağırır. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması tâğut için bir ibâdettir. [121]

Kur'an'a göre tâğut; Allah'ın, dininin, elçisinin ve kitabının karşısına konulan, Allah yerine tapılan, İslâm'ın hükümleri, emir ve yasakları, helâl ve haramları yerine ikame edilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yerine önder seçilen, Kur'an düşüncesi, inanç ve hayat tarzı yerine başka düşünce, inanç, hayat ve yönetim biçimi koyan, hayata geçiren, bunlara öncülük eden ve uyulan her insanın, her sistemin ortak adı ve sembolüdür.

Buna göre tâğuta ibâdet, Allah'tan başka şeytan, insan, önder, kâhin gibi canlı ve cansız varlıklara, Allah'a isyan anlamına gelecek şekilde itaat etmek, boyun eğmek, Allah'ın hükmü yerine Allah'tan başkalarının hükümlerini kabul edip isteyerek uygulamak demektir ki bu, insanı şirke, küfre götürür.

Günümüzde, kelime-i şehâdet getirip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden bazı kimselerin tâğutun hükmüne rızâ gösterdikleri, tâğuta itaat ettikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri bilinen bir gerçektir. Yine bu kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım armaları, şiarları, işaretleri, bayrakları, gelenek ve görenekleri yücelttikleri ve bu sayılan değerler uğruna mallarını, namuslarını, ahlâklarını fedâ ettikleri, böylece bu değerlere kulluk ve ibâdet ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun ortaya koyduğu nefsanî, şehvanî ve indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın şeriatını onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri, kısacası putların veya putların arkasına sığınmış olanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın şeriatına tamamen zıt olan sistemleri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri de inkâr edilemez. Bundan daha açık putçuluk düşünülebilir mi?

Putların emir ve direktifleri doğrultusunda hareket ederek onların yolundan en küçük çapta ayrılmayanlar, Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine kulaklarını tıkayarak putların ve onların işbirlikçilerinin çağrısına kulak verenlerden daha iyi putperest olur mu? Bunlar apaçık müşrik olduklarını kendileri bile ilân ediyorlar. Bu tür insanlar; ister namaz kılsın, ister oruç tutsun, ister haccetsin ve isterse sabahlara kadar Allah diyerek tesbih çeksinler. Ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini putçu müşrik olmaktan kurtaramaz, kimse de onları zorla temize çıkararak müslüman yapamaz; onlar tevbe edip, her türlü puta ve tâğuta kulluk/ibâdetten vazgeçmedikleri müddetçe... [122]

Bir kimse tâğutu reddetmedikçe gerçekten iman etmiş sayılamaz. Tevhid'in şartı, Allah'a imandan önce tâğutları reddetmek, onları tanımamaktır. Bu durum, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir: "Artık kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, kopmayan sağlam kulpa yapışmış olur." [123]

Bilginlere ve Din Adamlarına İbâdet

Allah'a şirk koşmanın bir çeşidi de Allah'ın izin vermediği alanlarda insanlara itaattir. Oysa ibâdette esas olan Allah'a itaat, Peygamberine itaat ve müslümanlardan olan emir sahiplerine itaattir.[124] Ne var ki, insanoğlu, çoğu zaman kendi cinsinden olan beşerden bazı kimselerin birtakım üstün özelliklere sahip olduklarını düşünerek onları rab konumuna getirmiş ve böylece onlara ibâdet etmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanların, ulûhiyet ve rubûbiyet makamına Allah'tan başkasını koyarak kullukta ona yöneldiklerini, oysa itaat ve ibâdetin sadece Allah'a has kılınması gerektiğini şöyle dile getiriyor: "(Ehl-i kitap), bilginlerini ve râhiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de (rab edindiler). Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir."[125] Yahûdi ve hıristiyanların, bilginlerini ve râhiplerini rab edinmeleri, onlara ibâdet etmeleridir. İbâdetleri ise, onların, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarını kabul edip itaat etmeleridir. Yahûdi ve hıristiyanlar, Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil; onların irâdelerine tâbi oldular; onlara Allah'a tapar gibi taptılar. Hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar. Allah'ın emrine, Kitabın sözüne, hakkın gerektirdiğine açıktan açığa muhâlif olan hususlarda Allah'a isyan ettiler; onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri, onların emriyle helâl kıldılar. Allah'ın “yapmayın” dediği şeyleri yaptılar; “yapın” dediğini yapmâdilar. Bunun hilâfına onların emir ve yasaklarına, hevâ ve heveslerine tâbi oldular. [126]

Buna göre âyetteki râhipleri ve bilginleri rab edinip ibâdet etmek, Allah'ın helâlini haram, haramını helâl saymaları konusunda onlara itaat etmek anlamına gelmektedir. Yoksa onlar, bilginleri için oruç tutuyor, namaz kılıyor değillerdi. Demek ki herhangi bir insanın, ister bilgin olsun ister yönetici, Allah'ın emir ve yasağına, helâl ve haramına ters düşen emir ve hükümlerine gönülden katılmak, onu hüküm/kanun koyucu olarak kabul etmek, ona itaat ederek Allah'ın hükmüne muhalefet etmek; onu Allah'tan başka rab edinmek ve ona ibâdet etmek demektir.[127] "Yaratıcıya isyan etme konusunda yaratılana itaat edilmez."[128] Hakkı bâtıl, bâtılı hak yapmaya çalışanlar, ilim haysiyetinden yoksun birer tâğutturlar. Bu şekilde davranışlar, şirk, küfür ve Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmaktır.[129] Allah'ın kitabına yetki tanımaksızın helâl ve haram sınırlarını belirleme yetkisini kendisinde görenlerin nefislerini ilâve rab ittihaz ettiklerini ve onlara kanun koyma yetkisi tanıyanların da onları rabler edindiklerini yukarıdaki âyet ve hadislerden öğrenmiş oluyoruz.

Kur'an'ın on dört asır önce getirdiği en büyük prensiplerden biri de, hangi makam ve mevkide olursa olsun, insana değil; yalnız Allah'a ibâdet edilmesi prensibidir. İslâm, beşeriyeti saâdete erdirmek, zulmü ortadan kaldırmak, insana kulluk etmeye sevkeden istismarı yok etmek yolunda birleşilmesi gerekli olanı belirterek yahûdi ve hıristiyanlara bakın nasıl hitap ediyor: "De ki: Ey Kitap ehli, gelin aramızda birleşebileceğimiz bir kelime üzerinde toplanalım: Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka rabler edinmeyelim!" [130]

Kur’ân-ı Kerim, kula kulluğu ortadan kaldırmak ve sadece Allah' kulluğu tesis etmek üzere gönderilen Kitap olduğu için, insanların Allah'ı bırakıp hemcinslerinden olan insanlara ibâdet/kulluk etmesini önlemek amacıyla çeşitli deliller serdetmiş, bu konuda geniş açıklamalar yapmıştır: "Hiçbir insana yaraşmayacak/yakışmayacak bir şey varsa, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nebîlik vermesinden sonra onun insanlara: 'Allah'ı bırakın da bana kul olun' demesidir. Tam aksine o; 'Kitabı öğrendiğiniz ve okuduğunuz yönüyle Allah'a kul olun' der. O, size: 'melekleri ve peygamberi ilâh edinin' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size hiç imansızlığı emreder mi o?"[131] İstisnâsız bütün peygamberler: "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin; sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur."[132] buyurmuşlardır.

Tarihe ibret nazarıyla baktığımız zaman çok değişik ve çeşitli şirk görüntüleri içerisinde insanların bazı bilge kimseleri veya kimi peygamberleri ilâh kabul ettiklerini görüyoruz. Meselâ, bazı kimseler tarafından peygamber olduğu iddia edilen ve en azından yüce vasıflara sahip bilge bir kimse olduğu herkesçe kabul edilen Buda, sağlığında ilâhlık iddia etmemiş, bilâkis insanları Allah'ı tek ilâh edinmeye çağırmış olduğu halde, tâbîleri onu ölümünden sonra ilâh edinmiş ve ona tapmışlardır.

Aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) sağlığında kendisinin, Allah'ın kulu olduğunu ilân etmiş ve insanları da sadece Allah'a kul olmaya çağırmış olduğu halde, vefatından hemen sonra, bizzat kendi kavmi tarafından ilâh kabul edilerek Allah'a şirk koşulmuştur. İslâm bu tür bir sapıklığın önüne geçmek için deliller getirmiş ve bunun şirk olduğunu her fırsatta vurgulamıştır. Kur'an, kullara kulluğu ortadan kaldırarak yeryüzünde hâkimiyeti sahte ilâh ve rablerin elinden çekip alarak sadece Allah'a vermek için delil üstüne delil getiriyor ve bu noktanın son derece önemli olduğunu insanlara ısrarla vurguluyor. [133]

Şeytana İbâdet

Yüce Allah, insanlara şeytana ibâdet etmemelerini, kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir: "Ey Âdemoğulları! Ben size, 'Şeytana ibâdet etmeyin. Zira o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana ibâdet edin. En doğru yol budur' diye tavsiye etmemiş miydim?[134] Şeytana ibâdet, vesvese verdiği, süslü gösterdiği şeylerde ve Allah'a isyan olan konularda kendisine itaat ve ittibâ etmektir. Allah, insanlara, "şeytanın adımlarına uymayın."[135] "Çünkü şeytan, insana apaçık bir düşmandır."[136] "Onu düşman edinin."[137] buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerim, ister insanlardan olsun, isterse cinlerden, tüm şeytanların[138] insanları şirke düşürdüğünü bizlere hatırlatır. Sebe’ kraliçesi hakkında bilgi edinmeye gönderilen Hüdhüd, Hz. Süleyman'a döndüğünde şunları haber verir: "Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar." [139]

Kur'an, şeytanın insanlar üzerinde, onların irâdelerini ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığını, ancak insanların şirk koşmaları ve böylece onların sapmaları noktasında vesvese verdiğini açıkça bildirmiştir. "Görmedin mi biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları oynatıp duruyorlar."[140] "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını süslü gösterdi."[141] "O (şeytan)lar bunlar (insanlar)ı yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." [142]

Şeytan, insanlara fuhşu ve münkeri emreder.[143] İnsana vesvese verir.[144] İnsanlar arasında kin ve düşmanlık tohumları saçar.[145] İnsanlara, yaptıkları kötülükleri süslü gösterir.[146] Boş şeyler vaad eder.[147] Gerçekleri unutturur.[148] Tuzak kurar.[149] İnsanı saptırmak ister (4/Nisâ, 60). Onu doğru yoldan meneder.[150] Bu sebeple insanın, şeytanın vesvesesine aldanıp ona uymaması gerekir; uyarsa ona ibâdet etmiş olur.

Kur'an'da içki, kumar, putlar, heykeller, şans okları, talih oyunları, şeytanın işi olarak ifade edilmiştir.[151] Demek ki, Allah'ın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapanlar, şeytana itaat etmiş olmaktadırlar. Kur'an, bu itaati, şeytana ibâdet olarak ifade etmiştir. İbrahim (a.s.), babasına: "Ey babacığım! Şeytana itaat etme; çünkü şeytan, Rahmân'a isyan etmişti"[152] demiştir. İnsanı, Allah'tan başkasına, putlara ve benzeri şeylere ibâdet etmeye ve onları şirke, küfre ve isyana teşvik eden, şeytan ve şeytanlaşan insanlardır. Âsî kimseye itaat eden, âsîdir. Şeytana ve küfrü, şirki ve kötülükleri emredenlere itaat edenler, Allah'a isyan etmiş, şeytana ibâdet etmiş olurlar.

Şeytana ibâdet konusunu açıklamaya çalışırken, satanizmden, yani direkt olarak şeytana tapınma dininden uzunca bahsetmeyi, toplumu çok az ilgilendirdiği için gereksiz görüyoruz. Yeni dinler edinerek, bunalımlarına güya çözüm arayan, düzenin ve toplumun kurbanı bazı marjinal gençlerin, yenilik ve moda olsun, değişiklik olsun diye, düzen ve toplum şeytanından; gerçek şeytanın kucağına sığınıp ona sahiden tapınmaya yöneldiklerini gözlüyoruz. Satanizm denilen bu şeytan severlik ve kötülükçülüğün aslında pek de yeni bir din olduğu da söylenemez. Özellikle Suriye topraklarında günümüze kadar varlığını devam ettiren Yezidîlik de bir satanizmdir.

Cinlere İbâdet

Cinler, Allah'ın kendisine ibâdet etmeleri için dumansız saf ateşten yarattığı varlıklardır.[153] İnsanlar gibi ibâdet ve isyan edebilme yeteneğine sahiptirler. Bu sebeple müslüman ve kâfir, sâlih ve fâsık olanları vardır. Zaten İblis de cinlerdendir.

Sebe' sûresinde cinlere ibâdetten söz edilmiştir: "O gün, kâfirlerin hepsini mahşere toplar, sonra meleklere, 'Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı?' der."[154] Bu soruya melekler, "(Ey Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Onlar değil; Sen bizim velîmizsin. Hayır, onlar (bize değil) cinlere ibâdet ediyorlardı. Çoğu onlara iman eden kimselerdi."[155] şeklinde cevap vermişlerdir. Cinlere ibâdet, onlara sığınmak, korkulardan, mal ve canların kaybından onlara ilticâ etmek ve onlardan yardım talep etmektir. Âyette geçtiği şekliyle cinlere iman ise, muhafaza ve sığınma hususunda onların gücüne inanmaktır.[156] "İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı, cinler de onların azgınlıklarını artırırlardı."[157] Bu âyet, insanların cinlere ibâdetlerinin, onlara sığınmak olduğunu ortaya koymaktadır.

Yüce Allah, sadece kendisine ibâdet edilmesini emretmiş, kendisinden başkalarına ibâdet edilmesini şiddetle menetmiştir. Ancak, imtihan gereği olarak, insanları ve cinleri bu konuda zorlamamıştır. Bu sebeple cin ve insanlardan, Allah'a ibâdet edenlerin yanında, O'nun dışındakilere ibâdet edenler de vardır. Allah'tan başkalarına ibâdet; sadece putlara, heykellere, ateşe, aya, güneşe, mezara tapmaktan ibâret değildir. Kur'an'ın hilâfına hareket eden insanların buyruklarını isteyerek kabul edip bunları uygulamak da Allah'tan başkalarına ibâdet etmektir. Allah'tan başkalarına ibâdet, şirk ve küfürdür. [158]

"(Ey Rabbim,) Ancak Sana ibâdet eder, ancak Senden yardım isteriz." [159]

"Ey kâfirler tapmam sizin taptıklarınıza... Sizin dininiz size; benim dinim bana!" [160]

"Yuh olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" [161]

Ne mutlu, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyip sadece O’na secde ederek ibâdet edenlere ve her yaptıkları eylemi Allah’a ibâdet ölçüsünde yapanlara! Yazıklar olsun, kula kulluk yapan kullara ve tâğutlara, putlara, ya da hevâ ve heveslerine tapanlara!



[1] Bak. 57/Hadid, 9; 17/İsra, 1; 18/Kehf, 1

[2] İbâdet Kelimesinin Kökü Olan A-b-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 275 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21, 23, 83, 90, 133, 133, 138, 172, 178, 178, 186, 207, 221; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 30, 51, 64, 79, 182; 4/Nisâ, 36, 118, 172, 172; 5/Mâide, 60, 72, 76, 117, 118; 6/En’âm, 18, 56, 61, 88, 102; 7/A’râf, 32, 59, 65, 70, 73, 85, 128, 194, 206; 8/Enfâl, 41, 51; 9/Tevbe, 31, 104, 112; 10/Yûnus, 3, 18, 28, 29, 104, 104, 104, 107; 11/Hûd, 2, 26, 50, 61, 62, 84, 87, 109, 109, 109, 123; 12/Yûsuf, 24, 40, 40; 13/Ra’d, 36; 14/İbrâhim, 10, 11, 31; 15/Hıcr, 40, 42, 49, 99; 16/Nahl, 2, 35, 36, 73, 75, 114; 17/İsrâ, 1, 3, 5, 17, 23, 30, 53, 65, 96; 18/Kehf, 1, 16, 65, 65, 102, 110; 19/Meryem, 2, 30, 36, 42, 44, 49, 61, 63, 65, 65, 82, 93; 20/Tâhâ, 14, 77; 21/Enbiyâ, 19, 25, 26, 53, 66, 67, 73, 84, 92, 98, 105, 106; 22/Hacc, 10, 11, 71, 77; 23/Mü’minûn, 23, 32, 47, 109; 24/Nûr, 32, 55; 25/Furkan, 1, 17, 17, 55, 58, 63; 26/Şuarâ, 22, 52, 70, 75, 92; 27/Neml, 15, 19, 43, 45, 59, 91; 28/Kasas, 63, 82; 29/Ankebût, 16, 17, 17, 17, 36, 56, 56, 62; 30/Rûm, 48; 34/Sebe’, 9, 13, 39, 40, 41, 43; 35/Fâtır, 28, 31, 32, 45; 36/Yâsin, 22, 30, 60, 61; 37/Sâffât, 22, 40, 74, 81, 85, 95, 111, 122, 128, 132, 160, 161, 169, 171; 38/Sâd, 17, 30, 41, 44, 45, 83; 39/Zümer, 2, 7, 10, 11, 14, 15, 16, 16, 17, 17, 36, 46, 53, 64, 66; 40/Mü’min, 15, 31, 44, 48, 60, 66, 85; 41/Fussılet, 14, 37, 46; 42/Şûrâ, 19, 23, 25, 27, 27, 52; 43/Zuhruf, 15, 19, 20, 26, 45, 59, 64, 68, 81; 44/Duhân, 18, 23; 46/Ahkaf, 6, 21; 50/Kaf, 8, 11, 29; 51/Zâriyât, 56; 53/Necm, 10, 62; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 9; 60/Mümtehıne, 4; 66/Tahrîm, 5, 10, 10; 71/Nûh, 3, 27; 72/Cinn, 19; 76/İnsân, 6; 89/Fecr, 29; 96/Alak, 10; 98/Beyine, 5; 106/Kurayş, 3; 109/Kâfirûn, 2, 2, 3, 3, 4, 4, 5, 5.

[3] Kur’an’da ibâdet konusuyla ilgili âyetler: İbâdet Etmek: Hicr, 99; Hacc, 77; Furkan, 77; Neml, 91; Ankebut, 17, 36; Ahzab, 35; Yasin, 60-61; Mü'min, 14.

İbâdet (Kulluk) Yalnız Allah'a Yapılır: Fatiha, 5; Bakara, 21-22, 83; Nisa, 36; En'am, 3, 102, 162; Yunus, 3; Hud, 2, 123, Nahl, 52; İsra, 23, Meryem, 65; Zümer, 2, 66; Fussılet, 37-38.

İnsanlar ve Cinler, İbâdet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.

Allah'a Kulluk Etmenin Misali: Rum, 28.

Kibirlenerek Allah'a Kulluk/İbâdet Etmekten Çekinmek: Nisa, 172-173; A'raf, 146-147, 207; Nahl, 48; Fussılet, 37- 38.

Herkes Allah'ın Huzuruna Kul Olarak Varacaktır: Meryem, 93.

Allah'ın İbâdete İhtiyacı Yoktur: Ankebut, 6.

Peygamberler Allah'a İbâdete Dâvet Ederler: Al-i İmran, 79-80; Enbiya, 90; Neml, 45; Ahzab, 7-8.

Cenneti Kazanmak İçin Kulluk: Tevbe, 111.

İbâdeti İhlasla, Samimiyetle Yapmak: A'raf, 29; Tevbe, 112; Zümer, 2, 11, 14; Mü'min, 14, 65.

İbâdette İhsan: Bakara, 112.

Münafıklar İbâdeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.

Gece İbâdeti: Furkan, 64; Müzzemmil, 1-4, 6-7, 20, 41, 46; İnsan, 26.

[4] 1/Fâtiha, 5

[5] 47/Muhammed, 7

[6] Hadis-i Kudsî

[7] 8/Enfâl, 29

[8] 65/Talâk, 2-3

[9] 1/Fâtiha, 5

[10] 1/Fâtiha, 5

[11] 1/Fâtiha, 5

[12] 51/Zâriyât, 56

[13] 4/Nisâ, 36

[14] 2/Bakara, 133

[15] 21/Enbiyâ, 52, 53

[16] 5/Mâide, 76

[17] 9/Tevbe, 31

[18] 9/Tevbe, 112

[19] 22/Hacc, 11

[20] 22/Hacc, 77

[21] 29/Ankebût, 56

[22] 39/Zümer, 3

[23] 39/Zümer, 17

[24] 39/Zümer, 66

[25] 46/Ahkaf, 21

[26] 16/Nahl, 36

[27] 3/Âl-i İmrân, 64

[28] 5/Mâide, 60

[29] 6/En'âm, 56

[30] 19/Meryem, 93

[31] 21/Enbiyâ, 66-67

[32] 21/Enbiyâ, 98

[33] 60/Mümtehıne, 4

[34] 109/Kâfirun, 1-6

[35] 21/Enbiyâ, 25

[36] 14/İbrahim, 35

[37] 29/Ankebût, 17

[38] 41/Fussılet, 37

[39] 39/Zümer, 14

[40] 15/Hicr, 99

[41] 7/A'râf, 59

[42] 45/Câsiye, 23

[43] Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Dingünü İbâdet, Bir Y., s. 126

[44] 6/En'âm, 62

[45] Buhârî

[46] 39/Zümer, 3

[47] 40/Mü'min, 60

[48] 2/Bakara, 186

[49] 6/En'âm, 162-163

[50] 21/Enbiyâ, 20; 66/Tahrîm, 6

[51] Buhârî, Salât 56; Müslim, K. Mesâcid 4

[52] 72/Cin, 18

[53] Bak.57/Hadîd, 25

[54] 29/Ankebût, 45

[55] 2/Bakara, 183

[56] 9/Tevbe, 60, 103; 70/Meâric, 24-25

[57] Sahih-i Müslim

[58] Mehmet Kubat, Kur'an'da Tevhid, Şafak Y., s.132 ve 164

[59] 51/Zâriyât, 56

[60] 2/Bakara, 83; 3/Âl-i İmrân, 64; 5/Mâide, 72...

[61] 13/Ra'd, 36; 21/Enbiyâ, 73; 39/Zümer, 11, 14

[62] 2/Bakara, 21

[63] 22/Hac, 77

[64] 98/Beyyine, 5

[65] 4/Nisâ, 36

[66] 5/Mâide, 5

[67] Buhârî, Bed'ül-Vahy 1, Itak 6, Talak, 11, İman, 23; Müslim, İmâre 155

[68] 51/Zâriyât, 56

[69] 16/Nahl, 36

[70] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 104...

[71] 5/Mâide, 76; 10/Yûnus, 18

[72] 19/Meryem, 42

[73] 29/Ankebût, 17

[74] 14/İbrâhim, 35; 26/Şuarâ, 70, 71

[75] 43/Zuhruf, 45

[76] 21/Enbiyâ, 53

[77] 5/Mâide, 60; 39/Zümer, 17

[78] 36/Yâsin, 60; 19/Meryem, 44

[79] 11/Hûd, 62, 87, 109; 14/İbrâhim, 10

[80] 10/Yûnus, 28

[81] 34/Sebe', 41

[82] 23/Mü'minûn, 47

[83] 34/Sebe',40; 43/Zuhruf, 19-20

[84] 39/Zümer, 3

[85] 12/Yûsuf, 40

[86] 37/Sâffât, 161

[87] 37/Sâffât, 95

[88] 39/Zümer, 3

[89] 34/Sebe' 37

[90] 10/Yûnus, 18

[91] 37/Sâffât, 95-96

[92] 10/Yûnus, 104

[93] 10/Yûnus, 105

[94] 10/Yûnus, 104

[95] 6/En'am, 56; 40/Mü'min, 66

[96] 6/En'âm, 56; 10/Yûnus, 18

[97] 6/En'âm, 56

[98] 39/Zümer, 64

[99] 10/Yûnus, 18

[100] 16/Nahl, 73

[101] 37/Sâffât, 95

[102] 19/Meryem, 42

[103] 46/Ahkaf, 4

[104] 53/Necm, 23; 12/Yûsuf, 40

[105] 37/Sâffât, 86

[106] 21/Enbiyâ, 52

[107] 14/İbrâhim, 35

[108] 21Enbiyâ, 52-54, 58-59, 62-63, 65-67

[109] 19/Meryem, 42

[110] 14/İbrâhim, 35

[111] 11/Hûd, 109

[112] 21/Enbiyâ, 98

[113] 21/Enbiyâ, 98

[114] 39/Zümer, 15

[115] 37/Sâffât, 22-34

[116] 19/Meryem, 82; 46/Ahkaf, 6

[117] 16/Nahl, 36

[118] 39/Zümer, 17

[119] 5/Mâide, 60; Ayrıca, tâğutu reddetmek konusunda Bak. 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 16/Nahl, 36.

[120] Muhammed Kutub, Lâ İlâhe İllâllah, Ravza Y., s. 109

[121] Mevdudi, Kur'an'a Göre Dört Terim, s. 66 ve 84

[122] Mehmet Kubat, a.g.e. s. 138

[123] 2/Bakara, 256

[124] 4//Nisâ, 59

[125] 9/Tevbe, 31

[126] Elmalılı, IV, 2511; Bu konuyla ilgili olarak Adiy b. Hâtem'le ilgili hadis için Bak. Tirmizî, Tefsir 10

[127] Elmalılı Tefsiri, Eser Y., IV, s. 2512

[128] Buhâri, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 39, 46

[129] Elmalılı, IV, s. 2513, 2514

[130] 3/Âl-i İmrân, 64

[131] 3/Âl-i İmrân, 79-80

[132] 7/A'râf, 59, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2; 16/Nahl, 36

[133] M. Kubat, a.g.e. s. 132

[134] 36/Yâsin, 60-61

[135] 2/Bakara, 168, 208

[136] 17/İsrâ, 53

[137] 35/Fâtır, 6

[138] 6/En'âm, 112

[139] 27/Neml, 24

[140] 19/Meryem, 83

[141] 6/En'âm, 43

[142] 43/Zuhruf, 37

[143] 2/Bakara, 268; 24/Nûr, 21

[144] 7/A'râf, 20; 20/Tâhâ, 120

[145] 5/Mâide, 91

[146] 6/En'âm, 43; 8/Enfâl, 48)

[147] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64

[148] 6/En'âm, 68

[149] 4/Nisâ, 76

[150] 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 38

[151] 5/Mâide, 91

[152] 19/Meryem, 44

[153] 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15

[154] 34/Sebe', 40

[155] 34/Sebe' 41

[156] Dört Terim, 87

[157] 72/Cin, 6

[158] İsmail Karagöz, Kur'an'da İbâdet Kavramı, Şûle Y., s. 78

[159] 1/Fâtiha, 5

[160] 109/Kâfirûn, 1-2, 6

[161] 21/Enbiyâ, 67





Tefsir Notları, Ders 8

Fâtiha Sûresi, Âyet 5 (devam)

29. 04. 07




إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Yardım isteriz : نَسْتَعِينُ Ve yalnız Senden : وَإِيَّاكَ ibâdet ederiz : نَعْبُدُ Ancak Sana : إِيَّاكَ





"(Ey Allah'ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız)." (1/Fâtiha, 5)





وإِيَّاكَ Ve iyyâke (ancak Senden):

Âyetin birinci bölümündeki gibi yine tekrarlanan "iyyâke" zamir ve tümleçtir. Tümlecin başa geçtiği için hasr, yani sınırlama ifade eder: “Ancak Sana...” Duâ da bir ibâdet olduğu ve aynen ibâdet kavramında olduğu gibi, yalnız Allah’a hasredilmesinin tevhid için şart olduğundan ötürü aslında sona gelmesi gereken tümleç, başa geçmiştir. وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Ve iyyâke nesteîn ifadesi, iki cümle yerine kullanılmıştır. Bu cümlelerden biri, Allah’tan yardım istemek, Allah'a duâ etmek; ikincisi, Allah'tan başkasına duâ etmemek, İlâhî yardımı başkasından istememektir ki, tevhidin temel ilkelerinden biri bu anlayış ve tavırdır.



نَسْتَعِينُ Nesteîn (yardım isteriz, duâ ederiz):

"İstiâne": "Avn" kelimesinden türemiş olup, yardım dilemek anlamına gelir. İstenerek veya istenmeden yardım etmeye "iâne" denir. Fâtiha sûresinde geçen "nesteıyn" kelimesi, "yardım isteriz" anlamındadır. "Ve iyyâke nesteıyn": 'Ancak Sen'den yardım isteriz' demektir.[1] Allah'tan yardım istemeye duâ denir.



Duâ kelimesi, "çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" mânâsındaki da'vet ve da'vâ kelimeleri gibi masdar olup, "küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen talep" anlamında isim olarak da kullanılır. İslâmî literatürde ise, kulun Allah'ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesini, sevgi ve ta'zim duyguları içinde lütuf ve yardım dilemesini ifade eder.



“Rabb'iniz (şöyle) buyurur: Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, mutlaka aşağılanmış olarak cehen­neme gireceklerdir.” [2]



Her şeyi yaratan Allah olduğundan bütün yaratıklarda O'na doğru bir yöneliş vardır.[3] Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır.[4] Allah insanı yaratıp onu kendi varlığından haberdar etmiştir. Bu da insanın özü itibari ile Allah'ı ta­nıma ve O'na inanma yeteneği ile donatıldığını gösterir.[5] Ayrı­ca Kur’an'da, insana Allah'ı Rab olarak tanıma özelliğinin verildiğinden söz edilir.[6] Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb'inden uzak kalamaz ve O'na her zaman ihtiyaç duyar.



İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah'a kulluk ederek karşılayabi­lir. Çünkü onun yaratılış gâyesi ve esas görevi Allah'a kulluk­tur. [7] Kulluk faâliyetlerinin en önemlilerinden biri de duâdır.



Duânın ana hedefi, insanın halini Allah'a arzetmesi ve O'na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü'min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz. "Sana fayda da zarar da veremeyecek Allah'tan başkasına duâ etme/yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun."[8] "Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz!" [9]



Birçok duâ örnekleri yanında, duâ kelimesinin kökü olan “D ‘a v” ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 212 yerde kullanılır.[10] Cenâb-ı Allah, mü'min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde 40 defa Fâtiha sûresini okutmak suretiyle "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz."[11] âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi bir şeyi sırf nakarat olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu tekrar ettiriyorsa, mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin önemi nereden kaynaklanıyor? Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah'a yapılmasını ve yardımın sadece Allah'tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim'de yardımın sadece Allah'tan olabileceğine dair birçok âyet vardır.



"Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır." [12]

"Allah'tan başka dost ve yardımcınız yoktur." [13]

"Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter." [14]

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O'nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek merhamet edendir." [15]



İbn Abbas (r.a.)'dan: O der ki, bir gün Rasûlullah (s.a.s.)'ın terkisinde idim. Buyurdu ki; "Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah'ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah'tan iste, yardım dilediğin vakit Allah'tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah'ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah'ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kalemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur." [16]



Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah'tan olabileceğine ve sadece O'na duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda "meded ya filân baba, meded ya şeyh" gibi tabirlerle Allah'tan başkasından yardım istediklerini müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de "himmet et ya filân" demek suretiyle Allah'tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek, arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meyletmek demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.



Kur’ân-ı Kerim'de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece Allah'a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah'a yalvardıkları zikrediliyor: "Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen şirk koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir."[17] "İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz." [18]



Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi unutarak sadece Allah'a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece Allah'tan olduğu ve Allah'tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra bunu Allah'tan başkasına bağlıyorlar. Meselâ, "o anda filan olmasaydı ben şimdi hayatta değildim" veya "o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum." diyerek Allah'ı unutuyorlar.



"Hak duâ, ancak Allah'a yapılır. O'ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir." [19]



Allah'ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır." [20]



"Allah'ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım." [21]



"De ki: Allah'ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O'nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı sakınmaya değer." [22]



Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim'inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık bir şekilde beyan etmiştir.[23]



Kur’ân-ı Kerim’de duâ ile ilgili hükümler ve çok sayıda duâ örnekleri vardır.[24]



Alexis Carrel'e göre duânın aslında; ruhun maddî olmayan dünyaya doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu gözlenmektedir. Bir başka deyimle denebilir ki duâ; ruhun Allah'a doğru yükselişi ve O'na açıkça ibâdet durumudur. Duâ, hayat denilen mûcizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve ilticâ ifadesi, O'nunla ilişkiye geçme gayretidir. Muhammed İkbal'e göre duâ, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulabilmek için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzunun ifadesidir.





Duâ İbâdettir



Duânın özü, kişinin kendisini Allah'ın karşısında acziyet içerisinde hissedip O'na yönelmesi ve taleplerini O'na arzetmesidir. Zaten ibâdet, bir varlığa boyun eğmek, O'nun karşısında küçülmek, O'na itaat etmek mânâlarını içerir. Kısacası duâ ile ibâdet mana olarak aynı şeyleri ifade etmektedir.



Biz her ne kadar duâ ile ibâdeti birbirinden ayrı iki olaymış gibi görüyorsak da aslında bu ikisi özde aynı şeydir. İbâdet olarak bildiğimiz namaz, oruç, zekât, hac gibi Allah'ın emirleri aslında duânın harekete dönüşmüş şeklidir. Bilindiği gibi Kur'an'da da geçen şekliyle Arapçada, namazın adı salât'tır. Fakat bu salât kelimesinin aynı zamanda duâ mânâsına gelmesi çok manidardır ve bir tesadüf değildir. Salât kelimesinin hem namaz, hem duâ mânâsına gelmesini şöyle izah etmek mümkündür:



Namaz, tüm ibâdetleri bünyesinde toplayan ve insanla Allah arasındaki ilişkiyi en net ve sık bir şekilde (günde en az beş defa) sağlayan ibâdettir. Zaten duâ da Allah ile kul arasındaki bir diyalog idi. Yani her ikisi de kulu Allah'a bağlaması yönüyle aynı kapıya çıkıyor. Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor: "Duâ ibâdetin ta kendisidir."[25] Çünkü duâ ile kişi ihtiyacını teminde aczini idrak etmiş, bunu ancak her şeye kadir olan Rabbinin temin edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O'na sığınmış olmaktadır. Esasen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Yine Rasûlüllah (s.a.s.) "duâ ibâdetin özüdür (iliğidir)"[26] buyurmak sûretiyle duâ ile ibâdetin özde aynı şey olduklarına dikkat çekmiştir. Biz bu özü kulluk olarak ifade edebiliriz. Bu aynı zamanda insanın yaratılış amacı olmaktadır: "Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım." [27]



Kur'an'a ve Önderimizin hayatına baktığımızda duâ olgusunun merkezî bir konum arzettiğini görürüz. Yüzlerce âyet, insanın Rabbiyle bağlantı kurması ve iletişime geçmesi diyebileceğimiz duâ örneklerinden oluşmaktadır. Aynı şekilde hadis külliyatında duânın önemine dikkat çekilmekte ve pek çok güzel duâlar bu eserleri süslemektedir.



Müslümanlar olarak Allah ile her an can u gönülden bir ilişki ve sürekli irtibat halinde olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde acaba Allah ne kadar gündemimizde yer alıyor? Hesaplarımızda O'nun yeri neresi, O'nu hesaba katıyor muyuz? Yoksa mevcut durumu kanıksayıp "zaten biz buna müstahakız, kâfirler çok güçlü, Allah da bize yardım etmiyor, o halde iş olacağına varır" deyip her şeye boş mu veriyoruz? Hatta daha da ileri gidip "Allah herhalde böyle olmasını istiyor" diyenler gibi tembelliğimizin, miskinliğimizin, atâletimizin faturasını da -hâşâ- Allah'a mı çıkarıyoruz?



Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ve yapacağımız nefis muhâsebesi, belki de sorunlarımıza yeni ve çözümleyici bakış açıları getirecek, ne olduğumuzu, neyi nereye kadar yapabileceğimizi, kimden neleri isteyebileceğimizi yeniden bizlere hatırlatacak ve bizleri yeniden harekete geçirecektir. Bizler kul olarak üzerimize düşeni yapmalı, gereken gayreti göstermeli, sebepler âleminde yapılacakları yaptıktan sonra ellerimizi açıp O'na yalvarmalı, halimizi O'na arz etmeliyiz. Çünkü O şöyle buyuruyor: "Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri Biz yollarımıza iletiriz." [28]



Belki dayatılan eğitim anlayışı ve hayat tarzının etkisiyle, belki de içinde yaşadığımız şartların baskıcı karakteri sebebiyle müslümanlar olarak bazılarımız da çoğu kez rasyonalist bir anlayışla meselelere yaklaşabiliyor. Sorunları tanımlarken ve çözmeye çalışırken gözetilmesi gereken hususları gözardı edebiliyor. Çoğunlukla, yapılan şey, amellerin/eylemlerin neticesini hemen almak ve somut bir şekilde görmek arzusu. Çoğu kez, bir işin sadece maddî boyutu yerine getirerek -ki bunun da yeterli yapıldığı şüphe götürür- sonuca gitmeye çalışılıyor. Oysa bütün yapılanlardan sonra Allah'a yalvarmak ve yapılan ameli kabul edip tesirini halk etmesi için O'na niyazda bulunmak da gerekmektedir. Kendisinden “sabır ve salâtla yardım talep etmemizi” bizzat Allah öğütlüyor.[29] Yani, hem sabır ve direnme olacak, hem de duâ ile yardım talep edilecek.



"Duâlarımız kabul edilmiyor herhalde" diyerek karamsarlığa saplanmak da yanlıştır. İçinde bulunduğumuz şartların zorluğu ve zâlimlerin zulmü, bizi kesinlikle yıldırmamalı ve hiçbir zaman bizi duâdan alıkoymamalıdır. Allah, kendi ifadesiyle duâ edenin dileğine karşılık vereceğini söylüyor. Allah'ın güzel isimleri arasında "Mücîb" i de zikreden Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir günah, yahut sıla-i rahmi kesme gibi bir ma’siyet olmadıkça kulun Allah'a yapmış olduğu duânın karşılığında Allah ona ya istediğini verir, ya eşdeğerde bir belâyı ondan uzaklaştırır, ya da onun için âhirette daha iyisini hazırlar." [30]





Duâ, Ruhun Gıdası ve İlâcıdır



Duâ; keyfiyetine, şiddetine ve güçlü söylenişine bağlı olarak ruh ve cismimizi etkiler. Duâ eden çehrelerde önceleri var olan vurdumduymazlık, eksiklik, kıskançlık ve kötülük duyguları; yerlerini iyiliğe, başkalarına yardım etmeye, hayırlarını istemeye terk eder. Duâ ortamında insan, kendini olduğu gibi görür. Hırsını, hatalarını, yanlış düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.



Gerek ihtiyaçlar ve hatalar sebebiyle Allah'a başvurmak, gerekse nimetleri sebebiyle O'nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurduğu gibi, ahlâkî arınmaya ve yücelmeye de yol açmakta, gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde ve şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra etmektedir. Duânın en güzel faydalarından biri de Allah inancının kalplerde kökleşmesini sağlamasıdır. Duâ bir yükseliştir. Her duâ ruhtan bir filizin yeşermesi, boy sürmesidir. Duâ, fânî maddeden mânâ sonsuzluğuna doğru bir sıçrayıştır. Duâ, hesaplaşma ile birlikte ruhun nur denizlerinde yıkanmasıdır; temizlenmesi ve güçlenmesidir. Duâ, bir yeniden doğuştur. Duâ, sessiz inilti, gürültüsüz feryattır. Duâ, en mânâlı sessizliktir. [31]



İnsanın ilâh edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de, onunla bir münâcaat gerçekleştirebilmektir. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini açacağı varlık, Allah'tır. Hiç kimseye söyleyemediğini O'na söyler. Ancak gaye, sadece "açılmak"tan ibâret tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil; karşıdakinden cevaplar, mutmainlikler, feyizler de alabilmektir. Böylece sıbğa (fıtrat, boya)sının özlemini gideren, ebedîlik karışık bir sohbete, fâni dünyada nâil olmaktır. Allah, O’dur ki, insanın diliyle yaptığı duâları işitir. Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde yatan arzularına da muttalî olur ve bütün bunların gereğini yerine getirebilir.



Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini bildirir.[32] Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların hidâyete ermeleri için, "yalvarsınlar diye" musibetler gönderir.[33] "Beni çağırın, Bana duâ ederek Benden isteyin, duânıza icâbet edeyim." der.[34] "İçten yalvararak, gizli gizli Rabbinize niyaz edin, O duâda aşırı gidenleri sevmez."[35] Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir. [36]



Kur'an, makbul kulların duâ etmeleri üzerine Allah'ın, onların dileklerini gerçekleştirmiş olmasının örnekleriyle doludur. Hz. İbrahim'in Mekke hakkındaki duâsı;[37] yaşı geçkin olduğu halde ona oğul vermesi;[38] Hz. Zekeriya'nın böyle bir dileğini yerine getirmesi;[39] Hz. Mûsâ'nın Firavun aleyhindeki duâsı;[40] Hz. Eyyub'un duâsı;[41] Hz. Muhammed'in (s.a.s.) ve mü'minlerin duâları[42] vb. Allah'ın çaresiz kalana icâbet ettiğini insanlar, hatta müşrikler bildikleri için, mecbur kalınca O'na yalvarırlar.



Kur'an, insanlardaki bu özelliği, çarpıcı tablolarla sergilemektedir. Dehşetlerin kendisini kuşattığı anda kalbine ve aklına bulaşmış olan pisliklerden insan sıyrılır ve Allah'ın kendisi üzerine yarattığı fıtratı, asâletiyle ortaya çıkar. Öyle anlarda insan; sığınağının, koruyucusunun yalnız Allah olduğunu, muhâkemesiz olarak şimşek hızıyla çakan bir sezgiyle farkeder, âdeta bir refleksle O'na yalvarır. Etkisine mâruz kaldığı şokun âni tesiriyle bir bellek kaybına uğramışçasına, koştuğu bütün ortakları unutmuştur. Fakat unutkan ve nankör insan, felâketi atlatınca "daha önce sızlanan, yakaran kendisi değilmiş gibi"[43] döner, bu kere de Allah'ı unutur.



Sıkıntıların parlattığı fıtrat, hevâ ve hevesin zulüm ve taşkınlıklarıyla yeniden kirlenir. Ancak, Allah'a verdikleri ahde sâdık kalan mü'minler değişmezler. Kur'an'ın birçok âyeti, anlattığımız özellikleri tasvir eder.[44]



"Bir fırtına çıkıp onları her taraftan dalgaların sardığı, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise, Allah'ın dinine sarılarak, 'Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden oluruz.' diye gönülden O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Dünya hayatı boyunca yaptığınız taşkınlık, sadece kendi aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size gösteririz."[45] Bâtıl ve uydurma tanrılar, tapanların kendilerinden beklediği en önemli özelliklerden olan icâbetten (duâyı kabul ederek, dileği yerine getirmekten) de mahrumdurlar. "Kendisine kıyâmet gününe kadar icâbet etmeyecek, Allah'tan başka şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Çünkü yalvardıkları şeyler, yalvarışlarından habersizdirler." [46]





Niçin Duâ Ederiz?



İnsan kendini müstağnî görmeye, yani kendini kendine yeterli görmeye başladığı zaman, Allah'tan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü duâ insanın kendi kendine yetmediğinin göstergesidir. "Gerçek şu ki, insan kendini müstağnî (kendine yeterli) görünce azar, tâğutlaşır." [47]



İnsanın kendi kendine yeterli olmadığı, her an başka bir şeye muhtaç olduğu apaçık bir gerçektir. Müstağnîlik duygusu, sadece psikolojik ve nefsî bir duygudur. Yoksa, gerçekte insan müstağnî bir varlık değildir. Meselâ; insan biraz para ve varlık sahibi olduğu zaman, bir an paranın sarhoşu olarak tıpkı Karun gibi "Bunu ben bilgimle kazandım"[48] veya daha avamî bir ifade ile "ben bu malı kafamı çalıştırarak kazandım" der. Bunun Allah'ın bir lütfu olduğunu unutur. İşte bu Karun mantığıdır. Fakat aynı insana bir müddet sonra bakarsınız iflâs etmiş, her şeyini kaybetmiş ve dün kapısında çalıştırdığı insanlara muhtaç hale gelmiş olabilir. İşte bu duruma gelmiş insana şunu söylemek lâzım: "Bu malı mâdem kafanı çalıştırarak sen kazanmıştın, o günlerde kendini bir şey zannediyordun, Allah'ın razzâk olduğunu unutmuştun. Haydi tekrar kafanı çalıştır da o kaybettiğin malı tekrar getir, şimdi kafan çalışmıyor mu?



Görüldüğü gibi, insanın müstağnîliği, sadece şımarıklıktan kaynaklanıyor. O sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O'nsuz yapamayan ve O'nsuz bir değeri olmayan bir varlıktır. Allah'ı kendi varlığının dışına taşırmaya çalışan insan, Allah'ın karşısında bir "hiç"tir; bir "şey" değildir. "De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?"[49] Gerçek böyle olduğu halde, yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah'a muhtaç olmakla beraber amaç; bu "muhtaç"lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir. İnsan kendini Allah karşısında ne kadar muhtaç hissederse Allah'a o kadar yakın olur. Alexis Carrel: "Duâyı açıklamak zorundayım. Duâ yoksulluk ve aşktır" derken herhalde bunu kasdetmiş olmalı.



Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah katında bir "hiç" yerine, bir "şey" olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla Allah'ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O'nun değerli oluşu kendi zatındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir.



İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve O'na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan Allah'a yakın olduğu derecede insandır.



İşte bu nedenle de; duâyı asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir bağlantı aracı olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir faâliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyişle, duâyı ruh ve cismimizin doğal bir pratiği, bir faâliyeti gözüyle bakmalıyız.





Sosyal hayatımızda emir, tavsiye ve ricalarını pek yerine getirmediğimiz, bu konuda önem vermediğimiz bir kimseye günün birinde işimiz düşse, kendisine gidip işimizi halletmesini rica etsek, o bize şöyle demez mi? "Hangi yüzle geldin? Sen benim dediklerimi yerine getirdin mi ki, ben de seninkileri yerine getireyim?"



"Ey İman edenler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı sâbit tutar."[50] Allah'a yardım etmek, O'nun dini konusunda isteklerini yerine getirmektir. Biz Allah'ın dinini yaşar ve hayatımızı O'na göre tanzim edersek, İslâm yolunda çalışırsak Allah da bizi gözetir. Allah'ın helâllerini helâl, haramlarını da haram kabul etmez ve yaşamımızı rast gele sürdürürsek, duâlarımızı hangi yüzle yapacağız? Bu, hiç samimiyetle bağdaşır mı?



Dünya hayatında, günü geldiği halde borcumuzu ödemediğimiz bir şahsın kapısının önünden geçmeyiz. Hatta onun evine, dükkânına yakın yerlerde dahi dolaşmayız, kaçınırız, belki karşımıza çıkar diye. Kulluk borcumuzu ödemediğimiz ve isteklerini yerine getirmediğimiz bir zâtın mülkünde dolaşırken de benzer duygular içinde mahcûbiyet duymalı ve duâ edip bazı isteklerde bulunmak için O’nunla aramızı devamlı sıcak tutmalıyız.



Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "... İnsan Allah yolunda uzun seferlere katlanır. Saçları birbirine karışmış, yüzü gözü toza bulanmış 'Ya Rab! Ya Rab!' diyerek ellerini gökyüzüne açar. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş. Böylesinin duâsı nereden kabul edilecek?"[51] Yine çoğu zaman yaptığımız gibi, sadece sıkışık anlarımızda ve çaresiz kaldığımızda el açıp 'yâ Rabbi!...' diyoruz. Diğer zamanlarda Allah'a ihtiyacımız yok zannediyoruz. Hâlbuki insanın Allah'a muhtaç olmadığı bir saniyesi bile yoktur. Nedense insan sanki sadece darda kaldığı anlarda Allah'a muhtaç olduğunu zannederek duâ eder. Oysa o her an muhtaç olduğunun şuurunda olmalıdır. İşte bu noktada şuuru yakalamış olmak, hayatın rahat zamanlarında da duâ etmeyi gerekli kılar. Zaten duânın aynı zamanda bir ibâdet ve kulluk olduğunu söylemiştik. Kulluk ise süreklidir. O halde duâ sadece dar zamanların eylemi değildir. "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et."[52] Rahat olduğumuz zamanlarda yapacağımız duâlar darda kaldığımız zaman yapacağımız duâların kabul edilmesini kolaylaştırır. "Kim zor ve sıkıntılı zamanlarında duâlarının kabul edilmesini istiyorsa, rahat zamanlarında çok duâ yapsın."[53] "Genişlik zamanında duâ etmek kadar Allah'a hoş gelen bir şey yoktur." [54]



Sosyal hayatımızda normal zamanlarda hiç arayıp sormadığımız bir dostumuza işimiz düşse ve yanına gidip halini hatırını sorduktan sonra niçin geldiğimizi söylesek, o bize, "işin düştü de geldin, şayet işin olmasaydı gelip sormayacaktın" demez mi? Biz sıkışmadıkça Allah'a el açıp duâ etmesek veya Allah'ı hatırlamasak Allah bize aynı şeyleri söylemez mi? Kulum, işin düştüğü için beni hatırlıyorsun değil mi? Yoksa hiç hatırlamayacaktın." "İnsana bir darlık gelince yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarır. Biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü Bize hiç yalvarmamış gibi geçip gider. İşte böyle haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi."[55] "İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur."[56] "İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet verdiğimiz zaman 'bu bana bilgimden dolayı verilmiştir' der. Hayır, o bir imtihandır. Fakat çokları bilmez." [57]



Evet, biz bu şekildeki çelişkilerimizin ve nankörlüklerimizin farkına varır ve hayatımızdan gidermeye çalışırsak Allah ile ilişkilerimiz daha sağlıklı olur. Duâ etmeye yüzümüz olur ve Rabbimiz karşısında iki yüzlü olmaktan kurtulmuş oluruz. Gerçi Rabbimiz sırf merhamet ve şefkatinden dolayı bizi böyle de kabul ediyor. Böyle yaparsanız duâ etmeyin demiyor. Ama böyle davranmak Rabbimize yakıştığı halde -çünkü O en büyüktür ve affetmek büyüğün şânındandır- iki yüzlü ve nankör davranmak bize hiç yakışmıyor. "Kullarım sana, Beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin duâsını, Bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar."[58] "Rabbiniz buyurdu ki; 'Bana duâ edin, sizin için (duânızı) kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibâdet (duâ) etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir." [59]





"Duâ dilinin Arapça olması gerekir" diye bir şart yoktur. Ana dili Arapça olmayan müslümanlar mutlaka Arapça ifadelerle duâ yapmak zorunda değillerdir. Çünkü insan Allah'a duâ ederken halini ve ihtiyaçlarını arz ediyor demektir. Bu münasebetle insan ne dediğini, neye duâ ettiğini, ne istediğini bilmeli. Eğer ana dili Arapça olmadığı halde Arapça biliyorsa mesele yok; duâsını varsın Arapça yapsın. Ama Arapça anlamıyorsa, bir yerlerden ezberlediği ve mânâsını da bilmediği Arapça cümleleri tekrar etmesi anlamsız ve bilinçten uzak bir hareket olacaktır. Duâlarımızı yaparken anladığımız dili kullanmamız daha uygun olur. Eğer toplulukla beraber duâ ediyorsak insanların anladığı dili kullanarak duâlarımıza şuur katmaya çalışmış oluruz. Duâ dili, mutlaka Arapça olmalıdır gibi bir anlayış yanlıştır. Duâda söylediği kelimelerin anlamını bilmeden insan, gönülden duâya katılamaz.





Duâ ederken ayrıntılardan kaçınıp özlü ifadeler kullanmak gerekir. Günlük hayatımızda istek ve ricalarımızı bir üst yetkili makama arz ederken dilekçe yazarız. Yazılan bu dilekçelerin kısa ve özlü ifadelerle yazılmış olması esastır. En azından işin âdâbı budur. Allah'a yaptığımız duâlar da, isteklerimizi Allah'a ileten bir dilekçe gibidir. Duâların özlü olmasına dikkat etmek gerekir. Yani az kelimelerle çok mânâ ifâde edecek tarzda duâ etmeliyiz. Hâşâ Cenâb-ı Allah anlamaz gibi ayrıntılara girmek, izaha kalkışmak yakışmaz. Hz. Âişe'den (r.a.) rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.s.) lafzı kısa olup çok mânâları içine alan (cevâmiu'l-kelîm) duâları sever, diğerlerini terk ederdi. [60]





Duâ ederken secî yapmaktan kaçınmak gerekir. Secî yapmak; nesirde kafiyemsi ses benzerlikleri meydana getirmektir. Bir diğer ifade ile, bir şey söylerken cümlelerin sonlarını kulağa hoş gelecek şekilde birbirleriyle uyum içinde bitirmektir. Duâ ederken böyle bir çabadan kaçınmak gerekir. Çünkü bu bir zorlamadır. Kişi, gayretlerini, Allah'a ihlâsla yönelmek, O'nun karşısında acz ve yoksulluğu duymaya çalışmak yerine, cümleleri uyum içinde şiirimsi bir hava vererek söylemeye sarf edecektir. Bu ise duâda amaçtan sapmadır. Secî yapmada doğallık yoktur. Hem, mânâ yönünden kısırlık getirebilir. Ancak, kendiliğinden gerçekleşen secînin mekruh olmayacağı kabul edilmiştir. Nitekim hadiste bunun örnekleri vardır. Biri şöyledir: "Ey Kitabı indiren, hesabı çabuk gören, hizibleri dağıtan Allah'ım..." [61].





Allah'ın İsimleriyle (Esmâü'l-Hüsnâ) Duâ Etmek



Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle duâ edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının cezasını görecektir."[62] Duâ eden kimse, isteklerine uygun düşecek şekilde Allah'ın isimlerini kullanarak duâ etmelidir. Meselâ; rızkın genişletilmesi, açlıktan ve geçim sıkıntısından kurtulmak isteniyorsa "Razzâk" ve "Kerim" isimleriyle Allah'a duâ edilir. Eğer duânın konusu günahtan bağışlanma ise "Rahmân", "Rahîm", "Ğafûr" ve "Afüvv" isimleriyle duâ edilir. Yine, zâlimlerin ve İslâm düşmanlarının cezalandırılması talep ediliyorsa "Kahhâr", "Müntakim" isimleriyle duâ edilir. Bu kelimeler, âdeta bir kapının anahtarı gibidir. Biz, duâ edeceğimiz zaman isteğimize uygun isimlerle Allah'ın kapısını çalıp, bu anahtarlarla açmaya çalışalım.



Tabii, bu noktada Allah'ın güzel isimlerini (esmâü'l-hüsnâ) mânâlarıyla birlikte şuurlu bir şekilde bilme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Allah, mü'minlerin velîsi (dost ve yardımcısı) olduğuna göre, bir mü'min olarak bu isimleri bilmemek önemli bir eksikliktir. [63]





Duânın Psikolojik Cephesi



Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, iç sıkıntılarına yol açar. Duâ ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. Duâ, içimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginliklerimizi giderir. Duâ ile kendimizi Allah'a daha yakın hissederiz. Duâsız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duâsız insan, yalnızlığın karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Duâ ile benlik duvarlarını aşabiliriz. Çünkü duâ, engel ve uzaklık tanımaz. Zaman ve mekânlar ona engel olamaz. Duâ ile sonsuz aczimizi yüce Allah'ın sonsuz kudretine bağlama saâdetine ereriz. Duâ ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duâda iç varlığımız aydınlanır. Duâda kendi gücümüzle değil; Allah'ın sonsuz gücüyle iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.



İbâdet yapmamak ve duâ etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki, uygarlığın bütün lüks ve konforu, ellerindeki servet ve imkânlar onları mutlu edememiştir. Huzurdan yoksun olan bu zavallılar, vicdanlarıyla baş başa kalmaktan korkarlar. Onların çılgınca eğlence ve kahkahaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile, kendilerini için için kemirmekten asla kurtaramaz. Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki, ruhun da beden gibi birçok ihtiyacı vardır. Bu hususları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve tavırlar, bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte, kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felâketine yol açmaktadır. İçimiz iman nuruyla parlamadıkça, ruh yaralarına merhem olan İlâhî emirler yerine getirilmedikçe, ibâdet ve duâlarla içimizi aydınlatmadıkça ne içimizin kasveti kaybolur, ne de dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşabiliriz. [64]



Duâ, Allah ile kul arasında bir iletişimdir. Duâ etmek için yalnız Allah'a doğru kendini yöneltmeye doğru bir çaba gerekir. Bu çaba; zekâ ve aklın itmesiyle değil, sevgiyle ve gönülle olmalıdır. Meselâ, Allah'ın büyüklüğünü derinden düşünmek duâ sayılmaz. Fakat bu derin düşünce, aşk ve imandan bir öz ile yoldaş olarak gerçekleşiyorsa, işte o zaman duâ olur. [65]



Duâ; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın mânevî varlığının Allah'a yönelişidir. Duâ esnâsında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan ilgi ve alâkayı kesip duâ için hazır hale gelmesi gerekir. Duâ, çağırmak, dâvet etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O'na aykırı duygular olmaması gerekir. Meselâ, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde taşıdığı müddetçe Allah'ı kalbine nasıl yerleştirecek, ve O’na gönülden teslimiyetle nasıl duâ edecek?



Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz. Bu tedirginliği "acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz? Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?" diye yaşarız. İşte Rabbimiz gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında bir "hiç" olduğumuz varlık karşısında duâ ederken aynı his ve duyguları duymamız gerekir.



Duânın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, zillet ve perişanlığını Allah'a arz etmeli ve duâ ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. Yoksulluğunu sevgi ve saygıyla Allah'a sunmalıdır.



Genellikle felsefî, bilimsel ve düşünsel çaba, araştırma, tahlil ve incelemeler sonucu elde edilemeyen şeyler; sevgi ile, sevdiğimize bağlanma ile ve içten gelen bir coşku ve samimiyetle elde edilebilir. Güçlü iman, "yapar". Anahtarı bizde olmayan her kapı, ancak sevginin, inanç ve ihlâsın mûcizevî gücünün saldırıya geçmesiyle kırılabilir, açılabilir. İmkânsız olan şey, sevgi emredince teslim olmak zorunda kalır. Sevginin, muhabbetin, fedakârlık ve samimiyetin anlamını iyi kavrayanlar için Allah'ı tanımak çok kolaydır. Nasıl? Bir gülün kokusunu algılamanın rahatlığıyla!.. Allah'ın huzurunda olduğumuzu hissedebiliriz ki, her yer O'nunla dopdoludur. O her yerde vardır. [66]



Cibril hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) "ihsân"ı tarif ederken, "ihsân; Allah'ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."[67] buyuruyor. Bir insan, Allah ile ilişkilerinde ihsan derecesine ulaşmışsa, o makamın hisleriyle dolmuş ve coşmuşsa, duânın hükmüne vâkıf olmuş demektir. Çünkü duâ eden insan, dâvet edeceği varlığı her an yanında hatta şah damarından daha yakın hissediyorsa, O'nu maddî dilinden ziyade sevginin ve imanın diliyle "Yâ Rabbi, Sen zaten benim halimi görüyorsun. Gördüğün bir şeyi tekrar Sana dilimle anlatmak benim için edepsizlik olur. Ama, duâ etmemi istediğin için gönlümle ve dilimle duâ ediyorum. Artık gereğini Sen bilirsin. Senden gelen her şeye râzıyım" der. Yanlış anlaşılmasın; ihsan derecesine ulaşmış kimselerin artık ellerini kaldırıp da dilleriyle Allah'a duâ etmeleri gerekmediği söylenmiyor. Şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.), ihsan makamında olduğu halde, o, hayatının her bölümünde ölene kadar ellerini açıp diliyle duâ etmiştir. Burada sevgi ve imanla kurulan fizikötesi bir halin öneminden bahsedilmektedir.



İnsan, yeryüzünde sürdürdüğü hayatında hangi konumda olursa olsun, -zengin, fakir; yüksek makamların sahibi, makamsız; çevresi geniş veya kimsesiz- her an duâya muhtaç bir varlıktır. Bu, her yönümüzle sınırlı ve zayıf bir yaratık olmamızın sonucudur. Tüm insanlar, duâya aynı oranda muhtaçtır. Ama herkes için duâların, isteklerin mâhiyeti farklı olabilir. Biz, fakir kimselerin zenginlerden daha çok duâya muhtaç olduklarını zannedebiliriz. Aynı şekilde çevresi kalabalık, adamları çok olan kimselerin, yalnız insanlardan daha az duâya ihtiyaç duyabileceklerini de sanabiliriz. Eğer biz böyle düşünüyorsak, duâyı anlamamış sayılırız.



Meselâ; fakir bir insan düşünün. Ellerini açmış, Allah'ın "Razzâk" ismini anarak rızkının genişletilmesini istiyor. Bu noktada zengin insanın duâ etmesine gerek yok diyebiliriz. Hâlbuki bu noktada, zengin insan da ellerini açıp "Ya Rabbi, beni Karun gibi şımartma. Bana vermiş olduğun nimetlerin şükrünü edâ etmeyi bana nasip ve müyesser kıl" diye duâ etmelidir. Görüldüğü gibi, her ikisi de duâya muhtaç. Hatta bize duâya daha az ihtiyacı var gibi gözüken zenginlerin, belki de fakirlerden daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha zor ve tehlikelidir. Çünkü, "insan kendini müstağnî (kendini kendine yeterli) gördüğü zaman azar, tâğutlaşır." [68]



"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak Allah'tır."[69] Ebû Zer (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah azze ve celle buyurdu ki: 'Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesnâ. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir." [70]



Demek ki insan ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, Allah karşısında kendini yoksul görmeli. Zaten insan, kendini yoksul görmezse başkasından istemenin bir anlamı olmaz. Kudsî hadiste Cenâb-ı Allah'ın "Hepiniz açsınız ve çıplaksınız. Ancak Benim yedirdiklerim ve giydirdiklerim hâriç" demesi dikkat çekici bir husustur. Çünkü nice zenginler vardır ki, hâlâ halkı sömürmenin yollarını aramaktalar. Aç olmasalar böyle davranırlar mı? Yine nice gardırop dolusu elbiseleri olmasına ve üzerinde giysisi olmasına rağmen, orası burası çıplak insanlar var. Çünkü giyinirken Allah'a ihtiyaç duymadan hevâlarına göre giyiniyorlar.



İnsan Allah'ın karşısında devamlı sûrette şu duyguları hissetmeli: "Yâ Rabbi, beni Sen var ettin. Varlığımı Senin sâyende sürdürüyorum. Sen bana her şey veriyorsun. Verdiklerinin ve iyiliklerinin sayısı, bilemeyeceğim kadar çok. Ama bunların karşısında ben Sana yeterince kulluk yapamıyorum. Ben çok günahkâr ve isyankâr bir kulunum. Aslında yanına varmaya da utanıyorum. Yanına gelecek yüzüm yok. Fakat Senden başka gidecek bir yerim de yok. Kapına geldim, beni geri çevirme, yanında bana da bir yer ver ve beni bağışla..."



Evet, duâ için asıl hazırlık ruhî hazırlıktır; ruhî ve kalbî mânâda bir yöneliştir. Yoksa fizikî olarak bedeni kıbleye yöneltip elleri açmak ve alışılmış cümleleri otomatik olarak söylemek duâ edenin sadece basit bir dış görünüşüdür. Dili, ezberlediği klişeleşmiş duâ metinlerini otomatik olarak bilinçsizce seslendirirken o, mânevî varlığıyla bir başka işin peşinde, maddî hayatın içinde olabilir.



Duâ anlatılmaz, duâ yazılmaz! Duâ, kulun Allah ile diyaloga geçmesidir. Duâ, yalnız dilde gerçekleşen bir olay değildir; onun gerçek yeri ruhtur. Duâ sözden ziyade histir, coşkudur.





Duânız Olmasa?!



Duâ, insanın halini Allah'a arz etmesi, O'na niyazda bulun­ması, Rabb'ine doğru yönelip O'nunla diyalog kurmasıdır. Duâ, insanın kibirlenme ve istiğnâdan vazgeçip Allah'ın mutlak kudretini, adâletini ve merhametini kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini ikmâl eden bir ikbâl kapı­sı değildir. Kur’an'daki duâ örneklerinin büyük bir bölümünün, dünyevî nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidâyet ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması[71], değinilen ger­çeği desteklemektedir. Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engel­lerin aşılması hususunda Allah'tan yardım isteyebilir. Kişinin duâyı, bir sihir tekniği gibi algılamaması ve uygulamaması ge­rekir. (Zaten sihir de bir kandırmadan, aldatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir).



Kur’an'da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duâya başvurması üzerinde ısrarla durulur. Dinî yönelişin belirgin ve­ya zayıf hale geldiği durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtrî ve genel bir motif olarak bulun­duğu ortaya konulur. Âyetlerin beyanına göre insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah'a yönelir; bık­madan usanmadan duâ edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisi­ni emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda duâ isteği za­yıflar, kendi güç ve yeteneğine güvenip Allah'tan yüz çevirir.[72] Buradan şöyle bir sonuca varılabilir. Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da duâ ve ibâdetle sağlanır. Bu yüzden Kur’an'da insanların Al­lah'a duâ etmeleri istenmiş ve bu duâ O'na kulluk etme belirtisi olarak kabul edilmiştir.[73] Şu halde duâ ve ibâdette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır.



Duâ ederken bazı şeklî ve ahlakî şartlara uyulması gerekir. Bunlardan en önemlisi, duâ eden kimsenin Allah'a huşû içinde yalvarması, aynı zamanda edepli, istekli ve ümitli olmasıdır. [74] Ayrıca insan, duâyı duyarlı bir kalple yapmalı, isteğini sade ve kesin bir dille belirtmeli, Allah'tan beden ve ruh sağlığı, dünya ve âhiret mutluluğu istemeli, bir de duânın kabulü için acele etmemelidir. Duâ sözcükleri mümkün olduğunca âyet ve hadislerden seçilmelidir. Özellikle örnek duâ metni mâhiyetindeki bazı sûre ve âyetler[75], duâ olarak okunabilir. Bunların başında da kulun taleplerini ve en içten dileklerini benzersiz bir üslûpla di­le getiren Fâtiha sûresi gelir. Bu özelliğinden dolayı anılan sure, bütün Müslümanların en çok okudukları duâ metni haline gel­miştir. Ayrıca Hz. Peygamberin duâ ederken en çok:



“Ey Rabb'imiz! Bize bu dünyada iyilik ver, âhirette de; bizi ateşin azabından koru.”[76] anlamındaki âyeti okuduğu ve Müslümanlara da bu âyeti okumalarını tavsiye ettiği belirtilir.[77] Peygamber uy­gulaması ve tavsiyesi nedeniyle Fâtiha sûresi gibi bu âyet de, bütün Müslümanların namazda ve namaz dışında her vesileyle okudukları duâ âyetleri arasında yer almıştır.



Kur’an'da yer alan duâ âyetleri ile Hz. Peygamber’in aynı mâ­hiyetteki hadisleri, hem Allah ve Peygamber sözü olmaları hem de mânâlarının zengin ve kapsamlı oluşu nedeniyle Asr-ı saâ­detten itibaren Müslümanlar tarafından büyük ilgi görmüş ve bu ilgi me'sur duâların derlendiği birçok kitabın telif edilmesine yol açmıştır. [78]



Duâ konusunun daha iyi anlaşılması için, onun gerçek mâ­hiyetinin ve önemli vasıflarının açıklanması şarttır. Kur’an'da duâ edene Allah'ın karşılık vereceği bildirilir.[79] Bunun için prensip olarak duânın fayda verdiğine inanmak gerekir. Ancak buradan Allah her isteneni yerine getirir şeklinde bir sonuç çı­karılmamalıdır. Çünkü Allah, sünnetullaha (varlık ve oluşa egemen kıldığı ilkelere) ters düşmeyen duâları kabul eder. O'nun kendi yasalarına aykırı davranması beklenemez. Bunun için, kimden gelirse gelsin Allah, kendi yasalarına ters düşen taleple­ri reddeder. [80]



İslâm ölçülerine uyan gerçek bir duânın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duânın değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, İlâhî düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İnsanın kendi güç ve kapasi­tesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiilî bir duâdır. Teşebbüs dediği­miz de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir duâ çoğu kez kar­şılıksız kalmaz. Demek ki Allah'ın kâinatta koymuş olduğu dü­zenin (sünnetullah dediğimiz değişmez kanunların) gereklerine göre davranmak, bir tür fiilî duâ olmaktadır. Bu, aynı zamanda Allah'ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat ce­vap O'na aittir.



Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven içinde Allah'a iltica etmeye tevekkül denir. İşte duâ, bu iki esası kendinde toplayan bir ibâdettir. O, maddî hayat için gerekli olan teşebbüsle mânevî hayat için gerekli olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için teşebbüs ve tevekkül, İslâm'da duânın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.



Çağımızda Batı âlemi teşebbüse ağırlık verdiği için maddî alanda büyük bir ilerleme sağladı ve tekniğin zirvesine ulaştı. Ancak tevekkül yönünü ihmal ettiğinden bu üstünlük insanlığa gerçek bir mutluluk getiremedi. Doğu âlemi de tevekkülü yanlış yorumlayarak teşebbüsü ve gayreti gevşetti, sonunda Batı'nın uydusu haline geldi.



Duâ, insanın Allah'tan bir şey istemesi, O'nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiâne ve istiâze gibi eylemleri kapsayan dinî duygu ve yöneli­şin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Bu yüzden Kur’an'da insanın, ancak Allah'a olan yönelişi ile değer kazana­cağı belirtilmiş, “Duânız olmasa Rabb'iniz size ne diye değer versin.”[81] denilmiştir. Öyleyse insan, Allah'a yönelmeli, daima O'nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.



Tabii ki duâ kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz. Peygamber: "Allah'ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duâdan Sana sığınırım."[82] diyerek Rabb'ine yalvarmıştır.



“Ey Rabb'imiz, bu duâmı kabul buyur: Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve bütün mü’minleri bağışla.” [83]





Sözlü ve Fiilî Duâ



Dille duâ vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece dille yapılan duâ ile yetinmek, sünnetullahı, Allah'ın kanununu bilmemek ve ona uymamak demektir. İslâm'ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece duâ etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde duâsı en çok kabul edilmesi gereken Hz. Peygamber (s.a.s.)'di. O bu kadar eziyetlere katlanmaksızın duâ ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp duâ etti. Allah da O'nu mahcup etmedi.



Biz bu noktadan hareketle duâyı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî duâ, Sözlü duâ. Fiilî duâ, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Meselâ, hastasına Allah'tan şifa dileyen kimsenin, öncelikle tıbbın gerektirdiği şeyleri, imkânları çerçevesinde yerine getirmesi gerekir. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah'tan şifa dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenâb-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz de verebilir; ama bunu beklemek, Allah'ın hayata koyduğu kanunlara aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.



Sözlü duâ ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah'tan yardım istemesidir. Fiilî duâ her zaman sözlü duâdan önce gelir. Ama ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü fiilî duâ bedenin eylemi ise; sözlü duâ da ruhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir varlıktır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Hayatımı kudret elinde tutan zat'a (Allah'a) yemin ederim ki, iyiyi emredecek, kötülüğü yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah, size kendi katından bir azab gönderecektir. Sonra O'na duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır." [84]



Görüldüğü gibi, fiilî duâ yapmadan, sözlü duânın kabul edilme ihtimali yok gibidir. Duâ, Allah'tan bir "şey" istemektir. Fakat bu "şey" düşünme, bilim, sorumluluk, irâde, zahmet, iş, emek ve eziyetin yerini alan bir "şey" olmamalıdır. Belki bizzat kendisi bu sorumluluğun içindeyken, insan, zaman zaman ihtiyaç duyduğu bir şeyi elde etmeye yönelik bir duâda bulunabilir. İşte o zaman, bu "şey"i ister ve alır. [85]



İslâm, duâyı insanlar, sorumluluktan veya işten kaçsınlar diye emretmemiştir. İslâm'ın emrettiği duâ, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan duâdır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra "artık bu iş tamamdır" deyip de duâdan uzaklaşmak yanlıştır. İşler ancak duâ ile tamam olur.



Duâyı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek, o zaman duâ bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Duâ mert çehrelerde güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, gereken yerde kılıçla duâ etmesini bilmeliyiz. Onun kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken; dili Allah karşısında âcizliğin tercümanı oluyor, gözleri de Allah için yaş döküyordu. [86]





Fitne, fesat ve zulmün toplumu sardığı, fertleri ifsad ettiği zamanlarda; önce duâya sarılmak acziyetin, tembelliğin, korkaklığın ve sorumluluktan kaçtığımızın ifadesidir. Özellikle bugün "müslümanım" diyen insanların Allah'ın dâvâsı için pek fazla bir şey yapmadıkları halde, hatta bazılarının tüm mesailerini dünyevî işlere harcadıkları halde, bunların ellerini açıp "Allah'ım, bize sahip gönder!" dediklerine şâhit oluyoruz. Hâlbuki ortadaki durumu sahiplenmesi gerekenin bizler olduğumuzun farkında değiliz.



İçinde yaşadığımız hayatta olup biten şeyler bizleri ne kadar ilgilendiriyor? Gözlerimizle şahit olduğumuz olaylara herhangi bir şekilde sözlü veya fiilî müdâhale imkânı varken, rahatımızı bozmamak ve kendimizi riske atmamak için, hep kalb ile buğz(!), dışarıya yansımayan içimizle müdâhale(!) etme yolunu mu tercih ediyoruz? Cadde ve sokaklarda olup bitenleri evlerimizin pencerelerinden veya televizyonlarımızın ekranlarından seyrettikten sonra da kalkıp "Yâ Rabbim..." diye duâ ederek problem ve fitnenin kalkmasını mı bekliyoruz? Bu ne biçim duâ anlayışı? Rasûlullah (s.a.s.) böyle mi yapıyordu? Hayır, şüphesiz O önce tebliğ ediyor, sonra arkasından "Ya Rabbim! Onlar bilmiyorlar, onlara hidâyet ver!" diyordu. Yine savaş öncesi tüm hazırlıklarını bitiriyor, sonra duâ ediyordu. İşte Hendek savaşı... Bir-iki ay önce Allah rasûlü hendeklerin kazılmasını, ekinlerin vaktinden önce biçilmesini, meyvelerin, hurma yapraklarının toplanmasını, cadde ve sokaklarda barikatlar kurulmasını emretti. Bizzat kendisi de taş ve toprak taşıdı. Tüm hazırlıkları tamamladı. Bu şekilde fiilî duâyı tamamlayınca arkasından sözlü duâ yaptı, Allah'tan yardım talep etti. Allah da onlara zaferi bahşetti.



Bazen, müslüman kardeşlerimiz birbirlerine "bana duâ et" diye ricada bulunuyorlar. Müslümanların birbirlerinden duâ talep etmeleri güzel bir şey, yüce dinimizin tavsiyesidir. Ama duâ talep eden kardeşlerimiz acaba sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine, yani fiilî duâ konusundaki hallerine bakıyorlar mı? Fiilî duâları herkesin bizzat kendisinin yapması lâzımdır. Ancak böyle olursa kendimizin veya bir başka kardeşimizin bizim hakkımızda yaptığı duânın bir anlamı ve geçerliliği olabilir. Yoksa, görüldüğü gibi, sadece dille yaptığımız duâlarımız kabul edilmiyor.



Meselâ, asr-ı saâdette bir Uhud dersi var. Uhud savaşında müslümanların zaferi nasıl kaçırdıklarını ve kısmî mağlûbiyetin ne şekilde geldiğini biliyoruz. Acaba o savaşta Allah Rasûlü (s.a.s.) ve müslümanlar duâ etmedi mi ki, bu hale geldiler? Hayır, mutlaka duâ etmişlerdi. Ama sözlü duâdan önce yerine getirilmesi gereken sorumlulukları yerine getirmede problemler olmuştu. Peygamberimiz’in geçide yerleştirdiği ve her ne pahasına olursa olsun buradan ayrılmayacaksınız dediği elli okçu görevlerini yarıda bırakıp mevzîlerini terk etmişlerdi; Sebep buydu.



Allah'ın yardımı kulun gücünün bittiği yerde gelir. Biz, Allah'ın yardımını talep ederken, bunun için duâ ettiğimizde sahip olduğumuz gücümüzü sonuna kadar kullanıp kullanmadığımıza bakalım. [87]





Duâ Etme Şekli ve Duâ Âdâbı



Rasûlullah (s.a.s.) duâ eden bir adamın, duâ sırasında, Allah’a hamd etmediğine ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salât u selâm getirmediğine şâhit olmuştu. Hemen: "bu kimse acele etti" buyurdu. Sonra adamı çağırıp: "Biriniz duâ ederken, Allah Teâlâ'ya hamd ve senâ ederek başlasın. Sonra Peygamber'e salât okusun. Sonra da dilediğini istesin." buyurdu. [88]



Duâya hemen muradını söyleyerek değil; Allah'ın adını anarak, Allah'a hamd ederek Rasûlüne (s.a.s.) salât u selâm getirerek başlamak gerekir. Hamdele ve salveleyi Arapça okuyamayanlar Türkçe şöyle derler: "Hamd, âlemlerin rabbi Allah içindir. Peygamberimiz (s.a.s.)'e, O'nun ailesine ve tüm sahâbelerine salât ve selâm olsun." Ayrıca, duâya başlamadan önce tevbe-istiğfar edilmesi ve duâya kişinin kendisiyle başlaması tavsiye edilmiştir.



Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kişinin yaptığı duâlar içinde en hayırlısı şudur: 'Ey Allah'ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum." [89]



"...Allah'tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin. Duâyı tamamlayınca avucunuzu yüzünüze sürün." [90]



Duâ esnasında gözü göğe dikmemeli ve gaflet ile duâ etmemelidir. Hz. Peygamberimiz buyurmuştur ki: "Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek duâ etmekten vazgeçsinler. Yoksa, Allah onların gözlerini kör eder." [91]



Duâ esnasında ısrar ile duâ etmek ve duâyı üç defa tekrarlamak da duânın kabul edilmesine dair gözetilmesi gereken şartlardandır. İbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) duâ ettiği zaman üç kere tekrar ederdi. Allah'tan bir şey istediği zaman üç kere isterdi. [92]



Duâ ettikten bir müddet sonra, yerine gelmediğini görünce "duâ ettim de duâm kabul edilmedi" dememek lâzımdır. Rasûlullah (s.a.s.): "Acele edip 'duâ ettim, kabul edilmedi' demedikçe her birinizin duâsı kabul edilir." buyuruyor.[93] Duâ ederken Allah'ın kabul edeceğinden emin olarak yapmak gerekir. Hz. Peygamber: "Allah'a duâyı size icâbet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki, Allah gafletle oyalanan kalbin duâsını kabul etmez."[94] Duâ yapıp bitirdikten sonra "âmin" demek gerekir.



Allah'a duâ ederken veya zikrederken, yani gerçek anlamıyla ibâdet halinde, sesi yükseltmek doğru değildir, dinimizce hoş görülmemiştir. Çünkü kendisine duâ ettiğimiz, zikrettiğimiz, yani ibâdet ettiğimiz varlık, içimizden geçirdiğimiz düşünceleri dahi bilen, haberdar olan ve işiten bir varlıktır. O halde bize bu kadar yakın olan bir varlığa seslenirken sesi yükseltmek, bağırıp çağırmak; ihlâsın sınırlarından gösterişe, duâ Hûdutlarından şikâyet ve dâvâya geçen bir tecavüzü gösterir. [95]





Duâda Zaman ve Mekân



Duâ bir çeşit ibâdettir. Hatta ibâdetin özüdür, rûhudur. İbâdet, hayatta olduğu müddetçe insanın her an aslî görevi olduğuna göre, duânın da belli bir vaktinin olmaması gerekir. Yani, her zaman duâ zamanıdır. Duânın yasak olduğu bir zaman yoktur. Ancak, bir kısım âyet ve hadislerde bazı vakit ve durumların duânın kabul edilmeye daha uygun olduğu belirtilmiştir. "Onlar (takvâ sahipleri) seher vakitlerinde bağışlanma dilerler." [96]



Hadis-i şeriflerden duânın kabule yakın olduğu diğer zamanları da şöyle sayabiliriz: Gecenin son üçte biri, gece yarısı, secde edilen zaman, farz namazların arkasından yapılan duâ, ezan okunduğu vakit, cihad (savaş) esnasında, Cuma günü Cuma namazı anlarında meçhul bir zaman, oruçlunun iftar vakti, ezanla kamet arasındaki vakit, arefe günü, kadir gecesi.



Duânın yapılamayacağı bir zaman olmadığı gibi, yapılamayacağı bir mekân da yoktur. Her mekân duâ mekânıdır. Sokakta, çarşıda, otomobilde, trende, büroda, okulda, işyerinde, mutfakta, yatakta duâ edilebilir. Fakat, dağlarda, ormanlarda, ya da odanın sessizliğinde daha iyi duâ edilebilir. Tüm mekânlar duâ mekânı olmasına rağmen, sessiz mekânlar duâ için en elverişli, en uygun mekânlardır.





Duâsı Kabul Edilen Kimseler



Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: "(Allah'ın kabul ettiği) üç müstecab duâ vardır. Bunların kabul edilmeye mazhariyetleri hususunda hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duâsı, misafirin duâsı, babanın evlâdına duâsı" [97]



Yine Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kabul edilmeye mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duâdan daha süratli olanı yoktur."[98] Bu hadise göre, Allah'ın derhal kabul buyuracağı duâlardan biri de, bir mü'minin, başka bir mü'min kardeşi için gıyabında yapacağı duâdır.



Bu hususta Müslim'in rivâyet ettiği şu hadis daha açıktır: "Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı duâ kabul edilir. Duâ edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. 'Kardeşi için hayır duâ yaptıkça bu melek: Âmin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun.' der." Başka bir hadis-i şerif şöyledir: "Üç kişi vardır ki duâları reddedilmez (kabul edilir). Âdil imam (adâletten ayrılmayan müslüman devlet başkanı), iftarını yaptığı zaman oruçlu ve zulme uğrayanın duâsı." [99]





Kimler İçin Duâ Edilmez?



İslâm'ın tamamını, bir kısmını veya bir hükmünü inkâr eden veya hafife alan, alaya alan kimseler müslüman sayılmayacaklarından böyle kimselere hayatlarında "Allah râzı olsun" gibi duâ türünden şeyler söylenmez. Ancak "Allah sana hidâyet etsin" şeklinde duâlar yapılabilir. Yine bu tür insanlar vefat ettiklerinde "Allah rahmet etsin" de denilmez. Bunların cenaze namazları kılınmaz. Bilindiği gibi, cenaze namazı ölüye yapılan duâdan ibârettir. Cenaze namazı, bazılarımızın zannettiği gibi, her ölene kılınmaz; müslümana cenaze namazı kılınır. "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber'e ve mü'minlere yaraşmaz." [100]







Duâların Kabul Edilmesi



Rasûlullah buyurdu ki: "Acele etmediği müddetçe her birinizin duâsına icâbet olunur. Ancak, şöyle diyerek acele eden var: 'Ben Rabbime duâ ettim, duâmı kabul etmedi."[101] Bir başka rivâyette de Efendimiz şöyle buyurur: "Bir müslüman günah ve sıla-i rahmi (akrabalarla münasebeti) koparmak suçu olmadan Allah azze ve celle'ye duâ ederse, Allah şu üç şeyden birini ona mutlaka verir: Ya onun duâsını çabucak kabul eder ya da duâsını onun için âhirette azık yapar veya duâsı nisbetinde ona kötülüklerin gelmesini önler.” Orada bulunanlar: 'öyleyse çok duâ edelim' dediklerinde, Allah Rasûlü: "Evet, Allah çok duâyı kabul edendir." [102]



Duâyı terk etmeye sevk edecek bir aceleciliği Rasûlülllah hoş görmez. Duâya kulluğun bir gereği olarak bakıp devam etmek gerekir. Tüm ibâdetlerin mutlaka karşılığı olduğu gibi, duânın da karşılığı olacaktır. Meselâ; namaz kıldığımızda dünyada karşılığını, mükâfatını almamız gerekiyor mu? Esas karşılığını âhirrette ümid ediyoruz. Duâ da böyledir. Dünyada kabul edilmese bile, karşılıksız kalacak değildir. Âhirette sevâbın takdir edilmesi bir karşılıktır ve duânın kabulü mânâsındadır. O halde hayatımız boyunca duâ etmeye devam etmeliyiz.



Usûlüne uygun yazılmayan bir dilekçe dahi, yazıldığı makam ne kadar basit olursa olsun kabul edilmezken, şartlarına riâyet edilmeyen duâ nasıl tutsun? Duâyı ihmal etmek doğru olmadığı gibi, duâları usûlüne uygun yapmamızın da gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.





Duâ, Allah'a çıkarılmış dâvettir. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğini bilmesidir. Duâ, insanın iki ayaklı bir yürek olup tepeden tırnağa "istemek" kesilmesidir. Duâ, var gücünü, olanca çabasını harcayıp bitiren insanın Allah'a saldığı "imdat" sayhasıdır. Yürekten "bittim yâ Rab!" diyene "dayan, yettim kulum!" diyecektir Allah. Var mı biten, gerçekten var gücünü harcayan, tüm çabasını ortaya koyan ve tükendiği yerde "bittim yâ Rab!" diyen? Kim o? Hiç kuşkunuz olmasın ki, onun imdadına yetişilecek "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyen ve yardımı hak edene "Allah'ın yardımı elbet pek yakındır" diyen bulunacaktır.



Kuldan istemenin bile âdâbı, erkânı, bir usûlü varken; Allah'tan istemenin bir âdâbı, bir usûlü olmasın mı? Ettiğimiz duâlar, Allah'a gönderdiğimiz mektupsuz zarflara benziyor. Zarf var, fakat mazruf yok. Bu şu demektir: Ceset var fakat ruh yok, kabuk var fakat öz yok, maske var fakat yüz yok.



Yaşarmayan bir göz, kızarmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz, eyleme dönüşmeyen binbir söz ile Allah'a yazılan dâvetiyeler nasıl varsın yerine? Yanmayan, özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, duymayan bir yüreğin feryadı mı olur?



Taş kesilmiş sevgi fukarası yürekler "duâ" gibi muhteşem bir mesajı hangi enerjiyle iletirler adresine? Sesini sahibine dahi duyuramayan, sahibinin sesini duymaktan âciz olan bir yürek, öteleri sarsacak bir sayhayı nasıl koyverir gök kubbeye? Oysa ki duâ, güftesi sevgi, bestesi mahrûmiyet ve ıstırap olan bir özge şarkıdır. Bu şarkıyı söyleyecek olanın mazlum olması yetmez, kendi mazlûmiyeti zâlimlerin zulmüne yakıt olmamış biri olmalıdır. Kendi omuzlarını zâlimlerin yükselmesi için basamak kılmamış olmalıdır.



Bu şarkıyı terennüm edecek birinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır. Eğer bunu bilirse, duâyı bir çocuğun annesinden ısrarla isteyişi gibi isteyecek, İlâhî kapının eşiğine başını koyarak ısrar edecek, tekrar edecektir; tıpkı her gün onlarca kez okuduğu Fâtiha'da olduğu gibi...



Duâ, Allah'a çıkarılmış bir dâvetiyedir demiştik. Dâvet edenin bir adresi, bir âidiyeti bulunmalıdır ki, icâbet edecek olan onu orada bulsun. Bu adres, insanın Allah karşısındaki esas duruşudur. Allah karşısında esas duruşunu bozan, ya da esas duruşu olmayan, dâvet edip de adresinde bulunmayan sorumsuz gibidir. Kim inanır onun duâsında samimi olduğuna? Diyelim ki adresinde bulundu. Bu kez de, dâvetine tecellî ve inâyetiyle icâbet edecek Allah'a sunacak bir yüreği olmalı. Mekânsız'a yürekten özge mekân olur mu? Deniz dibine dönmüş, çöplükten beter hale gelmiş, eline geçen dünyalığı içine attığı bir mahzene dönmüş bir yüreğe konuk edilir mi O? Tıpkı şairin dediği gibi:



Sür çıkar ağyârı dilden ta tecellî ede Hak,

Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan.



Kulun gücünün bittiği yerde Allah'ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiği noktada olup olmadığınızı kontrol ettiniz mi? Eğer hâlâ gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını düşündünüz mü?



Tâif dönüşü Muhammed (s.a.s.) son tedbiri de tükenmiş bir halde kan revan içinde doğduğu toprakların varoşlarına gelip dayanmış, fakat girememişti. İşte o an gücünün bittiği andı. Gidecek bir kapısı, başvuracak bir dayanak, sığınak, tutamak ve barınağı kalmamıştı. Aklın tedbirinin bittiği yerde muhabbetin kollarına bırakmıştı kendisini ve bir duâ yapmıştı. Bu duâ öyle bir sevgiyle yapılmıştı ki, doğrudan hedefini bulmuş ve nübüvvet sürecinin gün dönümü olmuştu.



Ufuk insan'ın Mekke'ye bakan yamaçlardan birinde yaşlı gözlerle yaptığı, tarihin akışını değiştiren ufuk duâ şöyleydi:



"Allah'ım! Kuvvetimin tükendiğini Sana arz ediyorum. Gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü Sana şikâyet ediyorum! Ya Erhame’r-râhimîn! Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa dâvâmı ipotek edecek bir düşmana mı? Eğer Sen bana gücenmedinse, kesinlikle bunlara aldırmıyorum. Lâkin iyiliğin beni rahatlatacaktır. Senin nuruna sığınırım, karanlıkları aydınlatan nuruna... Gelecek azâbından, bana ulaşacak öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım, yeter ki râzı ol. Güç ve kuvvet Sendendir, yalnız Senden." [103]





Duâda Tevessül



Tevessül; aracı kılmak mânâsında olup, kendisiyle herhangi bir gayeye ulaşmak için aracı kılınan sebebe de vesile denilir. Vesile edinilen şey, amel ve şahıs olmak üzere iki kısma ayrılır: Amel ile tevessül; şahıs ile tevessül.



Amel ile tevessül: Bir kimse sâlih bir amelini vesile edinerek Allah'a duâ edip herhangi bir dilekte bulunabilir. Hz. Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa erebilesiniz."[104] Bu âyet, mücerret iman ile yetinmeyip, Allah'tan korkmayı, fena ahlâktan ve fena amelden sakınmayı emretmekte; Allah'a yaklaşmak için, haramlardan kaçmanın yanında farzları yerine getirmeyi, bunun da ötesinde güzel işler yaparak kendimizi Allah'a sevdirmeyi tavsiye etmektedir.[105] Bu âyetteki "vesile" kelimesini "Allah'ın râzı olacağı ameller" olarak anlamak gerekir.



Şahıs ile tevessül: Allah'ın sevdiği bir kul olarak bilinen bir kimseyi vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak mânâsına gelir. Bu da üç şekilde olabilir:



1. Vesile kılınan Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, çoğunluk bunu câiz görmüştür.



2. Peygamberimiz'in dışındaki bir şahıs ise; bunu da iki kısımda ele almak gerekir:



a- O an için hayatta olan sâlih ve muttakî birini vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak. Bu da o şahsı alıp birlikte duâ etmek şeklinde olur. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, bu iki zatın; Peygamberimiz'in amcası Hz. Abbas'ı önemli duâlarında yanlarında bulundurdukları ve onunla tevessül ettiklerine dair rivâyetler vardır.[106] Fakat, bu rivâyetlerde dikkatimizi çeken nokta, bu iki halifenin, o an için vefat etmiş olan Hz. Peygamber'i vesile edinerek (“onun -yüzü- hürmetine”, “onun yüzü suyu hürmetine” diyerek) duâ etmiyorlar da, Rasûl'e o gün için en yakın olan ve hayatta olan amcasına tevessül ediyorlar. Vesile edilecek kişinin hayatta olup olmaması önemli olmasaydı, o iki güzide sahabe, o gün vefat etmiş olan Rasûlûllah'a tevessül ederlerdi. Ama böyle yapmâdilar. Bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla, bugün hayatta olup da sâlih ve muttakî olduğu, Allah'a yakın olduğu zannedilen şahıslarla birlikte biz de duâ edebiliriz. Buna kimse itiraz edemez. Çünkü sâlih ve muttakî kimselerin duâlarının kabul edilmeye daha yakın olduğunu Kur'an'dan öğreniyoruz: "Allah, ancak müttakîlerin (yaptığı şeyi) kabul eder." [107]



b- Vefat etmiş olduğu halde, Allah dostu ve Allah'a yakın olduğu zannedilen bir şahsı vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak: Bu şekilde ölmüş birini vesile edinerek duâ edilebileceği konusunda Kur'an'da da, sünnette de en küçük bir delil yoktur. Kur'an'da Rabbimiz duâ mâhiyetinde yüzlerce âyet vahyederek bize duânın nasıl yapılacağını da öğretmiştir. Bu âyetlerin hiçbirinde Allah ile kul arasına bir şey konularak duâ ettirilmemiş, doğrudan doğruya Allah'a duâ yapılacağı gösterilmiştir. Peygamberimiz'in duâlarına baktığımızda, onun duâlarını hep vasıtasız, herhangi bir şeyin "yüzü hürmetine" olmaksızın, direkt Allah'a yaptığını görmekteyiz. Şüphesiz Rasûlüllah bizim için örnektir. Biz, dinimizi onun örnekliğinde öğrenmek zorundayız. Yine Peygamberimiz'in hayatında ona iman etmiş, onunla beraber yaşamış ve Kur'an'da Allah'ın övgüsüne mazhar olmuş sahâbilerin de duâ ederken, ölmüş herhangi bir şahsı (buna Rasûlullah da dâhildir) vesile edinerek duâ ettiklerini görememekteyiz. Bu konuda hiçbir rivâyet yoktur. Meselâ; Sahâbilerin, Rasûlullah'ın vefatından sonra, "Onun yüzü (suyu) hürmetine..." diyerek duâ ettiklerini bilmiyoruz.



Kısacası, vefat etmiş şahısları vesile edinerek duâ etmek Kur'an ve sünnetin ruhuna uymamaktadır. Hayatta olanlarla birlikte duâ etmek de nihayet bir ruhsattır. Yoksa, duânın gereklerinden biri değildir. Elmalılı bu konuda şöyle der: "Duâ hakkındaki Bakara 186. âyetinde cevap, tashih edilmeden doğrudan doğruya buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duânın kabulü ile açıklanmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır: Cenâb-ı Allah, duâda kulu ile kendisi arasına bir aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle diyor; 'kulum vâsıtaya duâ vaktinin dışında muhtaç olabilirse de, duâ vaktinde Benimle onun arasında vâsıta yoktur, Ben ona yakınım." [108]



Sâlih kimselerin adını anarak, onları vesile edinerek duâ yapmanın daha doğru olduğunu iddia edenlerin bu konuda ileri sürdükleri gerekçe şudur: "Biz günahkâr insanlarız. Bizim dışımızda Allah'a yakınlık sağlamış, O'nun yanında hatırı sayılan kimseler vardır. Bizler dünya hayatında bir büyüğün yanına işimizi yaptırmaya giderken nasıl ki onu tanıyan, onun da sevdiği kişilerle gittiğimizde işimizin gerçekleşme şansı daha yüksekse, aynı şekilde Allah'tan herhangi bir talepte bulunurken de tek başına gitmektense O'nun sevdiği kullarıyla gitmek daha iyi olur. Ayrıca, meselâ, bir cumhurbaşkanıyla görüşmek istediğimizde nasıl onunla direkt görüşemiyor ve önce sekreteri, yardımcısı gibi kimseleri geçerek ona ulaşıyorsak, kâinatın yöneticisi olan Allah ile de direkt görüşmek olmaz. Mutlaka arada Ona yakın olan, Onun sevdiği birilerinin olması gerekir. Biz tek başına müracaat edemeyiz."



Bir defa Cenâb-ı Allah'ı, herhangi bir varlıkla kıyaslamak yanlıştır. O'nun eşi ve benzeri yoktur. Dünyadaki devlet başkanlarının sekreteri ve yardımcısı olduğu halde Allah'ın yardımcısı ve sekreteri yoktur, O tektir. Yine dünyada halk ile devlet başkanı arasındaki ilişkilerde resmiyet geçerli olduğu halde, insanlar ile Allah arasında resmiyet yoktur. Bir insan, aynı anda çok sayıda, meselâ milyonlarca kişinin derdini dinleyemez. Onun için sıra ve randevu ile onları kabul edip çok uzun zaman içinde ancak onlarla görüşebilir. Hatta onların tümüne de sıra gelmeyebilir. Görüştüklerinin taleplerini dinleyebilse de çözüm getirmeye gücü yetmez. Allah için böyle bir acziyet sözkonusu olamaz. Sonra, insanların kendilerinin günahkâr olduğunu, dolayısıyla tek başına Allah'ın huzuruna gidemeyeceklerini söyleyerek mutlaka tevessüle gerek duymaları sadece duygusal bir zandır, bir felsefedir. Hâlbuki Cenâb-ı Allah günahkârların günahlarını itiraf edip tevbe etmelerinden çok hoşlanıyor. Rasûl-i Ekrem, şöyle buyuruyor: "Kulun tevbe etmesi ile Allah'ın hoşnutluğu ıssız bir çölde devesini kaybedip sonra onu bulan sizden birinizin sevincinden daha fazladır." [109]



Dinde sadece iyi niyet duyguları yeterli değildir. İyi niyetle birlikte yapılan işin şeklinin de dinin ölçülerine uyması gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz "Ben çok günahkârım. Allah'ın yanına bu halimle tek başıma gidemem..." gibi duygular görünürde Allah karşısında tevâzu ve zilleti ifade ediyor. Evet bu duygular zâhirde ve kuru mantıkla insana güzel gelebilir. Ama bu duygulardan hareketle sanki Allah'ın huzuruna çok günahkâr olanlar tek başına gidemezmiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Allah, Kitabının hiçbir yerinde "çok günahkâr iseniz tek başınıza değil; sevdiğim kişilerle beraber tevbe ve duâ edin" demiyor. Rasûlullah’tan da, bu konuda bize herhangi bir şey ulaşmamıştır. Görüldüğü gibi, sadece zanlarımızla hareket ediyoruz. Hâlbuki din, zanlar üzerine değil; nasslar üzerine kurulur.



Biz, Allah'a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah'a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah'a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak suretiyle Allah'a yakın olabiliriz. Âlimler, müttakîler, kendilerine tâbi olanlara Allah'ın râzı olacağı yolu ve yaşamı gösterirler. Onlar da gösterilen bu hayatı amele dönüştürürse kendileri de Allah'a yakın olurlar. Yoksa mücerred onların yanında bulunmakla bu gerçekleşmez. Kaldı ki, Peygamber dışında hiçbir kimsenin Allah’a yakın olduğunu, O’nun dostu/velîsi olup O’nun rızâsını kazandığını kesin olarak bilemeyiz. Bu, sadece bir tahminden ibârettir, bir zandır. “Zan da hakikatten bir şey taşımaz.”[110] Şüphesiz Allah'a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah'ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah'a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: "Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam."[111] Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.



Kısacası, Kur'an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah'a yalvararak yapmamız gereken duâlardır.



Duânın İstismar Edilmesi



Daha önce de söylenildiği gibi, duâ kulun kendisini sürekli Allah'a muhtaç hissedip, Allah'ın huzurunda zillet ve yoksulluk duyguları içinde elini açıp O'nunla diyaloga geçmesi ve O'na ihtiyaçlarını arz etmesidir. Rasûlüllah'ın bir rahatsızlık duyduğu zaman, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini yatmadan önce okuduğu, ellerine üfledikten sonra vücudunu baştan ayağına kadar meshettiği ve bunu üç defa tekrar ettiği rivâyet edilmektedir.[112] Yine, Hz. Âişe (r.a.) "Rasûlüllah, ehlinden biri hastalandığı zaman Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs sûrelerini) okur, üflerdi. Ben de O hastalandığı zaman Ona aynısını yaptım." diyor. [113]



Hiçbir rivâyette Peygamberimiz'in, duâ cümlelerinin herhangi bir şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye ettiğini görmemekteyiz. Ancak, ne zaman başladığını bilmemekle birlikte Rasûlullah'tan yıllar sonra, duâların herhangi bir cisme yazılarak muska şeklinde vücudun herhangi bir yerinde (genellikle boyunda) taşıma uygulamasının başladığını biliyoruz. Bu mesele, âlimler arasında tartışmalı olup, böyle bir uygulamaya câiz diyen birtakım âlimler olmakla birlikte, cevaz vermeyen âlimlerin delilleri daha kuvvetlidir. Kadı Ebûbekir, Tirmizî şerhinde şöyle diyor: "Kur'an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması Rasûlullah'tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan, hasta kimseye okunmasıdır, boyuna asılması değil." [114]



Sünnet olmayan ve bazı âlimlerin de cevaz vermediği âyet ve duâların (veya belirsiz işaretlerin) yazılıp muska şeklinde taşıma uygulaması, daha sonraki dönemlerde birtakım kötü niyetli insanların istismarına yol açmış ve bu insanlar tarafından kazanç yolu haline getirilmiştir.



Hayatlarını hevâları istikametinde sürdürürken Allah'a pek ihtiyaç duymayan, Allah'ın hayatına müdâhale etmesine müsaade etmeyip istediği gibi yaşayan insanlar bile, satılan bu muskaları alıp çeşitli durumlarda bu muskaların veya Allah'ın kendilerini korumasını bekliyorlar. Bilindiği gibi, duâ bir çağrıdır, dâvettir. Bir varlığa ne kadar çok ihtiyaç hissediyorsanız onu o kadar çağırırsınız (duâ edersiniz). Duâ, boyuna asılmakla yapılmaz. Duâ, hissetmektir; duymaktır. Tamamen ruhun bir eylemidir. Duâ olayını maddîleştirmek doğru değildir. Duâyı muskacılık şeklinde uygulamanın bir başka sakıncası da şudur: Muska taşıyan kimseler başlangıçta şifayı Allah'tan beklemiş olsalar bile, zamanla bu duygular, takınılan muskaya yönelerek o cisim kutsallaştırılıyor. Sanki şifanın Allah'tan değil de; o cisimden kaynaklandığına dair duygular oluyor ki, bu çok tehlikeli ve tevhide aykırı hususlar içermektedir. Hatta, bazen insanlar arasında, birbirlerine muska verip de, "al bunu tak; bu çok iyi bir muskadır. Ben çok faydasını gördüm." gibi ifadelerin sarf edildiğini çoğumuz biliriz. Böylece o cisimler kutsallaştırılmaktadır.



Kısacası; biz duâ olayının Kitap ve sünnetin ruhuna uygun bir şekilde asr-ı saâdette Peygamberimiz'in uyguladığı şekilde ve istismar etmeden ve istismarcılara fırsat vermeden icrâ edilmesini tavsiye ediyoruz.



Yusuf el-Karadavî'nin muska konusunda yazdıklarından kısa bir alıntı yapalım: "Tevhid inancı, Allah'ın kâinatta yarattığı sebeplere başvurmayı reddetmez. Ancak, tevhid inancına ters düşen; belâyı defetmek veya belâ gelmeden ondan korunmak maksadıyla Allah'ın câiz görmediği gizli sebeplere sığınmaktır. Meselâ, mavi boncuk takmak veya asmak şirktir. Araplar, câhiliye döneminde cinlerin şerrinden korunmak veya göz değmesini önlemek amacıyla mavi boncuk takarlardı. İslâm, bu inancı ortadan kaldırdı. Ve Allah'tan başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin zarar ve musibetleri kaldıramayacağını onlara tebliğ etti. İmam Ahmed bin Hanbel, şu hadisi nakleder: "Kim temîme (nazar için boncuk) takarsa, Allah, onun işini tamamlamasın. Kim bir ved'at (katır boncuğu) takarsa, Allah onu korumasın." Başka bir rivâyette, "Kim temîme (nazar boncuğu) takarsa müşrik olur."



Temîme takmanın anlamı: Nazar boncuğunun hayır getirip şerri defedeceğine inanarak kalbini ona bağlamaktır. Bunun şirk olmasına gelince, zararı defetmek için Allah'tan başkasına yapılan bir istek vardır. Hâlbuki Allah şöyle buyurur: "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir." [115] Halkın muska çeşitlerine isim verdiği "camia", "hirz", "hicap" ve bunlara benzer şeyler; mavi boncuk kabilinden olup şirke götüren büyük suçlardandır. Güç yetiren her müslümana, bunları kaldırıp atmak vâciptir.



Muska, sadece Allah'ın âyetleri veya yüce isim ve sıfatları ile yazılmışsa, yasaklanan muskalar arasına girer mi, yoksa onlardan istisna edilip takılması câiz mi? Bu konuda selef ihtilâf etmiş, kimi ruhsat vermiş, kimi de men etmiştir. Bizim tercih ettiğimiz görüş ise, ileri süreceğimiz delillerden dolayı, Kur'an âyetleri yazılmış olsa da, bütün muskaların câiz olmadığıdır.





Hiçbir muska câiz değildir. Çünkü;



1- Muskaların her çeşidi yasaklanmıştır. Bu konudaki hadisler, âyetle yazılan muskaları istisna etmemiştir.



2- Sebeplerin önünü kapatmak ilkesi (seddü'z-zerîa): İçinde Kur'an yazılan muskaların takılması câiz görülürse, diğer muskaların takılmasına kapı açılır. Şer kapısı açıldı mı, bir daha kapanması zor olur.



3- İnsanları Kur'an'a önem vermemeye sevk eder. Çünkü böylece insanlar, yazılan âyetleri pis yerlerde, tuvalette, cünüp, hayız ve benzeri durumlarda üzerlerinde bulundururlar.



4- Muskacılıkta Kur'an'la istihzâ etme ve onun amacına ters faâliyet gösterme durumu da vardır. Çünkü Allah, insanları karanlıktan çıkarıp nûra kavuşturmak ve en doğru yola iletmek için Kur'an'ı indirdi. Nazardan koruması, kadınlara ve çocuklara muska veya tılsım olarak asılması için indirmedi.



Üfürükçülük: Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim hadis-i şerifte: "Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir." [116] buyurulmaktadır.



Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes'ud, hanımının boynunda bir ip gördü. Bu nedir?" deyince, hanımı: "sıtma için okunmuş bir iptir." dedi. İbn Mes'ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: "Andolsun ki, Abdullah ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah'tan işittim, buyurdu ki; "Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir." Hanımı dedi ki: "Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahûdiye tedavi için gidip geliyordum. Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes'ud dedi ki: "Bu, şeytanın işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki Rasûlullah'ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah'ın rasûlü şu duâyı okurdu: "Ağrıyı kaldır ey insanların rabbi! Şifa ver, Sen şifa verensin. Şifandan başka şifa yoktur. Hiçbir ağrıyı ihmal edip bırakmayacak şekilde şifa ver." [117]





Duâda Neler İstemeliyiz?



Herkes, ihtiyacına göre Rabbinden dilediğini ister. Fakat, istediğimiz şeyin hayırlı olup olmadığını belirlememiz gerekir. Dünyevî isteklerimizin hayırlı olduğundan emin değilsek; isteklerimizin hayırlısının verilmesini, hayırlıysa verilmesini ifade etmeliyiz. Dünyalık hayırlardan önce ve daha çok, âhiretteki hayır ve güzellikleri istememiz tavsiye edilir. Öncelikle Allah'tan affımızı, mağfireti, iki dünyadaki âfiyeti istemeliyiz. Tavsiye edilecek duâların başında şu da vardır: "Allah'ım, Senin Peygamberin Senden hangi hayırları istediyse; ben de o hayırların tümünü Senden isterim. Yine, Peygamberin Senden hangi şerlerden sığındıysa, ben de o şerlerin tümünden Sana sığınırım. Sen, yegâne duâ edilen ve duâlara icâbet edensin. Güç, kuvvet; sadece, yüce ve ulu Allah'ındır. Başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur." Yine, nasıl duâ edip, neleri istememiz gerektiğini Allah, Kur'an'ında göstermektedir. Rasûlullah (s.a.s.) da güzel duâlarıyla bizim için örnektir. Biz, neyi ve nasıl istememiz gerektiğini de Kur'an ve sünnetten öğrenmeliyiz. Onun için Kur'an ve Sünnetteki bazı duâ örneklerini öğrenmekte fayda vardır. Fâtiha, Kur'an'ın özeti olduğu gibi; Fâtiha sûresindeki duâ da, duâların en kapsamlısı ve güzel bir özetidir. Namazda ve namaz dışında bu duâyı da bolca etmeliyiz: "(Yâ Rabbi,) Bize hidâyet ver, bize doğru yolu göster: Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil." [118]











Kur'ân-ı Kerim'in Dilinden Duâ Örnekleri [119]



“(Allah'ım,) Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz. Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola eriştir. Kendilerini nimete erdirdiğin kimselerin; gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.”[120]



“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.” “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” [121]



"Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, güzellik (hasene) ver. Âhirette de iyilik, güzellik ver. Bizi cehennem azâbından koru." [122]



"Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et." [123]



“…İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır.” “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”[124]



"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz sen çok bağışlayansın. Rabbimiz, sen mutlaka insanları asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Allah sözünden dönmez." [125]



"Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azâbından koru." [126]



“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti ve dedi ki: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duâyı hakkıyla işitensin.”[127]



"Rabbimiz, indirdiğine inandık. Peygamber’e uyduk. Bizi şâhit olanlarla beraber yaz." [128]



"Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı sâbit tut. Kâfir toplumuna karşı bize yardım eyle." [129]



“Bir kısım insanlar, mü’minlere: "Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!" dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve dediler ki: Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” [130]



“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” “Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.” “Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, "Rabbinize inanın!" diye imana çağıran bir dâvetçiyi (Peygamberi, Kur'an'ı) işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” “Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve Kıyâmet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın!” [131]



“Rasûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.”[132]



"Rabbimiz, Biz kendimize zulmettik/yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka biz ziyana uğrayanlardan oluruz." [133]



“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma!” [134]



"Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak vefat ettir." [135]



“Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler ki: Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!” [136]



"Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetin içine koy. Sen merhametlilerin en merhametlisisin." [137]



“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! (Hz. Mûsâ'nın, kavmini temsilen seçip Allah'ın huzuruna getirdiği kimseler, Allah ile kendi arasındaki konuşmayı işitince, onunla yetinmediler ve: ""Ey Mûsâ, Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız"" dediler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler. Hz. Mûsâ, Allah'a yalvardı da bu âfet kaldırıldı.)” “Bize, bu dünyada da iyilik yaz âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” [138]



"Rabbimiz, bizi zâlimler yanında bir fitne unsuru kılma, onlarla bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi şu kâfirler topluluğundan kurtar." [139]



“(Nuh) dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” [140]



“(Yusuf) dedi ki: Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” [141]



“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velîmsin, sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” [142]



“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke'yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” [143]



"Rabbim, beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duâmı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, anamı, babamı ve mü'minleri bağışla." [144]



“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve şöyle de: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” [145]



“Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” [146]



"Rabbimiz, katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster ve bizi başarılı kıl." [147]



“Hiçbir şey için "Bunu yarın yapacağım" deme.” “Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah'ı an ve de ki: Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir.” [148]



"Rabbim, benim göğsümü aç. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki sözümü anlasınlar." [149]



“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme ve de ki: Rabbim, benim ilmimi artır.” [150]



“Eyyub'a gelince; Hani o Rabbine şöyle niyaz etmişti: Başıma bu dert geldi (Sana sığındım). Sen, merhametlilerin en merhametlisisin." [151]



“Zünnun’a (Yunus’a) gelince; … Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn: Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.”[152]



“Zekeriyyâ'yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (her şey sonunda senindir).” [153]



“(O peygamber) dedi ki: Rabbim! beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!” [154]



“(Rasûlüm!) De ki: Rabbim! Eğer onlara vaad edilen tehdidi (azâbı) mutlaka göstereceksen;” “Rabbim, (bu durumda) beni zâlimler topluluğunun içinde bulundurma.” [155]



“Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!” “Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” [156]



“Zira kullarımdan bir zümre şöyle demişlerdi: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin.” [157]



“(Rasûlüm!) De ki: Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.” [158]



"Rabbimiz, bizden cehennem azâbını uzaklaştır. Doğrusu onun azâbı sürekli ve acıdır. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır." [159]



"Rabbimiz, bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve zürriyetler bahşeyle ve bizi takvâ sahiplerine imam, önder kıl." [160]



“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.” “Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!” “Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl.” [161]



“(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.” [162]



“Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.” [163]



“Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden kurtar.” [164]



“(Süleyman) onun(karıncanın) sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.” [165]



“Mûsâ dedi ki: Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım). Beni bağışla! Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan ancak O'dur.” [166]



“(Mûsâ) Korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ve şöyle dedi: Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar.” [167]



“Bunun üzerine (Mûsâ) onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve şöyle dedi: Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım.” [168]



“(Lût) dedi ki: Rabbim, şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle!” [169]



“Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler (ve derler ki): Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azâbından koru!” “Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!” “Bir de onları, her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.” [170]



“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.” [171]



"Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azab ver. Onları büyük bir lanete uğrat." [172]



“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” [173]



“İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." Şu kadar var ki, İbrahim babasına: "Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez" demişti. (O mü’minler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” “Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi, ancak sensin.” [174]



“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin.” [175]



“Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır.” [176]



"Rabbim, beni, anamı, babamı, mü'min olarak evime gireni, mü'min erkek ve kadınları bağışla. Zâlimlerin de sadece helâkini artır." [177]



“De ki: Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım; Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!” [178]



“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine), İnsanların İlâhına. O sinsi vesvesenin şerrinden, O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a sığınırım!)” [179]



"Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin." [180]





Kur’an’da Peygamberlerin ve Sâlih Kimselerin Duâları



Hz. Âdem ve Eşinin Duâsı: 7/A’râf, 23, 189

Hz. Nûh’un Duâsı: 11/Hûd, 47; 71/Nûh, 26-28

Hz. Eyyûb’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 83

Hz. Yûnus’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 87

Hz. Yusuf’un Duâsı: 12/Yûsuf, 101

Hz. Şuayb’ın Duâsı: 7/A’râf, 89

Hz. Mûsâ’nın Duâsı: 7/A’râf, 126, 151, 155, 156; 10/85-86, 88; 20/Tâhâ, 25-28; 28/Kasas, 16

Hz. Süleyman’ın Duâsı: 27/Neml, 19

Hz. Zekeriyyâ’nın Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 38; 21/Enbiyâ, 89

Hz. Lût’un Duâsı: 26/Şuarâ, 169; 29/Ankebût, 30

Hz. İbrahim’in Duâsı: 14/İbrâhim, 35-41; 26/Şuarâ, 83-89; 37/Sâffât, 100

Hz. İbrâhimve İsmail’in Duâları: 2/Bakara, 127-129; 23/Mü’minûn, 93-94, 97-98, 118

Ashâb-ı Kehf’in Duâsı: 18/Kehf, 10

Havârîlerin ve Hz. İsa’nın Ümmetinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide, 83

Rahmân’ın Kullarının Duâsı: 25/Furkan, 65-66, 74

Allah Yolunda Çarpışanların Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 147

Temiz Akıl Sahiplerinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 191-194

Cennettekilerin Hamd ve Duâları: 7/A’râf, 47; 35/Fâtır, 35; 39/Zümer, 74; 66/Tahrîm, 8

Meleklerin İstiğfâr, Salât ve Duâları: 40Mü’min, 7-9

Kur’an’ın Mü’minlere Tavsiye Ettiği Duâlar: 1/Fâtiha, 5-7; 2/Bakara, 201, 250, 285-286; 3/Âl-i İmrân, 8, 9, 16; 17/İsrâ, 80, 108, 111; 20/Tâhâ, 114; 23/Mü’minûn, 109; 46/Ahkaf, 15; 59/Haşr, 10; 60/Mümtehıne, 4-5; 113/Felak, 1-5; 114/Nâs, 1-6.





Rasûlullah (s.a.s.)'ın Hayatında Duâ



Rasûlullah (s.a.s.) 'ın hayatına baktığımız zaman, duânın onun hayatının her noktasına serpiştirilmiş bir eylem olduğunu görüyoruz. Duâ, onun hayatında âdeta bir hayat tarzına dönüşmüştür. O, yatarken, kalkarken, yemekten sonra, tuvalete girerken ve çıkarken, elbise giyerken ve çıkarırken, bineğe binerken, hasta iken, sıhhatli iken, sefere çıkarken, seferden döndükten sonra, sevinçli ve üzücü olaylar karşısında, namazın içinde, namazdan sonra, bir cenaze esnasında, birinin yeni elbise giydiğini gördüğünde, evden çıkarken, eve girerken, hoşuna giden bir mal gördüğünde, belâya uğrayanları gördüğünde, gök gürültüsü işittiğinde... Bunlar gibi daha hayatın birçok alanında duâ ile iç içe yaşıyordu. Rûhun gıdasının duâ olduğundan O, rûhunu gıdasız bırakmıyordu.



Şimdi Peygamberimiz'in genel olarak yaptığı duâlardan örnekler verelim:



"Allah'ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen bilgiden ve kabul olunmayacak duâdan sana sığınırım." [181]



"Allah'ım! Bize dünyada da bir hayır, âhirette de bir hayır ver. Bizi cehennem azâbından koru." [182]



"Allah'ım, dinimi doğru kıl; o benim işlerimin ismetidir. Dünyamı da doğru kıl; hayatım onda geçmektedir. Âhiretimi de doğru kıl; dönüşüm orayadır. Hayatı benim için her hayırda artma (vesilesi) kıl. Ölümü de her çeşit şerden (kurtularak) rahata kavuşma kıl." [183]



"Allah'ım, yeterince helâlinden vererek beni haramından koru. Lutfunla ver. Başkasına muhtaç etme." [184]



"Allah'ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Keza, kabir azâbından da Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden de Sana sığınırım." [185]



"Ey Rabbim, hatamı, bilmezliğimi, bütün işimdeki israfımı ve Senin, benden daha iyi bildiğin kusurlarımı ört. Ey Allah'ım, hatalarımı, bilerek ve bilmeyerek yaptığım kusurlarımı ve şaka şeklinde olan eksiklerimi ve bende olan bütün kusurları affet. Ey Allah'ım, benim peşin, açık ve gizli yaptığım her şeyi affet. Önce yaptıran ve sonra bıraktıran Sensin. Sen her şeye kadirsin."[186]



"Ey Allah'ım! Ben Senden doğru yolu, takvâyı, iffet ve istiğnâyı (insanlara muhtaç olmamayı) dilerim." [187]



"Ey Allah'ım! Sana teslim oldum. Sana inandım. Sana dayandım. Sana döndüm. Senin kudretinle mücadele ettim. Ey Allah'ım, beni saptırmaman için Senin kuvvet ve şerefine sığınırım. Senden başka ilâh yoktur. Sen, ölmeyen dirisin. Cinlerle insanlar ise hepsi ölüme mahkûmdurlar." [188]



"Ey Rabbim! Bana yardım et; aleyhime yardımda bulunma. Beni muzaffer kıl; başkasını bana muzaffer kılma. Benim için düşmana tuzak kur; aleyhime tuzak kurma. Beni doğruya yönelt ve hidâyeti bana kolaylaştır. Taşkınlık gösterene karşı bana yardım et. Ey Rabbim, beni, Seni çok zikreden, Sana çok şükreden, Senden çok korkan, Sana çok itaat eden, Sana karşı huşû ve tevâzûda bulunan, Sana çok çok dönüp yalvaran kul eyle. Ey Rabbim, tevbemi kabul et. Günahımı yıkayıp temizle. Duâmı kabul et. Hüccetimi sâbit kı. Lisanıma doğruluk, kalbime hidâyet ver. Kalbimin kirini gider." [189]



"Ey Allah'ım, Seninle günahlarımız arasında perde olmak üzere haşyet ihsan et. Cennetine ulaştıracak itaat ve ibâdeti nasip kıl. Dünya musibetlerini bize kolaylaştıracak yakînî iman (kesin inanç) ver. Hayatımız boyunca kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden bizi faydalandır. Öldükten sonra da onların yaptıklarından faydalanmamızı devam ettir. İntikamımızı yalnız bize zulmedenlere karşı kıl. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Dinimizde bizi musibete uğratma. Dünyayı, yönelip de meşgul olduğumuz şeylerin en büyüğü kılma. Bilgimizin de son noktası dünyadan ibâret olmasın. Başımıza da şefkat ve merhametten yoksun kimseleri Musallat etme!" [190]



"Ey Allah'ım! Bana öğrettiğin şeylerden beni faydalandır. Faydalı olacak şeyleri bana öğret ve ilmimi arttır. Her hal üzerine hamd Allah'a mahsustur. Cehennemliklerin hal ve sıfatlarından Allah'a sığınırım." [191]



"Ey kalpleri evirip çeviren Allah'ım! Kalbimi, dininin üzerinde sâbit kıl." [192]



"Allah'ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum." [193]



"Ey Allah'ım, Senden her işte sebât, takvâya azîmet, nimetine şükür, güzel ibâdet, doğru bir lisan ve temiz bir kalp dilerim. Senin bildiğin bütün şeylerden sana sığınırım. Senin bildiğin hayrı diler ve Senin bildiğin günahlardan Sana sığınırım. Muhakkak ki, Sen bütün gizli olanları çok iyi bilensin."



"Ey Allah'ım, bana Seni sevmeyi ve sevgisi Senin nezdinde bana faydalı olacak kimseleri sevmeyi nasib et. Ey Allah'ım, sevdiğim şeylerden bana verdiklerini Senin sevdiğin hususlarda kullanmakta bana kuvvet ver. Ey Allah'ım, sevdiklerimden alıp götürdüğün şeyleri de, Senin sevdiğin hususlarda (faydalı olmak için) bana kuvvet ver." [194]



"Ey Allah'ım, tembellikten, fazla ihtiyarlıktan, günah işlemekten, borçlanmaktan, kabir imtihanından ve azâbından, ateşin fitnesinden ve azâbından Sana sığınırım. Yine, zenginlik fitnesinin şerrinden ve mesih deccal fitnesinden sana sığınırım." [195]



"Ey Allah'ım, hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Beyaz elbisenin kirini temizlediğin gibi kalbimi hatalardan temizle. Doğuyu Batıdan uzaklaştırdığın kadar beni de hatalardan uzak kıl." [196]



"Ey Allah'ım, işlediğim ve işlemediğim amellerimin şerrinden Sana sığınırım." [197]



"Ey Allah'ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve menîmin şerrinden Sana sığınırım. [198]



"Ey Allah'ım, fakirlikten, (hayır ve tâat) azlığından ve zilletten Sana sığınırım. Birine zulmetmekten ve zulme uğramaktan da Sana sığınırım." [199]



"Ey Allah'ım, şikaktan (hakka karşı koymaktan), nifaktan ve kötü ahlâktan Sana sığınırım. Ey Allah'ım, Sana açlıktan sığınırım; Çünkü o, insandan ayrılmayan çok kötü bir şeydir. Hıyanetten de Sana sığınırım; Zira o, görünmeyen kötü ve gizli bir günahtır." [200]



"Ey Allah'ım, rahmetini niyaz ederim. Bir an bile beni nefsimle baş başa bırakma. (Din ve dünyaya ait) bütün işlerimi ıslah et. Senden başka bir ilâh yoktur." [201]



"Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim. Günahları da ancak Sen mağfiret edersin. İlâhî katından bir mağfiretle beni affeyle. Şüphesiz ki Sen çok mağfiret edici ve pek merhametlisin." [202]



"Allah'ım! Gücümün zayıflığını, tâkatimin ağırlığını, insanlar arasında horlanmamı Sana şikâyet ederim. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin. Sen mustaz'afların Rabbisin. Sen, benim Rabbimsin. Beni kime havâle ediyorsun? Uzakta olup bana hücum edene mi? Yahut işlerimi kendisinin eline verdiğin düşmana mı? Eğer Senin, üzerimde gazâbın yoksa gerisine aldırmam. Yalnız, âfiyetin, benim için daha geniş ve daha elverişlidir. Karanlıkların kendisiyle aydınladığı, dünya ve âhiret işlerinin kendisiyle düzeldiği vechinin nuruna sığınırım. Gazâbının üstüme gelmesinden, öfkenin bana inişinden Sana sığınırım. Rızânı alana kadar eşiğine yüz sürmeye râzıyım. Güç ve kuvvet yalnız Senin elindedir." [203]



















































[1] İstiâne ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.

[2] 40/Mü'min, 60

[3] Bak. 6/En’âm, 102; 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13 vb.

[4] Bak. 95/Tîn, 4

[5] Bak. 30/Rûm, 30

[6] Bak. 7/A'râf, 172-173

[7] Bak. 2/Bakara, 21; 51/Zâriyât, 56

[8] 10/Yûnus, 106

[9] 22/Hac, 73

[10] Duâ Kelimesinin Kökü Olan D-a-v ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 212 Yerde:) 2/Bakara, 23, 61, 68, 69, 70, 171, 186, 186, 186, 221, 221, 260, 282; 3/Âl-i İmrân, 23, 38, 38, 61, 104, 153; 4/Nisâ, 117, 117; 6/En’âm, 40, 41, 41, 56; 6/En’âm, 52, 63, 71, 71, 108; 7/A’râf, 5, 29, 37, 55, 56, 134, 180, 189, 193, 193, 194, 194, 195, 197, 198; 8/Enfâl, 24; 10/Yûnus, 10, 10, 12, 12, 22, 25, 38, 66, 89, 106; 11/Hûd, 13, 62, 101; 12/Yûsuf, 33, 108; 13/Ra’d, 14, 14, 14, 36; 14/İbrâhim, 9, 10, 22, 39, 40, 44; 16/Nahl, 20, 86, 125; 17/İsrâ, 11, 11, 52, 56, 57, 67, 71, 110, 110, 110; 18/Kehf, 14, 28, 52, 57; 19/Meryem, 4, 48, 48, 48, 91; 20/Tâhâ, 108; 21/Enbiyâ, 15, 45, 90; 22/Hacc, 12, 13, 62, 67, 72; 23/Mü’minûn, 73, 117; 24/Nûr, 48, 51, 63, 63; 25/Furkan, 13, 14, 14, 68, 77; 26/Şuarâ, 72, 213; 27/Neml, 62, 80; 28/Kasas, 25, 41, 64, 64, 87, 88; 29/Ankebût, 42, 65; 30/Rûm, 25, 25, 33, 52; 31/Lokman, 21, 30, 32; 32/Secde, 16; 33/Ahzâb, 4, 5, 37, 46, 53; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 6, 13, 14, 14, 28, 40; 36/Yâsin, 57; 37/Sâffât, 125; 38/Sâd, 51; 39/Zümer, 8, 8, 38, 49; 40/Mü’min, 10, 12, 14, 20, 26, 41, 41, 42, 42, 43, 43, 49, 50, 50, 60, 65, 66, 74; 41/Fussılet, 5, 31, 33, 48, 49, 51; 42/Şûrâ, 13, 15; 43/Zuhruf, 49, 86; 44/Duhân, 22, 55; 45/Câsiye, 28; 46/Ahkaf, 4, 5, 5, 31, 32; 47/Muhammed, 35, 38; 48/Fetih, 16; 52/Tûr, 28; 54/Kamer, 6, 6, 8, 10; 57/Hadîd, 8; 61/Saff, 7; 67/Mülk, 27; 68/Kalem, 42, 43; 70/Meâric, 17; 71/Nûh, 5, 6, 7, 8; 72/Cinn, 18, 19, 20; 84/İnşikak, 11; 96/Alak, 17, 18.

[11] 1/Fâtiha, 5

[12] 3/Âl-i İmrân, 126

[13] 9/Tevbe, 116

[14] 4/Nisâ, 45

[15] 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca Bak.8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31, 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107

[16] Tirmizî

[17] 29/Ankebût, 65-66

[18] 30/Rûm, 33-34

[19] 13/Ra'd, 14

[20] 16/Nahl, 20

[21] 7/A'râf, 194

[22] 17/İsrâ, 56-57

[23] Bak.113/Felak ve 114/Nâs sûreleri

[24] Kur’ân-ı Kerim’de Duâ ile İlgili Hükümler:

a- Duâ etmek: A'raf, 55-56, 205-206; Ra'd, 14; Kehf, 28; Secde, 16; Mü'min, 60.

b- Duâda Aşırı Gitmekten Sakınmak: A'raf, 55, 180, 205; Taha, 8.

c- Duânın, Allah'ın Güzel İsimleriyle Yapılması: A'raf, 180; İsra, 11; Taha, 8.

d- Allah, Duâları Kabul Eder: Bakara, 186; Şura, 26.

Bedduâ: İsra, 11.

[25] Tirmizî, hadis no: 3247; Ebû Dâvud, Kitabu'd-Duâ, hadis no: 1479

[26] Tirmizî, Deavât 1

[27] 51/Zâriyât, 56

[28] 29/Ankebût, 69

[29] 2/Bakara, 153

[30] Tirmizî; Rudani, hadis no: 9223

[31] Hasan Eker, Duâ Bilinci, Denge Y. s. 13-15

[32] 25/Furkan, 77

[33] 7/A'râf, 64

[34] 40/Mü'min, 60

[35] 7/A'râf, 55

[36] 2/Bakara, 216; 6/En'âm, 41; 17/İsrâ, 11

[37] 14/İbrâhim, 35-41

[38] 37/Saffât, 100-101

[39] 19/Meryem, 2-6

[40] 10/Yûnus, 88

[41] 38/Sâd, 41

[42] 17/İsrâ, 80; 8/Enfâl, 8, 9

[43] 10/Yûnus, 12

[44] 6/En'âm, 40-41, 63, 64; 10/Yûnus, 12, 21, 22, 23; 17/İsrâ, 67; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32

[45] 10/Yûnus, 22-23

[46] 46/Ahkaf, 5; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 319-320

[47] 96/Alak, 6-7

[48] 28/Kasas, 78

[49] 25/Furkan, 77

[50] 47/Muhammed, 7

[51] Sahih-i Müslim

[52] 15/Hicr, 99

[53] Tirmizî, Deavât, hadis no: 3382

[54] Tirmizî

[55] 10/Yûnus, 12

[56] 41/Fussılet, 51

[57] 39/Zümer, 49

[58] 2/Bakara, 186

[59] 40/Mü'min, 60

[60] Ebû Dâvud, Duâ, hadis no: 1479

[61] Kütüb-i Sitte, 11/506

[62] 7/A'râf, 180

[63] Hasan Eker, a.g.e. s. 17 vd.

[64] Abdullah Aymaz, Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, Çağlayan Y., s. 72

[65] Alexis Carrel, Duâ, Yağmur Y.

[66] Ali Şeriati, Duâ, Birleşik Dağıtım, Ankara Y., s. 61-62

[67] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, Hadis no: 8

[68] 96/Alak, 6-7

[69] 35/Fâtır, 15

[70] Buhârî, Müslim

[71] Bak. 1/Fâtiha, 5-7; 7/A'râf, 155-156; 11/Hûd, 47; 40/Mü'min, 7-9 vb.

[72] Bak. 10/Yûnus, 12; 17/İsrâ, 11, 67; 31/Lokman, 31; 41/Fussilet, 49-51 vb.

[73] Bak. 40/Mü'min, 60

[74] Bak. 7/A'râf, 55-56, 205-206 vb.

[75] Bak. 2/Bakara, 285-286; 3/Âl-i İmran, 8-9, 16, 53, 191-194; 14/İbrâhim, 35-41; 20/Tâhâ, 25-35 vb.

[76] 2/Bakara, 201

[77] Bak. Buhârî. De'avât 55; Müslim, Zikir 23

[78] Bak. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, IX, 537-538

[79] Bak. 2/Bakara, 186 vb.

[80] Bak. 11/Hûd, 45-47, 74-76 vb.

[81] 25/Furkan, 77, 324

[82] Bkz, Tirmizî De'avât 69

[83] 14/İbrâhim, 40-41; Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 321-325

[84] Tirmizî; Tac Terc. 5/687

[85] Ali Şeriati, a.g.e. s. 156

[86] Ali Şeraiti, a.g.e., s. 170

[87] Hasan Eker, a.g.e., s. 48 vd.



[88] Tirmizî, Deavât 66; Ebû Dâvud, Salât 358; Nesâi, Sehv 48

[89] İ. Canan, Kütüb-i Sitte, 17/504

[90] Ebû Dâvud, Salât, 358

[91] Müslim, Salât 26

[92] Müslim, Cihad 39

[93] Buhârî, Müslim

[94] Tirmizî; K. Sitte, İ. Canan, 3/531

[95] Bak. 2/Bakara, 186; 31/Lokman, 19; 7/A'râf, 55; 17/İsrâ, 110; 7/A'râf, 205

[96] 51/Zâriyat, 18

[97] Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce

[98] Buhâri, Müslim, Tirmizî

[99] Tirmizî, Cennet 2

[100] 9/Tevbe, 113; Ayrıca Bak. 19/Meryem, 47 ve 9/Tevbe, 114

[101] Buhârî, Müslim

[102] İbn Kesir Terc. 3/718



[103] İbn Hişam, Sîre II/29-30; Mustafa İslâmoğlu, Akit, 7. 2. 2000

[104] 5/Maide, 35

[105] Bak. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y., III/1669

[106] Bu konudaki hadisler için, Bak. S. Buhâri, Tecrid, III/287 ve s. 228

[107] 5/Mâide, 27

[108] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 2/Bakara, 186. âyetin tefsiri

[109] Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 53

[110] 53/Necm, 28

[111] Buhâri, Müslim, Tirmizî

[112] Hak Dini Kur'an Dili, 9/6351

[113] Buhâri; Müslim; -Tac Terc. 3/742-

[114] A. Rızâ Karabulut, Ruhlar Âlemi, s. 103

[115] 6/En'âm, 17

[116] Ebû Dâvud, İbn Mâce

[117] Yusuf El-Karadavî, Tevhid'in Hakikati, Saff Y., s. 70-75

[118] 1/Fâtiha, 6-7).

[119] Kur’ân-ı Kerim’den Bazı Duâ Örnekleri:

a- Hidayet İçin Duâ: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.

b- Hayırlı Nesil İçin Duâ: Bakara, 128-129; Al-i İmran, 38-41; A'raf, 189; İbrahim, 40; Furkan, 74; Ahkaf, 15.

c- Tevbenin Kabulü İçin Duâ: Bakara, 128, 199, 285-286.

d- Günahların Affı İçin Duâ: Al-i İmran, 16-17, 193; İbrahim, 41; Furkan, 65.

e- Allah'ın, Azaptan Koruması İçin Duâ: Bakara, 201; Al-i İm. 16, 191-192; Furkan, 65.

f- Kıyamet Gününde Selâmet İçin Duâ: Al-i İmran, 194; Şuara, 87-89

g- Yıldırım Çarpmasına Karşı Duâ: Ra'd, 13.

h- Salihlerle Dostluk İçin Duâ: Şuara, 83; Neml, 19.

i- Allah'tan Hayır İstemek: Şuara, 84.

j- Allah'tan Cennet Nimeti İstemek: Şuara, 85; Hadid, 21.

k- Allah'ın Salih Amel Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19; ahkaf, 15.

l- Sahabenin Binek ve Yol Duâsı: Zuhruf, 13-14.

m- Allah'ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.

n- Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.

o- Yağmur Duâsında İstiğfar Etmek: Nuh, 10-12.

p- Meleklerin Mü'minler İçin Duâsı: Mü'min, 7-9; Şura, 5.

q- Nuh a.s.'ın Mü(minler İçin Duâsı: Nuh, 28.

r- Peygamberimiz'e Salevat Getirmek: Ahzab, 56.

s- Tebliğde Etkili Söz İçin Musa a.s.'ın Duâsı: Taha, 24-28.

t- Allah'tan İlim İstemek: Taha, 114

u- Gücün Dışında Birşeyle Veya Unutmaktan Dolayı Allah'ın Sorumlu Tutmaması İçin Duâ: Bakara, 286.

v- Allah'ın Rahmetini İstemek: Bakara, 218, 286; Al-i İmran, 8, 159; A'raf, 23, 149, 151;

Yunus, 86; İsra, 24, 28, 57; Kehf, 10; Enbiya, 83; Mü'minun, 109, 118; Neml, 19; Zümer, 9; Mü'min,7

y-Kâfirlere Karşı, Allah'ın Yardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü'min, 56; Mümtehıne, 5.

[120] 1/Fâtiha, 5-7

[121] 2/Bakara, 127-128

[122] 2/Bakara, 201

[123] 2/Bakara, 250

[124] 2/Bakara, 285-286

[125] 3/Âl-i İmrân, 8-9

[126] 3/Âl-i İmrân, 16

[127] 3/Âl-i İmrân, 38

[128] 3/Âl-i İmrân, 53

[129] 3/Âl-i İmrân, 147

[130] 3/Âl-i İmrân, 173

[131] 3/Âl-i İmrân, 191-194

[132] 5/Mâide, 83

[133] 7/A'râf, 23

[134] 7/A’râf, 47

[135] 7/A'râf, 126

[136] 7/A’râf, 149

[137] 7/A'râf, 151

[138] 7/A’râf, 155-156

[139] 10/Yûnus, 85-86

[140] 11/Hûd, 47

[141] 12/Yusuf, 33

[142] 12/Yusuf, 101

[143] 14/İbrâhim, 35

[144] 14/İbrahim, 40-41

[145] 17/İsrâ, 24

[146] 17/İsrâ, 80

[147] 18/Kehf, 10

[148] 18/Kehf, 24

[149] 20/Tâhâ, 25-28

[150] 20/Tâhâ, 114

[151] 21/Enbiyâ, 83

[152] 21/Enbiyâ, 87

[153] 21/Enbiyâ, 89

[154] 23/Mü’minûn, 39

[155] 23/Mü’minûn, 93-94

[156] 23/Mü’minûn, 97-98

[157] 23/Mü’minûn, 109

[158] 23/Mü’minûn, 118

[159] 25/Furkan, 65-66

[160] 25/Furkan, 74

[161] 26/Şuarâ, 83-85

[162] 26/Şuarâ, 87

[163] 26/Şuarâ, 118

[164] 26/Şuarâ, 169

[165] 27/Neml, 19

[166] 28/Kasas, 16

[167] 28/Kasas, 21

[168] 28/Kasas, 24

[169] 29/Ankebût, 30

[170] 40/Mü’min, 7-9

[171] 46/Ahkaf, 15

[172] 33/Ahzâb, 67-68

[173] 59/Haşr, 10

[174] 60/Mümtehıne, 4-5

[175] 66/Tahrîm, 8

[176] 66/Tahrîm, 28

[177] 71/Nûh, 28

[178] 113/Felak, 1-5

[179] 114/Nâs, 1-6

[180] 2/Bakara, 127

[181] Tirmizî, Nesâi

[182] Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud

[183] Müslim

[184] Tirmizî

[185] Buhâri, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud

[186] Buhâri, Müslim

[187] Müslim, Tirmizî

[188] Müslim

[189] Tirmizî, Ebû Dâvud

[190] Tirmizî

[191] Tirmizî

[192] Tirmizî

[193] Tirmizî

[194] Tirmizî

[195] Buhâri, Müslim

[196] Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud

[197] Müslim, Ebû Dâvud

[198] Tirmizî, Nesâi, Ebû Dâvud

[199] Ebû Dâvud, Nesâi

[200] Ebû Dâvud, Nesâi

[201] Ebû Dâvud

[202] Buhâri, Müslim

[203] Rasûlullah'ın Tâif'ten taşlanarak dönerken yaptığı duâ; İbn Hişam, Sîre II/29-30


Tefsir Notları, Ders 9

Fâtiha Sûresi, Âyet 6

06. 05. 07







إهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

Dosdoğru yola : الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Bize hidâyet ver, bizi ulaştır إهْدِنَا :



"Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola ulaştır.” (1/Fâtiha, 6)



إهْدِنَا Bize hidâyet ver, yol göster, bizi ulaştır:

Hidâyet, doğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidâyet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir. Hidâyet, lütuf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ'nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeye irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidâyette istenen, hayra ulaştırmaktır. Meselâ, hırsıza yol göstermeye hidâyet denmez. Hidâyeti buldurmaya "ihtidâ" veya "hüdâ" denmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidâyet veren, hidâyete erdirendir.



الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Sırât-ı müstakîme, dosdoğru yola:

Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırât'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât'tır. Sırât, lügatte cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. "Es-sırât": "Allah'ın yolu" demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.



Hidâyet:

Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidâyet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevk eder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidâyete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidâyetin zıddı dalâlettir. Dalâlet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalâlet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. "İhdinâ" kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: "bize hidâyet et" ifadesidir. Merhum Elmalılı'nın açıklamasına göre: "İhdinâ" kelimesini "göster" diye tercüme etsek, götürmek kalır. "Götür" deyince, letâfet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle "bize hidâyet et" ifadesidir. Yani hidâyet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.



Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatça tayin edip bulan kimse bir değildir. Bu bakımdan hidâyetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık anlamına gelen "dalâlet" kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek mânâ ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin edici kılavuz nedir? Elbette ki Allah'ın hidâyeti (yol göstermesi)dir. "De ki: Hidâyet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah'ın hidâyetidir."[1] Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidâyete iletirdi." [2]



Hidâyet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı mânâda hidâyeti ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidâyetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidâyete ermiş insanların okuduğu Fâtiha sûresi 5. âyetindeki "ihdinâ" kelimesine, bazı müfessirler; "bize verdiğin hidâyette sebatımızı nasib et" anlamı vermişlerdir.



Kur’an’da Hidâyet

Hidâyet, Kur'an'ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalâletle birlikte Kur'an'da en çok zikredilen kelimelerdendir. Hidâyet kelimesinin kökü olan “Hdy” kelimesi ve türevleri Kur'an'da 317 yerde geçer.[3] Hidâyetin zıddı olan dalâlet kelimesinin kökü “d-l-l” ve türevleri ise toplam 188 yerde kullanılır. Hâdî, hidâyet eden, hidâyet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur'an'a göre mutlak Hâdî, Allah'tır. Mutlak Hâdî olan Allah'ın insanlara olan hidâyetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:



1- Hidâyetin bütün mahlûkata şâmil olması. Bu, Allah'ın onlara akıl, zekâ ve zarûri bazı bilgiler ihsan etmesidir. 20/Tâhâ, 50 ve 87/A'lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidâyetten bahsedilir.



2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidâyet. "Onları, buyruğumuz ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık."[4] âyetinde olduğu gibi.



3- Bu hidâyeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidâyeti, onları bu hidâyete muvaffak kılması. "Hidâyeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidâyetlerini artırır."[5] "Allah, iman edenlere hidâyet etti."[6] âyetlerinde olduğu gibi.



4- Âhirette cennete hidâyet edip iletmesi. "Hamd Allah'a olsun ki, bizi buna hidâyet etti."[7] âyetinde olduğu gibi.



İnsan, bir başkasını, bu dört hidâyet çeşidinden sadece dâvet ve yolu tanıtmak sûretiyle hidâyete sevkedebilir. Hz. Peygamber'e hitaben: "Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidâyet edersin."[8] "Her millet için hidâyet eden (yani, dâvet eden) vardır."[9] gibi âyetlerde kasdolunan hidâyet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidâyet çeşitlerine ise: "Sen istediğini hidâyete erdiremezsin"[10] (Hitap özellikle Hz. Peygamber'edir) gibi âyetler işaret eder. Allah'ın; zâlimler, kâfirler, fâsıklar hakkında menettiğini bildirdiği her âyette, üçüncü nevi, yani "hidâyeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidâyeti" söz konusudur. Cennete koymak ve âhirette mükâfat vermekten ibâret olan dördüncü kısma giren hidâyet ise şu gibi âyetlerdedir: "İman ettikten, Peygamber'in hak olduğuna şehâdet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğa, Allah nasıl hidâyet eder?" [11] "Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez."[12] "Onların hidâyetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğine hidâyet eder." [13]



Hâdî, câhiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur'an, sâlih amelle hidâyet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-sâlih amel üçlüsünün neticesinde hidâyete ulaşılmaktadır.[14] Başka bir ifadeyle hidâyet, tevbe-iman-sâlih amelin doğal neticesidir. Hidâyete ermenin, iman ve sâlih amellerle olacağını şu âyette de görmekteyiz: "İman edenler ve sâlih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rableri onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir."[15] Başka bir âyette de hidâyet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı görülmekte olup şöyle buyrulmaktadır: "Onları hidâyete erdirir, doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir."[16] Âyette doğru yola eriştirilen ve durumları düzeltilenler, sûrenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve sâlih amel işleyenlerdir. [17]





Hidâyet, Yön Bulmak; İman, Yönü Bulduran Kuvvet

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur'an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur'an'da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.



Hidâyetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeye elverişlidir. Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidâyeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O'dur. Kullarından istediğine hidâyet; istediğine dalâlet verir. Allah'tan başka insanları hidâyet ve bahtiyarlığa eriştirecek yahut dalâlet ve hüsrâna düşürecek hakiki bir fâil yoktur. Allah'ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın saptırdığını kimse doğru yola getiremez.



Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ'nın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul irâdesini, yeteneklerini dalâlete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle "belâ isteyen belâsını; Mevlâ isteyen Mevlâ'sını bulur." Nitekim, insanlarda hidâyet ve iman asıldır. Dalâlet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz'î iradenin sû-i isti'mâlinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhâlefettir. Hastalıktır.[18] Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür.[19] Küfür ve dalâlet, zarara asla uğramayacak bir ticareti/kazancı[20] istememek ve müflis tüccar olmaktır. "Onlar hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de hidâyete erememiş, doğru yola girememişlerdir." [21]



Kaalû Belâ denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu mâcerayı hatırlayamıyoruz, ama onu Allah, kitabında bildirmiş, bu sûretle kat'i olarak mâlum olmuştur. Hatırlayamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda bile, nice mühim ve hayatî olayları unutup duruyoruz. İşte ezelî iman, Allah'ın bir hidâyeti ve bu mâceranın tatlı bir hâtırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlâk sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince her ruh için cismânî ve rûhânî kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülâhaza ettiği her hâdisede bir hikmet dersi göstererek ezelî iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını arttırması, hep Allah Teâlâ'nın kat kat hidâyetleridir ki, kul, hidâyet istedikçe ve hidâyete uydukça Allah'ın hidâyeti de daima artar durur. "...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." [22]





Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam

Fâtiha sûresinde “ihdinâ" (bize hidâyet et)”[23] diye duâ ediliyor. Dalâlette bulunanların hidâyet istemesi, hidâyetin meydana gelmesini istemek; hidâyette bulunanların hidâyet istemesi de sebat ve hidâyet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidâyet üzere sâbit kıl, hidâyetten ayırma demektir. Şu âyette buna benzer duâ ifadesi vardır: "Ey Rabbimiz, bizi hidâyete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma."[24] Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hak'tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir ama, müslümanca ölmek çok daha önemlidir. "Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün"[25] Biz, her an hidâyette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah'ın yardımına muhtacız. Zaten sûredeki tüm cümleler istimrârı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O'na; ibâdetler, tâatler, ve duâlar da kesintisiz O'nadır.



Hidâyet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye tâliptir. Zarardan kurtulmak için, mü'minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidâyet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duâmızla biz, Rabbimiz'den hidâyetimizin artırılmasını da istiyoruz. [26]



Bu âyetten hemen önce "Ancak Senden yardım isteriz." denilmişti. İşte, bu duânın nasıl yapılacağını göstermek için duâya başlanıyor: "Hidâyet eyle bizi doğru yola..." Bu talep ve duâ, istiânenin öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Duâ ve isteğe ne sûretle başlayacağımızı, Allah'tan ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek için böyle duâ etmemiz telkin edilmiş oluyor.



"İhdinâ" (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidâyet edilmesi, hangi yola Allah'ın bizi iletmesini istediğimiz de "es-sırâta'l-müstakîm" ifadelerinde açıklanmış oldu: "Dosdoğru yola. Öyle yol ki..."



“Niçin "bana hidâyet et" değil de; "bize hidâyet et" diye çoğul edatı kullanıldı?” denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Duâ, daha genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. “Müslümanlar arasında duâsı kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duâsını kabul edince, diğerlerinin duâsını geri çevirmez” denilmiştir. Peygamber Efendimiz, "Allah'a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle duâ edin." buyurdu. Sahâbe: "Yâ Rasûlallah, hangimizin öyle dili vardır?" deyince de, O: "Birbirinize duâ edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile, o da senin lisanınla Allah'a isyan etmemiştir." buyurmuştur. Kul, sanki şöyle der: "Senin Rasûlünün ‘cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azabtır.’[27] buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek "el-hamdü lillâh" dedim. İbâdeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibâdetini dile getirerek "iyyâke na'büdü (ancak Sana ibâdet ederiz)" dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek, "ve iyyâke nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)" dedim. Şüphesiz hidâyeti istediğimde, onu herkes için isteyerek "ihdinâ (bize hidâyet ver)" dedim." Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü vâris kılıp, onları da yeryüzünde halifeler kılmıştır. [28]



"İhdinâ" derken, hidâyetin yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasûlüne: "Sen sevdiklerine hidâyet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidâyet verir."[29] buyurarak, hidâyeti Rasûlünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidâyete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. "Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme yol göstermektesin."[30] Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.





Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait

Biz kimseye hidâyet veremeyiz. Ama İslâm nûruna dâvet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah'a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidâyet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidâyete ermiş gibi görünür, ama gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidâyet bir gönül işidir. Gönle de yalnız onu Yaratan hâkim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin hidâyetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama, yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihyâ ederse (hidâyetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur."[31] Kur'ân-ı Kerim'de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken[32] öldürülenin mü'min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medenî zannedilen Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için "gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" diyoruz. [33]



"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra hidâyet edendir."[34] "Ne zaman Benden bir "hüdâ" gelir de, kim Benim "hüdâ"ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir."[35] Yeryüzündeki hayatında insanın önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah'a giden yol, diğeri ise, Allah'ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak "hüdâ"sını göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı "hediye"dir. Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah'ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.





Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir

İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah'ın yoluna girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da elçilerinin çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab'ın âyetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara vaad eder, içlerine kuruntular eker. "Elbette Senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım' dedi; 'onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.' (İblis) Onlara vaad eder, ümit verir."[36] İşte, şeytanın vaadine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar 'ölmüş' insanlardır. Bunlar, fâsıktırlar, fâcirdirler... Elçilerin getirdiklerine inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar. Onların bu durumuna, Kur'ân-ı Kerim'de "çok uzak bir dalâl" denir.



İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece vaad eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, hevâlarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek için birtakım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım "bilgi"ler, eğlenceler, şarkılar, sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme, eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah'la ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah'ın yolundan sapmış, tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlara dönüşür. [37]



Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu arayan insanlar dalâl içinde olmalarına rağmen, elçilerin okuduğu âyetlerle, kalplerindeki kirleri gidermeye girişirler, tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde arınmaya koyularak hüdâya tabi olmak isteyenlerin bu çabasına "ihtidâ" denilir. (İhtidâ etmediği halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar da denilen bu dönmeler -avdetîler- 2. Meşrûtiyet döneminde ve T.C.’de etkin faâliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı'nın ve müslümanların başını çok ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur idi. Hâlâ Hâriciye'de ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.) İhtidânın başlangıcı elçilere ve Allah'tan getirdiklerine inanmak ve okudukları âyetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. "Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir."[38] "Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtidâ etmişlerdir."[39] Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip uzak bir dalâl içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalâlete sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, "keşke" derler, Allah'a itaat etseydik, Rasûl'e itaat etseydik! Rabbimiz, doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu saptırdılar." [40]



Kalplerini arıtanlar; Allah'a yapışır, Rasûllerin öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeye, hayatlarını sürdürmeye çalışırlarsa, Allah da onların hidâyetini artırır, onları sırât-ı müstakîmde sâbitleştirir. "Allah, İhtidâ edenlerin hidâyetlerini artırdı ve onlara takvâlarını verdi."[41] İhtidâlarında sâbit olup, imanlarından dönmeyenler ve sâlih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidâyete erer. Kalp hidâyete erince, insan bütünüyle hüdâya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidâyet bulmuş demektir. "Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidâyete erdirir."[42] Allah'ın hidâyete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvâlarına kapılıp dalâlete düşebilirler. Dalâlet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasten olsun. Sırât-ı müstakîmde olmamak veya sırât-ı müstakîmi bilmemek de dalâlettir.



Kur'an, hidâyetin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın hidâyet vermediğine kimsenin hidâyet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidâyet üzere olacağını söylemektedir.[43] Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidâyete yönelmesi, Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. "De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtidâ eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalâlet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim."[44] "Allah kimi saptırırsa, artık onu hidâyete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz." [45]



Hidâyet, öncelikle Allah'tandır ve tek hidâyet edici O'dur. Fakat Rasûller Allah'ın hidâyetiyle hidâyet edici, yani insanları Allah'ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidâyet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidâyet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidâyete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde yürüterek onları dalâlete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihai belirleyici O'dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblisin vaadlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidâyete götüren imamlar olarak Rasûller göndermesi, temelde yine Allah'ın hidâyet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidâyete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidâyete ermeğe çabalayan insanları hidâyete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:



"Onları (elçileri) emrimizle hidâyete götüren imamlar kıldık." [46]

"Muhakkak sen, sırât-ı müstakîme ihtidâ ettirirsin."[47] Buna karşılık;

"Muhakkak sen, sevdiğine hidâyet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidâyet eder." [48]

"Sen, görmüyorlarsa, körlere hidâyet mi vereceksin?" [49]

"Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar." [50]



Dalâlet, "an" harf-i cerriyle kullanıldığında "yitmek, yok olup gitmek" anlamlarına gelir. Kâfirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfürleri, iftiraları, hepsi âhirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece onların hiçbir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiçbir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah'a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir: "Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti." [51]



Kur'an'ı başından başlayarak okuyan kimsenin, Yüce Allah'tan ilk isteği hidâyettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidâyeti isteyene "işte Kur'an!"[52] denilmektedir. Dosdoğru yol, hidâyet Kur'an yoludur.





Hidâyette Kulun Rolü

Kur'an'ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış açısıyla kaderci bir anlayışa kapılır ve hidâyetin, kişinin hiçbir etkisi olmadan, tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler. Kuşkusuz Allah'a inanan her mü'min Allah'ın iradesinin her türlü iradenin üstünde olduğuna; Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel bulunamayacağına kesin olarak inanır. İnsan da diğer yaratıklar da Allah'a muhtaçtırlar. Yaratıkların, kendilerinden kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de, yararlandığı şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidâyeti de veren O'dur. Ancak, hidâyeti dileyen bir kimseye Allah engel olur ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidâyeti bulmak istemeyeni Allah zorla hidâyete sürükler mi? Daha açık bir ifade ile, Yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezâlandırmak için başka şeylere yönelir mi?



Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mü'min, durup dururken Allah'ın, kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O'nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır. "Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zâlim değildir."[53] “Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullara asla zulmetmez.” [54]



Aslında Allah, hidâyeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir canlıya kendisine özgü bir tarzda vermiştir. "O, her şeyi ölçüyle yapıp, yol göstermiştir."[55] Böylece her canlının kendine has yolda ilerlemesiyle, kâinatın sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana gelince, o diğer canlılardan daha farklı bir konumdadır. Çünkü Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş ve onu irâde hürriyeti içerisinde imtihan etmek istemiştir: "Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?" [56]



Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru yolu çeşitli sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine karşı -ki bu, insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.- Allah sürekli elçiler göndererek kendi doğru yolunu, yönünü insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise elçilerle gelen bu yol pusulasına karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda, ya da yanlış/eğri yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü sisteminin Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine bu dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı Kıyâmet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları bu konuda serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer varlıklarla farkı kalmazdı. "Bize düşen, yalnızca yol göstermektir." [57]





Hidâyet Türleri

İnsanda üç çeşit hidâyet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidâyeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidâyeti onları düzeltir. Üçüncü hidâyet ise, muhakeme, yani akıl hidâyetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, bu hidâyete sahip olmasıdır. Acaba akıl hidâyeti yanıldığında hangi hidâyet insana kılavuzluk eder? Akıl da yanılabilir. Çünkü akıl, insana kılavuzluk ederken ilk iki hidâyetin topladıkları malzemeyi kullanır. Bu sebeple eksik malzeme her zaman için sözkonusu olabilir ve akıl hidâyeti yanılabilir. Ayrıca insan; sevgi, kin ve nefret gibi duyulara da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler. İşte bu sırada, yanılmaz ve mutlak doğru olan hidâyet gündeme gelir ki o da "vahiy"dir. Fâtiha sûresinde, kulun Allah'tan istediği hidâyet, işte budur. [58]



Kur'an'ın bizden istediği, peygamberlerin kişiliğinde örnekleşen hidâyeti izlememizdir. Peygamberler ve onların tebliğatı hidâyettir.[59] Peygamberlerde örnekleşen hidâyeti elde etmenin bir niyet ve gayret ürünü olduğu da Kur'an tarafından beyan ediliyor. [60]





Cihad ve Tebliğ; Başkasının Hidâyeti İçin Çalışmak

Hidâyeti bulup o yolda yürüyen insanın, başkalarına bu hidâyeti ulaştırmak istememesi, elinde bulunan imkân ve fırsatları değerlendirmemesi, bir insanlık suçudur, büyük bir cinâyettir. Komşumuzun evi yanarken, yangını söndürme gücümüz olduğu halde seyirci kalmak ne ise; hatta ondan da daha kötüdür, cehenneme aday inanç ve yaşayışlara tepkisiz ve pasif bir seyirci kalmak. Hidâyete dâvet etmediğimiz yakınlarımız ve ilişkide olduğumuz insanlar, yarın yakamıza yapışıp bizden dâvâcı olabilirler endişesi ile, başkalarına mesajı ulaştırmaya çalışmak zorundayız. [61]



İslâm'ın hidâyet yolunu gizleyip açıklamayanlar, Kur'an'da şöyle uyarılır: "İndirdiğimiz delilleri ve hidâyeti, biz insanlara Kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder. Hem de bütün lânet edebilenler lânetler. Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet edenim." [62]





Hidâyet İçin Gerekli Şartlar, Hidâyete Lâyık Olmak

Kimlerin doğru yolu bulduğu, kimlerin de yolu kaybedip şaşıranlar olduğu sorusu, bizim için önemli olmalıdır. Cevabını âyetlerden bulalım: "Allah, insanların bir bölümünü doğru yoluna eriştirdi. Fakat bir kısmı da şaşırmışlığı/sapkınlığı hak etti. Çünkü bunlar, saptırıcıları Allah'tan başka veli edinmişler ve kendilerini doğru yolu bulmuş sanmışlardı."[63] Bu âyette dikkati çeken nazik bir nokta var; o da, insanların bulundukları yolun doğru ya da eğriliği hakkında yanılabilecekleridir. Bu konuda yegâne ölçünün Allah tarafından belirlendiği, dolayısıyla ancak Allah'a; yani O'nun indirdiklerine uymakla bu problemi çözebilecekleri gerçeğidir. Buna da, tahmin etmekle değil; görüp duyduklarını, bildiklerini tahkik ederek, doğruyu, güzeli arayıp tâbi olmakla ulaşılabileceğini Rabbimiz bildiriyor: "Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar, işte onlar Allah'ın kendisine yol gösterdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir."[64] Bir de bunun karşıtına bakalım: "Onlar sadece zanna ve nefislerinin arzusuna, canlarının istediğine uyarlar; oysa, andolsun ki onlara Rablerinden hidâyet edici, yol gösterici gelmiştir."[65] "Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bir ilim üzerine (bilgisi olduğu halde) Allah'ın dalâlette, şaşkınlıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Artık onu Allah'tan başka kim yola getirebilir? Siz, yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?" [66]



Buna karşılık, Allah'ın hidâyet verdiği kimseler de şunlardır: "Allah, kendi rızâsını gözetenleri onunla (Kur'an'la) kurtuluş yollarına ulaştırır. Onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve yol gösterir."[67] "Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve âhirete de tam olarak iman eden mü'minlere yol gösterici kılavuz ve müjdedir."[68] "İman edenleri ve sâlih amel işleyenleri, imanlarına karşılık Rableri doğru yola eriştirir."[69] "Güven, iman edip imanlarına zulüm katmayanlarındır. İşte onlar, hidâyete eren, doğru yolu bulanlardır."[70] Dikkat edilecek olursa, Allah'ın hidâyeti insana içten bir güç olarak verilmesine karşılık ilk adım insan tarafından atılmalıdır. Bu tercihe göre Allah, insanı fert ve toplum olarak denemekte, sonuçta ona yol göstermekte, ya da şaşkınlık içinde bırakmaktadır. Burada hidâyet üzerinde ve sapıklık içinde; daha doğrusu hidâyete lâyık olup olmama hakkındaki bilgilerimizi özetleyecek olursak, sapıklık nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:



Allah'ın bazı kimselere hidâyeti nasip etmemesinin sebeplerinin başında zulüm gelir. Kur'an, birçok âyetinde "Allah zâlimlere hidâyet nasip etmez." diyor.[71] Saptırıcıları veli/dost edindiği halde, kendini doğru yolda sanmak;[72] hevâ ve hevesine uymak, zevklerine göre yaşamak;[73] Allah'ı zikirden, anmak, hatırlamak ve düşünmekten yüzçevirmek;[74] dünya hayatından başka bir beklentisi olmamak;[75] babalarını, atalarını üzerinde bulduğu dini ve din anlayışını körü körüne sürdürmek;[76] zâlimlerden ve nankörlerden olmak;[77] iman edip peygamberlerin hak olduğuna şâhit olduktan ve kendilerine belgeler geldikten sonra inkâr etmek.[78] Hidâyetin önündeki engellerden biri de nankörlüktür. [79]



Fısk (fâsıklık, yani bozuk, rezil yaşayış) da hidâyete erişmeyi engeller.[80] Kur'an, yalancılık ve israfın da hidâyete ulaşmayı engellediğini beyan ediyor.[81] Şeytana tâbi olmak,[82] Peygamber’in yolundan ayrılıp başka yollara uymak,[83] Allah'tan korkup çekineceğine başka varlıklardan korkup çekinmek,[84] bütün bunlar hidâyetin engellerindendir.



Bunlara mukabil hidâyete ermek için gerekli şartlar da şunlardır: Sözü dinleyip en güzeline, en doğrusuna uymak,[85] Allah'ın rızâsını gözetmek,[86] Allah'tan gelenleri bir ücret istemeden insanlara duyurmak,[87] işlediği hata ve günahlardan dönmek, tevbe etmek,[88] Kur'an okumak, Allah'ın âyetlerine uymak,[89] iman edip imanına zulüm katmamak,[90] sâlih amel işlemek, namaz kılmak, zekât vermek,[91] hidâyete yönelmiş olmak,[92] Allah'tan başkasından korkmamak,[93] yalnızca Allah'a teslim olmak,[94] düşünmek, ibret almak. [95]





Dünyaya geldikten sonra kendi güzel arzularıyla ezelî imanlarında sâbit kalabilmek ve onu kuvvetlendirip nûrunu arttırmak bir kul için dünyada, âhirette verilen nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisidir. Çünkü iman her hayrın köküdür. İman olan kalpte her hayır bulunur. Dünya ve âhiretin mutluluğu da ancak imanla meydana gelir. Bu kimseler, hakkı tanır, hakka saygı gösterir. Hak söze boyun eğer. Haksızlığa ve zulme tahammül etmez. Elinde kuvvet de olsa, teşvik de görse hakkı çiğnemez. Hak ile yaşar, hak ile ölür. Hak'tan geldiği gibi, şaşmadan, sapmadan yine Hakk'a gider. İşte Allah'a karşı sözlerinin eri olan hakperest yiğitler bunlardır.



Bir kısım insanlar da dünyaya gözlerini açar açmaz etrafında azgınları görür. Çevresini Allah ile ilgisi olmayanlar bürür. Onların Allah'a karşı küfran ve isyan hareketlerine bu da alışır. Kendi kötü arzusuyla fıtrî imanını terk ediverir. Kazanmak için geldiği dünyada sermayesini de kaybeder. Hak yolundan sapar. Hayatı, dünya yaşayışından ibâret zanneder. Bütün kuvvetiyle dünyaya tapar, derken bir gün cehennemi boylar. İşte Hak'tan dönen, dalâlet yolunu tutan, Allah'a vermiş olduğu sözünden cayan, nefsine uyan azgınların sonu da budur.



Bilinmelidir ki, dünyada insanları iyiliğe çağıran hidâyet mürşitleri bulunduğu gibi, kötülükleri süsleyerek iyiliktir diye yutturmaya çalışan şeytanlar da vardır. Aramızda şeytan tabiatlı nice insanlar vardır ki, insanı yoldan çıkarabilirler. Buna karşı melek tabiatlı insanlar da vardır. Bunlar da insanın yolunu Allah'a ve rızâsına çevirirler. Bunlarla tanışıp beraber olabilmek Allah'ın büyük lütfu ve hidâyetidir. [96]



"Taşlara, göz takmayan Allah, katı kalplerde de hidâyeti yaratmıyor." "Hidâyet, kalp gözünün açılmasıdır."





Hidâyet Konusunda Sünettullah (Allah'ın Değişmeyen Kanunu)

"Sen onların dinlerine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. ‘Asıl doğru yol (hüdâ), Allah'ın yoludur’ de."[97] Yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i (s.a.s.) kendisiyle gönderdiği yol (İslâm) evrensel, sağlam ve dosdoğru olan dindir. Yol demeye elverişli gerçek yol (hidâyet) de odur. Onun ötesinde gerçek doğru yol (hüdâ) yoktur. "Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" [98] Uyulması gereken hak yol, İslâm'dır. Ondan ötesi, terk edilmesi ve varsa sökülüp atılması gereken yoldur. Kim ondan ötesine tutunursa zarar eder. Allah o kimseyi terk ettiği gibi, yardımını da ondan çeker ve o kişi zâlimlerden olur. "...Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur." [99] "Sana gelen ilimlerden sonra onların keyiflerine uyarsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun."[100] Rasûlullah'a "ilim" diye gelen, Allah'ın yolu ve İslâmî emirlerden "şeriat" kıldıklarıdır. Farz-ı muhal, yahûdi ve hıristiyanların heveslerine uysan, o takdirde zâlimlerden olursun. Hitap Rasûlullah'a, maksat ümmetinedir. Bu âyette, bâtıllarında ısrarcı olan hevâ ve heveslerine tâbi olan bâtıl ehline korkutma ve tehdit vardır. Mü'minler bilmeliler ki, sağlıklı bir gerekçeyle de olsa, insanların hevâlarına uymak, insanları bâtıl tehlikelere düşüren ve Hak yolu terk ettiren büyük bir zulümdür.



"Kimler Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."[101] Bu âyetin tefsirinde İbn Kesir şöyle der: "Yani kendisiyle kitapların indirildiği, peygamberlerin gönderildiği şeye yönelenlere, âhiret hallerinden karşılaşacaklarında korku; dünya işlerinden kaçırdıklarına da üzüntü yoktur." Allah'ın hidâyetiyle yol bulanlar, ne gelecekten korkarlar, ne de kaçırdıklarına üzülürler. Çünkü hidâyete tâbi olmak, onlara hayırları kazanma yollarını kolaylaştırır, dünya ve âhiret saâdetini vaad eder. İstikameti bu olana, her karşılaşacağı ve her rastladığı yahut kaybettiği kolaylaşır. Çünkü o bilir ki Allah, onun takipçisidir.



"...Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, sapmaz ve sıkıntıya düşmez. Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim, sıkıntılı bir hayat vardır."[102] Hidâyetine/Kur'an’a tâbi olanlar hakkında Allah'ın âdeti, dünyada rahat bir yaşantıyla (bereketli, bol bir geçim) faydalandırmasıdır. "Erkek veya kadın, mü'min olarak kim sâlih/iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel, hoş bir hayatla yaşatırız. Ve mükâfatlarını elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz."[103] Allah'ın hidâyetine uyanın durumu, sâlih amel işlemekle beraber mü'minliktir. Yoksa Allah'ın hidâyetine tâbi olmuş sayılmaz. Onun yaşadığı "tertemiz, güzel hayat" ise, herhangi bir sıkıntının olmadığı bir hayattır. Çünkü bu, İbn Kesir'in de tefsirinde dediği gibi, hangi yönden olursa olsun, bütün rahatlık şekillerini kapsar. Kaldı ki, sıkıntı, Kur'an'a uyan kimsenin kendisiyle faydalandığı temiz yaşantıya aykırıdır. Öyle ise, "sapma"nın giderilmesi gibi, "sıkıntı" da ondan bu dünyada giderilmiştir. Zira, Allah'ın hidâyetine uyan kimse, O'nun rızâsını gözetir. Allah'ın kendisi için taksimine de, azımsamadan kanaat eder. Çünkü o Allah'ın kendisine bahşettiği din nimeti sâyesinde bahtiyardır, mutludur, rahat ve geniş bir yaşantı içindedir. Allah'ın, onu İslâm'la nimetlendirmesinden sonra, onun, dünyaya ve dünyanın geçici metâına/faydasına değil de, Allah'ın yanında olana yönelmesi, eline geçince terk etmeksizin ve kaybedince üzülmeksizin bu hususta hırslı olmaması, kesinlikle onun rahat bir yaşantı ve temiz bir hayat içinde olması demektir.



Allah'ın hidâyetinden yüz çevirenler hakkındaki âdetullah geçim sıkıntısıdır, sıkıntılı bir hayattır. "Ama kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır."[104] Allah'ın zikrinden maksat, O'nun Kur'an'ı ve dini İslâm'dır. Yüz çevirmekten maksat ise Kur'an ve İslâm'ı terk etmek, ona uymamak ve hidâyeti başkasından ummaktır. Allah'ın hidâyetinden yüz çeviren için, dünyada geçim sıkıntısı vardır. Çünkü âyette geçen "dank" kelimesi darlık ve şiddet demektir. Bu da dünyaya ve dünya metâının artmasına şiddetli arzu ve ihtiras, azalmasından korku şeklindedir. Öyle ki, iç huzuru, gönül ferahlığı diye bir şey yoktur. Aksine, hidâyetten, doğru yoldan saptığı için, görünüşte nimet içinde olsa da, dilediğini yiyip dilediğini giyse ve dilediği yerde otursa da göğsü dar ve sıkıntılıdır. Çünkü Allah'ın hidâyeti, kalbini imar etmedikçe saâdeti de rahat bir geçimi de fark edemez. Bu, dünyadaki durum.



Âhiretteki duruma gelince, cezâ konusundaki sünnetullah, Allah'ın âyetlerine ve hidâyetine gözlerini yumduğu için kıyâmet günü kör olarak haşredilecektir. "Kim Beni zikirden, hatırlayıp anmaktan yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat, dar bir geçim vardır. Kıyâmet günü, onu kör olarak haşrederiz."[105] Allah'ın hidâyetinden, âyetlerinden gözünü yuman, onu unutmuş ve terk etmiş demektir. Dünyada Allah'ın âyetlerini görmezlikten geldiği gibi, yaptığına uygun olarak âhirette körlük hali içinde terk edilecektir. Çünkü cezâ, yapılanın cinsinden olur.



Hidâyetinden (Kur'an’dan) yüz çevirene, Allah, şeytanı kendisinden ayrılmayan, kötü amelini süsleyen, hak yolundan alıkoyan ve ona doğru yolda, hidâyet üzere olduğunu telkin eden arkadaş kılar. "Kim Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı saldırırız; artık o, onun arkadaşı olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar." [106]



"O cennet ehlinin kalplerinde olan haset ve kini çıkarırız. Oturdukları yerlerin altlarından ırmaklar akar. Şöyle derler: 'Allah'a hamd olsun ki, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık."[107] Görülüyor ki, hidâyete, doğru yola gitmek için, Allah'ın bize müdâhale etmesi gerekiyor. "Hidâyeti, duâ ve niyazla Allah'tan isteyin. Çünkü hidâyet edici O'dur."[108] İbrahim (a.s.): "Rabbim bana hidâyet etmemiş olsaydı, muhakkak sapıklar topluluğundan olacaktım."[109] der.



Peygamberimiz'in getirdiği Kur'an'ın bizzat kendisi hidâyet olduğu içindir ki, onun tebliğcisi de rehber oluyor. "Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola hidâyet eder, rehberlik eder."[110] Peygamberimiz de rehberlik görevinin kendisine Allah tarafından verildiğini ifade etmiştir: "Allah, beni, âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderdi." "Allah'ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı suyu kabul eder de çayır ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da kurak olur. Suyu tutar da Allah onunla halkı faydalandırır. Ondan içerler, sulanırlar, ekin ekerler. Bu yağmur, başka bir çeşit toprağa da isâbet eder ki, düz ve kaypaktır. Ne suyu tutar, ne de çayır bitirir. Allah'ın dinini anlayıp da, Allah'ın benimle gönderdiğinden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseye karşı başını kaldırmayan ve Allah'ın benimle gönderdiği hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir." [111]



"Vallahi, senin hidâyetinle (hidâyete vesile olmanla) bir tek kişiye hidâyet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır." [112]



Sahâbeler, Peygamberimiz'e müracaat ederek: "Ey Allah'ın Rasûlü, Tâiflilerin okları bizi yaralayıp parçaladı. Aleyhlerine Allah'a bir bedduâda bulunuverseniz!" dediler. Rasûlullah (s.a.s.): "Allah'ım Tâiflilere hidâyet ver!"[113] buyurdular.





Arayıp yönelmek bizden; yolu gösterip istikametimizde yardım Rabbimizdendir. "Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah, şüphesiz iyi davrananlarla beraberdir."[114] "İhdinâ's-sırata'l müstakim: Bizi dosdoğru yola ilet" [115]



Allah Teâlâ, irâde-i cüz'iyyesini hidâyete, hak yola dönmek için kullanan ve iyi hal gösteren kullarına hidâyeti, aydınlık yolu gösterir. Bir kimse, hidâyeti Yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, sâlih amel işlemelidir.

















[1] 6/En'âm, 71

[2] 16/Nahl, 9

[3] A- Hidâyet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

a- Hidâyet, Allah'tan korkanlar içindir: Bakara, 150.

b- Hidâyeti Allah Verir: Bakara, 213, 272; A'raf, 30, 43; Nahl, 9; Sebe', 50; Müddessir, 55-56; İnsan, 29-30; Tekvir, 29.

c- Allah, Kafirlere ve Münafıklara Hidâyet Vermez: Bakara,264; Zümer,3; Münafıkun,6

d- Allah'ın Muradı Hidâyettir: Nisa, 26; Yunus, 25; Hadid, 9.

e- Allah, Dilediğine Hidâyet Verir: En'am, 39; Yunus, 25; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Hacc, 16; Nur, 35, 46; Kasas, 56; Fatır, 8, 22; Şura, 13; İnsan, 30.

f- Allah, Hidâyet Ettiği Kimsenin Göğsünü İslâm İle Açar: En'am, 125; A'raf, 179.

g- Allah Dileseydi Bütün İnsanlar İman Ederdi: Yunus, 99-100; Ra'd, 31, Nahl, 9; Secde, 13.

h- Allah'ın Hidâyet Ettiği Kimseyi Saptıracak Yoktur: Zümer, 37.

i- İnsana Doğru Yol Gösterilmiştir: İnsan, 3; A'la, 3; Leyl, 12-14.

j- İnsana Hayır ve Şer Diye İki Yol Gösterilmiştir: Beled, 10; Şems, 8.

k- Hidâyette Olanlar: Bakara, 5; Necm, 30, 32.

l- Hidâyete Ulaşmanın Yolu: Bakara, 186.

m- Hidâyeti Kabul Edenler, Kendileri İçin Eder: Yunus, 108; İsra, 15; Meryem, 76; Neml, 92; Zümer, 41.

n- Allah'ın Hidâyet Verdiği Kimseler Doğru Yoldadır: İsra, 97; Kehf, 17.

o- Allah'ın Hidâyetine Tabi Olanlar: Taha, 123; Kasas, 85; Muhammed, 17; Müddessir, 55; İnsan, 29; Tekvir, 27-28.

p- Hidâyet Yolu, Allah Yoludur: Şura, 53.

q- Hidâyet İçin Dua: Fâtiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.

B- Dalâlet (Sapıklık) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:

a- Allah Dilediğini Saptırır: En'am, 39; Ra'd, 27; İbrahim, 4; Nahl, 93; Fatır, 8.

b- Allah'ın Saptırdığı Kimseyi Hiç Kimse Doğru Yola Getiremez: Nisa, 88, 143; Maide, 41, Ra'd, 33; Nahl, 37; İsra, 97; Kehf, 17; Hacc, 18; Nur, 40; Rum, 29; Zümer, 19, 23, 36; Casiye, 23; Zariyat, 9.

c- Allah, Dalâlette (Sapıklıkta) Bırakmak İstediği Kimsenin Göğsünü Yukarı Çıkıyormuş Gibi Daraltır: En'am, 125.

d- Dalâlette Olanları Allah Bilir: Necm, 30.

e- Peygamberin ve Mü'minlerin Yolundan Ayrılanlar: Nisa, 115; Kasas, 85.

f- Şeytanı Dost Edinenleri, Allah Dalâlette Bırakır: A'raf, 30.

g- Allah'ın Saptırdığı Kimseler, En Büyük Zararda Olanlardır: A'raf, 178, 186.

h- Dalâleti (Sapıklığı) Seçen, Kendi Aleyhine Seçmiştir: Yunus, 108; İsra, 15; Neml, 92; Sebe', 50; Zümer, 41.

i- Dalâletten Korunmak İçin Dua: Fâtiha, 5-7.



[4] 21/Enbiyâ, 73

[5] 47/Muhammed, 17

[6] 2/Bakara, 213

[7] 7/A'râf, 43

[8] 42/Şûrâ, 52

[9] 13/Ra'd, 7

[10] 28/Kasas, 56

[11] 3/Al-i İmran, 86

[12] 2/Bakara, 258

[13] 2/Bakara, 272; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 199-200

[14] 20/Tâhâ, 82

[15] 10/Yûnus, 9

[16] 47/Muhammed, 5

[17] Ömer Dumlu, Kur'ân-ı Kerim’de Salâh Meselesi, D.İ.B. Y., s. 63-64

[18] 2/Bakara, 10

[19] 2/Bakara, 18

[20] 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11

[21] 2/Bakara, 16

[22] 49/Hucurât, 7; Ali Osman Tatlısu, Esmâü’l Hüsnâ Şerhi, Yağmur Y., s. 247-248

[23] 1/Fâtiha, 6

[24] 3/Al-i İmran, 8

[25] 2/Bakara, 132

[26] Bak. 35/Fâtır, 32

[27] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/278

[28] 35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105

[29] 28/Kasas, 56

[30] 42/Şûrâ, 52

[31] 5/Mâide, 32

[32] 5/Mâide, 32

[33] M. Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 75-76

[34] 20/Tâhâ, 50

[35] 2/Bakara, 38

[36] 4/Nisâ, 118-120

[37] Bak. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18

[38] 2/Bakara, 137

[39] 3/Âl-i İmran, 20

[40] 33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bak. 7/A'raf, 38-39

[41] 47/Muhammed, 17

[42] 64/Teğâbün, 11

[43] Örnek olarak bak. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...

[44] 10/Yûnus, 108

[45] 13/Ra'd, 33

[46] 21/Enbiyâ, 73

[47] 42/Şûrâ, 52

[48] 28/Kasas, 56

[49] 10/Yûnus, 43

[50] 6/En'âm, 116

[51] 6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30; A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 141-142

[52] 2/Bakara, 2

[53] 41/Fussılet, 46

[54] 3/Âl-i İmran, 82

[55] 87/A'lâ, 3

[56] 90/Beled, 10

[57] 92/Leyl, 2; Kur'an Okulu 2, Hanif Y. s. 92

[58] Sait Şimşek, Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Beyan Y., s. 56 vd.

[59] 21/Enbiyâ, 73; 17/İsrâ, 9; 2/Bakara, 185; 3/Âl-i İmran, 41, 138; 5/Mâide, 44, 46; 6/En'âm, 91, 154; 7/A'râf, 154; 10/Yûnus, 57...

[60] 29/Ankebût, 69

[61] bak. 33/Ahzâb, 67

[62] 2/Bakara, 159-160

[63] 7/A'râf, 30

[64] 39/Zümer, 18

[65] 53/Necm, 23

[66] 45/Câsiye, 23

[67] 5/Mâide, 16

[68] 27/Neml, 2

[69] 10/Yûnus, 9

[70] 6/En'âm, 82

[71] Bak. 3/Âl-i İmran, 86; 5/Mâide 51; 6/En'âm, 144; 9/Tevbe, 19, 109; 28/Kasas, 50; 46/Ahkaf, 10; 61/Saff, 7; 62/Cum'a, 5

[72] 7/A'râf, 30

[73] 45/Câsiye, 23

[74] 59/Haşr, 19

[75] 2/Bakara, 200

[76] 2/Bakara, 170

[77] 3/Âl-i İmran, 86

[78] 3/Âl-i İmran, 86

[79] Bak. 5/Mâide, 67; 9/Tevbe, 37; 16/Nahl, 107; 39/Zümer, 3

[80] bak. 5/Mâide, 108; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 6

[81] bk. 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 28

[82] 22/Hacc, 4

[83] 4/Nisâ, 115

[84] 2/Bakara, 150

[85] 39/Zümer, 18

[86] 92/Leyl, 19-20

[87] 36/Yâsin, 21

[88] 20/Tâhâ, 82; 122

[89] 2/Bakara, 150; 4/Nisâ, 174-175

[90] 6/En'âm, 82

[91] 27/Neml, 2

[92] 47/Muhammed, 17; 42/Şûrâ, 13

[93] 2/Bakara, 150

[94] 3/Âl-i İmran, 20

[95] 20/Tâhâ, 128; 10/Yûnus, 43-44; 12/Yusuf, 111, 6/En'âm, 140

[96] A. Osman Tatlısu, a.g.e. s. 250

[97] 2/Bakara, 120

[98] 4/Nisâ, 115

[99] 2/Bakara, 120

[100] 2/Bakara, 145

[101] 2/Bakara, 38

[102] 20/Tâhâ, 123-124

[103] 16/Nahl, 97

[104] 20/Tâhâ, 124

[105] 20/Tâhâ, 124

[106] 43/Zuhruf, 36-37; A. Zeydan, İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), İhtar Y., s. 44 vd.

[107] 7/A'râf, 43

[108] 14/İbrahim, 21

[109] 6/En'âm, 77

[110] 17/İsrâ, 9

[111] Buhârî, Kitabu'l-İlm 20; Müslim, Fedâil 15

[112] Buhâri, Ashâbu'n-Nebî 9; Müslim, Fedâilu'l-Ashâb 34; Ebû Dâvud, İlim 10

[113] Tirmizî, Menâkıb, hadis no: 3937

[114] 29/Ankebut, 69

[115] 1/Fâtiha, 6


Tefsir Notları, Ders 10

Fâtiha Sûresi, Âyet 7

13. 05. 07





صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ



değil: غَيْرِ kendilerine : عَلَيْهِم nimet verdiklerinin : أَنْعَمْتَ الَّذِين Yoluna : صِرَاطَ

ve sapanlarınkine : وَلَاالضَّالِّينَ gazaba uğrayanların : الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ





“Bize sırât-ı müstakîmi/dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 6-7)



صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulundukların yoluna, Kur’an’ın diğer bir âyetinde belirtildiği gibi; peygamberlerin, sıddîkların, şehidler ve sâlihlerin yoluna (bizi ulaştır). Kendilerine nimet verilen kimseler hakkında şöyle buyrulur:



وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطاً مُّسْتَقِيما وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقاً



"Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah'ın büyük lütfudur." [1]



غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْوَلاَ الضَّالِّينَ : Gazaba uğrayanların ve dalâlette olan/sapanların yoluna değil. Nimet kelimesi ve bunun kökü olan “n a m” kökü, değişik kullanımlarla Kur’an’da toplam 144 yerde geçer. Mağdûb kelimesi ise Kur’an’da sadece Fâtiha sûresinde geçer. Ama bu kelimenin kökü olan “ğ d b” değişik kullanımlarla toplam 24 yerde zikredilir. Dalâlet kelimesinin kökü “d l l” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 188 yerde geçer.



الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Sırât-ı müstakîm/Dosdoğru yol

Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen[2] bu tamlama, yol anlamındaki sırât'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât'tır. Sırât, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir (Sırât kelimesi, değişik kullanımlarla Kur’an’da toplam 45 defa zikredilir). "Es-sırât": "Allah'ın yolu" demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.





İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm

İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münasebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.



Evet, ama doğruluk nedir? Herkes doğruluktan yana ise, niçin “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demişiz? Demişiz, çünkü müslüman millet olarak bir zamanlar, doğru söylemekle doğruyu yapmak arasındaki farkın idrâkinde imişiz. Bu sebepten de; “sadece ben doğru söylerim!” iddiasıyla “selâmün aleyküm kör kadı!” diyen kimse gibi, sözü doğru olsa da davranışı kaba ve çirkin olan münasebetsiz doğruculardan hoşlanmamışız.



İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet”i; Arapçadaki kökü “kavm” veya “kıyâm” ve aynı kökten türemiş olan “kaaim” ile birlikte mütâlaa etmeliyiz. “Kavm”, “kıyâm”: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kaaim”: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet” ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek mânâlarına gelir.



İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği mânâları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:



1- Dilimizde kısaca “doğruluk” diye bilinen “istikamet” kelimesinin lügat mânâlarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?



2- “İstikamet” kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak mânâları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.



3- “İstikamet”e esas olan mânâlardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?



4- “İstikamet”in en güçlü mânâsı; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.



5- Sözlüklerde “istikamet” tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak” mânâsının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır” fehvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.



6- Türkçe’de “istikamet”; doğrultu, yön mânâsına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “istikamet, karşı tepeler!” veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “...Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin...”[3] buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.



İslâm’da istikametten gâye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gâyesi; gönül Kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!...”[4] İlâhî hitabına muhâtap olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı”[5] buyurmuşlar. Zira emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifâdesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah'a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen, İlâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine âit kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.





Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak” mânâsından hareketle “müstakîm”e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol” mânâsını vermek mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek için Allah’ın gökten uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak[6] istikamet için, sırât-ı müstakîm için temel şarttır.



Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir”[7] buyurulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:



Birincisi; bizleri, nefsimiz dâhil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak sûretiyle şükretmektir. [8]



İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz”[9] diyecek seviyede bir teslimiyettir.



Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme; nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!”[10] niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.



Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”[11] Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak târif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: "Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır." [12]





Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm

Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen Sırât-ı müstakîm'in Kur'an'daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sırâtu's seviyy: Düz yol[13] b- Sevâu's-sırât: Yolun doğrusu[14] c- Sebîlu'r- Reşâd: Murada erdiren yol. [15]



Sırât-ı Müstakîm'in Kur'ân-ı Kerim'deki zıddı (karşıtı): Sırât-ı cahıym: Cehennem yolu'dur.[16] Kur'ân-ı Kerim'de ayrıca ve açıkça bir sırât-ı Cennet'ten söz edilmediğine göre, sırât-ı müstakîm "Cennet yolu" anlamını da taşıyor demektir.





Sırât-ı Müstakîm’in Kur'ân-ı Kerim'deki tanımlarını görelim:

a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: "Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna..."[17] Kendilerine Allah'ın nimet verdikleri ise bir başka âyette meâlen şöyle açıklanmaktadır: "Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır." [18]



b- Allah'ın yolu (sırâtullah): "...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın yoluna." [19]



c- İslâm dini: "Sen onları doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun. Ama âhirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslâm)dan sapıyorlar." [20]



d- Allah'a kulluk: "Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur (sırât-ı müstakîm) diye bildirmedim mi?" [21]



e- Sünnetullah: "Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbinin sırât-ı müstakîmi, dosdoğru yolu budur." [22]



f- Hz. İbrahim'in dini (Haniflik): "De ki; Rabbim, beni sırât-ı müstakîme (doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine." [23]



g- Adâlet: "...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adâlete) götür."[24] "Gerçekten Rabbin, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).” [25]



Tefsirlere baktığımızda "es-sırâtu'l-müstakîm"den maksadın ne olduğu hakkında şu rivâyetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şeriatı, Peygamberimiz'in ve ashâbının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırât köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mûtedil (dengeli, orta) yol. Âyette söz konusu edilen doğru yol (sırât-ı müstakîm), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola dâvet etmişlerdir. Bu nedenle söz konusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isâbet etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları, bununla Kur'an'ın, bazıları da İslâm'ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslâm da, Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında herhangi bir çelişki ve ihtilâf söz konusu değildir.



Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen "sırât", İslâm terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama, sırattan geçmektir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırât-ı müstakîm tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve âhiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan da keskince' bir yoldur. Allah elinden tutmazsa insan, her an bu yoldan kayıp bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol dâvetçileri vardır. "Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın." [26]



İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakîm) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, "Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat"[27] diye duâ etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah'a duâ etmek gerekir: "Rabbimiz, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla."[28] diye yalvarmak gerekir. "Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sâbit kıl!"[29] diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında "sırât-ı müstakîm" üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, âhirette de cehennemin üzerindeki "sırât"tan geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: "Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları cehennemin yolu (sırâtı)na." [30]



Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha'nın bu âyetinde kul, Allah'tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast edildiğine gelince:



Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete çıkan bir yoldan ibârettir. "Sizden her birinize bir şeriat ve bir yol belirledik"[31] "De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrâhim'in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi."[32] Bu ve diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, "yol"dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, "Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!" anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı müstakîm; İslâm, Kur'an ve Rasûlullah'ın yolu ve bunların dayanağı Allah'ın bildirdiği vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah'tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur'ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi[33] oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbi Allah'a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O'dur. "De ki: Yol gösterme ancak Allah'ın yol göstermesidir."[34] "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur' de!"[35] "Yolu doğrultmak Allah'a aittir." [36]



Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur'an'da bildirilip gösterilmiştir: "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?"[37] "Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık."[38] "Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür." [39]



İbn Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: "Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Her biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır' buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: "Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor." [40]





Nimet Verilenler

Fâtiha sûresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp sadece sırât-ı müstakîm olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: "Nimet verilenler." Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırât-ı müstakîme mensup olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir âyetttir. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka âyette şöylece açıklanır:



وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطاً مُّسْتَقِيما وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقاً



"Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah'ın büyük lütfudur."[41] Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu âyette belirtilen insanlık zirvelerinden değil birini, yakın bir şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah'ın yolunu, O'nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük mükâfat ve ne güzel bir nimettir bu!



Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü'minlerin Allah'tan ilk ve en önemli isteği hidâyettir. "Nesteıyn"de ilk hedefimiz Allah'ın yardımı oluyor. Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O'nun doğru yoluna hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.





"Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!"[42] 5. ve 6. âyetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde bildirilmişti. 7. âyetle de olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırât-ı müstakîmden ayırıp ebedî azâba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.



Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahûdiler, sapıtanların ise hıristiyanlar olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda Rasûlullah'tan naklolunan rivâyet vardır: "Yahûdiler, kendilerine gazap edilmişler; hıristiyanlar da sapıklardır."[43] Yahûdi ve hıristiyanların gazaba uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda âyet vardır. Bu âyetlerin her birinde yahûdilerin gazaba uğrama, hıristiyanların da sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.



Gazap

Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.



Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.”[44] O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazab sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir kudsî hadiste Allah şöyle buyurur: “Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).” [45]





Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar

a- Allah'a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazâbına uğrâdilar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” [46]



“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazaba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet edici bir azap vardır.” [47]



“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesna, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.” [48]



b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.” [49]



c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi), [50]

d- İrtidat Edenler, [51]

e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar, [52]

f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler, [53]

g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler, [54]

h- Mü’minleri Öldürenler, [55]

i- Cihaddan Kaçanlar, [56]

k- Yalancı ve İftiracılar, [57]

l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler, [58]

m- Rasûlullah’a Eziyet Edenler. [59]



Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!”[60] Âyette Allah’ın gazab ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.



“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” [61]



Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”[62] buyurulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...







Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri

Yahûdiler; Allah'a karşı nankör olurlar. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, rızıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun'un zulmünden kurtaran... olmasına rağmen, Allah'ı bırakıp, başkalarına yönelir, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih eder, İlâhî hükümleri dikkate almazlar. [63]



Allah'a verdikleri söze sâdık kalmazlar. İlâhî hükümlere göre yaşayıp sadece Allah'a kul olma ve böylelikle yalnızca O'na ibâdet etme sözlerini yerine getirmezler.[64] Allah'a kul olmanın gereklerinden olan iyiliği emredip kötülüğe engel olma görevini terk ederler.[65] Allah'a itaat konusunda hainlik yaparlar. Allah'a itaati terk ederler.[66] Dost olunması yasaklanan kâfirlerle dostluk kurarlar.[67] İmandan yüz çevirirler.[68] Peygamber’e âsi olup başka rehberler edinirler.[69] Puta taparlar.[70] Peygamberleri yalanlarlar veya öldürürler.[71] Allah'ın emirlerine karşı kayıtsız kalıp İlâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını ararlar.[72] Fâiz yerler.[73] Fesat çıkarırlar.[74] Allah'ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaparlar: Yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı... korumazlar. [75]



Dünyayı asıl kabul ederek âhireti dikkate almazlar. Sadece maddeyi ölçü alarak âhireti hesaba katmadıkları için de sorumsuz bir hayat tarzını benimserler.[76] İnsanların mallarını haksız şekilde gasbederler, ticarî dalaverelerle ve diğer bazı usullerle halkı sömürürler.[77] Dinlerine karşı lâkayt davranır, dinin ciddiyetini dikkate almazlar.[78] Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulunurlar.[79] Bütün olumsuz özelliklerine rağmen; kendilerini Allah'ın seçkin kulları olarak niteler, cennetlik olduklarına inanırlar.[80] Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri isterler.[81] Bazı meleklere düşman olurlar.[82] Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.[83] Allah'a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına uymazlar.[84] Allah'ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem'e iftira atarlar.[85] Kendilerine sırât-ı müstakîmi gösteren kitaplarını tahrif eder, yanlış gidişlerini meşrû gösterecek şeyler yaparlar. [86]



Kur’an’da Yahûdilerin gazab edilme sebebi olarak sayılan bu özellikler hangi toplumda varsa, onlar Allah’ın gazâbını hak ediyorlar demektir.



İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri



1. Allah'a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak (2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60).

2. Maymunlaşmak (2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166).

3. Kör ve sağır kesilmek (5/Mâide, 70-71).

4. Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek (2/Bakara, 93).

5. Yalnız Allah'a güvenip sadece O'ndan korkmamak (10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62).

6. Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak (2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92).

7. Güzel nimetlere nankörlük (2/Bakara, 61).

8. Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak (5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14).

9. Fesat/bozgunculuk (5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7).

10. Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek (5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5).

11. Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek (2/Bakara, 87).

12. "Gözümüzle görmeden inanmayız" demek (2/Bakara, 55).

13. İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek (2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12).

14. Kitab'ı değiştirmek (2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79).

15. Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162).

16. Hakka bâtılı karıştırmak (2/Bakara, 42).

17. Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek (2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91).

18. Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek (7/A'râf, 169).

19. Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek (2/Bakara, 61).

20. Ahireti dünyayla değiştirmek (2/Bakara, 86)

21. İsyankârlık ve aşırı gitmek (2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146).

22. "İşitittik ve isyan ettik" diyecek kadar küstahlaşmak (4/Nisâ, 46).

23. Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek (5/Mâide, 40-42).

24. Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak (5/Mâide, 64)

25. Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek: (28/Kasas, 79).

26. Rüşvet alıp vermek (5/Mâide, 42, 62).

27. Fâiz yemek (3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161).

28. Başkalarının malını haksız yere yemek (3/Âl-i İmran, 161).

29. Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek (3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34).

30. Cimrilik (Kendi malında) (4/Nisâ, 53).

31. Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda) (5/Mâide, 32).

32. Nankörlük (2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93).

33. Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek (2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169).

34. Zâlimlik (2/Bakara, 92).

35. Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması (2/Bakara, 74).

36. Kalbin perdelenmesi, kılıflanması (2/Bakara, 88).

37. Kalbin mühürlenmesi (3/Âl-i İmran, 155).

38. Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek (5/Mâide, 78).

39. Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak (2/Bakara, 44).

40. İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak (5/Mâide, 79).

41. Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak (5/Mâide, 41).

42. Şeytana tâbi olmak (2/Bakara, 102).

43. Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak (4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60).

44. Mü'minleri de saptırmaya çalışmak (4/Nisâ, 44).

45. Mü'minlere inanmamak (2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43).

46. Kendi yanlış dinlerine davet etmek (2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73).

47. Mü'minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek (2/Bakara, 109).

48. Allah'ın nurunu söndürmek istemek (9/Tevbe, 32-33).

49. Mü'minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak (5/Mâide, 80-81).

50. Hâinlik yapmak (5/Mâide, 13, 32).

51. Antlaşmalara uymamak (8/Enfâl, 56, 57).

52. Bir insanın (Hz. İsa'nın) tanrılığını iddia etmek (5/Mâide, 72, 75, 116, 117).

53. Kur'an'ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek (2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91).

54. Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca "inandık" demek (2/Bakara, 76).

55. Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah'tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak (2/Bakara, 79).

56. Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak (3/Âl-i İmran, 75).

57. Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak (2/Bakara, 80).

58. Rasül'e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. "Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin" demek (5/Mâide, 41).

59. Göre göre, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek (Âl-i İmran, 70).

60. Bilginlerini tanrı edinmek (9/Tevbe, 31, 34).

61. Tekrar tekrar dinden dönmek (4/Nisâ, 157).

62. Allah'ın rahmetinden kovulmak (2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157).

63. Lânetlenmek ve Allah'ın gazabına uğramak (5/Mâide, 3, 60)

64. Dostlukları olmaz (2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13).



Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice "müslümanım" diyenlerce aynen uygulanan şu yahudi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:



Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası (5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80)

Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma (2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92).

Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri (5/Mâide, 60)

Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri (2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166).

Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri (5/Mâide, 13, 32, 41).

Sözlerinde durmamaları (2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60).

Sihirle uğraşma (2/Bakara, 102).

Ahlâkî dejenerasyon (3/Âl-i İmran, 188).

Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma (5/Mâide, 64).

Bilginlerini tanrı edinmek (9/Tevbe, 31, 34).

Dini tahrif (2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162).

İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmediçe inanmayacağız" demek (2/Bakara, 55).

Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika (6/En'am, 159).

Gerçeği bile bile inat (3/Âl-i İmran, 70).

Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek (5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5).





Dalâlet

‘Dalâl veya dalâlet’ masdarları sözlükte; kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak anlamlarına gelir. Somut olarak, ‘çölde seyahat ederken yolunu şaşırmak’ mânâsına gelse de asıl anlamı, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, sapmak, ya da azmak demektir. Bu mânâdan hareketle mecazî olarak ‘dalâlet’ akla, duyulara, gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek karşılığında kullanılmaktadır.



Dalâlet, ‘hidâyetin ve rüşd’ün zıddı olup, kasden ya da unutarak doğru yoldan ayrılmak demektir. ‘Dalâlet’in bir başka tanımı şöyle yapılabilir: Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek, ya da arzu edilen sonucu kazandıran her türlü yoldan ve metodlardan ayrılmaktır. ‘Dalâlet’ gerçekte, maddî ve görülen bir yoldan sapma olduğu halde, daha sonra din ve akıl yolundan sapmak anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle ‘dalâlet’ daha çok dinden sapmayı, ‘dalâl’ ise akıl ve sözdeki sapmayı ifade eder.





Dalâletin Kur’an’daki Anlamları

Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 188 yerde geçmektedir. Hidâyetin ve imanın karşıtlığını, inkârcıların hidâyet karşısındaki durumlarını ifade etmede önemli bir Kur’an kavramıdır. Kur’an’da daha çok küfür ve inkârı kapsayan sapıklık olarak kullanılmaktadır. Ancak Kur’an dalâlet kavramını ya da türevlerini birkaç mânâda daha kullanmaktadır ki, bu anlamların kelimenin kök mânâsıyla yakın ilişkisi vardır.



1- Saptırmak anlamında: ‘İdlâl’ şeklinde geçmekte ve başkasını saptırmak, doğru yoldan alıkoymak, gerçek yolu kaybettirmek mânâlarına gelmektedir. Şeytanın ağzından Kur’an’da şöyle söyleniyor: “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım.”[87] Kur’an, ayrıca Firavunun ve altından buzağı yapıp İsrailoğullarına ‘işte sizin ilâhınız budur’ diyen Samirî’nin birer saptırıcı olduğunu vurguluyor.[88]



2- Şaşırmak anlamında: Bu anlam inançsızlar hakkında kullanıldığı gibi, peygamberler hakkında da kullanılmıştır. “Seni şaşırmış (dâll) bulup da yol göstermedik mi?”[89] Bu âyette Peygamberimizin peygamberlikten önceki durumuna işaret edilmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhî vahyden habersizdi, şer’î hükümleri ve peygamberlik görevini bilmiyordu. Kur’an, Peygamberimizin yaptığı tebliğle hiçbir zaman yanılmadığını ve sapmadığını söylemektedir. [90]



3- Boşa çıkarmak anlamında: Şu âyette olduğu gibi: “Dediler ki; ‘biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacakmışız?’ Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.”[91] Burada geçen ‘dalâl’ kelimesi yok olup gitmek, kaybolmak anlamındadır. Allah’a iman etmeyen, üstelik insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar iyi amelde bulunsalar bile onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, dalâl olacaktır.[92] Dalâlet, aslında bir sapmadır, yitip-kaybolmadır, bir helâk olmadır. [93]



4- Azap anlamında: Kur’an cehennemlikleri ‘dalâl’ içinde olmakla tarif etmektedir ki bu da onlara tattırılan azaptan başkası değildir. [94]



5- Hüsran anlamında: Tevhid düşmanlarının tarih boyunca İslâm’a ve onu tebliğ edenlere karşı hile ve tuzakları hep boşa çıkmıştır, bu tuzakların sahipleri yaptıklarının karşılığında hüsrâna uğramışlardır. Kur'an bunu bir yerde ‘dalâl’ kelimesiyle ifade ediyor.[95] İki âyette de yine hüsran anlamında geçiyor. [96]



6- Yanılmak anlamında: “Yusuf’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum” diyen Hz. Ya’kub’a oğulları şöyle dediler: “Allah adına hayret, sen hâlâ geçmişteki yanılgındasın.”[97] Yine kardeşlerinin Yusuf’u ve kardeşini (Bünyamin’i) çok seven babalarına karşı benzer bir yanılgıda olma suçlaması yapılıyor.[98] Her iki âyette de ‘dalâl’ kelimesi kullanılıyor. Miras taksiminde hak sahiplerine karşı haksızlık yapılmamasını ikaz eden âyette de aynı kelime ‘hata’ anlamında geçmektedir. [99]



7- Sapkınlık anlamında: ‘Dalâlet’ aynı zamanda aklî sapmalar hakkında da kullanılmaktadır. Nitekim dalâlet; dinî olarak sapmayı ifade ediyorken, dalâl ise daha çok akıl yönünden sapmayı, şaşırmayı anlatır. ‘Dâll’, sapıtmış, şaşırmış, yoldan çıkmış; bunun çoğulu olan ‘dâllîn’ ise sapıtanlar, şaşırmışlar anlamındadır. “…Kim imanı küfre değişirse, artık o, dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapıtmış olur).”[100] İster mü’min ister inkârcı olsun, “Allah’ın ve Rasûlünün emirlerine karşı gelenler sapıklığa düşerler.”[101]Allah’a şirk koşan müşrikler de derin bir dalâlet/sapıklık içerisindedirler. [102]





Dalâlette Olanlar

Yine Kur’an’ın ifadesini göre şu gibi kimseler de dalâlete düşmüşlerdir: Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberini ve âhiret gününü inkâr edenler,[103] Peygamberin çağrısına kulak asmayanlar, ya da O’nunla alay edenler,[104] Kur’an’ın İlâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyenler,[105] Kıyâmetin kopacağından şüphe edip bu konuda ileri geri tartışmaya girişenler,[106] Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl sayanlar; çocuklarını, geçindirememe endişesiyle öldürenler,[107]hüküm verirken Allah’ın hükümlerine itibar etmeyip kendi hevâlarından hüküm verenler,[108] Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler,[109] Kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfıklar[110] ve ehl-i kitap[111] doğru yoldan sapmış kimselerdir.





Dalâlette Olanların Özellikleri

Allah’ın hidâyetine uymak insanın fıtratına daha uygunken, dalâleti tercih edenler, akıl ve duyularını yerli yerinde kullanmayıp da sapıklığa düşenler ve başkalarını da saptıranlar şüphesiz zâlim kimselerdir. Onlar akıllarını kullanıp gerçeği görecekleri yerde, hevâlarına (doğru olmayan arzularına) uyarlar. [112]



Birtakım kişiler ve kötülük odakları insanları hidâyetten uzaklaştırıp dalâlete düşürebilirler. İnsan, yaratılışı gereği itaat etmeye de isyan etmeye de meyillidir. Aklını iyi kullanan, Allah’tan gelen hidâyet sebeplerini iyi anlayan, yani Kitabı ve Peygamberi idrâk eden, Allah’ın her taraftaki âyetlerini düşünen kimseler doğru yolu bulurlar. Bunlardan uzak kalıp dalâlete sürükleyici kişilerin peşinden gidenler ise sapıtırlar. Kur’an’ın açıklamasına göre şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları sapıklığa götürmeye çalışır. [113]



Firavun gibi cürüm (günah) işleyenler ve onun yanındaki mele’ sınıfı (aristokratlar) kendilerine uyanları saptırırlar. Firavun, Kur’an’ın üzerinde çok durduğu tipik bir tâğut (azgın, azdırıcı ve isyancı) kişiliktir. Yeryüzünde azıp-sapmanın (tuğyânın), kibirlenmenin, cürüm işlemenin, kendi hevâsını ilâh haline getirmenin, zulmün ve sapıtmanın en açık örneğidir. Kendisi sapıklıkta olduğu gibi, üzerinde hâkimiyet/egemenlik kurduğu kitleleri de kendisi gibi sapıklığa götürmenin gayretinde idi. Şüphesiz her devirde firavun tipli insanlar çıkabilir, kendileri dalâlette oldukları gibi diğer insanları da hidâyetten ayırmak için çaba gösterebilirler. Allah’ın âyetlerine sırt dönen bu azgınlar, kurdukları şeytanî sistemlerle, oynadıkları oyunlarla bu hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.



İnsanların kendi elleriyle yaptıkları ve kutsal saydıkları putlar ve benzeri (heykeller) de sapıklığa sebep olurlar. [114]





Dalâlet Önderleri

Hidâyette olmayan, Allah’ın çizdiği çizginin dışında yaşayan ve İslâmî ilkelere dikkat etmeyen çoğunluğa veya topluluklara uymak da kişiyi sapıklığa götürebilir. İnsan için ölçü çoğunluğun ne yaptığı değil, inancının ve hayat anlayışının Hakk’a uygun olmasıdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna (çoğunluğa) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler. Muhakkak senin Rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir, yine O doğru yolda gidenleri de en iyi bilendir.”[115] İnsanları saptıran bir başka grup da, kişilerin peşine gittikleri önderleridir. İster dinî anlamda olsun, ister siyasî anlamda olsun; toplumun önündeki kişilere ‘imam’ veya ‘önder-lider-başkan’ denir. Önder konumundaki kişiler sapıklık üzerinde iseler, peşlerinden gidenler de onlar gibi olurlar. Bir önderi (imamı) körü körüne taklit veya takip etmek, onun yanlışlarını da kabul etme tehlikesini beraberinde getirir. Kitleler genellikle bir liderin, bir önderin peşinden giderler, onun izini izlerler, onun görüşlerini çoğu zaman kayıtsız şartsız kabul ederler. Firavun gibi düşünen önderler, peşlerinden gelenleri tıpkı kendileri gibi dalâlete götürürler.



Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ümmetin hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).”[116] Müslüman ümmet hakkında böyle bir korku duyulursa, küfür öncülerinin[117] peşinden/izinden gidenler hakkında daha fazla endişe etmek gerekir. Çünkü küfür önderleri insanları -Kur’an’ın deyişiyle- ‘cehenneme çağırırlar.’[118] Allah (c.c.) bütün insanları mahşer meydanına hesap vermek üzere, dünyada iken peşlerinden gittikleri imamlarıyla (önderleriyle) birlikte getirecektir.[119] İnkârcılar o gün şöyle diyecekler: “Yâ Rabbi! Biz büyüklerimize ve imamlarımıza (yöneticilerimize) itaat etmiştik. Onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.”[120] Bu saptırıcılar kendi günah yüklerini taşıdıkları gibi, saptırdıkları kimselerin günahlarını de taşıyacaklar. Buna karşı toplumu saptıran kimselere gönüllü olarak uyanların günahlarında ise bir eksilme olmayacaktır. [121]



Dalâlete Düşme Sebepleri

Bazı insanların hidâyetten yüzçevirip dalâlete sapmalarının birtakım sebepleri vardır. İnsanın yetiştiği ortam ve aldığı eğitim elbette önemlidir. Ancak insanın irâdesi kendi elindedir. O dilediği yolu ve inancı seçebilir. Onun, bâtıl ve Kur’an’ın dalâlet dediği yolları seçmesine bazı sebepler etki edebilir. Özellikle müslümanların dalâlete düşmelerine, dinde sonradan ortaya çıkan bid’atlerin rolü vardır. Bid’atler, dinî kılıfla sunulduğu için çoğu insan bunu anlamaz. Bid’atleri hayat haline getirenler de günün birinde İslâm inancının dışına çıkarlar.



Din’de tefrika (ayrılık) çıkarmak da sapıtmanın bir başka nedenidir. Din’de ayrılık çıkarmak, şüphesiz İslâm’ı kendi kafasına göre anlayıp, kendi anladığını din sanmak, diğer anlayışları din dışı sayıp onlara sırt dönmek, onları düşman bilmektir. Kur’an, önceki ümmetlerin bu hataya düştüklerini haber veriyor: “Dinlerini parçalayıp grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur.”[122] Dinlerini parçalayıp fırka fırka (parti parti) olanlar, kendi ellerinde olanla, yani kendi fikirleriyle, kendi anladıklarıyla, gruplarına ait üstünlüklerle, kendilerinin daha doğru yolda olduğu iddiasıyla övünüp durmaktadırlar.[123] Dinlerini parçalamanın başka bir anlamı da, dinin hükümlerinin bir kısmını almak, bir kısmını bırakmaktır. Böyle yapanlarla, kendi hizbinin (grubunun) anladığı şeyi din zannedenler arasında fark yoktur. Her biri bir liderin, bir önderin peşine takılır, bir grup bulur, grubunu en üstün sayar, diğer grubu yanlışta görür. Hatırlatmak gerekir ki mezhepli olmak, İslâm’ın akîdesine uygun düşen bir gruba mensup olmak, bir cemaatle beraber çalışmak, bir hizbin prensipleriyle hayırlı bir iş yapmak üzere bir araya gelmek yanlış değil: grupçu, mezhepçi, partici olmak hatadır ve insanı dalâlete kadar götürebilir. Bu hatadan kurtulmanın yolu Kur’an’a, yine O’nun istediği gibi topyekûn sarılmaktan geçer. [124]



İslâm’ı, O’nun güzelliklerini, O’nun insana kazandırdıklarını, İslâm’a uymakla elde edilebilecek kazançları, Allah’ın vereceği mükâfatı (vaad) ve vereceği cezayı (va’id) bilmeyenler, bu gibi konularda cahilce hareket edenler hidâyetten saparlar.[125] Bilgisizlik insanı hem doğru olandan ayırır hem de kişiyi belli konularda taassup sahibi yapar. Kişinin bilmediğini bilmemesi ise daha büyük bir kayıptır. Böyleleri kendi hevâlarına uyarlar, bildikleri az şey üzerinde inatla dururlar, sapıklıkta olsalar bile kendilerini kolay düzeltemezler. Elde edilen bilginin yanlış kullanılması da insanı dalâlete düşürebilir. İlim, insanlara gerçeği göstermesi ve hakikate ulaşmasında bir ışık olması gerekirken; insanlar bilgiyi gereğince kullanmıyor. Hatta çoğu zaman Allah’tan gelen hidâyet, yani İslâm’ın ilkeleri bilimsel gerçeklere ters diye iddia edilmekte, böylece onlardan yüz çevrilmekte. Günümüzde bilim hayli gelişmiş olmasına rağmen, gayri Müslimlerin elindeki bilim, vahyi kaynak olarak kabul edip ona teslim olmadığı için insanlığın çoğu Kur’an’ın dalâlet dediği çizgidedir. Çağın da bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.



Kimileri de insanlara hükmetmek, onların sırtından geçinmek, ya da başka amaçlar için din’den öğrendiği bilgileri yanlış yerde ve kendi çıkarı kullanır, hem kendi sapar hem de başkalarını saptırır.



İnsanın kalbinden ‘âhiret’ inancı kaybolduğu an, o derin bir sapıklığa düşer. Âhiret inancı şüphesiz insana hayat gerçeğini öğreten en önemli bilgidir.[126] Lehve’l hadis’e (boş, işe yaramaz, insanı Allah’tan ve O’na itaatten uzaklaştıran her türlü söz ve meşguliyete) müşteri olanlar da hidâyetten uzaklaşırlar.[127] Bu gibi sözler ve uğraşılar kişiye bir fayda sağlamaz, ama onu Allah’tan ve kulluk görevlerinden uzaklaştırır, onu dalâlete düşürür.





Dalâletin Sonuçları

Dalâlete düşenlerin kalpleri kasvetlidir (katıdır). Onların kalpleri fıtrî özelliklerini yitirmiş, hidâyete kapalı, şirke, küfre, şüpheye ve sapıklığa açıktır. Öyle kalplere hikmeti ve hidâyeti anlatmak zordur.[128] “Allah, kime hidâyet verirse onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da kalbini göğe yükseliyormuş gibi daraltır, sıkar…”[129] Dalâlette olanların kalpleri daykdır/dardır. Dalâlette olmanın, hidâyeti bırakıp da dalâleti satın almanın (2/Bakara, 16) âhiretteki cezası elbette Cehennem’dir.[130] Görüldüğü gibi dalâlet, doğru yoldan, Allah’ın yolundan ayrılıp başka yollara sapmak, bâtıl dinleri kabul etmek, Allah’ın emrine aykırı yaşamaktır. Bu sıfat, inkârcıların ve müşriklerin bir sıfatıdır. Bu kavram, onların hidâyetten ayrılarak yanlış yola girdiklerini, çıkmaz bir sokağa saptıklarını, gerçeğe aykırı hareket ettiklerini, kendilerini kurtuluşa götürmeyecek bir tercih yaptıklarını en güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.



Allah’ın dâvetine kulak asmayıp O’nun âyetlerini inkâr edenler, kendilerini maksada götürecek yolu kaybedip azâbı ve tükenişi kazandıracak olan sapıklığı alırlar. Dalâlete düşmek bir anlamda azmak, haddi aşmaktır. Böyle yapanlar Hakk’ın karşısına çıkmış ve kendi aleyhlerine azap kazanmış olurlar. İnsanları Allah’ın dininden yüz çevirtip sapıklık yollarına sürükleyecek kişiler, sistemler ve araçlar, eski dönemlere oranla günümüzde çok daha fazladır. Bugün bir sürü siyasî sistem, hayat felsefesi, akımlar ve çalışmalar insanları dalâlete dâvet etmektedir. Eğitim ve medya araçları dalâleti daha geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Mü’minler, İslâm’ın dalâlet (sapıklık) dediği hayat anlayışlarını davranış ve fikirleri iyi tanımalı ve kendilerini iki dünyada da kurtaracak İslâmî kimliklerini korumalılar. Her namazda okuduğumuz ve Fâtiha Sûresinde yer alan şu duâyı pratik hayatta da gerçekleştirmek gerekir: “Yâ Rabbi! Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dâllîn olanların (sapıtmışların) yoluna değil.” [131]



İnsanlar mizâç itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama ve öğrenme kabiliyetleri yönünden de oldukça farklıdırlar: Bir insanın aklı ile tesbit ettiği ve "tek kurtuluş yolu" olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan; tamamen "saçma" olarak nitelendirebilir. Hatta insanın aklî muhâkemesini işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmada gaflete düşmesi de mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile hareket eden ve "hakikati bulduğunu" ileri süren herkese inanmamız gerekirdi. Hâlbuki görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit ettiğini ileri sürdüğü doğruların dışında kalan her şeyi reddetmektedir. Dolayısıyla sırat-ı mustakîmin (doğru yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz. İşte bu noktada karşımıza hidâyet ve dalâlet kavramları çıkmaktadır. Allah Teâlâ; Hz. Âdem’i (a.s.) ve Hz. Havvâ'yı yeryüzüne indirdiği zaman şöyle buyurmuştu: "Hepiniz oradan inin. Sonra size Benden bir hüdâ (hidâyet) gelir de; kim Benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak da değildirler." [132]



Yeryüzünde insan için iki yol vardır. Birincisi: Allah Teâla (c.c.)'ya iman etmek ve hayatını İslâm'a göre düzenlemek (hidâyete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere tâbi olup, dalâlet üzere yaşamak! Bu iki yolun dışında üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir.



Dalâlete düşmenin birçok sebebi vardır. Dünyevî ihtirasa kapılmak ve âhireti unutmak, her türlü felâketin başlangıcıdır. Tâgûtî güçlere itaat etmek ve onların ideolojilerine tâbi olmak, dalâleti satın almaktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: "O gün yüzleri ateşte evrilip-çevrilirken: ‘Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik; peygambere itaat etseydik’ diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da o gün) ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten biz reislerimize (liderlerimize) ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar (fe'edallûne's-sebiylâ)’ diyeceklerdir. Ey Rabbimiz! Onlara (liderlerimize ve büyüklerimize) azaptan iki katını ver. Onları büyük bir lânetle rahmetinden kov!"[133] buyurulmuş ve tuğyan eden güçlere itaatin getireceği manzara çizilmiştir.



Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mü'min; Allah Teâlâ'nın sınırlarını çizdiği şeriata tâbi olmak durumundadır. Zira sırat-ı mustakîm (dosdoğru yol) budur. Mâlum olduğu üzere; namaz ibâdetini edâ ederken mutlaka okuduğumuz Fâtiha sûresinde; “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna kavuştur. Gazaba uğrayanlarınkine, dalâlette olanlarınkine değil!" diye yalvarır ve "âmin" deriz. Şimdi Muhammed Ali Sâbunî'nin Ahkâm Tefsiri isimli eserinden “velâd-dâlliyn” ibâresinin mânâsını öğrenelim: "Dâllin’den (sapıklardan) kasıt hristiyanlardır. Nitekim Cenâbı Hak: "De ki: ‘Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) doğru yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâ ve (heve)sine uymayın."[134] emri ile bize bunu bildirmektedir. İmam Fahruddin Râzî, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: Müfessirlerin bazısı gazaba uğrayanlardan maksadın; görünür amellerinde hata yapan her şahıs, sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü, gazâba uğrayanları yahûdilere, sapıkları da hıristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü Allah Teâlâ’yı inkâr etme, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak hıristiyanlıktan ve yahûdilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evlâdır. Alûsî, Fahruddin-i Râzî'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: "Gazaba uğrayanlar" ile "sapıklar" sözlerinden açık olarak yahûdi ve hıristiyanların kasdedildiği sahih hadisle rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez. İmam Kurtubi de şöyle demektedir: Müfessirlerin birçoğuna göre "gazaba uğrayanlar" ile yahûdilere, "sapıklar" ile de hıristiyanlara işaret edildiği, Hatem oğlu Adiyy'in müslüman oluşu sırasındaki hadiste tefsir edilmiştir. Ebu Hayyan'ın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: Eğer hadis-i şerif'in Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'den nakli sahih ise, ona dönmek (onunla amel etmek) farz olur. Bana göre; Fahruddin Râzî'nin görüşü, hadisi reddetmek anlamını taşımaz. Aksine onun hükmünü genelleştirerek yahûdilik, hıristiyanlık ve diğer tüm İslâm dışı inançları içine alan bir ifade ile bütün kâfir ve münâfıkları âyetin şûmulüne almıştır.[135]



Şurası muhakkaktır ki, hidâyetten ayrılan bir kimse, mutlaka dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır?" (Fe mâ zâ ba'de’l hakkı illâ'd-dalâl[136] buyurulmuştur. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman dalâlete düşmenin, neleri beraberinde getireceği kolayca anlaşılır.



İnsanın sadece aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet nimetine kavuşamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: "İşte Biz sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Hâlbuki (vahiyden evvel) Kitap nedir, iman nedir, sen bilmezdin. Fakat onu Biz bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kime dilersek, ona hidâyet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun”[137] buyurulmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vahiy gelmeden önce, Kitabın ve imanın mâhiyetini bilmeyişi, mücerred aklın (bu noktada) sınırını çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir vasıtadır. Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı putlaştıranlar, dalâlete düşerler. [138]





Hıristiyanların Sapma Nedenleri

Hıristiyanlar; Hz. İsa'yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girerler.[139] Teslis inancını oluşturarak, Allah'ın birden fazla olduğuna inanırlar.[140] Allah'ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O'na çocuk isnat ederler.[141] Allah'ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinmeyip dini kendileri için zorlaştırarak ruhbanlığı oluştururlar.[142] Allah'a olan sözlerine sâdık kalmazlar.[143] Çeşitli yöntemlerle insanların mallarını gasbederler.[144] Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.[145] Allah tarafından kendilerine Lutfedilen sırât-ı müstakîmin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla meşrû gösterirler. [146]



Allah, mü'minleri ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırır ve bunu da peygamberliğin daha ilk günlerinde gerçekleştirir. Bu, elbette ki konunun öneminden ileri gelmektedir. Ayrıca, Fâtiha sûresinin risâletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Allah Teâlâ'nın; henüz karşılaşmadıkları ve ilişkilerinde problemler çıkmadığı bir zamanda ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırmak sûretiyle, Rasûlullah ile diğer müslümanları, onlarla olan irtibat dönemine hazırladığı anlaşılır. Bazı âyetlerde ise bu sakındırmanın açıkça emredildiği görülür: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir."[147] "Ey iman edenler! Yahûdilerle hıristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." [148]



Fakat ne yazık ki, bütün bu ihtarlara, nasihat ve korkutmalara rağmen, insanı ebedî saâdete ulaştıran yoldan ayrılma, sırât-ı müstakîmden sapma ve aynen yahûdi ve hıristiyanlarda olduğu gibi bu sapmayı Allah emretmişçesine haklı ve meşrû gösterme... suçuna bu ümmet de bulaşmıştır. Üstelik bu süreç Rasûlullah'tan kısa bir zaman sonra başlar ve sistemleşip günümüze kadar devam eder.



Fâtiha sûresi, insanları yahûdilerle hıristiyanlarda açığa çıkan sapma ve yanlışlıklara düşmekten sakındırarak biter. Böylelikle insanlara sırât-ı müstakîme dâhil ve bunda dâim olmaları tâlimâtı verilir. Yine bu sûreyle, kulun Allah'a olan duâsının nasıl olması gerektiğiyle ilgili pratik bir örnek de verilmiş olur. Bütün bunların sonunda kula, burada verilen ilkelere itaat kararlılığı içerisinde, içten yaptığı duâsının kabul olunacağı inancıyla "âmin" demek düşer; çünkü Allah, kendisine içten gelerek yapılan samimi duâları kabul eder, geri çevirmez. [149]



Sırât-ı müstakîm, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk, dürüstlük, her çeşit işte i'tidal (denge) üzere bulunma, adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp yasaklardan sakınmak, İslâm'ın doğru yolu üzerinde yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyânettir ki; doğruluğu bırakıp hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme demektir. Rasûl-i Ekrem bu konuda; "Allah'a iman ettim' de ve dosdoğru ol."[150] buyurdu. "Yâ Rasûlallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım" diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafî'ye de öyle cevap verdi: "Allah'a iman ettim' de, ondan sonra istikamet üzere yaşa/dosdoğru ol!" [151]



Mü'min, Allah'a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten, küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid'at ve hurâfelerden tamamen uzaklaşmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.



Davranışta istikametin önemini, "Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!"[152] âyetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd sûresinin, özellikle bu sûredeki "dosdoğru ol!" emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını belirtmiştir. İslâmî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde en önemli problemi istikamettir. Bazen çok radikal; bazen çok uzlaşmacı, bazen takvâ; bazen gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar çağımız insanının, müslüman olduğunu söyleyenlerin dosdoğru olamadığının göstergesidir.



Müslümanlar için gerçek gaye; Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Bu, dünya ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel mânâda da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki en doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu yolu İlâhî rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uymak gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: "İşte benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Azâbından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti." [153]



Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü'minden başkası namazı muhâfaza edemez."[154] İstikamete ve kurtuluşa ermek için huşû içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü'minleri Allah şöyle över: "Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcıdırlar."[155] "Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaad olunan Cennet'le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin velîleriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan) bir ağırlanma olarak!" [156]





Fâtiha sûresini namazlarımızda defalarca okuyarak duâ ediyoruz: Gazaba uğrayan yahûdilerin yaptıkları Allah'a isyan, Allah'a iftira, peygambere ihanet, fuhuş, hırsızlık, hakkı gizleme, ateşle insanları yakarak işkence etme gibi suçları çağdaş metotlarla tekrarlayanların yolunu bize verme yâ Rab!



İman, İslâm, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adâlet, doğruluk, sadâkat gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak insanları sapıtanların yolunu da bize verme yâ Rabbi diyoruz. Burada hiç unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz gibi, kavlî/sözle duâdan önce fiili duâ gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve tâğutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücâdele etmeksizin onların yolunu dille reddetmenin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington'a giden uçağa bindiği halde, "yâ Rab, beni Mekke'ye ulaştır" diye duâ etmek bir netice vermeyeceği gibi, bu istek sünnetullah'a da terstir ve Allah'la alay etmek demektir.



Bu sûre, bize ayrıca İslâm'da tebliğ metodunun nasıl olması gerektiğini de öğretir: Biz tâğuttan önce Allah'ı; küfürden önce İslâm'ı tanımalı ve tanıtmalıyız. Sonra da tâğutun ve küfrün mantığını ve nasıl yıkılacağını yine Kur'an'dan öğrenmeliyiz. Rabbimiz altı âyette kendisini ve kendi rızâsına giden yolu bize tanıttıktan sonra bu yoldan sapanlardan olmamamız konusunda bizi uyarıyor.



Dünyada devlete, âhirette Cennete çıkan bu sırât-ı müstakîmi Rabbimiz'den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Yâ Rabbi, diye milyonlarca kere duâ ediyor, âmin diyoruz. Mekke'ye, Kudüs'e gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah (c.c.) da şöyle demiş oluyor: Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete götürecek sırât-ı müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: "Elif Lâm Mîm. İşte bu Kitap, O'nda hiç şüphe yoktur. Müttakîler için doğru yolu gösterendir." [157]





Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri

Sırât-ı Müstakîm'de olmak isteyenler açısından neler gerekli olmaktadır? Bu soruya cevap vermeye çalışalım:



Sırât-ı Müstakîm'in gereklerini iki ana bölümde ele almak doğru olacaktır:

Sırât-ı müstakîmde olabilmenin gerekleri,

Sırât-ı müstakîmde devam edebilmenin gerekleri.



Hiç şüphesiz, her aklı başında insan kabul eder ki, istemekle ya da "ben doğru yoldayım" demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar yerine getirilmediği takdirde söz; kuru bir iddia ya da yalancı bir avunmadan öte bir mânâ ifade etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu yanılmadan tesbit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Bunun için de sırât-ı müstakîmde olabilmenin şartlarını önce bir tesbit etmeliyiz.





1- Sırât-ı Müstakîm'de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle âyet ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:



a- İman: Sırât-ı müstakîm, iman edenlerin yolu demek olduğuna göre ilk şart imandır. Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu Allah, iman edenleri mutlaka doğru yola eriştirendir."[158] "Kim Allah'a sarılmışsa, doğru yola iletilmiştir."[159] "Allah'a inanıp O'na yapışanları (Allah), kendinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir." [160]



İman'dan yoksun olanlar için "doğru yolda" olma şansı söz konusu değildir. "Allah'ın âyetlerine inanmayanları Allah, doğru yola eriştirmez."[161] O halde, sırât-ı müstakîmde olmanın ilk adımı, asgarî şartı İslâm imanıdır. "Müslüman olanlar doğru yolu aramış (bulmuş)lardır."[162] İmanda aranan nitelik ve kaliteyi "kâmil, sağlam, tahkîkî" kelimeleriyle ifade etmek gerekmektedir. Böylesi bir imanın tezahürü ise, gerekirse candan geçebilecek bir tereddütsüzlüktür. "Şâyet onlara 'kendinizi öldürün' ya da 'memleketinizi terk edin!' diye emretmiş olsaydık; pek azından başkaları bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı, onlar için, daha hayırlı ve daha sağlam (bir güvence) olurdu. O zaman, onlara büyük bir ecir verir ve onları sırât-ı müstakîme, doğru yola eriştirirdik." [163]





b- Yöneliş: İkinci gereklilik; sırât-ı müstakîmde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. Kısaca yöneliş de diyebiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "De ki, doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendine yöneleni doğru yola eriştirir." [164]



Bu yönelişin sadece yöneliş olarak kalmaması, bir anlamda "çaba, cihad, mücâhede" niteliğine ulaşması, yönelişte ısrar ve samimi davranılması da gereklidir. "Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz."[165] Bu, bir anlamda da "Allah rızâsı peşinde olmak" demektir. Böylesi, köklü bir niyet ve hareket içinde olanlar hakkında Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir Kitap geldi. Onunla, Allah, rızâsının peşinden gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola ulaştırıyor." [166]





c- Sünnet: Sırât-ı müstakîmde olabilmenin bir diğer gereği de İslâm esaslarına İslâm'ın istediği gibi, onun sınırları içinde kalarak sahip çıkmaya çalışmaktır. İslâm'ın koyduğu sınırlar aşılarak mü'minlik hali ve dolayısıyla sırât-ı müstakîmde olma başarısı gösterilemez. Bu konuda en büyük yardımcı sünnettir. "Söz, amelsiz makbul olmaz; niyetsiz de söz ve amel müstakîm olmaz. Sünnete mutâbık düşmedikçe ne söz, ne amel, ne de niyet mûteber ve müstakîm olur!"[167] Demek ki, sırât-ı müstakîmde olabilmek için niyet, söz ve fiil olarak sünnete uygun davranmak gerekmektedir. "Rasûlullah'ın izinden gidenler ve sünnetine uyanların dışında kalan halk için Allah'a giden yol kapalıdır." [168]



Sünneti aşarak ya da ihmal ederek sırât-ı müstakîm'de olma imkânı yoktur. Sünnette ise, müslümanların tümünü kucaklayan, aralarında takvâ ve hizmet ölçüsü dışında herhangi bir sebeple ayrım yapmayan bir genel esas geçerli olduğuna göre; bütün müslümanları kucaklayan bir gönül genişliğine sonuna kadar sahip olmak da sırât-ı müstakîmin bir başka gereği olmaktadır.





d- Gönül Genişliği: Müslümanın, öteki müslümanlara karşı duyarlı davranması ve onları kendi haklarına sahip bilmesi, sevgiye saygıya, yardıma layık görmesi, onlardan kopmayı düşünmemesi, sun'î/yapay birtakım ayrılık sebepleri ihdas etmemesi sırât-ı müstakîm'in en geniş kapsamlı gereği olmaktadır. "Onlardan sonra gelenler derler ki; 'Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde mü'minlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!" [169]



Kendi imanına göstereceği dikkati, öteki müslümanların imanı konusunda da göstermek, müslümanı olur-olmaz sebeplerle küfre nisbet etmemek her müslümanın görevidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde "Kardeşine kâfir diyenin bu sözü, ikisinden biri hakkında tahakkuk eder. Söylenen öyle değilse, söyleyene döner."[170] buyurmaktadır. "Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir." [171]





2- Sırât-ı Müstakîm'de Devam Edebilmenin Gerekleri

a- Takdir ve Şükür: Nimete sahip olmanın yolu, onu değer olarak benimsemek, kıymetini takdir etmekle başlar. "Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık"[172] mealindeki âyet; sırât-ı müstakîmde olmayı nimet bilmenin; oraya Allah'ın hidâyet etmesi sonucu ulaştığını itiraf etmekle belli olacağını ortaya koymaktadır. Bu nokta da, nimetin kadrini bilip takdir etmek ve nimeti verene şükür demektir.



Yolda doğru yürümemek, birtakım istenmeyen olaylara sebep olabilir.[173] Bunun için, önce yolun kıymeti bilinmeli, sonra o yolun yolcusu olmanın, daha sonra da o yoldaki öteki yolcuların. Çünkü Allah, müslümanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzere olanlar, işte onlardır kurtulanlar."[174] Âyette geçen müflihîn'den olmaktan daha büyük nimet olmadığına göre; Allah'tan bir hidâyet üzere olmak da felâh/kurtuluşun ön şartı bulunduğuna göre, sırât-ı müstakîmde olmak en büyük nimettir: Bunun böyle bilinmesi de, nimetin devamı için şarttır.





b- Teyakkuz: Teyakkuz, tehlike ya da düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı olmak demektir. Gaflet etmemektir. Uyanıklık, muhtemel düşmanın cinsine, gücüne ve arz ettiği tehlikeye göre, eldeki nimeti ve değerleri korumak için karşı tedbir almak ve hazırlık yapmak açısından önemlidir. Yoksa başlı başına ya da kuru kuruya teyakkuz hali hiçbir şeye yaramaz.



Ne var ki, hazırlıklı olmasına rağmen uyanık davranılmazsa, gaflet uykusuna yatılırsa, hazır imkânlar da kendiliklerinden koruma görevini yapamazlar. Uyanıklık derken, gerekli hazırlığa sahip bir uyanıklığı kast etmekteyiz. Öte yandan, teyakkuz halinin kıvam ve süresini eldeki korunacak nimet ve değerler etkiler. Bu noktada müslümanların korumakla yükümlü oldukları değer, müslümanlıkları, yani imanları olduğuna ve imanın da ebedî hayatta, âhiret yurdunda yegâne kıymet ölçüsü bulunduğuna göre, saptırıcılara karşı gösterilecek uyanıklığın her şartta kesintisiz olarak ömür boyu sürecek bir nitelik ve nezâkette olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bir ömrü dolduracak olayların neler olabileceği ise, gözlerimiz önündedir. İnsanın tahammül sınırlarını zorlayan olaylar karşısında bile gösterilecek uyanıklığın imana ve sırât-ı müstakîme sahip çıkmak ve devam etmek açısından gereği ve önemi pek açıktır.



Aşırı sevinç ya da aşırı üzüntü halleri, direnç gücünün iyice zayıfladığı, her türlü telkin ve iğfâle müsait bir zemin niteliğindedir. Bunun için uyanıklık, özellikle bu hallerde yararlı olacaktır. Sevgi ve iltimas mevkii ile kin ve nefret mevkii de uyanıklığa ve imanî murâkabeye en çok muhtaç olduğumuz anlardır. Teyakkuz halinin en güçlü destekçisi her şartta itidali kaybetmemektir. İtidal, İslâm'a râzı olmakla temin edilir. Teyakkuzun en tehlikeli köstekçisi ise, kötü alışkanlıklardır.



Kişiyi, uyanıklık ve elindeki nimet kadar, düşman hakkında edindiği bilginin sağlamlığı ve gerçeğe uygunluğu da etkileyecektir. İstihbarat, teyakkuzun vazgeçilmez şartıdır. Çünkü bilinmektedir ki, "(Ehl-i) hak gaflet etmedikçe (ehl-i) bâtıl ayaklanamaz."[175] Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyenin verdiği haberler yanlış ve yanıltıcı olamayacağına göre, müslümanlar sırât-ı müstakîmdeki yolculukları için bu iki kaynaktan elde ettikleri istihbaratın gereğini eksiksiz yerine getirmek zorundadırlar.





c- Dikkat ve Titizlik: Elindeki nimeti takdir eden kişi; çevrenin tutum ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hâl u kârda nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir. "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberinde bulunan, putperestliğe tevbe etmiş kimseler de doğru hareket etsinler. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah yaptıklarınızı görür."[176] âyeti bize bu gerçeği hatırlatmaktadır. Eldeki nimetin kıymetini çevrenin ilgi ve tepkisine göre ölçmeye kalkışmanın sonu, çoğu kez mahrûmiyettir. Dosdoğru bir çizgi üzere yaşadığımız sürece çevredeki sapıkların pek bir zararı dokunmaz. "Ey insanlar, siz kendinize bakın; siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan dalâletteki kimse size zarar veremez!" [177]



Sırât-ı müstakîm üzerinde oturup oradan geçen yolcuları başka yollara sürükleyip dalâlete yönlendirmek isteyen düşman Şeytan; o yoldan alıkoyamayacağı kulların varlığını itiraf ederken onları şöyle vasfetmektedir: "Ancak içlerinden kendilerine ihlâs verilen kulların hâriç."[178] Bu âyet de göstermektedir ki, imanının ve yolunun değerini iyi ve tam takdir edebilmek; eldeki nimetlere sahip olmaya devam etmek için ilk ve vazgeçilmez şarttır. Aksi halde nimetin elden çıkmasıyla karşılaşmak bahtsızlığı kalır geriye.





d- Kıskanmamak: İlâhî nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için kıskançlık da câiz değildir. "Yalnız benim olsun" ya da "yalnız ben olayım, yalnız ben kurtulayım" gibi sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. "Müslümanların durumuyla, derdiyle dertlenmeyen, onlara ehemmiyet vermeyen, onlardan sayılmaz."[179] hadis-i şerifinin tehdidinden çekinmek gerekir.



Sırât-ı müstakîm, ihtilâf ve anlaşmazlık hallerinde, sevâd-ı a'zam, yani müslüman çoğunluğun, İslâm cemaatinin gittiği yoldur. Onun için de daima yalnızlıktan değil; cemaatten yana olmak gerekir. Çünkü "Ümmet sapıklıkta toplanmaz."[180] Çünkü "cemaatte hoşlanmadığınız bir husus; ayrılıkta beğendiğinizden daha hayırlıdır. Cemaatte rahmet; ayrılıkta azap vardır." [181]



Hidâyete ermek ya da hidâyet üzere devam edebilmek için, bazı câhil dinî grup mensuplarının iddia ettikleri gibi şu ya da bu şeyh efendiye veya şu ya da bu dinî gruba dâhil olmak gibi bir şart yoktur. Hidâyet Allah Teâlâ'ya aittir. Fırka-i nâciye'nin şu veya bu grup olduğu şeklinde bir tahsis ve tayin hiçbir zaman geçerli olmaz; ancak belli vasıflardan bahsedilebilir. O vasıfları taşıyanlar kurtulan grup niteliklerini taşımış olurlar.





e- İlâhi İrâde ile İrtibat (Duâ): Sırât-ı müstakîm üzere devam edebilmenin son şartı, hiçbir an eksik edilmemesi gereken Allah'la irtibattır. Buna İlâhî irâde ile irtibat veya duâ denilmektedir. Allah Teâlâ'dan bizi doğru yolda olmak nimetinden uzak ve mahrum bırakmamasını istemek, bunda ısrar etmek, "duâ edin, icâbet edeyim"[182] emrine uymak, sırât-ı müstakîm yolcuları mü'minlere yakışan ve gerekli olan temel görevdir.



"Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen." [183]



"Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah'ım, benim kalbimi dinin üzere dâim ve sâbit kıl!" [184]



"Bizi sırât-ı müstakîm'e ilet (ve onda dâim ve sâbit kıl!)." [185] Âmin. [186]





İnsanın Asıl Sırât Köprüsü Dünyadadır

“Şüphesiz Biz ona (insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.” (76/İnsan, 3). Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, İlâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmamasına sebep olur.



Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münâsebet vardır. Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm”dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. [187]



Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücâdelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan[188] “sırât köprüsü”, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırât’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.



Sırât köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırât köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırât, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırât da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırât köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terk ederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.



Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.



Sırâtın altında cehennem vardır. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırât ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırâtı geçmeleri mümkün değildir.



Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. [189]





Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler

“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!” Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol”u ve “o yolun yolcuları”nı anlayamaz. Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.



Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkıyâlara karşı yol silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.



Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzil üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.



“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (M. Âkif)



“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” (Necip Fâzıl)



Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.



Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamak için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakîme hidâyet edecektir yolun sahibi.



Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.



Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol” dedim. O kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek görüntülerle döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle, bazıları kalabalık yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye gittiği, çoğu yolcunun umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi, bir km. ileri, 2 km. geri gitmesi de.



Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse yolcu adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek, şoför ehliyetsiz mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli değil.



Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak sen de yola çık.



Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider” diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı şoförler mi, hepsi mevcut.



Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın; daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya çalışın. Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz arabaya leke sıçrat(tır)mamak. Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine çamur sıçratabilir mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle arabanıza çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki insanların niceleri yolcu olduğunun farkında bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe oyunu oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere kılavuzluk çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere, sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun da zorudur.



Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri iknâ etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit geçirme. Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır insanları. “Kurtuluş gemisi” dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız, radyomuz, dergimiz, partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o hüsn-i zanla biniyoruz o arabalara ve sırât-ı müstakîm yolcusu olduğumuz konusunda hiç şüphemiz yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan yolcu adaylarını başka bir beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun peygamberinin yaptığı gibi.



“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız ve takvâlı olmanız için Allah size bunları emretti.” [190]



“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.” [191]



“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol (basîret) iüzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz). Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.” [192]



Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.



Yol açıklığı ver ya Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!













































[1] 4/Nisâ, 68-69

[2] Sırât-ı Müstakîm İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 32 Yerde:) 1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212; 3/Al-i İmran, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En'âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A'râf, 16; 10/Yûnus, 25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü'minun, 73; 24/Nûr, 46; 36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.



[3] 41/Fussılet, 6

[4] 11/Hûd, 112

[5] Tirmizî, Tefsir 57

[6] 3/Âl-i İmrân, 103

[7] 24/Nûr, 46

[8] 1/Fâtiha, 1-4

[9] 1/Fâtiha, 5

[10] 1/Fâtiha, 6-7

[11] 46/Ahkaf, 13

[12] 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.

[13] 20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43

[14] 38/Sâd, 22

[15] 7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39

[16] 37/Sâffât, 23; 4/Nisâ, 168-169

[17] 1/Fâtiha, 6-7

[18] 4/Nisâ, 69

[19] 42/Şûrâ, 52-53

[20] 23/Mü'minûn, 73-74

[21] 36/Yâsin, 60-61

[22] 6/En'âm, 125-126

[23] 6/En'âm, 161

[24] 31/Sâd, 22

[25] 11/Hûd, 56

[26] 7/A'râf, 86

[27] 12/Yûsuf, 101

[28] 3/Âl-i İmran, 8

[29] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13

[30] 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130

[31] 5/Mâide, 48

[32] 6/En'âm, 161

[33] 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28

[34] 6/En'âm, 71

[35] 2/Bakara, 120

[36] 16/Nahl, 9

[37] 90/Beled, 10

[38] 21/Enbiyâ, 73

[39] 17/İsrâ, 9

[40] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1

[41] 4/Nisâ, 68-69

[42] 1/Fâtiha, 6-7

[43] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 1-2

[44] 42/Şûrâ, 11

[45] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16

[46] 2/Bakara, 61

[47] 2/Bakara, 90

[48] 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, Bak. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14

[49] 7/A’râf, 152

[50] 7/A’râf, 71-72

[51] 16/Nahl, 106

[52] 5/Mâide, 60

[53] 48/Fetih, 6

[54] 42/Şûrâ, 16

[55] 4/Nisâ, 93

[56] 8/Enfâl, 16

[57] 24/Nûr, 8-9

[58] 20/Tâhâ, 81

[59] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106

[60] 58/mücâdele, 14-15

[61] 60/Mümtehine, 13

[62] 1/Fâtiha, 5-7

[63] 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162

[64] 2/Bakara, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'râf, 165

[65] 5/Mâide, 79

[66] 5/Mâide, 13, 32

[67] 5/Mâide, 80-81

[68] 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17

[69] Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140

[70] 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97

[71] 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4

[72] 2/Bakara, 67-73

[73] 4/Nisâ, 161

[74] 5/Mâide, 64

[75] 4/Nisâ, 53

[76] 2/Bakara, 96

[77] 3/Âl-i İmrân, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34

[78] 4/Nisâ, 137

[79] 3/Âl-i İmran, 181; 5/Mâide, 64

[80] 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cuma, 6-8

[81] 4/Nisâ, 153

[82] 2/Bakara, 97

[83] 9/Tevbe, 31

[84] 8/Enfâl, 56-57

[85] 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34

[86] 2/Bakara, 75-79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43

[87] 4/Nisâ, 199

[88] 20/Tâhâ, 79, 85

[89] 93/Dûha, 7

[90] 53/Necm, 2

[91] 32/Secde, 10

[92] 18/Kehf, 104

[93] 71/Nûh, 14

[94] 54/Kamer, 47-48

[95] 40/Mü’min, 25

[96] 12/Yusuf, 30, 36; 36/Yâsin, 24

[97] 12/Yusuf, 94-95

[98] 12/Yusuf, 8

[99] 4/Nisâ, 176

[100] 2/Bakara, 108

[101] 33/Ahzâb, 36

[102] 4/Nisa, 116

[103] 4/Nisâ, 136

[104] 25/Furkan, 41-42; 46/Ahkaf, 32

[105] 41/Fussilet, 52; 62/Cum’a, 2

[106] 42/Şûra, 18

[107] 6/En’âm, 140

[108] 6/En’âm, 56; 38/Sâd, 26

[109] 7/A’râf, 179

[110] Münâfikun, 6

[111] 5/Mâide, 60, 77

[112] 4/Nisâ, 44; 43/Zuhruf, 40

[113] 20/Tâhâ, 177, 121; 25/Furkan, 29; 7/A’râf, 16-17; 4/Nisâ, 199 vd.

[114] 14/İbrâhim, 36

[115] 6/En’âm, 116-117

[116] Dârimî, Rikak 39, hadis no: 2755; Tirmizî

[117] 9/Tevbe, 12

[118] 28/Kasas, 41

[119] 17/İsrâ, 71

[120] 33/Ahzâb, 67; 7/A’râf, 38-39

[121] 16/Nahl, 25

[122] 6/En’âm, 159

[123] 30/Rûm, 32

[124] 3/Âl-i Imrân, 103

[125] 6/En’âm, 144; 22/Hacc, 8-9

[126] 34/Sebe’, 8

[127] 31/Lokman, 6

[128] 7/A’râf, 179; 13/Ra’d, 30-31 vd.

[129] 5/Mâide, 13

[130] 26/Şuarâ, 91-97; 17/İsrâ, 97 vd.

[131] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 120-126

[132] 2/Bakara, 38

[133] 33/Ahzâb, 66-68

[134] 5/Mâide, 77

[135] Muhammed Ali Sabûni, Ahkânı Tefsiri, İst. 1984, c. I, sh. 22-23.

[136] 10/Yunus, 32

[137] 42/Şûrâ, 52

[138] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 109-113

[139] 3/Âl-i İmrân, 79-80; 5/Mâide, 17,72, 116-117; 19/Meryem, 37-39

[140] 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73, 116-117

[141] 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30

[142] 57/Hadîd, 27

[143] 5/Mâide, 14

[144] 9/Tevbe, 34

[145] 9/Tevbe, 31

[146] 3/Âl-i İmrân, 78; 5/Mâide, 13

[147] 4/Nisâ, 115

[148] 4/Nisâ, 115

[149] Celâlettin Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, Pınar Y., s. 158 vd.

[150] Müslim, Kitabu'l-İman 13

[151] Tirmizî, Kitabü'z-Zühd 47

[152] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15

[153] 5/En'âm, 153

[154] İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4

[155] (46/Ahkaf, 13-14

[156] 41/Fussılet, 30-32

[157] 2/Bakara, 1-2; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 77-78

[158] 22/Hacc, 22

[159] 3/Âl-i İmran, 101

[160] 4/Nisâ, 175

[161] 16/Nahl, 104

[162] 72/Cinn, 14

[163] 4/Nisâ, 66-68

[164] 13/Ra'd, 27

[165] 29/Ankebut, 69

[166] 5/Mâide, 16

[167] Telbîsü İblis, s. 18

[168] a.g.e., 20

[169] 59/Haşr, 10

[170] Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111

[171] 16/Nahl, 125

[172] 7/A'râf, 43

[173] bak. 72/Cinn, 15-16

[174] 2/Bakara, 5

[175] El-İbdâ', s. 7

[176] 11/Hûd, 112

[177] 5/Mâide, 105

[178] 15/Hıcr, 40

[179] Taberâni, El-Mu'cemu's-Sağîr, II/50

[180] Feyzu'l-Kadir, II/421

[181] Kenzu'l-Ummâl, III/269

[182] 40/Mü’min, 60

[183] 3/Âl-i İmrân, 8

[184] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13

[185] 1/Fâtiha, 6

[186] İ. L. Çakan, Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, Şamil Y., s. 153 vd.

[187] 7/A’râf, 16

[188] Tâc, 5/394

[189] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Ribat Y., s. 337 vd.



[190] 6/En’âm, 153

[191] 36/Yâsin, 61

[192] 12/Yusuf, 108

2 yorum:

Adsız dedi ki...

ABD, Iowa Şehrinde bulunan Iowa Lutheran Hastanesi'nden bir temsilciyim ve hastane idaresi tarafından internete nasıl işler yaptığımızı ve insan organlarının alımı ve satımı için bir yıl daha başladım. böbrek, Bu teklifle ilgileniyorsanız, lütfen aşağıdaki e-postayla bizimle iletişime geçmekten çekinmeyin: Bağışçılarımıza iyi miktarda para telafi ediyoruz ve biz organlarda Cerrahi uzmanıyız ve bir bağışçı olarak risk yok. o.
Ve bu bizim e-postamız:
iowalutheranhospital@gmail.com
Ayrıca, whatsapp +1 929 281 1248 numaralı telefondan bizi arayabilir veya bize ulaşabilirsiniz.

Anonymous dedi ki...

Buradaki herkese DR WALE'in kaderimi nasıl değiştirdiğini anlatmak istiyorum. Neredeyse on beş yıldır bir otomobil şirketinde pazarlamacı olarak çalışıyordum ve belirli bir meslektaşım ev satın alırken faturalarımı ödemek için zar zor komisyon aldım. Onun hakkında kafam karıştı çünkü herkes onun ne kadar komisyon aldığını kıskanıyordu. Neyin yanlış olduğunu anlamadım çünkü işimde iyiydim ve yaptığı ekstra onu farklı kılan hiçbir şey yoktu ve neredeyse beş yıl boyunca ona kendimi ifade etme cesaretini toplayamadım. Bir gün beni gezdirirken ona bazı ipuçları vermesi için yalvardım ve ondan bir şeyler öğrenmeyi tercih ettim ama o işte daha iyi olduğumu söyledi ve bu da kafamı daha da karıştırdı çünkü belli ki o daha iyiydi. Birçok konuşmadan sonra, kendisine iyi şanslar büyüsü yapan DR WALE hakkında bilgi verdi ve bu onu istisnai yapan şeydi. Bana onun bağlantısını verdi ve onunla konuşmamı ve benden ne yapmamı isterse onu yapmamı istedi. Yedi ay oldu ve ilk evimi yeni aldım ve ikiz kızlarımı üniversiteye gönderecek kadar para biriktirdim. Paramparça ve evsizdim ve bu kadar yakında bir evim olacağını asla hayal edemezdim. Teşekkürler DR WALE. Ondan yardım isteyin ve izniyle doğrudan iletişim numarasını WhatsApp / Viber : +2347054019402 VEYA E-posta : drwalespellhome@gmail.com bırakıyorum