6 Kasım 2007 Salı

ruhul beyanda fatiha tefsiri (ismail hakkı bursevi)

Müddessir sûresinden sonra Mekke'de inmiştir. 7 âyettir. Kur'an'ın ilk sûresi olduğu için açış yapan, açan mânâsına "Fatiha" denilmiştir.
Ana kitap mânâsına "Ümmü'l-Kitâb", dînin asıllarını ihtiva eden mânâsına "el-Esâs", ana hatlarıyla İslâm'ı anlattığı için "el-Vâfiye" ve "el-Kâfiye", ilk defa inen yedi âyet mânâsına "es-Seb'u'l-Mesânî", birçok esrarı taşıdığı için "el-Kenz" adları da verilmiştir.


1. Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla:
2. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsûstur.
3. O Rahman ve Rahîm'dir.
4. Din Gününün sahibidir.
5. Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.
6. Bizi doğru yola eriştir.
7. Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil.


Bu sûreye "Fatiha" adının verilmesinin hikmetleri:
1. Mushaf onunla başladığı, Kur'ân okumaya, ilim öğrenmeye ve namaza onunla girildiği için; çünkü Fatiha "açan" demektir.
2. Her söze hamdele ile başlandığı için,
3. İlk nazil olan sûre olduğu için,
4. Allah Teâlâ'nın Levh-i Mahfûz'da yazdığı ilk söz olduğu için,
5. Dünyâda ulvî gayelerin, âhırette cennet kapılarının anahtarı olduğu için,
6. Kitâb-ı ilâhî'nin gizli hazîneleri onunla ortaya çıktığı için; çünkü Fatiha, ilâhî hitabın inceliklerini ihtiva eden hazînelerin anahtarıdır. Kur'ân'ın bütün incelikleri ehline onunla münkeşif olur. Fâtiha'nın mânâlarını bilene müteşâbih âyetlerin kilitli kapılan açılır. Fâtiha'nın aydınlığında müteşâbihlerin nûrlanndan derleme imkânı hâsıl olur.
Fâtiha'ya Ümmü'l-Kur'ân da denilmiştir. Ümm, bir şeyin aslı, temeli ve anası demektir. Kur'ân'ın ana hedefi şu dört şeydir:
a) Ulûhiyyet
b) Nübüvvet
c) Âhıret
d) Kaza ve Kaderin Allah'dan olduğunu isbât.

Fâtiha'daki "Hamd âlemlerin Rabbına aittir" âyeti, ulûhiyyetin ikrârıdır. "Din gününün sahibidir" sözü, âhırete delâlet eder. "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz" âyeti, kader konusunda Cebriyye ve Kaderiyye gibi sapık fırkaların görüşünü nefy ederek her şeyin Allah'ın takdiriyle olduğunu isbât eder.


*

Fâtiha'ya "Seb'u'l-Mesânî" de denilmiştir. Bunun sebebleri ise şöyle sıralanabilir:
1. Fatiha yedi âyettir. Bu âyetlerin her biri Kur'ân'ın yedide biri yerine kaimdir. Bu yüzden Fâtiha'yı okuyan kimse, Kur'ân'ın tamamını okumuş gibi ecir ve sevap kazanır.
2. Fatiha Sûresi'nin yedi âyetini okumak üzere ağzını açan kimseye, cehennemin yedi kapısı kapanır.
Bu iki sebeb, Fâtiha'ya seb' (yedi) denilmesinin sebebidir.
Mesânî denilmesinin sebebleri ise:

a. Her namazda en az iki kere okunması,
b. Her rekâtta kendisine fiilen veya hükmen bir başka sûrenin eşlik
etmesi
c. Mekke'de ve Medine'de olmak üzere iki defa nazil olması.
r Bu sûreye ayrıca "Salât, Şifâ, Safiye, Esâsü'l-Kur'ân, Kâfiye, Vâfiye, Hamd, Sual, Şükür ve Duâ" gibi isimler de verilmiştir. Çünkü bu sûrede, bu adlan almayı gerektirecek bütün özellikler vardır.
Fatiha'nın bir adı da "Sûretü'l-Kenz"dır. Nitekim bir kudsî hadiste Allah Teâlâ hazretleri: "Fatiha Benim Arş hazînelerimden bir hazînedir. "10 buyurmuştur.

10. Münâvî, IV, 420.

1-2. Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbına mahsûstur.
Bu âyetteki "el-Hamd" kelimesinin başındaki harf-i ta'rîf, yâni "el" takısı hamdin kemâlini gösterir; yâni hamdin en mükemmeli demektir. O da: "Allah'ın hamdi Allah içindir, peygamberlerin, velayet makamına ermiş kâmillerin hamdi de Allah içindir" demektir. Ya da hamd ve sena; ister bizâtihî (ayn olarak) isterse melek, beşer ve diğer varlıklardan sâdır olan ârızî şekliyle olsun, aslında mahmûd, adlinde memdûh ve gerçek ma'bûd olan Allah içindir. Nitekim Allah Teâlâ. "Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ı hamdi ile tesbih etmiş olmasın." (el-İsra, 17/44) buyurur.

Süfîlere göre hamd; övgüye lâyık bulunan Allah Teâlâ'nın kemâlini ortaya koymaktır. O'nun kemâli sıfat, fiil ve eserlerinde zahir olur. Dâvud Kayseri der ki: "Hamd; söz, fiil ve hâl ile olur."
Söz ile olan hamd, dil ile yapılan övgüdür. Hak Teâlâ’yı, peygamberlerinin lisanıyla veya kendini övdüğü şekilde sena etmektir.
Fiilî hamd, Allah'ın rızâsını umarak ve O'nun yüce katına yönelerek ibâdet ve hayır türünden bedenî amelleri yerine getirmektir. Çünkü insanın diliyle hamdetmesi, organlarıyla da gerektiği gibi şükretmesi ve her hal ü kârda müteşekkir bulunması gerekmektedir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a): "Hamd, her hal ü kârda Allah'a mahsustur"11 buyurur. Bu da ancak her organın yaradılış sırrına uygun bir biçimde şeriatın gösterdiği şekilde kullanılmasıyla mümkün olur. Hakk'a kullukla olur. Nefse pay ayırmadan emr-i ilâhîye boyun eğmekle olur.

Hal ile şükür ise rûh ve kalb ile gerçekleşir, ilmî ve amelî kemâlât ile bezenmek, ahlâk-ı ilâhî ile ahlâklanmak suretiyle kazanılır. Nitekim insanlar, ilâhî ahlâk ile muttasıf olmakla emrolunmuşlardır ki, bu suretle ahlâkî olgunluk nefislerinde ve kişiliklerinde meleke hâline gelebilsin.

Hakikatte hamd, mazâhir denilen tecellî, zuhur ve tafsîl makamında Hakk'ın kendi kendisini senâsıdır. Çünkü bu tecellî ve mazharlar Hakk'ın gayrı değildir. "Cem'- i ilâhî" makamında Hakk'ın zâtını söz ile hamdetmesi, Allah'ın ilâhî kitaplarda kendisini anlattığı kemâl sıfatlarıyla olur. Hakk'ın fiilen kendisini hamdi ise cemâl ve celâle âid kemâlâtını gayb âleminden şehâdet âlemine, bâtından zahire, ilimden ayn'a izhâr ile sıfatlarının tecelligâhında ve isimlerinin mahallinde göstermesidir. Hakk'ın hal yolu ile hamdi de O'nun feyz-i akdesde ilk tecellileridir. Ve ezelî nurun zuhurudur. Cem' hâlinde Hâmid de, Mahmûd da; Hamd eden de Hamd edilen de O'dur. Tafsîl makamında ise durum şu şiirde belirtildiği gibidir:

Perde açılmadan önce tüm zaman boyu ben
Zannediyorum ki Seni zikrediyor, Sana şükrediyorum.
Gece ışıdığında ben şâhid oldum ki;
Sen hem Mezkûr (zikredilen), hem Zikir, hem de Zâkirsin (zikredensin).

Sözle hamdeden herkes, hamd ettiğine kemâl sıfatlar isnâd ederek tanır ve böyle bir tanımanın tanıtmayı gerektiğini de bilir.

Hamd; sena, şükür ve medih anlamlarını da kapsar. Bu yüzden Allah'ın kendisine olan hamdi "lillâh" ta'bîriyle, şükrü "Rabbi'l-âlemin', medhi de "er-Rahmânirrahîm ve Malikî yevmi'd-dîn" ile sâdır olmuştur. Bu üç vecihle kulun Allah'a gerçekten hamdetmesi mümkün değildir. Kul, ancak taklîd yoluyla ve mecazî olarak hamdedebilir. Çünkü
.

O'nun zâtına ve sıfatlarına lâyık bir sena ve medih O'nu, zât ve sıfatlarının künhüne vâkıf olarak bilmenin bir bölümüdür. Nitekim Allah Teâlâ: "Onların ilmi, O'nu ihata edemez" (Tâhâ, 20/110) "Onlar Allah'ı gereği gibi tanıyamadılar." (el-En'âm, 6/91) buyurmaktadır.
Kulların mecazî ve taklîdî hamdine gelince; Mi'râc gecesinde Hz.Peygamber (s.a)'e Yüce Allah'ın: "Beni sena et!" hitabı karşısında:
"Ben Seni gerçek anlamda sena edemem" demişti. Ancak ilâhi emre imtisal ile ubudiyetini arz edebilmek için:
"Sen kendini nasıl sena ettiysen; ben de Seni öylece sena ediyorum"12 demişti.
İşte bu taklîdî bir senadır. Bize de bu anlamda taklîdî sena emredilerek: "el-Hamdü lillâh de" (el-İsrâ, 17/111) buyrulmuştur.
Ayrıca "Gücünüz yettiği kadar
Allah'a karşı takva üzre olunuz" (et-Teğâbün, 64/16) buyurulmaktadır.
et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye adlı eserde böyle anlatılmaktadır.
Şeyh Sa'dî (k.s.) de şöyle der:
Vücûdumdaki her kıl O'nun bir ihsanıdır ..
Ben her kıl için nasıl şükre muktedir olabilirim? "

Huccetü'l-İslâm İmâm Gazzâlî, Minhâcü'l-âbidîn adlı eserinde bu konuyu şöyle anlatır:
"Hamd ve şükür sâlikin maksadına ulaşmak üzere geçmesi gerekli yedi yokuştan sonuncusudur. Kulu ibâdet yolunda harekete geçiren ilk şey, semavî bir uyan ve ilâhî bir yardımdır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber (s.a.) şu hadîsi ile buna işaret etmektedir: "Kulun kalbine bir nûr gelince kalb açılır ve genişler." Sordular: "Ya Rasûlallah bunun bilinmesini sağlayacak bir alâmeti var mı?" Efendimiz buyurdu: "Aldanma yurdu olan dünyâdan uzaklaşıp, ebediyet yurdu olan âhırete yönelmek ve ölüm gelmeden hazırlıklı olmak bunun işaretidir. "13
Böyle bir kulun aklına ilk gelen şey, bu kadar çok nimetin, bir sahibinin olduğu düşüncesidir. Bu kadar nimet veren, benden şükür ve hizmet ister. Ben ondan gafil olacak olursam, belki de nimetini elimden alır ve beni cezâlandırır. Bana mucizelerle peygamber gönderdi ve kendisinin herşeyi bilen, tâata sevap, günaha ceza veren bir tanrı olduğunu haber verdi. Emir ve nehiylerini bildirdi. İnsan bu suretle nefsinde bir korku ve endişeye kapılır ve sanata bakıp, Sanatkâr'a vâsıl olur. Böylece yüce sıfatlarla bezenmiş bir Rabbın varlığına yakîn hâsıl eder. Bu hal daha yolun başında sâliki karşılayan, "ilim ve ma'rifet" basamağıdır. Sâlik ilk basamağı basiretle kat'etmek için âhırete çağıran ulemayı araştırır ve onlardan öğrenir. Bu sayede Rabbının varlığına yakîn hâsıl edince ma'rifet onu hizmete soyunmaya teşvik eder. Önce zahirî ve bâtınî farzlardan kendisine gerekli olanı öğrenir ve ibâdete yönelir. Bir de bakar ki pek çok insan gibi kendisi de günahkârdır. Hemen kendi kendine şöyle der: "Ben nasıl tâata yönelebilirim ki, günaha boyanmış biriyim. Önce sıkı bir tevbe etmem ve günah kirlerinden temizlenmem gerekir ki bu suretle hizmete lâyık olabileyim." İşte bu safhada onu karşılayan "tevbe" basamağıdır.
Şartlarına ve esasına uygun bir tevbe gerçekleştirerek sülük yoluna giren sâlik de bâzı engeller ile karşılaşır. Bunlar onu ibâdetten alıkoyabilir. Bu engeller genelde dört ana maddede toplanır:
Dünyâ, halk, şeytan ve nefs.

Sâlik, bunlardan geçmek için dört şeye sarılmalıdır: Dünyâdan soyutlanmalı, halktan uzaklaşmalı, şeytan ve nefs ile savaşmalıdır. Bunlar içinde en zoru da nefs ile savaştır; çünkü o içimizdedir. Şeytan gibi onu bir çırpıda kahredip kurtulmak mümkün değildir. O, insanın bineği ve âletidir. Aynca nefsin ibâdete yönelmeye rızâsı ve arzusu da yoktur. Çünkü hayra zıt bir fıtratta ve hevâya uygun bir hilkattedir.

Nitekim şâir:
Bu serkeş nefs öyle süratle koşar ki,
Akıl onun dizginini tutmaya güç yetiremez.
Kimse nefs ve şeytanla başa çıkamaz,
Karıncaların kaplanın hücumuna ne tesiri olabilir?

Nefsi itaat altına alabilmek için, onu takva gemiyle dizginlemelidir. Takva ile dizginlenen nefsi, sahibi iyi hizmetlerde kullanır ve fesâd mahallinden korur. Bu engeli de aşan sâlik kendisine karşı çıkan ve onu ibâdete yönelmekden alıkoyan başka bir takım engeller görür.

Dikkatle bakınca bunların da dört sebebi olduğunun farkına varır:
1. Nefsin peşi sıra koştuğu rızık,
2. Korku veya ümit veren, istenen veya istenmeyen, kendisinin fesadına mı, haynna mı olduğunu bilemediği; ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar ve tehlikeler,
3. Her taraftan kendisini saran sıkıntı ve zorluklar; özellikle de halka muhalefetin şeytan ile muharebenin ve nefs ile mücâdelenin zorluklan,
4. Başa gelen muhtelif kaza ve belâlar,

Sâlikin bu makamda karşılaştığı zorluklardan kurtulması için şu dört şeye ihtiyacı vardır:
a) Rızık konusunda Allah'a tevekküle,
b) Tehlike ânında işi Allah'a havale etmeye (tefvîz-i umur)
c) Sıkıntılara karşı sabra,
d) Kazaya rızâya.

Sâlik bunları da aşınca, bir de bakar ki nefsi hayra karşı gereği gibi ilgi duymamakta ve tenbellik göstermektedir. Çünkü nefs, gaflet ve gevşekliğe meyyal, israf ve fuzûliyâta düşkündür. Bu durumda sâlik nefsini tâata yöneltmek için bir sâike ve günahdan alıkoymak için de bir zorlayıcıya ihtiyaç duyar. Onlar da "havf ve recâ"; korku ve ümittir.

Recâ iyi amellere va'd olunan sevaplar konusunda olur; havf da cezayı gerektiren amellere âid ilâhî tehditlerden kaynaklanır. Bu makam "Bevâis" makamıdır. Ve bunu geçmek için sâlik, havf ve recâya muhtaçtır. Korku ve ümitle bunu atlatan kimse artık kendisini ibâdetten uzaklaştıran bir sebeble karşılaşmadığı ve içinde ibâdete yönlendiren bir ses bulunduğu için şevkle tâata sarılır.
Bundan sonra yine kendi kendine mücâhedeye devam eder. Bir de bakar ki, iki âfetle karşı karşıyadır. Onlar da, "riya (gösteriş) ve ucüb" (kendini beğenme) duygusudur. Bazen ibâdeti ile insanlara gösteriş yapar, bâzan da bu ibâdeti büyük görerek nefsine pay çıkarır. Bu sırada Kavâdih" basamağı onu karşılar. Bunu geçmek için de ihlâsa ve nimetleri hatırlamaya ihtiyaç vardır. Kişi Allah'ın yardım ve desteği ile bu yokuşu da geçince gereği gibi ibâdet etme özelliği hâsıl olur. Fakat yine de kendisini Hakk'ın inayet ve desteklerinden oluşan nimetlerine müstağrak olarak görür, şükürden gafil olmaktan, küfrân-ı nimete düşerek hâlis kullara âid mertebeden geri kalmaktan korkar. Bu makamda onu karşılayan hamd ve şükür engelidir. Hamd ve şükür çoğaltılarak bu engel aşılabilir. Bunu aşan sâlik, arzu ve isteğine nail olmuştur. Artık ömrünün kalan kısmında bu güzel hâl ile dünyâda şahsen, âhırette kalben nimetlenir durur ve günbe-gün ikramlanır. Dünyâ ona çirkin gelir. Mele-i A'lâ'ya olan aşkı artar. Bir de bakar ki, âlemlerin Rabbının elçisi karşısındadır. Ve onu Rabbı katından rızâ ile müjdelemektedir. Onu güzellikle ve kâmil bir insan olarak bu fânî dünyâdan ilâhî âleme naklederler. Onun makamı cennet bahçeleridir. O, bu nimetleri kendi âciz nefsi için büyük bir nimet ve mülk olarak görür.

Şeyh Sa'dî (k.s.) der ki:
Senin matemin; yâni ölümün düğün olur, Eğer sonun iyi ve hüsn-i hatime ise.

Hüsrev de vefatı sırasında şunları söylemişti:
Pâdişâh dünyâdan gider, dudaklarından şunlar dökülür: Gönlüm gurbetten asıl vatanıma doğru gitmeyi arzuluyor.

Cenâb-ı Hakk'ın zatî olarak lâyık olduğu her türlü hamd, "Allah" ismi ile sıfatları ile lâyık olduğu hamd da "Rabbi'l-âlemin" lafzıyla ifâde edilmiştir. Bu iki kelime, zât ve sıfat isimlerinin anlamlarını cem'ederek, Allah'ın zatî ve sıfâtî, dünyevî ve uhrevî her türlü hamde lâyık olduğunun delili gibidir.
"Rabb" terbiye ve ıslah etmek anlamına gelir. Hakk'ın âlemleri terbiyesi, onları beslemek ve varlık sebeblerini devam ettirmekle olur. İnsanın zahirinin terbiyesi nimetle; bâtınının, kalbinin terbiyesi rahmetle olur. Allah, âbidlerin nefslerini şeriat ahkâmı ile, âşıkların kalblerini tarikat âdabı ile, muhiblerin sırlarını hakîkat nuruyla terbiye eder. İnsanı bâzan değişik şekillerde eğitir ve organlardaki nûrânî gücün feyziyle terbiye eder. Kemiğe işittiren, yağdan oluşan göz yuvarlağına gördüren, et olan dili konuşturan; bitkileri meyve ve daneleri ile, hayvanları etleri ve yağlarıyla, yeryüzünü ağaçlan ve nehirleri ile, gökyüzünü yıldızlarıyla ve onların ışıklarıyla donatan, geceyi haşerâtı teskin etmek; zararlıları hareketten menetmek suretiyle insanların dinlenmesi için tahsîs eden, gündüzleri fazlından dilediği kadarını lütfeden Allah'ın sânı ne yücedir. Sen ona hizmet etmediğin halde, O sanki senden başka kulu yokmuş gibi, seni terbiye edip beslemektedir. Sen ise kullukta sanki O'ndan başka bir Rabbın daha varmış gibi davranmaktasın.

"el-Âlemîn" kelimesi "âlem"in çoğuludur. "Âlem" aslında çoğuldur. Aynı lâfızdan tekili de yoktur.

Vehb der ki: "On sekiz bin âlem vardır. Dünyâ bunlardan biridir. Bu âlemler içerisinde mâmur olanları, harâb olanlara göre, koca çöldeki çadır kadar az ve küçüktür."

Dahhâk der ki: "Üç yüz altmış âlem vardır. Bunlardan üç yüzü yalın ayak ve çıplak, yaratıcı güçden habersizdir. Bunlar cehennemi dolduracaklardır. Altmış âlem ise giyiniktir. Zülkarneyn onlara uğramış ve onlarla konuşmuştur."

Ka'bü'l-ahbâr bu konuda şunları söylemektedir: "Rabbının askerlerinin sayısını O'ndan başkası bilemez." (el-Müddessir, 74/31) âyeti mucibince âlemlerin sayısı, sayılamayacak kadar çoktur.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre: "Allah Teâlâ mahlûkatı; melek, şeytan, cin ve insan olmak üzere dört grup olarak yaratmıştır.

Bu dört grup, ona ayrılmıştır. Dokuzu melekler olup, kalan biri diğer üç gruptur.
Üç gurup da ona ayrılmıştır. Onlardan dokuzu şeytanlar, bir grubu da cin ve insanlardır.
İnsanlar ve cinler de on gruptur. Onlardan da dokuzu cinler, biri insanlardır.

İnsanlardan tevhid ehli bir grup vardır ki, Allah Teâlâ onları da yetmiş üç fırkaya ayırmıştır. Bunlardan yetmiş ikisi tehlike üzeredir. Onlar dalâlet ve bid'at fırkalarıdır. Geriye kalan "fırka-i nâciye" ise "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" olanlardır. Bunların da hesabı Allah'a kalmıştır. Allah Teâlâ dilediklerini bağışlar ve dilediklerine de azâb eder.

Nitekim hadiste buyurulmuştur: "İsrâîl oğullan yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunların hepsi cehennemde, bir tanesi değildir. "14

Sordular: "Cehennemden kurtulmayı başaran bu fırka kimlerdir?" Allah Rasûlü buyurdu: "Onlar benim ve ashabımın yolunda yürüyenlerdir." Yâni benim ve ashabımın inançlarını taşıyan, onların davranış ve sözleri üzere olanlardır. İşte hak budur; cennete,

.
kurtuluşa ve felaha götüren yol budur. Bundan başkası boştur ve insanı cehenneme götürür. Eğer bu bozuk inançlılar haramları helâl sayan İbâhîlerden ise, ebediyyen cehennemde kalırlar. Diğerleri ise ebediyyen kalmazlar.
***
11. Ebû Dâuud, Edeb, 91; Tirmizi, Edeb, 2
12. Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvud, Vitr, 5; Tirmizi, Deavât, 112; Nesai, Tatbik. 47, 71; İbn Mâce, İkame, 117; Muvatta', Kur'ân, 31.
13. İbn Mübarek, Kitâbü'z-zühd, s. 78.
14. Ebû Dâuud, Sünnet, 1; Tirmizî, îmân, 18; İbn Mâce Fiten, 17; Müsned, II, 332, III, 120, 145

3. "O Rahman ve Rahîm'dir."
Fatiha'da besmeleden sonra Rahman ve Rahîm isimlerinin tekrarlanmasının bazı sebebleri vardır:
a.) Besmelede geçen iki rahmet, zatîdir. Fatiha'dakiler ise sıfâtîdır.
b.) Besmelenin Fatiha'dan bir âyet olmadığını göstermektedir. Eğer Besmele, Fâtiha'dan bir âyet olsaydı bu iki isim tekrarlanmazdı.
c.) Kullan daha çok zikre teşvik etmek içindir. Çünkü Allah'ı sevmenin alâmeti O'nu zikretmeyi sevmektir.
Nitekim hadis-i şerifte: "Bir şeyi seven onu çokça anar"15 buyurulmaktadır.
d.) Rabbu'l-âlemîn sıfatı anıldıktan sonra O'nun halkı rızıklandıran Rahman, âhırette kullarını bağışlayan Rahîm olduğu anlatılmıştır. Onun için hemen ardından "din gününün sahibi" lâfzı zikredilmiştir. Çünkü rubûbiyyet ya dünyâda rızık veren Rahman, veya âhırette bağışlayan Rahîm anlamlarınadır.
e.) Hamd ile rahmete erilir. İnsanoğlunun ilki olan Âdem, Allah'a hamledenlerin de ilkidir. Ve ilk defa aksırdığında: "Elhamdülillah" diyerek Allah'a hamd etmiş, kendisine "Rabbın sana rahmet ediyor. Allah seni bu yüzden yarattı, yaratıklarına hamdi öğretti ve rahmete ulaşmanın yolunun hamdden geçtiğini açıkladı," diye karşılık verilmiştir.
f.) Hamdin bu isimlere bağlanışını gösterir. Çünkü hamdin bu vasıflarla sıralanışı Allah'ın kuluna ihsan konusunda mecbur olmayıp muhtar olduğunu gösterir.

Rabbülâlemîn" Allah'ın zâtının, "er-Rahmânir-Rahîm" ile de kemâlâtının feyzinden hamde müstehak oluşunun sebebleri ortaya çıkmaktadır. Dünyâda bu ikisi dışında feyz yoktur. Âhıretteki sevablann lütfü gereği, cezâların ise adaleti gereğidir. Buradan da bu üç sıfatın peş peşe sıralanmasının sebebi anlaşılır.

Rahman ve Rahîm arasındaki fark: Rahman, sadece Allah'a mahsûs bir sıfattır. Rahman kapsamına giren rahmet, herkese şâmildir. Bütün nimetler çokluk ve büyüklüğü ile birlikte Allah'a âiddir. Buna göre kullardan Rahman mânâsında rahmetin sudûru mümkün değildir.

Rahîm'in kullara isnadı mümkündür.
Zünnûn'dan şöyle bir kıssa nakledilir: Aklıma gelen bir düşünce üzerine evden dışarı çıkmıştım. Nil kenarına vardım. Koşmakta olan bir akrep gördüm, peşine takıldım. Akrep nehrin kenarında duran bir kurbağanın yanına geldi ve onun sırtına binip Nil nehrini geçti. Ben de bir kayığa binip onları takip ettim. Akrep kurbağanın sırtından indi ve uyuyan bir gence doğru koşmaya başladı. Bir de ne göreyim, o gencin yanından akrebe doğru koşup gelen bir yılan. Yılanla akrep birbirleriyle dalaşmaya başladılar. Ve birbirlerini ısırarak öldürdüler. Böylece genç kurtuldu.
Anlatıldığına göre karga, yumurtadan yeni çıkan yavrusu kızıl et gibi olduğundan korkup kaçarmış. Ve sinekler gelip yavrunun başına üşüşürmüş. Karga yavrusu da başına üşüşen sinekleri yutar ve onlarla gıdalanırmış. Tüyleri bitmeye başlayınca da ana karga yavrusunun yanına dönermiş. Bu yüzden Allah'a: "Ey yuvasındaki âciz karga yavrusuna bile rızkını veren" diye nida edilir.

Rahman, rahmeti umûmî olan demektir. Denilirse ki: "Kulun belâdan uzak olması pek nâdirdir.
Rahman ismi ile bunu nasıl îzâh edersiniz?"
Cevaben deriz ki: "Olaylar türlü türlüdür. Bazen rahmet sanılan şey nıkmet; yâni sıkıntı olur, bazen de nıkmet sanılan şey nimet olur.
Nitekim Allah Teâlâ: "Sizin hoşlanmadığınız şeylerde belki de hayır vardır." (el-Bakara, 2/216) buyurmaktadır.

Hayır sanılan şeyler de şâirin dediği gibi, her zaman hayır olmayabilir:
Gençlik, boş zaman ve ataklık, Kişinin başına neler açar artık?!

Yâni bunlar görünüşte hayır oldukları halde bazen şerdirler. Şer sanılan şeylerin hayır olduğuna örnek de şudur: Çocuğu mektebe göndermek ve okumasını sağlamak çocuk için sıkıntılı bir iştir, hırsızlık yapanın elini kesmek zahiren o kimse için kötü bir durumdur. Fakat aslında bunlar bir başka açıdan nimettir.
Ahmak insan zahire bakar. Akıllı ise işin özünü arar. Hiç bir belâ ve sıkıntı yoktur ki, altında rahmet ve lütuf bulunmasın. Ancak az bir hayır için çok hayrı terk etmek büyük bir serdir. Zorluklar, ruhlan bedene âid bağlardan kurtarıp temizlemek içindir. Cehennemin yaratılması kötüleri iyi ameller işlemeye yöneltmek içindir. Şeytanın varlığı, kulları içinde muhlis olanları ortaya çıkarmak içindir. Tahkik erbabının hâli de, Mûsâ (a.s) ile Hızır kıssasında olduğu gibi zahire değil, hakikatlere sarılmaktır. İnsan tabiatının hoşlanmadığı bir çok şeyde gizli bir takım sırlar ve hikmetler olabilir.
Rahmet olmasa ve rahmet-i ilâhiyye gazabı geçmemiş bulunsa, kâinatın varlığından söz edilemezdi. Hakk'ın Mün'im (nimet veren) ismi de zahir olmazdı. Rahman büyük nimetlerin O'na aid oluşunu gösterdiğinden kulun O'ndan az bir şey taleb etmesi sû-i edeb olur. Ancak, Rahîm'in hemen Rahmân'dan sonra gelmesi, her türlü vehim ve şüpheyi ortadan kaldırmak ve küçük şeyleri de Cenâb-ı Hak'dan isteyebilme cür'etini sağlamak içindir.

Sofilerden birine: "Sana küçük bir ihtiyacımı görmen için geldim" denilince o: "Sen o küçük ihtiyacın için küçük bir adam ara." cevâbını vermiştir. Allah Teâlâ da bu âyetlerde bir bakıma şöyle buyurmaktadır: "Ben sadece Rahman ismiyle yetinecek olursam, kendimden haya ederim. Çünkü Ben, hem Rahman hem Rahîm'im. İste Benden ayakkabının bağına, tencerenin tuzuna varıncaya kadar her şeyi."

Nitekim Şeyh Sa'dî (k.s) der ki:
Eğer başını bu kapıya koyarsan, Elinin boş dönmesi imkânsızdır.

Ehl-i hakikat der ki: "Rahmân'a aid üç makam vardır. Onlar da: "Zahir" isminin makamı olan Zuhur, "Bâtın" isminin makamı olan butûn ve ikisini birleştiren cem' makamıdır. Her varlık bu mertebelerden birinde bulunur. Onun hükmünün dışına çıkamaz. Bu derece ve makamlara göre Rahmet-i ilâhiyye'nin hükümleri şöyle tasnif edilebilir:
Saîdler (bahtiyarlar), bedbahtlar; ruhlarıyla nimete erenler, bedenleriyle nimete erenler ve bu iki mertebe arasını birleştirenler diye taksim edilir. Meselâ saidlerden ehl-i cennet olanlardan bazıları sûretleriyle değil, rûhlarındaki ma'rifet sebebiyle bu noktaya gelirler. Kendilerinin cennette nimete ermelerini sağlayacak yeterli amelleri yoktur. Varsa da diğerlerine göre yeterli değildir. Bunun tersi, zühd ve ibâdetle meşgul olan bâzı kimseler vardır ki, bunların da, ilim ve ma'rifetten nasibi yoktur. Çünkü böylelerinin rûhlarının ilm-i ilâhî makamıyla münâsebetleri olmadığı için rûhânî nimetlerden nasibleri yoktur. Bu yüzden amel sırasındaki düşünceleri, amel sonrasına taalluk etmez. Aksine onlar ameli gaye sanırlar. Ve amelin önünde durup, va'd edilen mükâfata veya tehdide takılıp kalırlar. Amelin sağlayacağı asıl faydayı kavrayamazlar. Bu anlattığımız ilim ve amel makamlarının arasını cem'edenler ise ilim ve amelden tam bir nasîb alarak, kurtuluşa eren bahtiyarlardır. Onlar da peygamberler ve vâris-i nebî olan kâmil velîlerdir.

Mevlânâ Celâleddîn (k.s.) der ki:
Her güvercin bir yol ve üslûb üzre uçar;
Ancak bu güvercin tarafsızlık tarafına uçar.
15. Aclûnî, II, 289

4. O, din gününün sahibidir.
"Yevm " yâni; gün örfte güneşin doğması ile batması arasındaki zaman biriminin adıdır. Şerîatte ise ikinci fecrin doğmasıyla güneşin batması arasında kalan zamandır. Burada gün kelimesiyle kastedilen güneşe bağlı olmadan mutlak zamandır. Çünkü âhırette güneş yoktur. Yâni "ceza gününde her işin sahibi" demektir.

"Yevm" kelimesinin "din" kelimesi ile tamlama yapılması, aralarındaki yakın ilgi sebebiyledir. Nitekim diğer bâzı günler de kendisinde meydana gelen bâzı olaylara izafe edilerek "Ahzâb günü", "Fetih günü" gibi isimlerle tamlanmışlardır. Günün, din kelimesi ile özelleştirilmesi, ya o günü yüceltmek ve o günden korkutmak, ya da o gün emir verme durumunda olanın sadece Allah olduğuna işaret edip, o günde mallar ile sahihleri arasındaki ilginin bütünüyle kopacağını beyân etmek içindir. O gün Allah'dan başka mâlik, hükmedici, amellere ceza ve mükâfat verici yoktur. "Mülk" aslında bağ bağlamak ve kuvvet demektir. Gerçekte kuvvet-i kâmile ve etkili yönetim, geçerli hüküm ve müessir tasarruf, Allah'a âiddir. Bu tür sıfatların kullara izafe edilmesi mecazîdir. Çünkü insanların bir şeye sahib olmasının bir başı, bir de sonu vardır. İnsanların mülkiyeti her şeye değil, bâzı şeyleredir. Cismedir, rûh ve öze değildir. Nefsedir, nefese değildir. Zahiredir, bâtına değildir. Diriyedir, ölüye değildir. Allah'ın mülkiyetinin ise zevali yoktur. O'nun mülkiyeti asla el değiştirmez.

"Melik" kelimesini "Mâlik" şeklinde okumak daha ecirli ve sevablıdır, çünkü "Mâlik" te harf sayısı, "Melik"ten daha çoktur.
Anlatıldığına göre Ebû Abdullah Muhammed ibn Şücâ' es-Selci (r.a) şöyle demiştir: "Ben Fâtiha'daki melik kelimesini "mâlik" olarak okurdum. Bir edibden "melik" kelimesinin belagat açısından "mâlik"den daha belîğ olduğunu duyunca, "mâlik" şeklinde okumaktan vazgeçtim.
Bir gece rüyamda bana şöyle seslenildiğini duydum: "Senin on hasenen azaldı."
"Niye?" diye sordum. Şu cevap verildi:
"Allah Rasûlü'nün şu sözünü duymadın mı? Kur'ân okuyan kimseye okuduğu her harf için on hasene yazılır, on seyyiesi silinir ve derecesi on kat yükseltilir"16
Uyandım, ama "melik" şeklinde okuma âdetimi terketmedim. Tâ ki ikinci rüyayı görünceye kadar. Nihayet ikinci bir rüya gördüm, bu sefer rüyamda şöyle denildi: "Sen bu alışkanlığını niye bırakmıyorsun? Allah Rasûlü'nün Kur'ân'ı fahm ve mufahham olarak; yâni kadrini bilerek okuyun17 , hadisini duymadın mı?" Bu rüya üzerine dilde uzman olan Kutrub'a gittim. Ona "mâlik" ile "melik" arasındaki farkı sordum. O şunları söyledi: "Mâlik" ile "melik" arasında büyük fark vardır. "Mâlik", dünyâdan bir şeye mâlik olandır; "melik" ise "mâliklerin mâliki" demektir.

Tefsîrü'l-irşâd müellifi der ki: Mekke ve Medîne halkı bu kelimeyi "melik" şeklinde okurlar. "Melik" güçlü sultan, her şeyi kapsayan bir kuvvet ve tam bir galebe ile emir ve nehye âid konularda küllî tasarruf sahibi anlamını taşır ki, bu manâsıyla "melik" din gününe muzaf olarak kullanılmaya daha lâyıktır.
"Melik" veya "mâlik" şeklinde okumayı tercihten her birinin kendine göre sebebleri vardır. Arzu edilirse, yerlerine başvurularak bu konuda geniş bilgi elde edilebilir.
Fâtiha'da peş peşe sıralanan "Allah", "Rabbu'l-âlemîn", "Rahman", "Rahîm" ve "Mâliki yevmi'd-din" sıfatlan ile sanki Allah Teâlâ hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Seni ben yarattım, ilâhın Ben'im. Seni nimetlerle yetiştirdim, Rabbın Ben'im. Sen isyana düştün, Ben günahlarını setrettim, Rahman Ben'im. Sen tevbe ettin, Ben de bağışladım, Rahîm Ben'im. Amellerin karşılığının mutlaka verilmesi lâzımdır, din ve ceza gününün sahibi Ben'im."

et-Te'uîlâtü'n-Necmiyye'de müellif der ki: Din gününün sahibi ibaresi, gerçek dînin İslâm olduğuna işarettir. Buna şu âyet delâlet eder: "Allah indinde din, ancak İslâm'dır" (Âl-i İmrân, 3/19).
İslâm'ın iki yönü vardır: Zahir ve bâtın. Zahir İslâm dil ile ikrar, organlarla ameldir. Bu, İslâm'ın bedene âid olan tarafıdır. Bedenî olan zulmânîdir. Zulmânîlik, karanlık geceden kinayedir. Bâtının İslâm'ı ise, Allah'ın nuru ile kalbin ve göğsün açılıp genişlemesidir. Bu İslâm'ın rûhânî yönüdür, bu da nûrânîdir.
İslâm'ın zahiri yönü, vücûdun Allah'ın emir ve yasaklarına teslim olmasını gerektirir. İslâm'ın rûhânî yönü ise, ruhun ve kalbin ezelî ahkâma, ilâhî kader ve kazaya boyun eğmesini; teslim olmasını gerektirir. İslâm'ın sadece cesede âid olan zahirî tarafına bağlı kalarak, ruha âid yönüne ulaşamayan kimse, din konusunda mütereddit ve şaşkın, gece yolculuğu yapan insana benzer. Bu yüzden pek çok mülkler ve mülk sahihleri görür.

Nitekim çocukluğunda geceleyin dışarı çıkan Halil İbrâhîm (a.s.)'in durumu böyle idi. Gece karanlığı çöktüğünde bir yıldız gördü ve "İşte benim Rabbım bu" dedi. Nefs dağının arkasındaki kalbin doğuş yerinden rûhânî İslâm güneşinin doğduğunu gören ve saadet sabahına çıkan kimse, Rabbından bir nûr üzeredir. Ve din gününün varlığını açık olarak görür ve buna inanır. Böylelerinin virdi: "Biz de, mülk de Allah'a âid olarak sabaha çıktık" şeklinde olur.
Böyleleri ayne'l-yakîn, hatta hakka'l-yakîn olarak mülkün Allah'a âid olduğunu görürler. Din gününün mâlikinden başka hiçbir mülk sahibinin bulunmadığını anlarlar. Böyleleri gündüzün aydınlığı tam olarak ortaya çıkıp gerçek Mâlik zahir olunca adetâ Hakk ile yüz yüze konuşmaya başlar ve: "Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz" derler.

âyetinin ince mânâlarından biri de şudur: O'na muhalefet topyekün âlemi harabeye, mahlûkatı yokluğa çevirir. Melikler melikine nasıl muhalefet edilebilir ki?!
Nitekim Kur'ân'da: "Nerede ise bundan gökler çatlayacaktı." (Meryem, 19/90) buyurulur. O'na itaat, düzene ve devamlılığa sebeb olur. Nitekim Allah Teâlâ: "Seni rızıklandıran Biziz. Güzel sonuç Allah'dan korkanlara mahsûstur" (Tâhâ, 20/132) buyurur. Teb'aya düşen meliklere itaat, meliklere düşen de melikler melikine itaattir ki, bu suretle nizâm-ı âlem sağlansın.
Bu ibare ile ilgili şöyle bir nükte daha anlatılır: "Din gününün sahibi" sözü, Allah'ın melikliğinin kemâlinin adaletle olduğunu açıklamaktadır. Çünkü Allah Teâlâ buyurmuştur: "Biz kıyamet gününde dosdoğru teraziler koyacağız; hiçbir kimse hiçbir bakımdan haksızlığa uğramayacaktır." (el-Enbiyâ, 21/47)
Mecazî anlamdaki dünyâ melikliği âdil olursa, o zaman hak yerini bulur. Hayvanlarda ve mahsûllerde bereket çok olur. Eğer melik zâlim olursa, onun hükmü bâtıldır. Her türlü hayır ondan uzaklaşır.

Anlatıldığına göre adaletiyle ünlü Enûşirvan adamlarıyla ava çıkar. Bir ara adamlarından ayrılıp bir bahçeye gelir. Bahçede bulunan çocuktan bir nar vermesini ister. Çocuk da verir. Narın taneleri bol suludur ve Enûşirvan bu sulu narla susuzluğunu gidermeğe çalışır. Bahçe ve nar hoşuna gider. Bu bahçeyi sahibinden almayı düşünür. Çocukdan bir nar daha ister. Ancak ikinci narın suyu azdır.
Melik Enûşirvan çocukdan bunun sebebini sorar. Çocuk: "Belki de melik, haksızlık ve zulüm yapmak istemiştir," deyince
Enûşirvan kalbine gelen bu düşünceden vazgeçerek tevbe eder. Çocukdan bir nar daha ister. Bu seferki hepsinden daha hoş ve suludur. Bunun üzerine çocuk: "Melik tevbe etti gâlibâ" der. Aklı başına gelen Enûşirvan bu olaydan sonra zulüm ve haksızlıklardan tevbe eder ve adı adaletle beraber anılır. Hatta Rasûlullah (s.a.)'ın: "Ben âdil melik (Enûşirvan) zamanında doğdum."18 diye onun devrinde doğmaktan dolayı övündüğü rivayet edilir.


Fenârî, Tefsîrü'l-Fâtiha'sında der ki: Hazreti Peygamber'in Enûşirvan zamanında doğmaktan övünmesi yerine Enûşirvan'ın Allah Rasûlü'nün aydınlık çağıyla ve böyle bir zâtın kendi döneminde doğmasıyla övünmesi daha uygundur. Çünkü kudretli ve akıllı bir kâfirde tasavvur olunabilecek en iyi hal, adalet ve insaf dır.
İmâm Sehâvî el-Mekâsidu'l-hasene adlı eserinde "ben âdil bir melikzamanında doğdum" hadîsinin aslının olmadığını, dolayısıyla sahîh bir rivayet sayılamayacağını söyler. Eğer rivayet sahîh ise, kendisine "adil denilmesi, "Âdil" adıyla tanınmasından dolayıdır. Yoksa böyle bir özelliğinden ve adaletine şehâdet edenlerin şehâdetinden dolayı değil. Ya da kendisine inananların Onu âdil diye tavsîf etmelerinden ötürüdür.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah'dan başka taptıkları tanrıdan onlara bir yardım sağlayamadı." (Hûd, 11/101) Yâni onların yanında sayılanlar demektir. Allah Rasûlü'nün hükm-i ilâhîden başka bir hükümle hükmedeni âdil diye anması söz konusu olamaz.

Allah Rasûlü buyurur ki: "Kıyamet gününde bir vali getirilip cehennem üzerindeki köprüye atılır. Köprü, hiçbir bağlantısı istisna olmamak üzere, şiddetle sarsılır. Bu vali, işlerinde Allah'a itaatkâr idiyse, o köprüden geçip gider. Eğer isyankâr ise köprü yarılır ve vali, elli yıl süreyle cehenneme düşer."19
İmâm Kurtubî'nin Tezkiretü'l-mevtâ adlı eserinde böyle yazılıdır. Şeyh Sa'dî der ki:
Kuvvet ve kudret sahibi zâlim insan! Dünyaya kuvvet izhârına kalkıp güçlülük taslama. Dünyâ daima bir kaide üzere kalmaz, devran değişir Zâlimler kıyamete kadar lâ'netle anılır.
16. Kenzü'l-ummâl, I, 535. Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân, 1.
17. Münâvî, III, 56.
18. Sehâvî, s. 54; Aclûnî, II. 454.
19. Münzirî, Tergîb, ffl, 456.
5. "Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz." Allah Teâlâ, sözün başını arifin kendi esmâ-i hüsnâsını düşünmeye ve zikre, nimetlerine nazar etmeye, sânına ve saltanatına delâlet eden sanatıyla istidlal etmeye bina etmiş ve onun arkasından asıl gayeyi göstermistir. O da vuslat deryasına dalmak ve müşahede ehlinden olarak Hakk'ın âsârını açıkça görmek, dudaklarıyla O'na yalvararak şöyle demektir: "Bizi eserini duyanlardan değil, zâtına vâsıl olanlardan eyle!" Burada aynca ibâdet ehli olan kulun, önce bizzat mabuduna (ilâhına); ondan da sonra ibâdete bakması gerektiğine işaret vardır. Çünkü ibâdete yöneliş de O'ndandır. ibâdet bizzat kuldan sâdır olmaz. İbâdetin kula nisbet edilmesi şerefli bir nisbet ve kul ile Hakk arasında bir vuslattır. Çünkü arif, Hakk'ın kuds makamını mülâhazada istiğrak hâline erince ve Hak'tan başka her şeyden gaybet hâline geçince vuslata erer. Arif bu hale geldiğinde ne nefsini, ne de herhangi bir hâlini kendisine izafe etmez. Ancak nefsinin farkındadır ve ona bağlı olduğunu düşünmektedir. Bu açıdan Allah Teâlâ maiyyet sıfatında habîbi Hz. Peygamber'den naklettiğini, kelîmi Mûsâ (a.s.)'dan naklettiğine üstün saymıştır.
Nitekim Hz. Peygamber hakkında: "Üzülme! Allah bizimle beraberdir" (et-Tevbe, 9/40) buyururken, Mûsâ (a.s.) hakkında: "Rabbım benimle beraberdir, mutlaka bana kurtuluş yolunu gösterecektir." (eş-Şuarâ, 26/62) buyurmaktadır.
"Ancak sana kulluk ederiz" ibaresinde mef'ûl, tahsîs bildirmek için fiilden önce gelmiştir. Bunun anlamı "Biz ibâdeti Sana has biliriz ve Senden başkasına ibâdet etmeyiz." demektir. İbâdet, boyun eğmenin, hiçliği kabullenmenin en ileri derecesidir.
İkrime'den gelen bir rivayet şöyledir: Kur'ân'da geçen tüm "ibâdet" kelimeleri tevhîd; "tesbîh" kelimeleri salât yâni duâ; "kunut" kelimeleri ise tâat anlamınadır.

İbn Abbas'dan (r.a) rivayete göre Cebrâîl (a.s.) Hz. Peygamber'e şöyle söylemiştir: "Ya Muhammedi De ki: Ancak Sana kulluk ederiz, sözü Seni düşünürüz, Senden başkasından ümitvar olmayız" demektir. Kulluk ederiz, yardım dileriz kelimelerinin çoğul olarak söylenmesi hem okuyanı, hem yanımızda bulunan hafaza meleklerini, hem de cemâate iştirak edenleri ve diğer tevhîd ehli kimseleri içine alır. Bu lâfızlarla ibâdetini bütün tevhid ehlinin ibâdeti içine katmış olmaktadır. Cemâat bereketi ile duaları kabul olunsun diye, kendi ihtiyaç ve talebini cemâatin ihtiyâcı sayarak çoğul sîgası kullanılmıştır. Burada cemâatin önemine de işaret vardır.
Şeyh-i Ekber İbn Arabî Kitâbu'l-azame adlı eserinde der ki: "Kul mütekellim sığasını kendinden kinaye olarak kullandığında yâni "ben" demeyip "biz" dediğinde ta'zîm anlamı ifâde etmez. Hakk Teâlâ'dan kimiye olarak da müfred sîgası kullanması kulun kalbinde tevhidin hâkimiyetinden ve bunun kalbde gerçekleşmesinden dolayıdır. Hatta bu tevhîd, onun her tarafına sirayet etmiş demektir. Bu durum kulda bilgi, müşahede" ve ayn olarak gerçekleşir. Konuşmalarında da lâfız olarak görülür. Banda Ki "nün" cemi nûnudur. Çünkü kul, her ne kadar rûh ve beden olarak tek gibi ise de, aslında tek değildir. İnsanda hiç bir cüz yoktur ki, Hakk Teâlâ ondan hakîkat-ı rabbaniyyeyi -ki o da, bu cüzlere lâyık olan intaktı telâkkî etmektir- istemiş olmasın. Genelde bu böyledir. Nefis yüz çevirecek olursa onu te'dîb edecek uygun emirler de vardır. Bunları bir anaya getirmek için kul, Allah Teâlâ'ya şöyle hitab eder-. "Namaz kılarız, secde ederiz ve Sana koşarız ve Sana kulluk ederiz." Bu tür hitablarla ilgili olmak üzere zahir âlimlerinden biri bana bir soru sordu. Kendisinin bu konunun içinden çıkamadığını anlattı. Ben de ona bâzı cevaplar verdim. Bu cevaplardan biri buydu. Ve adamcağız bu cevapla sıkıntıdan ve şaşkınlıktan kurtuldu."
Bu ayette ibâdet, yalnız Allah Teâlâ'ya has kılınmıştır, çünkü ibâdet tazimin son noktasıdır. Bu yüzden Mun'im'den (nimet sahibinden) başkasına ibâdet yaraşmaz. Mün'im, faydalı olanı yaratarak ondan faydalanılacak hayatı bahşedendir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "Ey kâfirler! Siz ölürken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz?" (el- Bakara, 2/28) "Yerde bulunanların hepsin sizin için yaratan O'dur." (el-Bakara, 2/29) Kulun halleri mâzî, hâl ve istikbal ile alâkalıdır. Mazide kulu yokluktan; ölüm, acz ve cehlden, varlık. hayat, kudret ve bilgiye ezelî kudretiyle nakleden O'dur. Şimdiki hâlde ise hacet kapılarını açan ve sebeblere bağlı olarak onları açık tutan Rahman ve Rahîm olan Rab'dır. Gelecekte kullan amelleriyle değerlendirecek olan din gününün sahibi, yine O'dur. Geçmiş, şu an ve gelecek ananda, kulların menfaatleri ancak Allah Teâlâ'ya dönmekle sağlıklı bir düzene kavuşur. Bu yüzden O'ndan başka ibâdete lâyık hiçbir varlık yoktur.
kelimesinin ibâdet veya ubûdet kökünden olması muhtemeldir "İbâdet" âbidlik, "ubûdet" kulluktur. Gafletsiz namaz, gıybetsiz oruç, minnetsiz sadaka, gösterişsiz hac, riyasız gaza, eziyetsiz köle azadı, usanmadan zikir ve afetsiz diğer tâatlar hep ibâdet türündendir. Husûmetsiz rızâ, şikayetsiz sabır, şüphesiz yakîn, kesiksiz şühûd, dönüşü olmayan yöneliş, fasılasız vuslat, ubûdet sayılır.
Gazzâlî'nin el-Erbaîn adlı eserinde inanç esasları gibi ibâdet çeşitleri de on kadardır.
İnanç Esasları şunlardır:
1. Celâl ve ikram sıfatlarıyla ezelî ve ebedî zâta inanmak. O'nun evvel, âhir, zahir, bâtın olduğunu bilmek. O'nun vücûdu (varlığı) ile evvel, sıfatlarıyla ve fiilleriyle âhır, mükevvenat ve âlem-i şehâdetle zahir; bilgi ve gayb îtibârıyla bâtın olduğunu idrâk,
2. Allah'ı zâtına yaraşmayan ve cemâline gölge düşürecek noksanlık ve kusurlardan tenzih etmek,
3. Onun mümkinât âlemini kuşatan kudretine inanmak,
4. Bütün bir bilgiye sâhib olduğunu, bilinen ve bilinmesi gerekenleri kuşattığını kabul etmek. Allah'ın karanlık bir gecede siyah bir taşın üstünde siyah bir karıncanın yürüyüşünü, hattâ ondan daha gizli olanları ve kalblerdeki duygulan ve gönüllerin gizlediklerini bildiğine inanmak.
5. Kâinatın bütünüyle O'nun irâdesinde olduğuna inanmak. Mülk ve melekût âlemlerinde cereyan eden her şey, Allah'ın hükmü ve dilemesiyle olur. Belirli vakitlerde eşyanın vücûda gelmesi O'nun ezeldeki irâdesiyledir. Her şey O'nun irâde buyurduğu şekilde vücûd bulur.
6. O'nun işitici ve görücü olduğuna inanmak. O'nun duymasına engel bir uzaklık, görmesine mâni bir karanlık yoktur. O, kulak ve işitme organı olmadan duyar, göz ve görme âleti bulunmadan görür.
7. Allah Teâlâ zâtı ile kâim ezelî kelâm sahibidir. Ancak O'nun konuşması yaratıklarının konuşması gibi sesle olmaz. Kur'ân okunmuştur, yazılmıştır ve korunmuştur. Bununla beraber kadîm ve zât-ı ilâhî ile kaimdir. Mûsâ (a.s.) kelâm-ı ilâhîyi ses ve harf olmaksızın duymuştur. Nitekim ebrâr, zât-ı ilâhîyi şekil ve renkten uzak olarak görecektir.
8. Sırf adaletle nitelenmiş fiillerin sahibidir. Bu âlemde var olan her şey O'nun fiiliyle vücûd bulmuş adaleti ile yayılmıştır. Çünkü bu âlem mülk olarak başkasına izafe edilemez ki, O'nun tasarrufu zulüm sayılsın. Binâenaleyh O'nun zulmettiği asla düşünülemez. O hiç bir şeyi yapmak zorunda değildir. Bütün nimetler O'nun fazlının, mahrumiyetler de adaletinin eseridir.
9. Âhıret gününe inanmak.
10.Melek ve kitap göndermeyi de içine alan nübüvvet müessesesini kabul etmek.
ibâdet Esasları da şunlardır:
1. Namaz,
2. Zekât,
3. Oruç,
4. Hac,
5. Kur'ân okumak,
6. Her zaman zikr-i ilâhî ile meşgul olmak,
7. Helâl rızık aramak,
8. İslâm kardeşliği ve arkadaşlık haklarına riâyet,
9. İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak,
10. Sünnete sarılmak. Çünkü sünnete sarılmak saadetin anahtarı ve
muhabbet-i ilâhiyyenin alâmetidir. Nitekim Allah Teâlâ: "Söyle habibim, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin." (ÂH İmrân, 3/31) buyurmaktadır.

Molla Cami (k.s) der ki:
Ey Allah'ın peygamberi, selâm sana
Fevz ve felah senin huzurundadır.
Eğer ben senin gittiğin yoldan gitmezsem
Ümmetinin isyankârlarından olurum.
İsyan yükünün altında ezilir, ayakta duramam,
Eğer Zât-ı risâletin elimden tutmazsa.

Allah'a yönelen kulların derecelerini beyân sadedinde şöyle denilmiştir: İnsan bir iyilik yaptığında eğer onunla Hakk'ın gayrı bir şeyi kasdederse, gerçek kullardan değil, kendini hür sayan başıboşlardan olur. Bir işi yaparken mutlak bir kasdla değil, iyi olduğu; ya da onunla emrolunduğu için, emredeni kalbinde düşünerek yapan kimse "Adam" sayılır. Amelinde Hakk'tan başkasını kasdetmeyen ise en yüksek derecelere ulaşır. Amelini yalnız Hakk için yapma hâline "huzûr-ı kalbîyi" de ekleyip nefsiyle değil, Hakk'ın gözüyle şühûda eren kul, fiilini nefsine değil, Hakk'a izafe eder hâle gelir ve amelinde ihlâsa ermiş bulunur. Kulda bu ve bundan önceki makam yâni hadis-i kudsîdeki "kulum benimle görür" makamının hükümleri zahir olursa, kullukta, halifelikte ve ihatada kemâl derecesini aşmış olur. Daha önceki makamda kul, hâlis kul olur ve hiçbir şeyle, tek tek veya topluca, kayıtlı değildir. Her derece ve makamda belli bir durumda sabit olmaksızın kulun şühûd una Hakk'ın ahadiyyeti sârî olmaktadır. Bundan sonra kul, Hakk'ın geniş ikram ve kabulünde sabit olur. Kulun her vasıf ve hükmü kabulü, kendisinin sahib olduğu özellikler sebebiyle Hakk'tan gelen sağlam bir bilgiyle olur. Kul artık bütün hal ve vakitlerinde gaflet ve hicaba düşmez olur. Bütün bu ifâdeler Sadreddin Konevî'nin Tefsîrü'l-Fâtiha adlı eserinden alınmıştır.
et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye müellifi der ki: "Ancak Sana kulluk ederiz" sözünde konuşma gayb dan yâni üçüncü şahıs kipinden muhataba dönüşür. Çünkü mâlik ile memlûk arasında, memlûk ün; (sahib olunanın) nefsinin mülkiyet perdesinden başka bir perde yoktur. Memlûk, nefsinin mülkiyet perdesinden geçince Mâlik'i müşahedeye erer. Nitekim Bâyezid Bistâmî (k.s.) bâzı müşahedeleri sırasında Rabbı'na şöyle derdi: "Sana giden yol nasıldır?" Rabbı ona: "Nefsini bırak da öyle gel" buyururdu. Çünkü nefsin; emmâre, levvame, mülheme ve mutmainne olmak üzere dört sıfatı vardır. Memlûk olan kulun işi, Mâlik'ini dört sıfatla anmaktır. Ulûhiyyet, rubûbiyyet, rahmâniyyet ve rahîmiyyet. Kul, Rabbinin ulûhiyyetini medh, rubûbiyyetini şükür, rahmâniyyetini sena, rahîmiyyetini temcid ettikten sonra bu dört sıfatın cezbe gücüyle nefse aid kötü sıfatların esaretinden kurtulur.
Din gününün sahibinin sözleri sabahın sâdık fecri gibi doğunca nefs esaretinin gece karanlığı sona ermiş olur. Sonuçta kul hiçbir şeye kadir olamayan bir abd-i memlûk olduğunu anlar. Mâliki ona merhamet eder. Va'di gereği onu kerem lisâniyle anar. Çünkü "Siz Ben'i anın, Ben de sizi anayım" (el-Bakara, 2/152) buyurmuştur.
Allah Teâlâ nefse nida ve hitâb ederek, şöyle buyurur:
"Ey itminâna ermiş nefs" (el-Fecr, 89/27) sonra onu nefs gaybetinden "dön Rabbına" (el-Fecr, 89/27) cezbesiyle Rabbının mâlikliğini müşahedeye cezbeler. Sonra kul, mâlikinin cemâlini müşahede ederek, âciz, düşkün bir hakle huşu ve hudû ile Rabbına nida eder. Nitekim bazıları bu kelimeyi "İyyâke na'büdü" cümlesine âid bir münâdâ gibi düşünüp nasb ile "Mâlike yevmi'd-din" okurlar.
Nefs, dünyevîdir ve dünyevî heveslerine tapar. Nitekim Allah Teâlâ ~Hevâsını kendisine ilâh edineni görmedin mi?" (el- Furkan, 25/43) buyurmaktadır.
Kalb, uhrevîdir. Cennet için ibâdet eder.
Allah Teâlâ: "Kim nefsini kötü arzulardan korumuşsa onun barınağı da muhakkak cennettir. " (en-Nâziât, 79/40) buyurmuştur.
Ruh, kurb makamının ehlidir. Kurbet ve maiyyet için kulluk eder. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kudretli hükümdarın huzurunda, doğrulara has mecliste." (el-Kamer, 54/55)
Sır ise, hazretîdir. Hak Teâlâ'ya kulluk eder. Çünkü Allah Teâlâ peygamberin lisâniyle şöyle buyurur: "İhlâs benimle kulum arasında bir sırdır. Oraya ne mukarreb bir melek, ne de bir nebiyy-i mürsel girebilir."20
Allah Teâlâ kuluna namaz nimetini verince namazı kuluyla kendisi arasında taksim ederek, peygamberin lisanıyla şöyle buyurmuştur: "Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım. Namazın yarısı benim, yarısı da kulum içindir. Kuluma istediği verilir."21Kul, taksim edilen bu yarımlardan biriyle Hakk'ın celâl ve cemâl sıfatlarına şükür, sena ve hamd suretiyle kemâl makamına yaklaşır. Rabb Teâlâ da kerem ve nâmı gereği kula yaklaşır. Nitekim Allah Teâlâ: "Bana kim bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir zîrâ yaklaşırım"22buyurur. Namazın diğer yarısıyla Hakk kulunu hevasının kat kat karanlıklarından, kalbin isteklerinden ve ruhun Allah'dan başkasına bağlanmasından uzaklaştırıp, birliğinin nuruna erdirmek ve ferdaniyetine şâhid tutmak suretiyle, ağyara kulluk tutsaklığından kurtarır. Böylece nefis toprağı, kalb semâları, ruhun arşı ve sırrın kürsîsi Rabbinin nuru ile aydınlanır. Hepsi kendilerini yaratan mâlikleri ve melikleri olan Allah'a inanırlar. Taptıkları tâğutları reddederler, sağlam bir kulpa (el-urvetü'l-vüska) yapışırlar. Hepsini birleştirip derler ki, "ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz". Burada "iyyâke" kelimesi, Allah'dan yardım dilerken de yardım istenecek yerin sadece O olduğuna tahsisi kesinleştirmek içindir.
İstiâne, yardım istemek demektir. İstiâne kelimesi "Bâ" cer harfiyle de harf-i cersiz olarak da müteaddî olur. Buna göre mânâ: "Sana ibâdet edebilmek ve kulluk için Senden yardım isteriz", "güç yetiremeyeceğimiz şeylere karşı yardımını bekleriz" "bizi Sana kulluktan alıkoymaya çalışan şeytanla savaşta Senden yardım niyaz eder, din ve dünyâmızı ıslaha yarayan işlerimiz hakkında da ancak Senden yardım isteriz" demektir. Bu sözlerin hepsi şöyle bir cümlede toplanabilir: "Biz hakkın yerine konulması, farzların yerine getirilmesi, zorluklara karşı gelinip, yararlı işleri gerçekleştirme konusunda ancak Senden yardım dileriz."
İbâdetin, istiâneden (yardım talebinden) önce gelmesi âyetlerin sonundaki uyuma uygun düşmesi ve bir şeyin yapılmasını isterken vesîle ve vâsıtanın öne alınması lâzım geldiğini öğretmek içindir.
"Anca/c Sana kulluk ederiz" lafzıyla kulun ibadetiyle ucbe kapılması ihtimâline binâen; mü'min, "ancak Senden yardım dileriz" diyerek benliği yenmekte ve her şeyi Allah'a havale etme duygusuna ermektedir.
İbâdet ile yardım dilemenin bir arada kullanılmasında hem iftihar hem de iftikar (ihtiyaç) anlamı vardır. İftihar, kulun âbidliği sebebiyle olur. İftikar ise kulun, Allah'ın yardımına, desteğine, korunmasına ihtiyaç duymasıdır. Bu suretle peş peşe gelen bu iki cümle, nefsi kulluğa yönlendirirken, benliği de izâle eder. Bu iki cümle, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat görüşünün doğruluğunu ortaya koymaktadır. Çünkü burada ibâdet fiilinin kuldan; başarılı kılmanın da Allah'dan olduğu ifâde buyurulmak-tadır. Aynca "ancak Senden yardım dileriz" sözü ile fiili kuldan tümüyle nefyeden Cebriye 23 ve "Senden yardım dileriz" sözü ile başarılı kılma ve yaratmayı Allah'dan nefyeden Mu'tezile 24 reddedilmektedir. Bunların kulda gerçekleşmesi Allah'dan başkasına hizmet etmemesi ve sadece O'ndan istemesi demektir. Dolayısıyla kulun, Allah'dan başkasına hizmet edemiyeceği ve O'ndan başkasından bir şey isteyemiyeceği gerçeğine dikkat çekilmektedir.


*****

'Anlatıldığına göre Süfyân Sevrî, akşam namazında bir cemâate imam olur. Fâtiha'yı okurken "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz" âyetine gelince bayılıp düşer. Kendine geldiğinde bayılmasının sebebini sorarlar: Der ki: "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz" deyince, öyleyse niye doktorların ve sultanların kapısına koşup duruyorsun? denilmesinden korktum.


#



'Ancak senden yardım dileriz" cümlesinde zamirin fiilden önce gelenek anlamın tahsis edilmesinde İbrahim (a.s.)'a uymak vardır. Nitekim Nemrud, İbrahim'i bağlayıp ateşe atacağı sırada Cebrâîl geldi ve:
"- Herhangi bir yardıma ihtiyacın var mı?" diye sordu: O da:
*- Senden mi? Asla," dedi. Cebrâîl:
"- Öyleyse O'ndan, yâni Allah'dan iste isteyeceğini," deyince İbrâhim (a.s.) şu karşılığı verdi:
"- O'nun benim hâlimi bilmesi, benim O'ndan bir şey istememe engeldir.- İbrahim (a.s.)'ın bu sözlerine ilâveten Süfyân kendisiyle ilgili şunları söyler:
- O sırada İbrahim'in sâdece elleri ve ayaklan zincire vurulmuştu. oysa benim ayaklarım bağlı yürüyemiyorum, ellerim bağlı oynatamıyorum, gözlerim kapalı göremiyorum, kulaklarım tıkalı duyamıyorum, dilimi tutuk konuşamıyorum ve bu hâlimle de cehennem âteşinin başındayım
İbrâhîm Nemrud ateşine karşı Senden başkasının yardımını kabul etmediği gibi ben de cehennem ateşine karşı ancak senin yardımını dilerim. Çünkü biz ancak senden yardım dileriz. Benim bu sözüm üzerine sanki Allah Teâlâ da buyuruyor ki: "Biz ateşe "İbrâhîm için serinlik ve selâmet ol" (el-Enbiyâ: 21/69) demiştik. Sen de böyle cehennem ateşinin kenarında idin ve zincirlere vurulmuştun; biz seni ateşten kurtardık, cennete ulaştırdık. Sana ayrıca kelâm-ı kadîmi duyurduk. Cehenneme de sana şöyle demesini emrettik "Geç ey mü'min, senin nurun benim ateşimi söndürüyor..."
Celâleddîn Rûmî (k.s.) der ki:
Ey temiz yüzlü kimse, mü'minin ateşinden,
Cehennem ateşi zayıflar ve sönmeye yüz tutar.
Bu yüzden cehennem, ey muhterem çabuk geç der,
Eğer üzerimden çabuk geçmezsen nurundan ateşim söner.



*******
20. Irâkî, Muğnî, IV, 376
21. Müslim, salât, 38; Ebû Davud, salât, 132; Tirmizî, tefsîr (2), 1; Nesdî, iftitâh, 23; İbn Mâce, edeb, 52; Müsned, II, 241, 285, 460.
22. Buharı, tevhîd, 50; Müslim, zikir, 1-3, 20-22; Tirmizi, deavât, 131; İbn Mâce, edeb, 58; Müsned, II, 251, 316; III, 40, 127, 130.
23. Kulun fiillerinde hür olmadığını ve irâdesi bulunmadığını öne sürerek hesap ve sorumluluğu iptal eden itikadî mezhepdir.
24. Kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğunu söyleyerek kula yaratıcılık isnâd eden itikadî mezheptir.


6. "Bizi doğru yola ilet."
Burada biraz önce istenen yardımın mâhiyeti açıklanmaktadır. Sanki Allah Teâlâ kullarına: "Sizlere nasıl yardımcı olayım" diye soruyor, onlar da: "Bizi doğru yola ilet" diyorlar. İbâdet tamamlandıktan sonra sonunu duâ ile bağlamak şer'î bir kaidedir.
Tefsîr'de şöyle gelir: "Ancak sana kulluk ederiz." cümlesi tevhîdi ortaya koymaktadır. "Ancak senden yardım dileriz." cümlesi ise tevhîd konusunda yardım talebidir. "Bizi doğru yola ilet!" sözü, din üzre sâbit-kadem olmak içindir. O da ibâdeti ve yardım talebini gerçek anlamda îfâ ile olur. Çünkü hidâyet üzre sâbit-kadem olmak, ihtiyaçların en önemlisidir. Nebîlerin ve velîlerin Allah'dan en önemli dileği hep odur. Yûsuf (a.s.) "Beni müslüman olarak öldür" dediği gibi, Fir'avn'ın sihirbazları da "Bizi müslüman olarak öldür." demişlerdi. Sahâbîler de "Bizi ebrâr (iyiler) ile birlikte öldür" diye duâ etmişlerdir. Zira insan, işin dış görünüşüne aldanmamalıdır. Çünkü sonunda o hal değişebilir. Nitekim İblîs'e de, Bel'am bin Bâurâ'ya ve Bersîsâ'ya da böyle olmuştur.
Mevlânâ Celaleddin (k.s.) der ki:
Cihanda îblîs ve Bel'am gibi yüz bin
Mel'ûn gizli ve aşikâr zahir olmuştur.
Lâkin Cenâb-ı Hakk dünyâda ikisini meşhur etti.
Ki bu ikisi diğer mel'ûnlara şâhid olsunlar,
Diğer mel'ûnlar bunların hâlinden ibret alsınlar.

Kadı Beyzâvî Tefsîr'inde der ki: Böyle bir sözü, vuslata ermiş arif kişi söylediğinde; "Beni Sana giden yola erdir ki, bu suretle hâllerimizin riya karanlığı yok olsun. Bedenlerimizin zulmet perdesi açılsın ve nûr-i kudsünle aydınlanıp seni senin nurunla görelim", anlamını kasdeder.
Molla Fenârî der ki: Bunun asıl anlamı şudur: Allah'a giden yollar sonsuzdur. Nitekim Kutbü'l-muhakkıkîn: "Hakk'ın bilgisi ve takdîri sınırsızdır. Bilgi ve takdîr devam ettikçe kulun şevki de sükûnet bulup, zail olmaz." demiştir.
Sırat-ı müstakim, "İslâm milleti ve hakk din" demektir. Burada asıl maksada götüren vesîle, maksada benzetilmiştir. Çünkü din maksada götüren, Hak ise asıl maksad olduğundan dine sırat-ı müstakim denmiştir. Allah Teâlâ, her ne kadar mekândan münezzeh ise de kulun vuslata ermesi, başarıya ulaşması için mesafeler katetmesi ve âfetlere uğraması, sıkıntılara göğüs germesi gerektiğinden dîne, sırat (yol) denmiştir.
Kişi hidâyete ermiş olmasına rağmen "Bizi doğru yola ilet" demesinin pek çok yorumlan vardır:
1- Marifete erip hidâyete ulaştıktan sonra, şehvet ve gadab, istek ve düşünce, mal infâkı konusunda ifrat ve tefritten uzak, orta yola ermeyi islemektir.
2- Kişi her ne kadar ma'rifet-i ilâhiyye'ye bir delîl ile vâsıl olmuş ise 4e daha başka deliller vardır. "Bizi doğruya ilet" demek bize senin zâtına. sıfatına ve fiillerine delâlet eden her şeyi öğret demektir.
3- "İşte benim doğru yolum budur" (el-En'âm, 6/153) âyeti gereği, nefsin direnmesine rağmen mâsivâdan yüz çevirmeyi istemek ve bütünüyle Allah'a yönelmeyi dilemektir. Bu öyle bir yöneliş olmalı ki; Allah Teala, Îbrâhîm (a.s.) gibi kendisine oğlunu kurban etmeyi emretse tereddütsüz yerine getirmeli, İsmâîl gibi kesilmese bile, kesilmek için boyun vermelidir. Yûnus gibi kendisini denize atabilmelidir. Mûsâ (a.s.) gibi yüksek derecelere ulaşsa bile kendisinden Hızır'a talebe olması istenince derhal kabul edebilmelidir. Yahya ve Zekeriyyâ (a.s.) gibi, vücûdu testereyle ikiye ayrılarak öldürülecek olsa bile, emr bi'l-ma'rûf ve nehy ani'l-münker'den geri durmamalıdır.
Bu makam ehil olmayanlar için çok zor bir makamdır. Ancak "Kendilerine nimet verdiklerimin yoluna." denilmiş olması velîlerin ve nebilerin makamına teşvik ve bu yolu kolaylaştırmak içindir. Öldürülenlerin, vurulup kırılanların yoluna buyrulmamıştır. Aslında mutedil bir istikamet üzre olmak ve onda sebat etmek zor bir iştir. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (s.a.), "Hûd sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı."25 buyurmuştur. Çünkü bu sûrede "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" âyeti vardır. İnsan, yaratılışı, zahirî ve bâtınî güçleri açısından bir takım sıfatlara, rûhânî ve fıtrî kabiliyetlere sahihtir. Bu sıfat ve kabiliyetlerden her birinin ifrat ve tefrit tarafı vardır. Mü'mine gereken ifrat ve tefritten uzak, vasat olan orta yolu izlemek ve bu orta yol üzre kalmaktır. Orta yolu emreden pek çok âyet ve işaretler vardır. Nitekim: "Eli sıkı olma! Büsbütün eli açık da olma." (el-lsrâ, 17/29) âyetinde Allah Teâlâ, kullarına israf ile cimrilik arasında orta yolu emretmektedir.

Hz. Peygamber (s.a) hiç evlenmemeye, devamlı oruçlu bulunmaya ve geceleri hiç uyumamaya azmederek ibâdet etmenin hükmünü soran üç sahâbîye şu nasihatte bulundu: "Nefsinin sende hakkı olduğu gibi, hanımının da, vücûdunun da hakkı vardır. Öyleyse bâzan oruç tut, bâzan tutma. Gecenin bir kısmında namaz kıl, bir kısmında da uyu."26 buyurdu.
Bu hemen her işte böyledir. Aslolan, bütün hallerde orta yolu izlemektir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "Namaz kılarken sesini pek yükseltme! O kadar da kısma! İkisinin arasında bir yol tut!" (el-İsrâ, 17/110) "Onlar ki harcadıkları vakit savurganlığa gitmez cimrilik de etmezler;

İkisinin arasında bir yol tut!" (el-İsrâ, 17/110) "Onlar ki harcadıkları vakit savurganlığa gitmez cimrilik de etmezler; bu ikisi arasında dengeli olurlar." (el-Furkan, 25/67) "Gözü ne başka tarafa kaydı, ne de onu atlayıp geçiverdi." (en-Necm, 53/17).


Peygamber (s.a.) Efendimiz Hz. Ömer (r.a.)'ı yüksek sesle Kur'ân okurken gördü ve sebebini sordu. O da: "Uyuyanları uyarmak ve şeytanim kovmak için böyle yapıyorum" dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.av.): "Sesini biraz alçalt!" buyurdu. Hz. Ebû Bekir'in yanına vardı. Onu da çok kısık sesle Kur'ân okurken gördü ve sebebini sordu. O da: "Kendisine münâcâtta bulunduğum zât beni duyuyor." diye cevap verdi. Bu sefer Efendimiz (s.a.): "Sesini biraz yükselt!"27 buyurdu. Diğer ahlâki konularda da durum bu merkezdedir. Meselâ şecaat, aşın atılganlık ile Korkaklık arasında orta bir sıfattır. Belagat; aşın kısa tutmakla haddinden fazla uzatma arasında orta yoldur.

Bizim şeriatımız her türlü teşvik ve korkutma, hâl ve hüküm, sıfat w huy konusunda dengeli bir orta yolu getirmiştir. Hattâ bâzı kötü huy-br Allah için kullanıldığı takdirde bunların iyilik olacağını bildirmiştir. Meselâ Allah için sevmemek ve Allah için vermemek bu kabildendir. Bu iki huy kötü olduğu halde Allah için olunca hayra vesîle olacağından makbûl olur.
Müstakim olmanın çeşitleri vardır:
1- Sözüyle, fiiliyle ve kalbiyle müstakim.
2- Sözüyle değil ama, fiili ve kalbiyle müstakim. Birinci ikinciden daha üstündür.
3- Fiili ve sözüyle istikamet ehli olup kalbiyle müstakim olmayanlar. Bunama kadar saydıklarımız başkalarına faydalı olması umulan kimselerdir.
4- Kalbiyle ve sözüyle müstakim olan, fakat fiiliyle müstakim olma-
5- Sadece sözüyle istikamet ehli olduğunu söyleyip fiili ve kalbiyle müstakim olmayanlar.
6- Sadece kalbiyle istikamet ehli olup sözü ve fiili ile müstakim ol-"*- Fiiliyle müstakim, kalbiyle ve kavliyle müstakim olmayanlar.
7- Fiiliyle müstakim, kalbiyle ve kavliyle müstakim olmayanlar


Bu son dört maddede anlatılan istikamet hallerinin dereceleri birbirinden farklıdır. Bunların istikametleri kendi lehlerine değil, aleyhlerinedir. Dil ile istikametten murâd, sadece gıybet, nemîme ve benzerlerini terk etmek demek değildir. Çünkü fiilî istikamet buna da şâmildir. Kavlî istikametten murâd, başkasını sırât-ı müstakime yöneltmektir. Kişi bâzan, irşâd ettiği şeyden kendisi uzak olabilir. Bu istikamet çeşitlerinin tümü bir misâlle şöyle toparlanabilir: Namaz konusunda dînî bilgi edinen ve başkalarına öğreten kimse sadece kavlinde müstakim sayılır. Böyle biri, namaz vakti gelince öğrendiği şekilde zahirî erkânına uyarak namaz kılarsa, fiilinde müstakîm olur. Kıldığı namazı huzûr-ı kalb ile kılarsa kalbiyle de müstakîm olur. Diğerleri de bunun gibidir.

et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye'de der ki: Hidâyet üçtür:
1- Avamın hidâyeti: Tüm canlıların kendilerine yararlı olan şeylere koşup zararlı olanlardan kaçmasıdır. Allah Teâlâ: "Rabbımız, var olan her şeye uygun şeklini ve niteliğini veren, sonra ona doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 20/50) "Ona iki yol göstermedik mi?" (el-Beled, 90/10) âyetleri ile buna işaret etmiştir.
2- Havassın hidâyeti: Mü'minlerin cennete yönlendirilmesidir. Allah Teâlâ şu âyetle buna işaret etmektedir: "Rabları, îmânları sebebiyle onları nimet dolu cennetlerde alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir." (Yûnus, 10/9)
3- Ahassu'l-havasın hidâyeti: Bu da Allah'ın kulunu kendisi ile kendine yöneltmesidir ki şu âyetlerle buna işaret olunmaktadır: "Allah'ın hidâyet yolu, hidâyetin ta kendisidir" (el-Bakara, 2/120) "Ben Rabbıma gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek." (es-Sâffât, 37/99) "Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir." (eş-Şûrâ, 42/13) "Sen henüz doğru yolu bulamazken O seni doğru yola koydu." (ed-Duhâ, 93/7) Yâni sen varlık âleminde şaşkınlık içindeyken ben seni cûd ve rahmetimle diledim ve seni fazl ve lütfumla buldum. İnayet cezbelerimle ve hidâyet nurumla kendime ilettim. Seni nûr yaptım ve senin vâsıtanla kullarımdan dilediklerime hidâyet verdim. Sana tâbi olan ve senin rızânı isteyen kimseleri beşerî vücûdun karanlığından rûhânî vücûdun aydınlığına çıkardım. Onları sırât-ı müstakime erdirdim. Nitekim Allah Teâlâ buyurmuştur: "Allah'dan size bir nûr ve apaçık bir kitap geldi. Rızâsını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir." eİ-Mâide, 5/15-16)

Sırat-ı müstakim, Kur'ân'ın gösterdiği sağlam ve doğru dindir.
Peygamber Efendimiz'in güzel ahlâkıdır. Çünkü onun hakkında Allah Teâlâ: "Sen yüce bir ahlâk üzresin." (el-Kalem, 68/4) buyuruyor. O Sırat-ı müstakim, insanı ya cennete götürür, ki bu ashâb-ı yemin; yâni amel defterleri sağdan verilecek olanların yoludur, ya da sâbıkûn ve mukarrabûn olarak adlandırılanların yoludur. Bu da insanı Allah'a götürür, O'na yakın kılar. Nitekim şu iki âyet bunlara delildir: "Allah sizi selâm yurduna çağırır." (Yûnus, 10/25) "Dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. Doğru yola, Allah yoluna eriştirirsin." (eş-Şûrâ, 42/52/53)

Ashâb-ı yeminin her türlü nimete mazhariyeti, sâbıkûn için de söz konusudur. Çünkü onlar cemâli şühûd ve celâli keşf gibi sebeblerle ashâb-ı yeminden öndedirler. Bu tür ikramlar Hz. Peygamber'e ve ona tâbi olanlara hastır. Nitekim âyet-i kerîmede: "(Rasûlü’m) De ki- "İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz." (Yûsuf, 12/108) buyurulmuştur.
Şeyh Sa'di (k.s.) der ki:
Eğer tuttuğun yol, tarîk-ı müstakim değilse,
Senin seccadeni ateş üzre sererler.

25. Tirmizî, tefsir, (56), 6; Beyhakî, Delâil, I, 358.
26. Buhârî, savm, 55, 59; Müslim, sıyâm, 181, 182, 186, 193.
27. Ebû Davud, tatavvu; 25, Tirmizî, mevâkît, 212; Müsned, 1,109.
*******


7."Nimet verdiklerinin yoluna; gadaba uğramış olanların ve sapıtmış olanların yoluna değil."
"İn'âm" nimeti yerine ulaştırmak demektir. Aslında o da insanın tad aldığı bir durumdur. Nimet, hak dinden tad alınan şeye denir.

Ebu'l-Abbas ibn Atâ der ki: "Kendilerine nimet verilenler tabaka tabakadır. Arifler: Allah'ın kendilerine ma'rifet nimetiyle ikramda bulunduğu kimselerdir. Velîler: Sıdk (doğruluk), rızâ (hoşnudluk), yakîn ve safvet sıfatı verdiği kimselerdir. Ebrâr: Hilim (yumuşaklık) ve re'fet (merhamet) sıfatı ihsan buyurduklarıdır. Mürîdler: Tâat lezzeti in'âm ettikleridir. Mü'minler: İstikamet verdikleridir.
Denilmiştir ki: Allah'ın nimet verdiklerinden maksad nebiler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerdir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır." (en-Nisâ, 4/69) Bu âyette Allah Teâlâ, sıratı kullarına izafe etti. Şu âyette de Rab'den kuluna gelen yol mânâsına zâtına izafe etmiştir: "Bu benim dosdoğru yolumdur." (el-En'âm, 4/153) Nitekim şu âyetlerde de din ve hidâyet, Allah'a izafe edilmiştir: "Allah'ın dîninden başkasını mı arzu ediyorlar?" (Al-i İmrân, 3/83) "Allah'ın hidâyeti, hidâyetin ta kendisidir." (el-Bakara 2/120) Din ve hidâyet bâzan da şu âyetlerde olduğu gibi kullara izafe edilmiştir: "Ben bugün sizin dîninizi tamamladım." (el-Mâide, 5/3) "Sen de onların hidâyetine iktidâ et, yoluna uy!" (el-En'âm, 6/90)
Hidâyet ve din kavramla bâzan Allah'a, bâzan da kullara izafetle söylenmesinin bâzı incelikleri ve sırlan vardır. Onlardan bazıları şunlardır:
1- Din ve hidâyet, Allah'ın koyduğu bir kanun ve bizim yararımıza bir müessesedir. Nitekim: "O dîni Allah size de din kıldı." (eş-Şûrâ, 42/13)
2- Din Allah'a göre O'nun tarafından konulan bir kanun, bize göre de uyulması gereken bir usûldür.
3- Allah, dîni zâtına izafe etmiştir ki, kul kendini beğenme hastalığından kurtulsun, kula izafe etmiştir ki, bu suretle kulun kalbi müteselli olsun.
4- Allah, kullarının sânını yüceltmek ve onları zâtına yakın kılmak için din kelimesini kullara; İblîs din işine karışmasın diye de kendisine izafe etmiştir. Nitekim: "İzzet ve şeref Allah'ın, Rasûlü'nün ve Müminlerindir."(el-Münâfikun, 63/8) âyeti nazil olduğunda şeytanın şöyle dediği nakledilir: "Allah ve Rasûlü'nün izzet ve şerefini söküp almaya muktedir olmasam da, mü'minlerin izzetini söker alırım." Şeytanın bu sözü üzerineAllah Teâlâ: "İzzetin her türlüsü Allah'a âiddir." (en-Nisa 4/139) buyurarak şeytanın bu arzudan ümidini kesmiştir. Nitekim et-Teysir de böyle anlatılmıştır.
Sırat" kelimesinin peş peşe iki defa geçmesi, birinin kuldan Rabb' a diğerinin Rab'dan kula olmak üzere iki yol bulunduğuna işaret içindir.Kuldan Rabb'a giden yol korku ile doludur. Bu yolda nice kafilelerin yolu kesilmiş ve nice yolcular geri kalmıştır. Ve izzet çağrısında ehl-i izzete şöyle seslenilir: "İzzet iddiasında bulunan talebi red olunmuş ve yolu kapanmıştır.Yol kesici şeytan bu izzet iddiasında bulunan fırkanın yolunu kesmiştir." Yol kesici, izzet iddiasındaki şeytandır. O şöyle der:
'"Ben de senin doğru yolun üzerinde pusuya oturacağım." (el-Araf 7/16)
Rab dan kula giden yol ise güvenlidir, emniyetlidir. Kafileler o yolda selametle ilerler, bu yolun meziyetleri ve konaklama yerleri nimetlerle çevrilmiş olduğu için kafile rahat seyreder. Oradaki yol gösterici sağlam delillerle rehberlik eder. "Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle beraber..." (en-Nisâ, 4/69) âyetinden anlaşıldığı gibi bu ilahi ihsan, onların sırlarını inayet nuruyla, ruhlarını hidâyetle, kalblerini 'velayet eserleriyle aydınlattı. Nefislerinden hevâyı söküp attı. Şeriatın ahkamına riâyet, şeytanın hilelerine direnmek suretiyle bu nimetlere kavuştu.
Nimetler zahirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayrılır:
a-) Zahiri nimetler: Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi daveti kabul, sünnete ittibâ, bid'attan ictinab, nefsi emir ve nehiylerine boyuneğdirmek, sıdk üzre sâbit-kadem olmak ve kulluğa devam gibi.
b-)Batıni nimetler: Bu da yaratılış sırasında nûr-i ilâhî akışının ruhlar üzerinde in'âm eylediği şeydir. Nitekim Allah Rasûlü buyurur: "Allah Teala mahlûkatı karanlık olarak yarattı. Sonra onlar üzerine nurunu yaydı. Kendisine bu ilâhî nurdan bir nasîb ulaşanlar hidâyet buldu Kime de bu nurdan bir şey isabet etmemişse yolunu şaşırdı."
Böylece kula Allah'ın kapısının açılması bu nurun yayılması sayesinde oldu. Önce yağmur yağar, ardından bu yağmur sayesinde insanlar, bâzı şeyler elde ederler.
Aslında mü'minler, yağmuru yağdıranın (Muğîs) müşahedesine yarayan bu ilâhî nuru beklerler ve yağmur isteyerek Hakk'tan yardım dilerler ve: "Bizi doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet !" derler. Tabii ki bu doğru yola iletme, Hakk'ın lütuf cezbeleri ile olacak ve onlar üzerine fazîlet kapılan açılarak Allah ile Allah'a erme ve Hakk'ı bulma imkânı elde edecekler ve Hakk ile Hakk'tan gelecek nasîblerini alacaklardır. Nitekim bu konu, et-Te'vilatü'n-Necmiyye'de böyle anlatılmıştır.
Şeyh Sadreddin Konevî (k.s.) el-Fükûk adlı eserinde yukarıda geçen hadîsin yorumu sırasında şunları söylemektedir: "Şüphesiz, mutlak varlık kendine zıd ve mukabil olan ademi (yokluğu) taakkul (idrâk) eder, çünkü ademin de taakkulde (idrâkte) bir taayyünü ve bir nûrâniyeti olduğu gibi, bir de karanlığı vardır. Bu yüzden mümkin varlıklar zulmetle muttasıftır. Onlar da vücûd ile aydınlanır ve zahir olurlar. Mümkin varlığın zulmeti, onun ademe bitişen tarafıdır. Mümkine bitişen ve onu niteleyen her noksan, ademe nisbetinin gereğidir. Nitekim Peygamber (s.a.)'in şu hadîsinde buna işaret vardır: "Allah Teâlâ varlıkları karanlık içinde yarattı ve onlar üzerine ilâhî nurunu yaydı da onlar zahir oldular."28
Hadiste geçen halk, yani yaratma kelimesi takdir anlamınadır. Çünkü takdir-i ilâhî, eşyayı var etmeden öncedir. Eşyaya nurun yayılması ise, mümkinâta varlık libâsının verilmesinden kinayedir. Bunu böyle bilmek gerekir.
"Gadaba uğramış olanların ve sapıtmış olanların yoluna değil." âyeti gösteriyor ki, kendilerine nimet verilenler, gadab tan ve sapıklıktan selâmette olanlardır.
"Gayr" kelimesinin üç yorumu vardır:
a- Mugayeret, başkalık ve farklılık, Farsça'daki "Cüz" (= başka) anlamınadır. Nitekim şu âyette böyledir: "Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnâd etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi." (el-İsrâ, 17/73)
b- Olumsuzluk anlamı ifâde eden Arapça "La", Farsça "Nâ" anlamanda kullanılır. Nitekim şu âyette o anlamdadır: "Başkasının hakkına tecâvüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzre bir miktar yemesinde günah yoktur." (el-Bakara, 2/173)
c) Arapça'da "illâ", Farsça'da "meğer" ile ifâde edilen istisna mânâsına kullanılır. Nitekim şu âyette o mânâdadır. "Zâten orada Allah'a teslimiyet gösterenlerden bir ev halkından başka kimse bulamadık." (ez-Zâriyât, 51/36)
Burada "gayr" kelimesinin bu vecihlerden her üçü için kullanılmış olması muhtemeldir. Ancak istisna anlamında kullanılsa mansub ( gayra ) okunması gerekir.
Gadab, intikam duygusu sırasında nefsin kabarması, galeyana gelmesi demektir. Yâni bu bir nefsânî durumdur ki, nefsin galeyanı sırasında meydana gelir. Kalbtekı kan intikam arzusuyla coşar.
Gadabın buradaki anlamı ise; hoşnudluğun zıddı, intikam arzusu, tehdidin gerçekleştirilmesi, acıklı bir yakalama, şiddetle yakalama, perdeyi yırtma, ateşle azâb etme mânâlarından her biri olabilir.
Dalâlet, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan ayrılmak demektir. 'Kendilerine gadab edilen!er"den maksad, âsiler, dalâlette olanlar ve Allah'ı tanımayan sapıklardır. Çünkü kendilerine nimet verilenler ilimle amel arasını cem'edenlerdir. Bunun mukabili olanlar ise; aklî veya ilmî güçlerinden birini yitirmiş kimselerdir. Amel yönünü kaybedenler gazaba uğrayan fâsıklardır. Nitekim kasden adam öldüren kimse hakkındaki ayet-i kerime buna işarettir: "Allah ona gadab etmiş ve lânetlemiştir" (en-Nisâ, 4/93) İlmi elden bırakan, yolunu şaşırmış câhildir. Nitekim böyleleri için Allah Teâlâ: "Hakk'tan sonra sapıklıktan başka ne var ?' (Yûnus, 10/32) buyurmaktadır.
Bir başka mânâya göre "gadaba uğrayanlardan" maksad Yahûdîlerdir. Çünkü onlar hakkında "Allah'ın lanetlediği ve gadab ettiği kimselerr" (el-Mâide, 5/60) buyurulmuştur. Sapıtanlar da Hıristiyanlardır. Çünkü onlar hakkında da: "Önceden sapmış ve birçoklarını saptırmış" (el-Mâide, 5/77) buyurulur. Ancak burada maksad, gadabın özellikle Yahudilere, dalâletin de özellikle Hıristiyanlara has bir şey olduğunu ifâde etmek değildir. Çünkü Kur'ân'da gadab-ı ilâhî bâzan Hıristiyanlara nisbet edildiği gibi, bâzan da dalâlet Yahudilere nisbet edilmektedir. Gadab ve dalâlet konusunda Hıristiyanlar ile Yahudiler aynı noktadadır. Ancak bu iki kelime birlikte kullanıldığında "gadab" ile Yahûdîler kastedilir. Yahûdîler küfürde ısrar ederler, inatçıdırlar. Peygamberlere düşmanlık yaparak onları öldürmüşlerdir. "Allah fakir, biz zenginiz" gibi sözler sarf etmişlerdir. Haddi aştıkları için gadaba daha lâyıktırlar. Bu yüzden haklarında "gadaba uğrayanlar" tabiri kullanılmıştır.
"Kendilerine nimet verilen kimselerin bu iki fırkadan başkası olduğu zâten malûmdur. Öyleyse burada zikredilmesinin yaran ne olabilir?" denilirse şu cevabı veririz: Bunun faydası şudur: Bu iki taifenin tam bir havf duygusuna bağlı imanlarının özelliği, "nimet verilenler" ibaresiyle anlatılan kâmil recâ özelliğine sâhib olmadan sonradır. Nitekim Allah Rasûlü: "Mü'minin havf ile recâsı tartılsa birbirine denk olurdu."29 buyurmaktadır.
Gadab-ı ilâhînin hükmü, "sol el" diye ifâde edilen kabza-i ilâhiyye'de kemâliyle tezahür eder. Hak Teâlâ'ya izafe edilen iki elin, her ne kadar her ikisi de mukaddes ise de, birinin hükmü diğerinin zıddıdır. "Arzın hepsi O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ elinde durulmuştur." (ez-Zümer, 39/67) Bir ele nisbet edilen, bütün saadet, rahmet ve güzelliklerdir. İkincisine nisbet edilen ise kahr, gadab ve onların gerektirdiği şeylerdir.
Gadab-ı ilâhî'nin sırrı, iki elin hükmünü; celâl ve cemâli' cem edip korumak, daha önce işaret edilen kemâle ermektir. Bir insanın uzvunda kangren gibi hastalık ortaya çıksa, kendisinin babası, kardeşi ve yakını bile olsa doktor onu sevmesine rağmen hastalıklı uzvunun kesilmesinde tereddüt etmeyecektir. Çünkü hastalığın tedavi imkânı ortadan kalkmış ve kesmekten başka çare kalmamıştır.
Kurşun ve bakırla karışık bulunan altın madenini bu karışımlardan temizlemek isteyen kimsenin onu şiddetli bir ateşe koyması gerektiği gibi insanın kemâli de ibtilâlara bağlıdır.



Dalâlet; hayret ve şaşkınlıktır. Şaşkınlığın da iyi olanı, kötü olanı vardır. Bu da üç mertebedir:
İyi olan hayret
a) mübtedîlerin,
b) keşf ve hicâb ehli mutavassıtların,
c) tahkîk ehli büyüklerin hayretidir.

Mübtedîlerin hayretini ortadan kaldıracak olan, tercihlerin ve önceliklerin belirlenmesidir. Bu da Allah rızası, O'na yaklaşma ve zatî şühûd (*) maksadının ortaya çıkmasıyla olur. Arkasından mutavassıt durumda olanlar için kişiyi Hakka ulaştıracak olan yolu bulmak gelir. Bu da şeriata tam anlamıyla sarılmakla olur. Bundan sonrası bunu gerçekleştirebilecek bir mürşide bağlanmaktır. Mürşidi de bulunca gayenin gerçekleşmesi için zikir, fikir ve benzeri usûllerin yardımıyla gerekli destek sağlanmış olur. insanı yoldan alıkoyan nefs ve şeytan gibi engelleri tanıyıp etkisini izâle yollarını öğrenmeğe gayret eder. Bu beş husus tamamlanınca bu tür hayret ortadan kalkar.
Tahkîk ehli büyüklerin hayreti güzeldir, bu hayretin, anlamadaki bir kusur ve noksanlıktan kaynaklandığı sanılmamalıdır. O noktadaki hayreti, gerçeği tam görmeye manî bir eksiklik zannetme! Bilakis böyle bir hayretin hükmü; ma'rifet yoluyla hakikatin kemâline erdikten, varlığın sırrını müşahede ettikten ve her varlığın esasına tam muttalî olduktan sonra ortaya çıkar.
Tefsîru Necm'de şöyle der: "Gadaba uğrayanların ve yolunu şaşırmışların yoluna değil" ifadesiyle anlatılanlar, nûr-ı ilâhînin kendilerine isabet etmediği ve bu yüzden nefs tutkusunun uçsuz bucaksız çölünde sapıtanlardır. Bunlar tabîat ve taklîd karanlıklarında şaşırmışlardır. Allah Teâlâ, Yahûdîler gibi, onları da gadab-ı ilâhisiyle huzûr-ı ilâhîden kovmak suretiyle cezalandırmış ve lânetlemiştir. Bu yüzden doğru şeriatı bulamamışlar ve "ahsen-i takvim" üzre yaratıldıkları insaniyet mertebesinden sapmışlardır.
Onlar yaptıkları kötülükler sebebiyle ya sûreten, ya da manen maymun ve domuz şekline çevrilmişlerdir. Ya da insanlık sınırından çıkınca Allah'ın lütuflarını unutmuşlar ve tevhîd yolundan sapmışlardır. Hâl böyle olunca da şeytan onları Hıristiyanlar gibi şirke düşürdüğünden nevalarını ve dünyâyı ilâh edinmişler ve: "Allah üçün üçüncüsüdür." (el-Mâide, 5/72) demişlerdir. "Onlar Allah'ı unuttu, Allah da onları" (et-Tevbe, 9/67) buyurulur.


Bir de işin sonuca itibâr edilen yönü vardır ki o da: "Gadaba uğrayanların yoluna değil" sözüyle huzurdan sonra gaybet, sevinçten sonra sıkıntı, nurdan sonra zulmet hâlidir. Bolluktan kıtlığa, varlıktan darlığa düşmekten Allah'a sığınırız. "Yolunu sapıtmışlardan" maksad, fısk ve günahın çokluğu ile sevincin fenalığa dönüşmesidir.
Bunun üçüncü bir yorumu da sultanlar sultanına doğru seyr u sülükteki anlamıdır, o da gadaba uğrayanların, manevî mertebelerde çakılıp kalması, kafileden ayrılması suretiyle olan hâlidir. Yolunu sapıtanlar, ideallerinden dönenlerdir.

28. Tirmizî, îmân, 18; Müsned, II, 176, 197
29. Aclûnî, II, 216
(*) Vuslat ve ihsan makamıdır.

Amin
"Âmîn" kelimesi isim-fiildir. Anlamı: "Ya Rabb! Duâlarımızı kabul buyur" demektir. Ya da "Bunu yap yâ Rabb" anlamındadır. Yâni "âmîne" şeklindedir. Bu kelime ulemânın ittifakı ile Kurân’dan değildir. Çünkü ilk Kur'ân nüshası (İmâm)'da yazılı değildir. Aynca sahabe, tabiîn ve daha sonraki âlimlerden onun Kur'ân'dan olduğuna dâir bir rivayet yoktur. Ancak Kur'ân okuyan kimsenin Fâtiha'dan sonra ve ondan ayn olarak "âmîn" demesi sünnet olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cebrâîl bana, Fatiha’yı tamamladıktan sonra "âmîn" dememi öğretti ve bunu söylemek, mektup sonuna vurulan mühür gibidir." dedi.30

Hz. Ali bu hadisi açıklamak üzre şunu ilâve etti. "Âmîn, Allah'ın kulun duasını mühürlediği bir mührüdür." Bunun sırrı şudur: Mühür, mühürlenen şeye muttali olmaya ve onda tasarrufta bulunmaya mâni olduğu gibi, "âmin" de kulun duasının zarara uğramasına mâni olmuş olur.
Vehb der ki: "Onun her harfiyle bir melek yaratılır ve melek: "Âmin diyen herkesin günahını bağışla Allah'ım" der. Nitekim hadiste şöyle gelir: "Duâ eden ve âmin diyen ortaktırlar. "31 Peygamberimiz bu hadisle: "Kabul olundu ikinizin de duası." (Yûnus, 10/89) âyetini kasdediyor.
Efendimiz (s.a.) yine bir hadis-i şeriflerinde: "İmâm, "vele'ddallîn" dediğinde "âmîn" deyin. Çünkü melekler de o sırada "âmîn" derler.32 Kimin "âmin" demesi, meleklerin "âmin" demesine denk gelirse önceki günahları bağışlanır."33buyurur. Bu hadîsin mânâsı Vehb'in sözünde geçenle aynıdır. Bu dinleyenlerin âmîn demesiyle meleklerin âmîn deyişini ya zaman açısından, ya da ihlâs ve yöneliş açısından birbirine denk düşmesi şeklindedir. Bu âmîn diyen meleklerin hafaza melekleri mi, yoksa diğer melekler mi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Ancak bu meleklerin hafaza meleklerinden başka melekler olduğu görüşünü şu hadis güçlendirmektedir: "Sözü (duası); ehl-i semânın sözüne denk düşen" hafaza melekleri ile semâ meleklerinin iki grubunu cem' etmek ve her ikisinin âmîn demiş olduğunu söylemek suretiyle iki görüşü birleştirmek mümkündür.
*
Molla Fenârî, Tefsîrü'l-Fâtiha adlı eserinde der ki: Fatiha, kıdem nuru içindeki fena ve adem karanlığından rûhâniyet nûrlarına doğru kemâle ermekdir. "Ene'l-Hakk" mertebesi sayılabilecek *cem"' makamı ile insaniyet-i kâmileye varmak için cismâniyet âlemine nefh yoluyla çıkarılmış kimselere, kemâl nüshasıdır. Ademden vücûda (yokluktan varlığa) gelip cem' yolunda kemâl arayan bu tür kişiler, vücûd dan tekrar ademe, belki de hudûsten kıdeme dönmek için geldiği inayet yollarını gösteren hidâyeti, isteme ihtiyacındadır. Öyle ki bunlar yokluğu bir daha kaybetmemek üzere bulmak için varlığı bir daha bulamayacak şekilde kaybeder. Cenâb-ı Hakk'ın: "Kuluma istediği vardır" fermanında gösterildiği üzere, kulun: "Bize doğru yolu göster!" isteği, kabul edilince kemâl rütbesini elde etmiştir. Allah Teâlâ'nın Fatiha Sûresini "âmin" mührü ile mühürlemesi işaret ediyor ki, bu mührü açmak suretiyle hiçbir kimse ihlâslı kullar üzerinde tasarrufta bulunamaz. İşte şeytan bu yüzden ümidsizliğe düşmüş ve "ihlâslı kulların hâriç" (Sâd, 38/83) demiştir.
Cumhurun görüşüne göre, Fatiha sûresinin âyetleri yedidir. Ayetlerden birisi, sonu " " diye bitendir. Yoksa besmele değildir. Diğer bir görüşe göre de; "besmele bir âyettir." denmiştir.
et-Teysîr'de der ki: "Fâtiha'daki kelime sayısı yirmi beş, harf sayısı da 123' tür. Aynü'l-Meânî adlı eserde Fatiha’nın kelime sayısı yirmi yedi,
harf sayısı 142 diye yazılıdır. Bu ihtilâfın sebebi, "Besmele"nin Fâtiha'dan sayılmayacağı hususu ile âyet sonlarındaki kelimelerin bitişik veya ayn yazılacağı konusundaki görüş ayrılığıdır. Yazılan veya telâffuz edilen harflerle ilgili görüşler de ihtilâfın bir başka sebebidir.
Atâ (r.a.)'ya Fâtiha'nın ne zaman nazil olduğu sorulduğunda demiştir ki: Mekke'de ve bir Cuma gününde. Allah Teâlâ kulu Muhammed'e ikram olsun diye 7000 melekle Cebrail'i bu sûreyi inzal için gönderdi.
Rivayete göre Ebû Cehil'e aid zengin mallarla yüklü bir kafile Şam'dan yedi grup hâlinde geldi. Allah Rasûlü ve ashabı gelen bu kafileye bakıyordu. Sahâbîlerin çoğu aç ve çıplaktı. Allah elçisinin gönlüne düştü ki, ashabının zarurî ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir şeylere sâhib olsa! Bunun üzerine bu âyet nazil oldu: "Şu kesin ki, biz sana namazda tekrarlanan yedi âyet ile şu yüce Kur'ân 'ı verdik." (el-Hicr, 15/87) Yâni Ebû Cehil'in yedi kafilesi yerine sana bunu verdik. Biz sana verdiğimiz bu büyük ve değerli hediyeye öfkeyle bakmasın diye Ebû Cehil'e bu kafileyi verdik. Nitekim sen de bizim ona verdiğimiz âdî dünyâ metâına bakma!. Allah Teâlâ hazretleri, Hz. Peygamber'in dilek ve temennisinin kendisi için değil, ashabı için olduğunu bildiğinden: "Onlara üzülme!" (en-Nahl, 16/127) buyurmuş ve malın faydasından çok daha kıymetli olan şeyi emrederek: "Müzminlere şefkat kanadım indir." buyurmuştur. (el-Hicr, 15/88) Çünkü senin tevâzuun, onların kalblerinin sevgililerine kavuşmasından daha hoştur.
Fatiha Sûresi'nin faziletlerinden biri de Hz. Peygamber (s.a.)'in şu hadîsinde anlatıldığı konudur. "Tevrat'ta, İncil'de, Zebur'da Fatiha gibi bir sûre olsaydı, Hz. Musa'nın kavmi Yahûdî, İsa’nın kavmi de Hıristiyan olmazdı, Davud'un kavminin şekli değişmezdi. Herhangi bir müslüman bu âyeti okursa Allah ona Kur'ân'ın tamamını okumuş ve her mü'min erkek ve kadına sadaka vermiş gibi ecir verir."
Fâtiha'nın faziletlerinden biri de şudur: Fâtiha'daki mu'cem (noktalı) harflerin sayısı yirmi ikidir. Vahyden sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in yardımcıları da yirmi ikidir. Fâtiha'da Sebûr'da bulunan "sâ", Cahîm'deki "cim", Havf'daki, "hâ", Zekkum'daki "zâ", Şakâvet'teki "şin", Zulmet'deki "zâ", Firâk'daki "fâ" yoktur. Bu sûreyi ta'zîm ve hürmetle okuyan kimse bu yedi şeyden emniyette olur.34
Huzeyfe (r.a.)'dan rivayete göre Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ bir kavme takdir buyurduğu azâb-ı ilâhîyi gönderir. O kavmin çocuklarının biri mektepte elhamdülillahi Rabbi'l-alemin'i okur. Allah Teâlâ bu sesi duyunca onlardan kırk yıl süreyle azâb-ı ilâhîyi kaldırır."35
Bütün kitapların ilimlerinin Kur'ân'da, Kur'ân'ın bilgisinin de Fâtiha'da toplandığı rivayeti daha önce geçti. Dolayısıyla Fatiha'nın tefsirini öğrenen bütün Kur'ân'ın tefsirini öğrenmiş gibi olur, Fâtiha'yı okuyan bütün Kur'ân'ı okumuş gibi olur. Çünkü Fatiha, Kur'ân'ın özeti mesabesindedir.
et-Tefsîrü'l-Kebîr müellifi "bütün kitaplardan maksad, usûl, fürû ve Mükâşefe ilimleridir" Fâtiha'nın bütün bunları ihtiva ettiği bilinmektedir.
Fenârî der ki: Fâtiha'nın Kur'ân'daki tüm bilgileri ihtiva etmesinin sebebi şudur: "Mâliki yevmiddîn" in sonuna kadar olan ilk kısmı ilahiyatla ilgili inanç esaslarını kapsar. Çünkü "hamdın Allah'a has kılınması zâti, sıfâtî ve fiilî kemâlâtın Allah'a has olmasını gerektirir. Ayrıca bu bölüm, nübüvvet ve velayeti kapsar; çünkü bunlar nimetleri yüceltme ve saymadır. Sonra âhırete âid inanç konulan vardır. Âhıret gününde her işin sahibi O olacaktır.
Sûrenin ortasındaki "Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz." kısmında ibâdetlerden kul ile Hakk arasındaki irtibatı sağlayan ahkâmın aksamına işaret vardır. Bu da muamelât ve ceza konulanını kapsar. Çünkü şer'î olan yardım dileme, ya menfaat celbi için olur, ya da zararı def için olur.
Sûrenin sonunda mü'minlerin îmân, İslâm ve hidâyet isteklerine işaret vardır. Bunlar da ihsan çeşitleridir. İhsan üç derecedir. Bunlardan birincisi övülmüş rûhânî ahlâktır. İkincisi bilinen murakabelerdir. O da Efendimizin hadîsinde: "Allah'ı görüyormuşçasına kulluk etmendir"36

şeklinde ifâdesini bulmuştur. Üçüncüsü, istiğrak sırasında celâl ufuklarında görülen kemâlâttır. Bu kemâl hâline erişen kişi hadiste geçen (keenneke) teşbih "kâfini" da kaldırıp Allah'ı görür gibi değil, bizzat şühûd hâlinde kulluk eder. Böylece kişi, "gayri'l-mağdûbi" den anlaşılabilecek "cebr" düşüncesi ve "Veled-dâllîn" 'den çıkabilecek kaderîlik endişesini ortadan kaldırmış olur. İşte mükâşefe ilmi dedikleri budur. En doğrusunu Allah bilir.

30. Ebû Dâvud, salât, 168
31. Aclûnî, n, 480
32. Buharı, ezan, 113; Müslim, salât, 72-76; Ebû Dâvud, salât, 168; Nesâî, iftitâh, 33; Muvatta, nida, 46; Müsned, II, 233, 270.
33. Müslim, salât, 76
34. Sebûr, helak; cahim cehennem; havf korku; zakkum cehennemde bir bitki; şakâvet sıkıntı ve sapıklık; firak ayrılık; zulmet karanlık anlamlarınadır.
35. Dârimî, fazâilü'l-Kur'ân, 4.
36Buhari İman 37.Müslim İman 57 . Ebu Davut sünnet 16 .Tirmizi İman 4 . İbn-i Mace mukaddime 9 .Müsned 1.27.51.II.107.IV .129”

Hiç yorum yok: