9 Kasım 2007 Cuma

icazül beyan da fatiha tefsiri 1 (sadreddin konevi)


BÖLÜM I 1


BESMELE'NİN SIRRI 1


Besmele" İfadesinin Açıklaması 1


Zevk Diliyle Şerh. 1


Devrf Nazariye Ve Ulvf Harfler/Huruf-İ Âlryât 2


Hemze Ve Elif 3


Sin Harfi 3


Mim Harfi 5


(Besmeledeki) Er-Rahmânu'r-Rahîm.. 9


Kul, Rabbını Nasıl Zikreder?. 10



BÖLÜM I



BESMELE'NİN SIRRI



Besmele" İfadesinin Açıklaması



Bu şerh, neticeleriyle birlikte Besmele'nin mâhiyetini açıklamaktadır: [1]



Zevk Diliyle Şerh



Bilinmelidir ki:


Daha önce işaret ettiğimiz ahadiyet özelliğindeki ve isme ait/ismî "taayyün-i evvel", ilâhî-Gayb-ı Mutlak'tan aynlan ilk şeydir. Bu taayyün-i evvel, isimler mertebesinin anahtarı ve zik­redilen "sınır/had" dir.


Taayyün-i evvelin insan nefesinde harfler alemindeki benze­ri, "Hemze"dir. Elif ise, vahdaniyet özelliğindeki Nefes-i Rah-mânî'den ibaret olan Amâ'nni suretinin mazhârıdır. İlâhî harf­ler, kelimeler ve isimlerin isimlerinden ibaret olan bütün varlık­ların suretleri, bu nefes-i Rahmanı ile ve onda meydana gelmiş ve taayyün etmiş oldukları gibi, beşerî harfler ve kelimeler de, insanın nefesi ile taayyün etmişlerdir.


Binaenaleyh hiçbir harfin haricî varlığı/ayıt, daha önce be­rttiğimiz gibi, "Bir"n mazhârı olan Elif olmaksızın meydana gelemez. Elifin varlığı da, kelâm mertebesinde, mutlak bağım-sız şekilde zuhur etmez; çünkü Elifin makamı, vahdettir; vahi-vbır ise, hiçbir şeyin varlığının zuhur etmediği vahdet mer-esrncle kendisinden başkası idrâk edemez. Çünkü başka bi-°nu idrâk etmiş olsaydı, onun "vahid/bir" olması sahîh ol-


Şöyle ki: Başkasının onu idrâk etmiş olması, onun hakikatinin üzerinde zait bir durumdur. Hariçten bir durumun/şey onunla birleşmesi de mümkün değildir; çünkü kendisinin haricinde hiç bir şey yoktur. Şu halde o, ancak kendisini, kendisinden zuhur eden ve ayrılan şeyi idrâk edebilir. Çünkü kendisinden ayrılan şey, pek çok açıdan ondan farklı değildir.


Harflerin suretlerinin kendisinde ortaya çıktiğı/inbias be­şerî nefesin kaynağı, kalbin bâtınıdır, bunun için kalb, izafî gayb'm sahibidir. Kalbin bâtını, Nefes-i Rahmânî'nin kendisi­ne ait olduğu Gayb-ı Mutlak'm benzeridir. Gayb-ı Mutlak, ahadiyetin ve işaret olunan ilk taayyünün dayanağı dır/müs-tened.


İki dudak da, beşerî nefesin ve kelâmın son mertebesi olmuş­tur. İki dudak, vahdetten /birlik ve onun ile taayyün eden ilk iki­liğin mukabilinde, şehâdet ve zahirî ikiliğin sahibidir. İşte bun­dan dolayı vahid/bir, kendisiyle/binefsihi hiçbir mertebede ta­ayyün etmemek özelliğinde olmuştur, bilakis o, tayin eder, fakat taayyün etmez; Elif de, daha Önce de açıklamış olduğumuz üze­re, onun mazhândır.


Binaenaleyh, vahdete en yakın mertebe, zikredilen birinci iki­lik olduğu gibi, Elife en yakın harf de, "Ba" harfi olmuştur. Vah­dete en yakm mertebenin bu ilk ikilik olmasının nedeni, daire­nin son noktasının başlangıcıyla komşu/mücavir olması ve kes­ret/çokluk hakkındaki bilgimizdir.


Kesret, sonuçta kendisinden doğduğu vahdete ulaşır.[2]



Devrf Nazariye Ve Ulvf Harfler/Huruf-İ Âlryât



Varlığın, hakikatlerin, mertebelerin ve mevcutların bütün hükümleri, "devrî"dir. Küllî şeylere/emir ve onlara tabi olan şeylerin makûl ve mahsûs hareketleri de, "devrf'dir. Bu durum, basiret sahibi akıllı kimselerce bilinen bir husustur. Böylelikle, belirttiğimiz bu nedenden dolayı, "Ba" harfi Elif'e nispetle ikin­ci mertebede zuhur etmiştir.


Taayyün eden her zahir şeyin kendisinden ortaya çıktığı ve onunla zuhur ettiği asla delâlet eden bir isim olduğunu zikret­miştik. Buna göre harfler, lafzı ve rakamsal kelimeler de, isimle­rin isimlerinden ibarettir; çünkü onlar, gaybî isimlerin hakikat­lerine delâlet ederler.


İlk taayyünü açısından Hakka delâlet eden şey, "cem" ve "ahadiyet" özeliğindeki isimdir. Bu isim, isimlerin ve isimlendi­rilen şeylerin anahtarıdır; harfler aleminde ise, bir açıdan "Hemze" ve "Elif"tir; buna göre, onun taayyünü, "Hemze", bunun ile taayyün eden şey de, "Eliftir.


Şu halde Hemze, taayyün eden harfler ile hüviyeti ve mut-laklığı açısından nefes arasında bir berzahtır. Nefes de, taayyü­nün kendisi olan Elif mertebesinde "Hemze" ile taayyünü açı­sından, "Ba" vb. gibi taayyün eden harfler ile mutlakhğı ve ta-ayyünsüzlüğü açısından kendisi arasında bir berzahtır.


Ayrıca o, Zât gaybmdan farklılaşan/temeyyüz ve isimlerin anahtarı olan isim ile gaybî mutlakhğı ve bu birinci esmaî mer­tebede taayyünsüzlüğü açısından Zât arasında bir berzahtır; ni­tekim, "had/sınır" 1 izah ederken bunun sırrına değinmiştik. [3]



Hemze Ve Elif



Sonra şöyle deriz: Şu halde Hemze ve Elifin her birisi, diğer berzahlar gibi, bir açıdan zahir, bir açıdan gizlidir/ ha fi. Vah­det/birlik ile nitelenen ve ilk taayyünün sahibi olan isim de bu şekildedir ki, daha Önce bunu defalarca belirtmiştik.


Buna göre Hemze'nin gizliliği, kendi aslı gibi, rakamsal harf­lerde zuhur etmeyişidir; Hemze'nin aslı, taayyünün kendisi ve zikredilen sınırdır/had: çünkü o, sadece taayyün eden bir şeyde veya şey ile zuhur edebilir. Hemze'nin zuhûruyla ise, kendi­siyle konuşmak /kelâm ve eserini görmek mümkün olur.


Elifin hükmü ise, bunun aksinedir; onun sureti, rakamda zu­hur eder, nefesin lafzında taayyün etmez. Çünkü o, özel bir bo­ğumda belirlenmeksizin nefesin uzatılmasından/imtidad iba­rettir.


Buna göre Hemze ve Elif, beraberce bir harftir. Bu makamda taayyün, taayyün eden şeyin bir cüzü olur. İşte, "vahdet" in ve isimlerin anahtarı olan isme tabi "temeyyüz"ün durumu da böy­ledir.


Gayb-ı Mutlak'tan "tedvin ve tastir" alemim yaratmak için taayyün etmiş tecellîyle Haktan ilk sâdır olan şey "Kalem" oldu­ğu gibi, aynı şekilde, mazhân "Elif" olan ahadiyetinin mertebe­sinde "Hemze" ile taayyünü açısından beşerî nefesten meydana gelen harflerin ilki de, "Ba" harfidir.


Hemze, bâtmdaki nefese ait mutlaklığa en yakını ve ilk mer­tebedir. "Ba" ise, bu mutlakkğa nisbetle varlıkların en yakınıdır.


Ba harfi, gayb mertebelerinin sonuncusu, şehâdet mertebele­rinin ilkidir. [4]



Sin Harfi



"Ba" harfinden sonra "Sin" harfi, zikredilen ilk "teslis" hük­müyle boyanmış iken zahir ve bâtın arasındaki ortada, fakat çokluk/kesret mertebesinde zuhur eder. Çünkü basit sayıların ait olduğu tecrid mertebeleri, önceki mertebelerle tamamlan­mıştır.


Nitekim daha önceki ifâdelerimiz üzerinde düşünmüşsen, bunu öğrenmişsindir.


"Sin harfinin sayısal değeri, altmıştır; altmış, onlar mertebe­sindeki tamlık derecesidir. Çünkü zahir çokluk ile emir tamam­lanmıştır. "Bir" in mazhân olan Elif, beraberlik ve cem hükmü­nün ahadiyet ile sirayeti sırtını bildirmek için, "Ba" ile "Sin" ara­sında gizlenmiştir. Elif, aynı şekilde, diğer isimlerin asılları olan "Allah" ve "er-Rahmân" isimlerinin "orta"smda da gizlenmiştir. Daha önce "vasât/orta"nm sırrını açıklamıştım.


Aynı şekilde o, başka bir açıdan zikredilen bu üç mertebenin mukabili olan üç mertebede gizli kalmıştır. Bunlar, kâmil rubû-biyetin mukabili olan kâmil ubudiyete aittir; bu, "Sin" ve "Cim" harfindeki sakin "Ya" harfidir.


Böylece Hakkın, bütün hakikatlerde tecellîsi ve sayıları orta­ya çıkartan/izhâr birin sayısal mertebelerdeki sirayeti bilinmiş olur; bununla birlikte bir sayısı, hüviyeti ve mâhiyeti itibarıyla zuhur etmez, nitekim daha önce bu da ifâde edilmişti. Ayrıca, böylelikle zikredilen iki sirayet ile nisbetler, taalluklar ve hü­kümlerle sınırlanmaktan münezzehlik ve mutlaklığı birleştir­mek/cem mümkün olabilir.


îma ettiğim şeyi, sadece Hakkın hüküm sahibi olduğunu ve O'na icabet etmenin sırrını bilen kimse anlayabilir.


Sonra şöyle deriz: Bilindiği gibi Elif, Zât'a ait "sirâyef'e mah­sûstur. "Ba", taaddüt ve ahadiyet özelliğindeki cem makamın­dan meydana gelmiş kevnî zuhur mertebelerinin ilkidir. Yaratı­lış kapısını açmak, taayyün ettiği şeye izafe edilmeksizin taay­yünün benzeri olan Hemze'ye mahsustur. Çünkü Hak, Zâtı açı­sından yaratma vb. gibi herhangi bir şeyi gerekli kılmaz. Şu hal­de taalluk/ilişme, iktizâ vb. gibi şeyler, melûh ile irtibatlı olan ve melûhun da kendisine bağlı olduğu ulûhiyet nisbeti itibarına bağlıdır. Ulûhiyet cihetinden, nisbetler, isimler ve itibarlar Hak­ka izafe edilir.


Yaratılış/icat, bir olan Vücûd'un -mâhiyeti yönünden ve ken­dinde taaddüt ve taayyün etmediği halde- taayyünü ve müm­künlerin hakikatleri mertebelerinde ve onlara göre taaddüd et­mesi üzerine zait bir şey değildir. İşte bu sebeple şöyle dedik: Hemze, yaratılış sırrının mazhândır. Binaenaleyh o, bâtını nis-bet ve sıfatların sonuncusu olan kudrete aittir. Bu nispet ve sıfat­lar, meşiyetin izhânna hükmettiği şeylere ilişirler.


Zikredilen dörtlemenin/terbi' sahibi olan "Mim" harfi ise, mülk" makamıdır. Ferdiyet hükmü, bu mertebede de tamam­lanmıştır, çünkü ferdiyetin, her mertebede o mertebeye göre bir mazhârı ve hükmü vardır. İşte, her mertebedeki hükmünün mâ­hiyetinin bilinmesi için bunu tekrarlıyoruz. Ayrıca, böylelikle mertebelerin ve kendilerine uğrayan ve zuhur eden şeylerdeki tesirlerinin hükmü bilinir.


"Ba" harfinden sonra Besmele'nin bütün kelimelerine sirayet eden gizli "Elif"'in sırrı ile "Sin" harfi zuhur edip, onunla da çok­luğun sureti zuhur ettiği için, tecellî ve emir, aslına dönmek ister. Tecellînin aslına dönmeyi istemesi, kesret/çokluk mertebesinde hükmünün gerçekleşip zuhur etmesi ve nisbetlerinin varlıkları­nı/a'yan ibraz etmesinden sonradır. Tecellînin dönmek istediği aslı, daha önce dikkat çektiğimiz gibi, "ahadiyet makamı"dır. Böy­lece "Sin" harfi için istenilen ittisal gerçekleşmemiştir, çünkü o, zuhur eden her şeyin zuhurunun kendisiyle devam ettiği ilâhî is­min elbisesinin/sevb bir parçasıdır; ahadiyete dönmek ise, bunu ortadan kaldırır ve halin hükmü bunu gerektirmez/iktizâ.


Aynı şekilde, Bir'in mazhârı olan Elif de, bütün isimleri bir-leştiren/camî "Allah" isminin mazhârını ta'yin etmek için ev-vellik makamında zuhur eder. Eliften önce, herhangi bir varlı­ğın/kevn kendisiyle birleşebileceği/ittisal hiç bir şey yoktur, çünkü o, İfâde ettiğimiz üzere, "Gayb"a komşudur /mücavir.


"Sin"'in, sakin olması mümkün değildir. Çünkü kendisi ile "Ba" arasında makûl olan vahdaniyet özelliğindeki yayılan te­cellî ile aslî irâde, onun hakkında "hareke" hükmünü vermiştir, böylelikle "emir" gerçekleşir. Böylece zikredilen tecellînin sır-rıyla kendinde tam bir daire döner, bunun sonucunda ise, "Mim"in haricî varlığı/ayn zuhur eder.


"Mim" harfi, kendi feleği olan gaybî dairenin, sayısal ma­kamda basit mertebelerden içermiş olduğu şeyleri kapsamış ol­duğu halde, fakat "kesret"ten ibaret olan kendi mertebesine gö­re zuhur eder; böylece, daha önce zikredilen aslı gibi iki vecih ve iki hükümlü olur. [5]



Mim Harfi



Şu halde, irâde hükmünün sirayeti ve dairenin tamamlanma­sı açısından Mim harfi, bütün basit sayılar ile zuhur eder ki,bunlar dokuz tanedir. Çünkü "Mim" harfi, zahirî suretinde iki "Mim"den ibarettir. Her "Mim"'in sayısal değeri kırktır; ortada­ki "Ya" harfinin sayısal değeri ise, ondur. Böylece hepsinin top­lam değeri doksan olmuş olur. Doksan, onlar mertebesindek dokuzun aynısıdır. îşte "Mim"'in "Sin" ile ve "Sin"'in "Ba" ile olan ilişkisi de, öncelik ve ikilik itibarıyla, böyledir. Bu ikiliği, "Kalem" ve "Levh"'in hükmünü belirtirken zikretmiştim.


Tekrar, "Mim" harfine dönüp, şöyle deriz:


Böylelikle sayısal değeri on olan "Ya" harfi, Mim harfinin iki sureti arasında ortaya çıkmıştır, çünkü orta, bütün hükümlerin kendisinden meydana geldiği "cem" makamıdır. "Ya" harfinin sakin olması, tesirde şart olan gizliliğe işarettir; çünkü eser, zu­hur ettiği şeylerde, "gaybî" mertebelere racidir. Şu halde zahir olan her şeyden görülen eserler, o şeyde veya ondan bâtın olan bir emre bağlıdır. Böylece irâdenin hükmü de, kendisinden Önce gelen mertebelerde gizli kalmış, daha sonra konusunun ortaya çıkmasıyla birlikte kendisi de zuhur etmiştir; irâdenin konu-su/müteallak, irâde edilen şeydir/murad, nitekim daha Önce buna işaret etmiştik.


İşte, Şeyhimiz ve Efendimizin/Seyyidüna (r.a.) de belirttiği gibi, bu "cem" ve "âhirlik" özelliğinden dolayı "Mim" harfi, in­sana tahsis edilmiştir; binaenaleyh "Mim" harfinin bir açıdan dokuzu, başka bir açıdan da doksanı ihata etmesi, sayılan isim­lerin hükümlerini kuşatmasına ve bu ihata ve zikredilen devir­deki hükmüne İşarettir.


"Mim" harfinin sureti açısından varlıkların sonuncusu olarak zuhur eden insana tahsis edilmesi, ilk "hubbî/bilinmek iste­mek" tecellînin benzeridir. Bu tecellî, gayb mertebesinde zikre­dilen gaybî dönmeyle kendi üzerine döner/devr; böylece, müm­künlerin hakikatlerinde gizli olan hubbî ba islerin/dürtü ve "aş-kî"-devrî hareketlerin anahtarı olur.


Bu meseleye, yaratılışın başlangıcının sırrından bahs ederken değinmiştim.


"Ba'"nın hükümlerinden birisi, ilk ikiliğe delâlettir. Bu ilk iki-uk, "cem" makamına, ilâhî ahadiyetten sonra gelen kevnî mertebenin önceliğine ve kendisi ile "Sin" harfi arasında makûl "Elife işaret eder; bu gaybî "Elif", ahadîyete mahsûstur.


"Sin" harfinin hükümlerinden birisi, "Ba" harfinin delâlet et­tiği şeylere ve "Ba'"dan önce "müheymen" ruhlarının dayandı­ğı nisbetlere işaret etmektir. Bunlara örnek olarak, aslî-bâtınî isimler gibi, Yaratılışın başlangıcı ve gaybî şatrın/kısım ayrılı­şından bahs ederken işaret ettiğimiz şeyler verilebilir.


Beşerî nefeste bunun benzeri, ilk taayyünün sahibi Hemze ile gaybm sonuncusu ve şehâdetin başlangıcı olan "Ba" arasında bulunan harflerin mahreçleridir.


"Mim" harfinin hükümlerinden birisi, medlulün delilden sonra zuhur etmesi gibi, sureti sonradan zuhur eden "cem" haz-retinin/makam sırrına delâlet etmektir; bu sır, "Allah" ismidir. "Mim" harfinin ona delâlet etmesinin nedeni, bu harfin, Hakka en kâmil ve güçlü delil olan insana mahsûs olmasıdır. Böylelik­le Allah ismi, iki "Elif", iki "Lam" ve bir "He" harfi ile zuhur et­miştir. Buna göre bir "Elif",/'el-Bâtın" isminin nisbetine aittir; bu elif, "el-Bâtm" isminin varlığıyla değil de, eseriyle zuhur etmesi gibi, yazıda gözükmez, telaffuzda ortaya çıkar. Diğer gözüken Elif ise, ilk ez-Zâhir ismine aittir. "Lam"lardan birisi, bazı kısım­larının diğer bir kısmı için Hakkın gaybmda zuhur etmesi yö­nünden alemin Hak ile irtibatı nisbetine aittir. Hak, daha Önce ilim bahsinde işaret ettiğim gibi, mazhâr ve aynadır. Vüak^ ifâdede temyiz mertebelerinden önce ve sonra gelir. "He" harfi ise, el-Ahir-el-Evvel, el-Bâtın-ez-Zâhir isimlerini birleştiren/ca­mi' "gaybî hüviyef'e mahsustur.


Bu beş sırrı düşün, hazeraM hams'ı/beş mertebeyi, dört aslî is­mi ve bunları birleştiren sırrı iyice aklına getir!. Aynı şekilde, beş nikahı; harflerde, noktalarda ve irabta zuhur eden hümasilik/beş-li hükmünü düşün! "Allah" isminin diğerlerini nasıl birleştirdiği­ne bak! Sonra, emir ve mertebe açısından "cem'ul-cem"in sahibi olan "He" harfinin sırrına bak! Bu harfin sayısal değerinin niçin beş olduğunu düşün! Aynı şekilde, zikredilen teslis ve ter-bi'i/dÖrtleme ve bunların hükümlerinin yayılmasını düşün! Bes-mele'deki her bir kelimenin, nasıl olur da, bir açıdan bunları içe­rirken, bir açıdan da bunlann mahalli olabildiğini düşün!


"Allah" ismi, şeyhimizin görüşüne göre, görünen ve görün­meyen harfleri toplandığında, altı harften ibarettir: Elif, iki Lam, telaffuzda gözüküp, yazıda gözükmeyen Elif, He ve zammenin "işba"'ıyla gözüken Vav. Bu altı harfe, bu ismin delâlet ettiği ha-kîkat, yani Ulûhiyet ilave edildiğinde, bunlar yedi olur; Ulûhi-yet, Zâtı açısından Hakkın aleme/kevn ilişen isimlerine taalluk etmesi nisbetidir.


Ayrıca, daha önce sırlarına dikkat çektiğim hakikatlerin hü­kümlerinin yayılmasına bak! Bu birleştirici isimden/Allah sonra gelip, birleştirmede, hükümde ve kapsayıcıhkta kendisine ortak olan "er-Rahmân" küllî isminde de durum böyledir. Nitekim Hak, bize böyle haber vermiştir. Ben de, gerek bu eserimde ve gerekse "Miftahu'l-gaybi'l-cem"' isimli eserimde buna dikkat çek­miştim. Çünkü "er-Rahmân" isminin harfleri de, altı tanedir. Ye­dincisi ise, "Mim" ile "Nun" arasında düşünülen/makûl gizli "Eliftir. Bu Elif, ahadiyet-i cem'in mazhârıdır, bunu düşün!


"Besmele", zahirî açısından, teslîs/üçleme ve dörtleme­den/terbi' ibaret olan yedili sırrı bir araya getirmeyince, bu, "ız-mar/gizleme" ile tamamlanmıştır; bununla "Besmele" kelime olmuştur. Buna göre gizlenen kelimenin takdiri, "bede'tu/başla-dım" veya "ebdeu/ başlarım"dır. Bununla birlikte, "Besmele" lafzı, daha önce dikkat çekilen teslisi ve dörtlemeyi birleştirir.


Aynı şekilde, Zât'a ait "gayb" sırrını da, itibarların dördüncü­sü olan mutlaklık ve bir tek itibar ile sınırlanma yönünden dü­şünmen/istihdar gerekir; sonra, bu sırrın, gaybm iki kısma/şatr bölünmesini gerekli kılan iki öncüle sirayet edişini; sonra da, dikkat çektiğim rahmet ve gazab nisbetlerini; vahdetliği itibarıy­la mutlak birliği; O'na istinadı yönünden kesret nispetini; bu iki­liğe dayanan Ba harfinin hükmünü; bunun ardından gelen/talî kesrete işaret eden "Sin" harfinin hükmünü düşün. Bu tâli çok­luğa örnek olarak, Kalem-Levh; vahdaniyet özelliğindeki Arş'a nisbetle suretler aleminde zuhur eden taksimin mahalli olan Kürsî'yi verebiliriz. Arş'm, işi, kelimesi, ihata ve umumiliği bir­dir; bunun nedeni, Er-Rahmân isminin onda istiva etmesidir. Ayrıca, Kalem'e ait el-Müdebbir isminin sırrını ve yine Levh'e aıt el-Mufassıl isminin sırrını ve bunun kerim Kürsı'de er-Ra-


him ismi ile tahsis ve temeyyüzünün gerçekleşmesini düşün.


Bunun ardından,, zâtı ve küllî isimleri yönünden Hakkın hük­münün, ihatasının ve birleştiriciliğinin umumiliğine bak! Sonra hepsinin, mücmel olarak "Allah" isminde, tafsili olarak da "er-Rahmân" ve "er-Rahim" isimlerinde mündemiç oluşlarına bak! Bunun ardından da, bütün bunların, "Allah" isminin Zât'a ait gaybm mazhârı "He" harfinde mündemiç oluşlarına bak! Ayrı­ca, dikkat çekilen ilk iki nisbetle beraber hazerat-ı hams'm/beş varlık mertebesi hükmüne bak! Yedili sır, bu iki nispet ile zuhur eder ve tamamlanır.


İlk mertebenin hükmüne bak! Bu hüküm, bozulmadan ve da­ğılmadan altındaki mertebelere nasıl sirayet etmektedir! Böyle­likle, onun bir faraziye veya tahmin olduğunu düşünmemen için, doğruluğuna güven duyacağın bir takım mazhârları öğren­miş olursun.


Bu, kapalı ilâhî sırlara dair bir ikâz ve önemli bir tertiptir; bu­nu, latif, alim ve habir olan Rab tertip etmiştir.


Ben, bu sûrenin tefsirinde bu metodu benimsemiş değilim. Sadece, Hakkın kitabına ve Özellikle de Kur'an-i Kerim'in ve di­ğer ilâhî kitapların bir nüshası ve örneği olan bu sûreye tevdi et­tiği önemli sırları ve ilginç bilgileri belirtmek için bu kadarını zikrettim. Böylelikle, Hakkm, harflerini ve kelimelerini, "el-Mü-debbir" ve "el-Habîr" olarak düzenlemiş olduğu bilinmiş olur. Binaenaleyh, ilâhî kitapta bir harf iki harfin arasında veya bun­ların önünde veya ardında bulunuyorsa, bu harf oraya belirli bir amaç, kâmil bir ilim ve tam bir hikmet ile konulmuştur.


Akıllar, bunun sırrına ulaşamaz.


Bu Özelliği/tavır keşf edemeyen kimse, Kur'an'm bâtınlarının sırrını bilemez. Hz. Peygamber, bu bâtınları şu hâdisiyle belirtmiş­tir: "Kur'an'm zahn vardır, yediye varıncaya kadar da batni var­dır." Başka bir rivayette ise, "yetmiş batnı vardır" buyurmuştur.


Bu keşfe ulaşmamış kimse, "Hak, her şeye yaratılışını ver­miştir" (Taha, 51); "Emri tedbir eder" (Ra'd, 2) vb. âyetlerin sırrını da anlayamaz. Hz. Peygamber'in "Bana, altı şey tahsis olun­muştur" buyurup, zevk ve kuşatıcılığmm/câmilik kemâline de­lâlet etmek için bunların arasında Fatiha ve Bakara sûresinin son


âyetlerinin bulunduğunu belirttiği hadisin sırrını da anlayamaz. Ayrıca, Allah Teala'nın "Hamid ve hâkim olanın katından tenzil olunmuştur" âyetinin sırrını; Hz. Ali'nin "Eğer bana izin verilse idi, Fatiha'nın tefsirinde söyleyeceklerimi yetmiş deve taşırdı"; Hz. Hasan (r.a)'m "Allah yüz dört kitap indirmiştir, yüzünü dört kitaba -ki bunlar, Tevrat, incil, Zebur ve Kur'an'dır- tevdi etmiş, bu kitapların hepsini Kur'an'a, Kur'an'da bulunan şeyle­rin hepsini de "Mufassal"a koymuş, mufassaldakilerin hepsini de Fatiha'ya koymuştur" sözünün sırrını anlayamaz.


Şimdi, her şeyin bu üç isimde mündemiç olmasına; ardından iki ismin ve bunların altında bulunan şeylerin, "Allah" isminin ihatasına; bunun ardından da her şeyin, Allah isminin "He" har­fine mündemiç olmasına dikkatini çektim.


Şayet yaratıkların himmet ve akılları, bu zevkin zirvesine yükselmekten, perdelerini yırtıp, ürünlerinin ve kemâllerinin bahçelerinde dolaşmaktan aciz ve nakıs; tabiatlan ise, araların­daki münâsebetin uzaklığından dolayı engel olmasıydı, -aciz ve nakıs değilsem de- akılların, zihinlerin, basiretlerin ve fikirlerin nasipleneceği sırlan açıklardım. Fakat: "Allah, insanlar için bir hayır açarsa, onu engelleyecek yoktur; bir hayn engellerse ar­tık onu gönderecek yoktur. O aziz ve hâkim olandır." (Fatir, 2)


Şüphesiz ki -Allah'a hamd olsun- bu kadarı, bütün zeka sahip­leri için bir ikâz olmuştur ve şeyhimiz Ekmel-İmam'a/İbnü'î-Ara-bî muvafakat etmişizdir. Öyle ki, bidayetin sırrı hakkındaki söz, "Bismillahirrahmanirrahîm/ Rahim ve Rahman olan Allah'ın adı ile"'nin sırrı bölümüyle birleşmiştir. Bu dille, onu açıklıyorum, bu­nun ardından ise, Allah'ın nasip ettiği şeyleri açıklayacağım.


Allah'a yemin olsun ki, ben böyle bir şeyi amaçlamamıştım. Bu kelâm, şeyhe muvafakat ve şerhin tertibi, kasıtsız gerçekleş­miştir. Bundan sonra ise, bunu dikkate aldım, bundan dolayı da Allah'a bu konuda şükrediyorum.


Bunun sebebi şudur: Ben bu kitapta, kasıt ve çaba olmaksızın Hakkm akla getirdiği basit bir kaç sözün dışında, ne şeyhin vene de bir başkasının sözünü nakletme niyetinde değilim. Hak, bunları kendi cömertliğinin nefhalan olarak akla getirir. Nite­kim bu durum, şeyhimiz ve zevk mensuplarının çoğunluğunda zaman zaman olagelirdi. Bu durumun hakikatini bilmeyen kim­se ise, bu tarz bilginin, kasıtlı ve çabaya dayanan mütalaa, araş­tırma ve derlemeyle meydana gelen bir nakil olduğunu zanne­der, halbuki durum böyle değildir. Nebevi zevklerde bu gibi şeyler çoktur. İşte bu kuşkudan dolayı kafirler, "Öncekilerin hi­kayeleri" (Enam, 25), "Onları yazar, sabah-akşam bunlar ona yazdırılıyor" (Furkan, 5) demişlerdir.


Allah fazıl, İhsan ve irşadın velisidir.


"Besmele" ve "Allah" isminin ve harflerinin şerhine dair, Hakkın zikretmeyi takdir ettiği Ölçüde bilgi verdim. Bununla birlikte, "erRahmân" ve "er-Rahim" isimleriyle ilgili mücmel işaretlerim de oldu. Şimdi ise, bu iki ismin tefsirinde, kendileri­ne hususiyet kazandıran özelliğe dair Hakkın kalbe imla ettirip, kalemin yazdığı şeyleri zikrediyoruz. [6]



(Besmeledeki) Er-Rahmânu'r-Rahîm



Öncelikli mertebelere, yani teslise/üçleme tabi olan dört­lemeye/terbi' "Allah" isminin zahirinin içerdiği beş es­rar eklendiğinde, On iki mertebe tamamlanmış oldu. Bunlar, küllî isim mertebelerini ve hüküm ve mertebe açısından kendilerine tabi olan mertebeleri içermektedir.


Daha önce irab ve noktanın sırrından söz ederken bu merte­belerin bazı hükümlerine işaret etmiştim. Bu on iki mertebeyle, sayı mertebeleri tamamlanır. Sayı mertebeleri, dokuzda sona eren birler, sonra onlar, sonra yüzler, sonra ise binler basamak­larından oluşur.


İsimlerin mertebeleri, hükümleriyle birlikte kendilerini kuşa­tan mertebede/hazret taayyün edip, mazhârlarım ve kemâlleri­nin tamamlanıp, daimi olmasını temin edecek şeyi izhâra tevec­cüh ettiklerinde, bunu, Vücûd-ı Rahmân'm suretinin zuhuru ta­kip etmiştir; bu surete, şâmil Vücûd-î âmm izafe olur ki, nitekim daha önce buna dikkat çekmiştik.


Er-Rahmân ismi, diğer isimlerin aksine, şümulünün ilmî ve­ya amelî bir eyleme bağlı olmayışından dolayı, "mübalağa" siy-gasıyla gelmiştir. Bu ismin misâli, mazhârı ve kuşatıcı Arş ve zu­hur eden ilk suretten ibaret olan istiva-gahi da, şümul, ihata ve mekansızlık açısından kendisine yerleşen şeye/er-Rahman uy­gun olarak zuhur etmiştir. Böylece, er-Rahmân isminin rmızhârı cevher ve arazdan -ya da başka bir görüşe göre heyula ve suret­ten- mürekkep cesetlenmiş bir suret olsa bile, onun hiç bir mekanı olmadığına işaret edilir. Bu durumda, kendisini ihata etmek­le onu istiva-gah yapan şey/müstevî, mekandan müstağni ve özellikle bir mekanın onu sınırlamasından münezzeh olduğu için, vücûdî makam üzerine istiva "Varlık"tan ibaret olan rah­met ile; Arş'tan ibaret olan mazhârı üzerine istiva ise, "erRah-mân" ismiyle gerçekleşmiştir; bunun sonucunda ise, bu mazhâr-da/Arş hiçbir taksim, tahsis ve farklılık meydana gelmiştir.


Bunun ardından iki kabza, "rahmet" ve "gazab" diye ifâde edilen ve daha önce dikkat çektiğimiz iki nisbetin hükmüyle, üzerine rahmet hükmünün sirayet ettiği şeyleri, kendisine ilgi gösterilen "said" ve hangi mertebede gayesi bulunursa bulun­sun kendisine ilgi gösterilmeyen "şaki" diye temyîz eder. Bu temyiz, bazı kevnî hakikatlerin tekvini emri taşıyan ilâhî nidaya icabetlerinin süratine ve bu tecellîyi -nezihliğine zarar verecek bir şey eklemeden- kabulüne; bazı hakikatlerin ise, zikredilen bur tarz üzere bu icabeti yapamayışları ve bu tecellîye nezihliği-nin razı olmayacağı kötü hükümler ve özellikler giydirmelerine göre değişir.


Bununla birlikte tecellî, bu özeliklerden hoşnut olmasa da, kemâli bunları kuşatır.


Bu durumda, zikredilen gaybî ve ilmi tafsîlîn sırrı, er-Rahim ismine mahsus "Kürsî" makamında zuhur eder.


Böylece hüküm, iki kısma ayrılır: Bunlardan birisi, kendisine bağlanıp, onunla amel edeni, bizzat bu makamda ebedî nimet ve halis rahatın ehli olan saitler arasına katılmaya götürür, çünkü orası, ehl-i yemin makamı ve "er-Rahim" isminin mazhârıdır.


Bu hükmün diğer kısmı ise, sevilmeyen kimselerden ibaret olan şakiler arasına katılmayı yasaklamak ve nehy etmekten iba­rettir. Bu şakilerde, diğer kabza/gazap hükmünün baskm olma­sından dolayı, haldeki tahsisin dışmda, "er-Rahim" isminin hiç bir eseri zuhur etmez. Böylece birinci ferdiyete tabi mertebeler­de "teslîs" mertebeleri tamamlanmış olur.


Buna göre "Allah" ismi, evvelliği açısından melûhun istinat ettiği ulûhiyet mertebesine aittir; Fatiha'nın birinci kısmı, bu mertebeye mahsûstur.


"er-Rahim" ise, zikredilen tahsisin sahibidir; "Fatiha" süresinin sonu, ilâhî icabet ve bu kısımda "Bu kulum içindir ve kulum için dilediği şey vardır" kutsi hâdisiyle ifâde edilen tahsisin sahibidir.


Buna göre, er-Rahim, daha önce de belirttiğimiz gibi, ehl-i ye­min ve ilâhî cemâlin mensupları içindir.


Lütuf ve kahrı birleştiren er-Rahmân ise, diğer kabza ve celâl ehli içindir.


Câmiliği yönünden "Allah" isminin mensupları, iki kabzayı birleştiren berzahın sahipleridir; bunlar, aynı zamanda, kurbi-yet, genişlik, vecih ve kemâl makamının da sahipleridir.


Artık, kulağına giren şeyleri düşün ve onu idrâkinde berraklaştır.


Bunlar, kendilerinden değerli sırların çıkartılacağı ilâhî tem­bihlerdir. Bu sırlardan birisi, küllî mertebelerin hükümlerinin, ihata ettikleri mertebe ve mazhârlara sirayetini bilmektir. Böyle­likle bu mertebe ve mazhârlar arasındaki irtibat gerçekleşip, bu irtibat, ulvî himmet, nûranî ve alışkanlıkları yırtan/harika idrâk sahibi akıllı kimselerin, Allah'ın tevfik ve inayeti ile daha yuka­rıya terakkileri için bir merdiven olur.


Allah, irşad ve hidâyetin velisidir. [7]



Kul, Rabbını Nasıl Zikreder?



Besmele üzerindeki ifâdelerimizi, bu makama dayanan nebe-vî bir işaret ile bitiriyoruz. Bu işaret, Hakkın kulunun "Besmele" ile münacâtını açışına cevap olarak buyurduğu şu ifadesidir: "Kulum beni zikretti."


Şöyle deriz: Zikir, zikre ve mezküre/zikredilen veya sadece birisine dair bir ilmin bulunmasıyla yapıldığı gibi, bazen de böy­le bir bilgi olmadan yapılır. Şayet zikirle birlikte böyle bir ilim bulunursa, o zikir, "huzur"un mazhârı ve sebebidir. Huzur, bi­linen şeyi ortaya çıkartmakla ilgili bir hakikattir ve huzurun, beş mertebesi vardır:


Birincisi, sadece hakîkati/ayn açısından bir şey ile "hazır ol-k"


İkincisi, sadece varlığı açısından bir şey üe "hazır olmak" tır. Üçüncüsü, sadece rûhânîyeti açısından bir şey ile "hazır ol­mak" tır.


Dördüncüsü, sadece sureti açısından bir şey ile "hazır ol­mak" tır.


Beşincisi ise, zikredilen dört hükmü birleştiren mertebesi açı­sından bir şey ile "hazır olmak" tır.


Hak ile huzur ise, ya Hakkın zâtı açısından veya isimleri açı­sından gerçekleşir.


İsimleri açısından Hak ile huzurun konusu, ya fiil isimlerin­den birisi veya sıfat isimlerinden birisidir.


Binaenaleyh, fiillere ait olan isim, fiille taayyün eder ve türle­rine göre ayrılır.


Sıfatlar yönünden gerçekleşen huzurun konusu ise, ya selbî veya sübûtî bir durumdur/emir.


Konusu Zât olan huzur ise, ya zihinde "sem'î itikat" veya "na­zarî burhan" veya "nebevi imân"m bildirmesi veya zevkî müşahe­deden veya hepsi veya bir kısmından meydana gelmesi yönünden oluşmuş bir emre racidir; bütün bunların, "huzur" sahibine nisbet-le beş hükmün birisine veya hepsine göre olması gerekir.


Binaenaleyh huzur mertebelerinin en kâmili, özel bir ilişki açısından muayyen bir itibara bağlı olmaksızın Hak ile ha-zır/huzûr mea'1-Hak olmaktır. Bu huzurun sahibi, vücûdî veya nispî veya "cem" ve "fark" suretiyle birlikte selb ve ispata bağlı olan isimlerle ilgili bir hükmün itibarı olmaksızın veya bunlar­dan birisiyle sınırlanma veya "sınırlanma/takyit" sırrıyla hep- ,; siyle sınırlanmadan Hak ile birliktedir/huzûr.


Böyle olmayan huzur ise, sahibinin sırât-ı müstakim ehli ol- 1 ması şartıyla, ya özel bir mertebe açısından veya muayyen bir . isim açısından nispî bir huzurdur. Huzurun sahibi sırât-ı müsta­kim mensubu değilse, o huzur, her durumda "siva/başka" ile huzurdur.


Tekrar başlamış olduğumuz konuya dönüp, şöyle deriz:


Zikirle birlikte olan ilim, ya zikri aşıp, mezkure/zikredilen taalluk eder. Bu ilmi, sırrına işaret edilen huzur takip eder. İlmin zikredilene taalluk etmesi, bundan sonra zikirlerin neticelerinde zikredilen ve daha önce dikkat çektiğimiz şeylere göre tabi olur.


Bazen de bu zikirlikte beraber olan ilim, zikri aşmayıp, ilmin konusu, sadece zikrin kendisi olur; bu durumda huzur, sadece zi­kirle veya zikir ve zikirden anlaşılan anlamla birlikte olur. Bu ikin-cî durumun gerçekleşebilmesi, zikir, kendisine ve mezküre/zikre­dilen delâletinin ötesinde bir anlama işaret ettiğinde mümkündür.


Şayet bununla beraber hayal hükmü zikre bitişirse, zikrin sure­ti, onun zihinde somutlaşmasının sebebi olarak düşünülür/istih-dar; bu suret, ister fiil, ister hareket, ister keyfiyet veya varlık su­reti olsun, ister lafız veya başka bir şey veya bunların hepsinden veya bir kısmından teşekkül eden bir emir olsun, durum aynıdır.


Eğer, zikre hâkim bir tahayyül bitişmezse o, yani "zikir" diye isimlendirilen şey, özel olarak tanzim edilmiş harflerin tekrar­lanmasından ibaret olur; bu harfler, kendileri için herhangi bir medlulün anlaşılması veya düşünülmesine uygundurlar.


Zikrin neticelerine gelince: bunlar, zikredenin/zakir inanç ve ilmine göre; zikrin delâlet ettiği mânâların içeriklerine göre; za-kirin telaffuz ettiği veya hayalinde canlandirdığı/istihdar veya taakkul ettiği ismin harflerinin toplamından meydana gelen bir-leşik/terkibî heyetin zorunlu özelliklerine göre; zikir esnasında zakire hâkim sıfata ve zikredilen beş hükmün hâkimiyetine gö­re; veya bizzat zakire istinat eden durumların toplamının /cemi­yet hükmüne göre ve bunlardan birisinin veya hepsinin egemen olmasına göre zuhur ederler.


Zikir sahibine istinat eden hususların hükümlerinin birinin veya hepsinin baskın olması, mevtine, neş'ete, vakte, teveccühe sebep olan emrin önceliğine, mahallin rûhânîyetine ve şu veya bu şekilde saltanatı olan ilâhî isme göre ortaya çıkar.


Sana açıkladığım konuları düşün ve anlamaya çalış! Çünkü bunlar, ulvî-nazarî aklınla müşahede edip, bilgisini merak ve ta­lep ettiğin şeylerin muammasını açar.


Allah, ihsanın velisidir ve gerçeğe hidâyet eden ve sırât-ı müstakime götürendir. [8]









[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 183.



[2] "Mukaddimede nihayetin bidayette mündemiç olması nazariyesine işa­ret etmiştik. Müellif, burada bu nazariyeye işaret etmektedir. Çünkü beşerî aklı aciz bırakan gayb, kesretin mazhârlarında gizlenebildiği gi­bi, vahdette de gizlenebilir. Bunun örneği, zerredir. Kuşkusuz ki, akıl onun karşısında durur, nitekim ulvî felekler karşısında akıl aciz kalır." (Abdülkadir Ata) Sadreddin Konevf nin varlık ve zuhur sisteminin ana fikirlerinden birisi, bu sistemin "devrî" bir sistem olmasıdır. Bunun ta­bii bir neticesi ise, başlangıçların nihayetlerde ortaya çıkması, başın so­na benzemesi meselesidir. Konevî, bu meseleyi pek çok ifâdesinde açık­lar ve pek çok hükmü bu ilkeye dayandırır.


Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 183-184.



[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 185.



[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 185-186.



[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 186-188.



[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 188-194.



[7] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 195-197.



[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 197-199.




BÖLÜM II 1


FATİHA SURESİ'NİN BİRİNCİ KISMI 1


Külli Fatihler 1


Mefatihu'l-Gaybi Gaybın Anahtarları 5


"Hamd Alemlerin Rabbı Olan Allah İçindir" (Fatiha, 1) 6


Mukaddime. 6


Hamd'ın Mânâsı 7


"Hamd, Allah İçindir 11


"Lillâhi/Allah İçin" İfâdesi 11


Lafza-i Celâl'in İştikakı/Kökeni 18


İsmin Mânâlarının Zahir Ve Bâtın Uyumu. 19


Rab. 19


Allah Teala'nın Islah Etmesi 19


Efendilik Hükmü. 20


Sebat Hükmü. 20


Mâliklik Hükmü. 21


Terbiye Hükmü. 21


Bu Hükümlerin Levazımı 21


Terbiye Sırrı 22


Ruhun Ve Bedenin Gıdası 24


Ariflerin Hikmeti 25


Hak'tan Perdelenenlerin Başarısızlığı 26


Mizaç, Gıda Kuvvetine Baskın Gelir 28


Zahir Lisanı 30


"Alemîn/Alemler". 30


Bâtın Lisanı 30


"Allah, Rahim Ve Rahmandır. " (Fatiha, 2) 32


Rahmetin Hazretleri/Mertebeleri 36


Din Gününün Sahibidir. (Fatiha, 3) 40


Mülkün Sırrı 40


"Yevm/Gün"in Sırrı 43


Din'in Sırrı 46


Tamamlayıcı Açıklama. 50


Mükelleflerin Fiilleri 50


Tamamlayıcı Açıklama. 55


Mükellefin Fiilleri 55


Tamamlayıcı Açıklama. 56


Mükellefin Fiilleri 56


Uhrevî Azap ve Nimeti Gerektiren Diğer Emir ve Yasaklar 58


Kalbin Vecihleri 60


Bölüm.. 63


Mukaddime. 63


Teklifin Aslı ve Hikmeti 64


Özet ve Netice. 70


"Hamd Alemlerin Rabbı Allah'a Mahsûstur.". 71


"Er-Rahmân Er-Rahim:". 72


Zahir, Bâtın, Had ve Matla' 75



BÖLÜM II



FATİHA SURESİ'NİN BİRİNCİ KISMI



Külli Fatihler



Bunlar, Kitab-ı kebire/büyük kitap, kitab-ı sagire/küçük kitap ve bunları arasındakikitaplara mahsûstur.Bu bölümün içerdiği konular arasında, şun­lar da vardır: Fatiha'nın içermiş olduğu hakikat ve fasılların mertebelerine dikkat çekmek; bunların birbirleriyle olan irtibatlarının Özetle açıklanması:


Bu bölüm, lafız ve mânâ olarak vârid olduğu tarzda yazıl­mıştır. Gerçi hepsi de, mânâ açısından böyledir, yani bun­lar, çaba ve fikir ile yazılmamışlardır; fakat bu bölüm, bu özellikte lafız ve mânâyı birleştirmede yeganedir, ki, bu ve baş­ka eserlerimde genellikle böyle değildir.


Bilinmelidir ki: İki durum arasında farz edilen veya kendisi­ne başlangıcın veya bitişin nisbet edildiği herhangi bir şeyin bir fatihası/başlangıç ve bir de hatimesi/son olmalıdır. Bir şeyin başlangıcı/fatiha, o şeyin başlangıç mertebesi, hatimesi ise, o şe­yin sona erdiği mertebedir. Bunun yanında, her iki hükmün kendisine raci olduğu ve bunları birleştirip, onlarla taayyün eden üçüncü bir durum daha vardır.


îşte "Fatiha sûresi", işaret olunan bu hususlar cümlesinden-dir. Aynı şekilde insan, alem ve zikrettiğimiz şekilde alemin feri olup, ona tabi olan şeyler de böyledir.


Bu sabit olunca şu bilinmelidir ki: Hak subhanehû ve teala, Zâtının ve kendisinden başkasının bilmediği hüviyetinin gayb hazinesini "el-Cami" ismiyle açmıştır. "el-Cami" ismi, cem/bir­leşme ve tefrika /dağılma, ıtlak/mutlaklık ve takyit/sınırlılık, evvellik/ilklik ve âhirlik/sonluk, zâhirlik ve bâtmlık sıfatlarını birleştirir. Hak, onu isimleri ve "a'yân/mevcudat" için bir miftah/anahtar olmaya tahsis etmiştir.


îşte bu miftah, yaratılışın başlangıcı sırrında dikkat çektiği­miz "hamd"den ibarettir. Bu ismin "ahadiyeti" ile, ilk açılma ve genişleme/bast ve intişar mertebesinde, her şeyde zuhur eden çokluğu ve farklılığı açmıştır.


Hak, sıfatlar kapısını hayât ile, cem'i tafsil ile, tercihi ihtiyar


ile açmıştır; icmali tafsil ile, taayyünü temyiz ile, tahsisi istidlal ve tezkar/hatırlama ile açmıştır; rahmetinin ve genişliğinin ka­pısını, Vücûd-i âmm tecellîsiyle açmıştır; hususu umum ile, umumu genişlik ile, genişliği ilim ile, yaratmayı kavil ile, kavli irâde ve iktidar ile açmıştır.


Hak, idrâk ve idrâk araçları kapısını da, telakki, yansıma ve nurların bitişmesiyle/iktiranü'I-envâr açmıştır; kemâllerin kapı­sını, gayelere, muhabbete, hayrete ve öğrenmeye ilişen/taalluk idrâkler ile açmıştır; teveccühlerin kapısını, "hubbî/bilinme ar­zusu" hareket ve gayesine ilişen yaratıklarına karşı duyduğu şevkinin hükümlerinin ortaya çıkmasıyla açmıştır; ülfet kapısını, münâsebet bağıyla ve ittihat ve görme hükmüyle açmıştır. Hak, zuhur ve izhâr mertebelerini kemâle erdirme için, Hz. Adem ile büyük hilafet/hilafet-i kübra kapısını açmıştır; Adem ve Havva ile beşerî üreme ve doğum kapısını açmıştır; Adem ve Havva ile kendilerinde kemâle eren zürriyetin tafsilinin sırrını intişar­dan/yeryüzüne yayılmak önce izhâr etmiştir; iftirak kapısını, zıt­lığı göstererek ve nefret hükmünü izhâr ederek açmıştır; kerem kapısını ise, müstağnilik ve perdeleri yok etmekle açmıştır.


Hak, ikram kapısını marifet ile; fetih kapısını, seçmekle/isti­fa; seçme/istifa kapısını, inayet ile; inayet kapısını, muhabbet ile; muhabbet kapısını ilim ile; ilmi ise, müşahede ve ihbar ile aç­mıştır. Hak, kendisini bilmekten hayrete düşmek ve aciz kalmanın kapısını, bir tek hakikatte siniriılık-mutlaklık, tenzih-teşbih, gösterme ve gizleme gibi zıtlıkları birleştirmeyi düşünmedeki tereddüt ve acizlik ile açmıştır. Hak, yollarının kapısını, gayeler ile ve her gayeyi ihata ettiğini bildirmek ile açmıştır. Şöyle bu­yurmaktadır: "Dikkat edin bütün işler, Allah'a varır." (Şura, 53); "Bütün emir, ona racidir." (Ali İmran, 109)


Böylelikle Hakkın, kendi genişliğiyle bütün mertebeleri, ni­hayetleri ve bölgeleri irnar/ta'mîr ettiği bilinmiş olur.


Hak, istikâmet kapısını maksat ve gayelerin konularıyla aç­mıştır; bunlar, sülük sahiplerine ve seferlere nisbetle yolların ga­yeleridir. Hak, sâliğin sınırlanmasını gözetmek, maslahat ve mertebesini belirlemeye dikkatini çekmek için, bu yollardan di­lediklerini şeriatlarıyla belirlemiştir; böylece hükmün, ilk sefer­lerde taayyün eden şey olduğu bilinmiş olur.


Hak, her şeyi kuşatan yaratıcı ve genel "rahmanı" rahmeti iti­barıyla, ilk külli paralellik/muhazat kapısını, yaratılmış müm­künlerin kabiliyetlerinin mutlaklığı ve bu mümkünlerin, Vü-cûd'un zuhuru için ayna mesabesinde olmalarıyla açmıştır. Ay­rıca bu kabiliyetler, ilâhî isimlerin eserlerinin zuhur ve taayyün­lerinin şartı olmaları itibarıyla da, vücûdî tecellînin yerini almış­lar/ivaz ve hükümleri birbirlerine nüfuz etmiştir; bu vücûdî tecellî ile mümkün kabiliyetlerin harici varlıkları ortaya çıkar. Böylece, bu da "kaza" ve "kader" sırrının anahtarı olmuştur.


Hak, ilâhî hükümler kapısını haller ile açmıştır; mizanları ise, eserlere göre mânâ ve suret olarak itidal ve inhiraf/sapma ile aç­mıştır; kurbiyetine mazhârhğı, ilme dayanan hükmünü ve yüce tedbirinin kapısını Kalem-i a'la ile açmıştır. Kalem-i a'la, varlık­ların ve başkalarının yardım unsurundan mukaddestir. Hak, bu­nunla kendisine yönelmenin hükmünü ve bu hükmün, yakınlı­ğa/kurbiyet olduğu kadar yüz çevirmeye de neden olan levazı­mını belirlemiştir.


Hak, vücûdî-tafsil kapısını, değişmeden, bozulmadan, başka­laşmadan, fikirler tarafından mülahaza edilmekten korunmuş olan "Levh"i ile açmıştır; zaman kapısını "an" ile açmıştır; key­fiyet kapısını ise, "şe'n/durum" ile açmıştır. Bunların hükümle­rinin umumiliğine, basîret sahiplerinin dikkatini çekmiştir. Hak, cismanî mazhârlar kapısını, kuşatıcı dairevi felek ile açmıştır.


Cismani mazhârlar, ihata, nihayette gaye gerçekleştiğinde tekrar bidayete dönmek gibi, gayba ait ulvî hakikatlerin misâlleridir.


Hak, "ed-Dehr" isminin suretinin kapısını, Arş'm ve kendisi­ne tabi olan devirlerin günlük hareketiyle açmıştır; vakitlerin ka­pısını, bütün feleklerin ve seyyar yıldızların/kevkeb geride bı­raktığı hareketlerin takdiriyle açmıştır; hareketlerin kapısını, zu­hur ve izhârın kemâline taalluk eden "hubbî" dürtü/bais ile aç­mıştır; şahsî tafsîlî ve emre bağlı temyizin kapısını ise, ulvî Kürsî ile açmıştır. Kürsî, (bilginin) vürûdun/gelişi ve sudûrun mahal­li, Mukarrebin'in menzili, Ebrar'ın mekanıdır.


Hak, emir kapısını "beka" ile açmıştır; ibkayı itidal ile açmış; terkip kesretinin hükümlerini, ahadiyet ve cem hükmünün bas­kınlığı ve bu hükümle ihtilaf hükmüne riâyet etmekle ortadan kaldırmıştır; bu ihtilaf, miktarı muhafaza etmekle zıtlar arasında sabittir.


Hak, yüce göklerin dinçlik/neş' kapısını, güneş feleği ile aç­mıştır; aynı zamanda onu, gece ve gündüzün anahtarı yapmış­tır. Unsurların kapısını, yüce Arşını taşıyan ismiyle açmıştır; bu­rası, istikrar makamı değil, istiva makamıdır. Unsurların terkip­lerinin kapısını, "müvelledat" ile açmıştır; müvelledatm kapısı­nı, madenler ve taşlar ile açmıştır; emrinin kapısını, davet ile; da­vetin kapısını, vaad, teşvik ve korkutmanın/inzar güzelliğiyle açmıştır.


Hak, emrine bağlanma/imtisal kapısını, "sema/işitme" ile aç­mıştır; sema kapısını, nida ile; nida kapısını yüz çevirmek ile; hüccet kapısını inkâr ile açmıştır; unutma kapısını, gaflet ile; gaf­let kapısını ihata ve birleştirmedeki nakışlık ile açmıştır. Zikir ka­pısını, huzur ve düşünmek ile açmıştır; rubûbiyet saltanatının kapısını, merbub ile; talep ve ubudiyet kapısını, muhtaçlığı, aciz­liği ve düşkünlüğü görmekle açmıştır. İbâdet kapısını, "el-Kah-har" ve "el-Muktedir" isimlerinin hükmü altında infiali/edilgen­lik müşahede etmekle açmıştır; münacat kapısını ise, makûl mü-vacehenin/yüz yüzelik şahinliği, edebe uygun doğru telakki, tes­lim, iktida ile açmıştır. Övgü kapısını, rubûbiyet makamının merbub hakkında içermiş olduğu lütuf ve rahmeti bildirmek ileaçmıştır. Bununla beraber Hak, her halde ve durumda dilediğ her şeyi ve dilediği şekilde yapmaya kadir ve mâliktir.


Hak, şükür kapısını ihsan ile açmıştır; ihsanını artırmayı, şü­kür ile açmıştır. Hak, ihsan ve lütfuna mazhâr olan kimselerde kahrının hükümlerinin nüfuzunu göstermiştir. Böylelikle, ni­metlere hürmetsizlikten sakındırmış ve düşünen kimselere öğüt vermiştir.


Hak, isteme kapısını, hacet, umut, hüsnü zan ve beklemeyle açmıştır; övgü ve tazim kapısını, rubûbiyetin izzetinin altında kulluğun zelil oluşunu göstermekle açmıştır; böylece kul, taş­kınlığı, büyüklenmeyi ve böbürlenmeyi terk eder.


Hak, yardım isteme kapısını, kabul, tevekkül ve destek iste­mek ile açmıştır. İki kabzanın/tutuş ayrılmasını, icabet ve "ina-be/yönelme" hükmünü tahsis etmekle açmıştır; bunların hük­mü, saidlerde, şakilerde ve facirlerde ortaya çıkar.


Hak, hidâyet ve beyan kapısını, af ak/ufuklarda ve en-füs'te/nefislerde izhâr ettiği âyetleriyle açmıştır. Bunların hü­kümlerini ve hikmetlerini anlayış/fehm ve nutkun hakîkatiyle açmıştır; bunları, emrinin mütercimi olan seçilmiş, seçkin zâtlar­da kemâle erdirmiştir.


Anlaşılmazın/mu'cem kapısını, "irab" ile açmıştır; müphe­min kapısını, fesahat ile; remzin kapısını şerh ile; karmaşığı tah­lil ile; sınırlılığı mutlaklık ile; çiftleri teklerle açmıştır; emel kapı­sını, imkân ve aldanma/iğtirar ile; iddia kapısını ise, ihtiyar ile açmıştır; sakınma kapısını, imkân ile; kuşku kapısını, tah­min/farz ile; itminan kapısını, müşahede ve görmekle; irsiyet kapısını, nesep ve mensubiyet belgesiyle; kazançlar kapısını, neş'etler, vakitler ve ömürler ile açmıştır. Sebeplere tevessül ka­pısını ise, tecrübe, alışkanlık ve tekrarlama kuşkusuyla açmıştır.


Hak, selâmet kapısını asıl üzere baki kalmak, ariyet hükmün­deki arazlar ile sınırlanmamak, iddiadan uzaklaşmak ve eserle­re tabi olmakla açmıştır. Cüret kapısını ise, hükümle, mehil ver­mekle, ihtimalle, cehaletle ve bağışlanma ümidiyle açmıştır.


Hak, kahır ve intikam kapısını, şirk, çekişme, kavga ve inti-kam/intisar ile açmıştır. Hak, benzerleri göstermekle süreklilik ve devamlılık kapısını açmıştır; ismet kapısını, dirayet ile; müsa­maha kapısını izan, itiraf ve özür dilemekle açmıştır.


Hak, "el-Mütekellim" isminin kuşatıcılığına nisbetle aziz olan kitabını, "Ummü'l-Kitab" ile ve de ilim ve zikirleri birleşti­ren fatih ile açmıştır. Fatiha'yi, ilk aslî isimlerden sonra gelen küllî isimlerin zikri ile açmıştır; bunlar, derecelerde ve eserlerde zikredilmiştir. Hak, isimlerinin zikrini, nutk ve ortaya çıkmanın başlangıcında tam harflere karşı önceliği olan "Ba" harfi ile aç­mıştır.


Hak, zâtını ve camiliğinin mertebesini bilmenin, onu göster­menin ve bütün sıfatlarının üzerindeki kemâl tecellîsinin kapısı­nı, varlıkların sonuncusu olarak izhâr ettiği varlık ile açmıştır. Hak, onu kendi sureti üzere yaratmış, sırrını ve suretini ona giy­dirmiş, bütün hazinelerinin koruyucusu ve bütün anahtarların aslı olan anahtar, lamba ve nurların kaynağı yapmıştır. Onu an­cak, onun anahtarı olan kimse bilebilir. O ise, zâtının içerdiği, alem ve neşetlerinin kuşattığı, mertebe ve makamlarının ihata ettiği anahtarlardan, Rabbımn kendisine göstermeyi ve açmayı dilediklerini bilebilir. [1]



Mefatihu'l-Gaybi Gaybın Anahtarları



İlah teala, "Gaybın anahtarları onun katmdadır, O'ndan başkası onları bilemez" (Enam, 59) buyurmak­tadır. Kuşkusuz bu âyette geçen nefiy, bütün bunları Haktan başkasının bilemeyeceği; "mefatih-i gayb" oluşları yö­nünden ve Hakkın öğretmesi ve tarifi olmaksızın bilinemeye-cekleriyle ilgilidir.


Bunların, bizzat kendilerini, birbirlerini ve kimin anahta-rı/miftah olduklarını bilip bilemeyecekleri veya herhangi bir ça­ba ve gayret olmaksızın sırf Hakkın öğretmesiyle bunlarm bili­nip bilinemeyecekleri hususunda ise, herhangi bir nas yoktur.


Bunların bazı sırlarına muttali olan kimse, imkânsız olan şeyin şu olduğunu anlar: Mefatihü'1-gayb, ilk açılışı itibarıyla Gayb-ı Mutlak'm miftahları/anahtarları olmaları yönünden bilinemez­ler; yoksa hakikatleri açısından, bilinemeyecekler demek değildir. Çünkü miftahlık, bunların hakikatleri üzerinde zait bir sıfattır. Bu sıfatın bilinmesi, bunların açılmalarını ve ilk fethin keyfiyetini müşahede etmekle bilinir. Bu ilk fetih, her şeyin öncesinde oldu­ğu için, sadece Hak tarafından bilinebilir. Çünkü "Hak, var idi ve O'minla beraber başka hiç bir şey yok idi."


Şayet birisi, bu yaratıcı fethin sırrını ve keyfiyetini görmüş ol­sa idi, O'nun aynı değil, el-Evvel gibi olurdu, çünkü birinci fetih, gerçekleşmişti.


Aynı zamanda miftahlığm mânâsı, kendisiyle nitelenmiş ha-kîkat ile gayb arasındaki bir nispettir. Bu gayb'm açılmasıyla,miftahlık ile nitelenen hakikat için bu nispet ve sıfat sabit olur. îki şey arasındaki bir nisbetin tahakkuku, bu iki durumun bilin­mesine bağlıdır. Bu iki şeyden birisi Zât'a ait ilâhî gaybdır. Hak­kın zâtının, herhangi bir isim, hüküm, nisbet veya mertebe itiba­rı olmaksızın hakikati açısından, bilinemeyeceğinde hiç bir gö­rüş ayrılığı yoktur.


Binaenaleyh işaret olunan marifet, bu açıdan imkânsız ol­muştur. Bu konuda, tekrara ve yinelemeye gerek olmayacak de­recede açıklamada bulunmuştuk.


Kâmil tahkik/ tahkik-i etemm şunu ifâde etmiştir ki: Herhan­gi birisi, bu miftahlarm zâtlarına dair bir bilginin kokusunu aldı­ğında, bu, o kişinin resminin, hükmünün, nâ'tmm, isminin Hak-kın nurlarının parıltıları ve Vech-i keriminin dalgaları altında fânî ve helak olmasından sonradır; nitekim daha önce, en doğru yol üzere kadim makama sülük eden sâliğin halinin açıklanma­sı bölümünde buna işaret etmiştik.


Bu durumda alim, mütealim/ilim öğrenen ve ilim vahdani­yet/birlik mertebesinde bulunurlar; karışıklık ve benzerlikler ortadan kalkmış, "La ilahe illallah/Allah'tan başka hiç bir ilâh yokur" sözünün anlamı tahakkuk etmiştir. Bununla beraber Hak, basiret ve basarların/göz idrâkinden, akıl ve fikirler tara­fından ihata edilmekten, cihet, itibar ve çeperlerin sınırlamasın­dan münezzeh olması açısından Zâtının gaybmda bulunur.


Allah münezzehtir, kendisinden başka hiç bir ilâh yoktur. O, aziz ve gaffardır. Nitekim bunu, ifâde etmiş, açıklamıştık ve ha­ber verdiği ve işaret ettiği şeye de dikkat çekmiştik. [2]



"Hamd Alemlerin Rabbı Olan Allah İçindir" (Fatiha, 1)



Bu bölüm, dört meseleyi içermektedir Birincisi, haindin sırrı; ardından "Allah'' isminin sırrı, sonra "Rab" isminin sırrı, sonra "alemlerin/alemin" sırrının açıklanması gelmektedir. [3]



Mukaddime



Bu konuya girmeden önce, veciz bir esasın takdimi gerek­mektedir ki, bu esas, daha önce ifâde edilen kaidelerden mevzu-umuzla ilgili olanların bir kısmını hatırlatacak, bundan sonra zikredilecek şeylerin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.


İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı bu küllî kaideleri tak­dim ettim ve bu kaidelere ilim ve hakikatlerin küllilerini yükle-dim. Üstün akıl sahibi/lebîb, bundan sonra gelecek~tafsil£mese-leleri bilmede bu küllî ilim ve hakîkatlerden yararlanır. AyrıcaT açıklanması asıllarının bilinmesine bağlı olan kapalı yerlerde, ifâde edilmiş küllilere dikkat çekmekle yetinmek için bu kaide­leri zikrettim. Bu kapalı konuların bilinmesi, bu aslın ve hük­mün sırrını bilmekle gerçekleşir; bu durumda tekrarlamaya ve yinelemeye gerek duymam.


Geçen ifâdelerden bu konuyla ilgili olarak hatırlanması ge­reken şey şudur: Her varlığın -ki, her ne olursa olsun- bir zâtı ve bir de mertebesi vardır. Varlığın mertebesinin, bir takım hü­kümleri vardır, bu hükümler, onun "hakîkat-i sabitesi" ile taayyün eden varlığında zuhur ederler. Binaenaleyh bu hüküm­lerin sahibinin zâtindaki eserleri, "ahval/haller" diye isimlen­dirilir. Mertebe, her şeyin hakikatinden ibarettir. Mertebe, o şe­yin mücerretliği açısından hakikati değildir, aksine o şey ile kendisini izhâr eden Varlık/Vücûd ve ona tabi hakikatleri bir­leştiren/cami nisbetinin makûliyeti açısından onun hakikati­dir. Nitekim, daha önce açıkladığımız üzere, bazı hakikatler, bazısına tabidir; tabi hakikatler, metbu hakikatlerin halleri, sı­fatları ve lâzımlarıdır.


Aynı zamanda şunu da açıklamıştık ki: Varlıklar, muhtelif hakikatler üzerine zait bir emir değillerdir. Bunlar, bir tek varlık ile zuhur edip, kendi mertebelerinde ve o mertebelere göre taad­düt ve taayyün etmişlerdir; yoksa bu tek Vücûd, bu hakikatlere bitişmeden mücerret olarak dikkate alındığında, kendiliğinde asla taaddüt etmez.


Hakkın da, bir zâti ve bir de mertebesi vardır; Hakkın merte­besi, "ilâh" olması nisbetinin makûliyetinden ibarettir.


Bu nisbet, mâhiyeti açısından, "ulûhiyet" diye isimlendirilen şeydir. Hakkın, bir takım hükümleri vardır -ki bunlar, melûhla-rındaki eserlerinden ibarettir-, ayrıca ulûhiyetin hükümleri ola­rak isimlendirilen sıfatları ve levazımı vardır.


Bütün sınırlı itibarlardan münezzeh olması, O'nun hiçbir şe­ye ve hiç bir şeyin de kendisine ilişmeyişi/taalluk açısından Hakkın zâtına dair hiçbir şey söylenemez; nitekim bu konuyu defalarca belirtmiştik.


Hakkm yaratıklarına ve onların da Hakka taalluk etmeleri, bunun yanı sıra tecellîgâhları ve mazhârları oldukları için bu ta­allukun yaratıkların hallerine göre gerçekleşmesi yönünden ise, Hakkm zâtına rızâ, gazab, icabet, ferah ve benzeri bir takım hal­ler izafe edilir. Bu haller, "şuun/şe'nler" diye isimlendirilmiştir. Ayrıca, Hakkın zâtına, ulûhiyetten ibaret olan mertebesinin /'müesser-fih"teki eserleri yönünden de bir takım sıfatlar izafe edilir ki, bunlar "mertebe hükümleri" diye isimlendirilir. Bu sı­fatlara örnek olarak, kabz/daraltma, bast/açma, ihya/diriltme, imate/öldürme, kahır, lütuf vb. verebiliriz.


Artık, bu küllî mukaddimeyi düşün ve aklında tut ki, bundan -Allah'ın izni ile- yararlanasm.


Bu sabit olunca, tembih lisanıyla hamdin açıklamasına başlı­yoruz. [4]



Hamd'ın Mânâsı



"Hamd, Allah'a mahsûstur" âyeti hakkında şunu deriz:[5] "El-hamdulillah", ahadiyet makamından değil, tafsil ve cem makamından olan bir hamddir. Hamdin, iki denk arasında ol­ması sahih değildir, bilakis, hamd esnasında mahmûdun/övü-len, mâhiyeti açısından ve ona nispetle hamidden/öven üstün olması gerekir.


Hamd -hangi tarzda yapılırsa yapılsın- sureti açısından ke­mâlin bir ifadesidir. Buna göre hamd, başlangıçta övenin nefsin-deki niyetinin ve niyetin ortaya çıkışının kaynağının kemâline işarettir; hamdin niyetin kaynağına işaret etmesi, övenin/ha-mid, hamd ile niyetlendiği şeyi ortaya çıkarmaya yönelmiş ol­masıdır.


Hamd, ayrıca, övülenin/mahmûd övülmesine neden olan ve bunu gerektiren hali cihetinden bilinmesine işarettir.


Hamd, başka bir anlamıyla, başlanılan şeyin kemâlini ve ar­zulanan şeyin gerçekleşmesini tarif eder. Bununla beraber, bu tarife bir talep sirayet eder; bu talebin konusu, sürekli bu kemâli gerçekleştirmek, kemâlin gerçekleşmesinden sonra da hük­münün en kâmil tarzda baki kalmasını istemektir. Bu kemâl, kıymetli ve yüce ürünler meydana getirir:


Bunların ilki, kendisi ile başlanan gayb'dır, sonuncusu ise, onu gerektiren şehâdettir; bununla birlikte hamd, gayb'ta sona erer.


Gayb ve şehâdet hamdini birleştiren sır ise, hamdlerin ve ta­rafların/etraf nisbetinin kendisinde eşitlendiği makama racidir ve "hamdin hamdi"ne mahsûstur; bu hamd, kapsayıcı ve kuşa­tıcı hamddir ve bunun ifâdelerinden birisi, "Her hal üzere hamd olsun" deyişidir.


Sonra bilinmelidir ki: Herhangi bir habercinin, herhangi bir şey hakkındaki ihbarından veya övgü veya başka bir ifâdeyle ta­rifinden çıkartılacak ilk sonuç, o kişinin kendi nefsi hakkında şöyle hüküm sahibi olduğuchır: Bu kişi, kendisinden haber ver­diği veya övdüğü şeyi bilmektedir ve muhbir ve tanımlayıcı ola­rak o şeyi tanımlamaktadır.


Bunun ardından, o kişinin ihbarının, tarifinin ve övgüsünün detaylarından, şu netice ortaya çıkar: Acaba, o kişinin kendisi ve tanıdığı, kendisinden haber verdiği ve Övdüğü kişi hakkında id­dia edip, verdiği hüküm, gerçekte sahih midir, değil midir? Bu durum, isabete göre doğru veya yanlışlıkla ortaya çıkar. Bina­enaleyh o kişi, işin başında, kendi hakkmdaki hükmü açısından nefsini, kendisinden haber verip, Övdüğü ve tarif ettiği kimseyi tanıdığını iddia etmektedir. İkinci durumda ise, iddiasına delil getirir ve kendisi ve başkası hakkındaki iddiasını geçerli kılacak şeyi dile getirir.


Bu ortaya çıktığında şunu deriz ki: Hamd, hüviyeti itibarıyla mutlak ve küllidir, lisanı yoktur ve ondan meydana gelen veya ona izafe edilen hiçbir hüküm yoktur. Böylece, özellik ve nispî ortaklık yoluyla Hakka ve halka mensup olan bütün sıfatlar, isimler, küllî ve mücerret hakikatler, bu özelliktedir; nitekim, J daha önce bu konuyu açıklayan çeşitli tembihlerimiz olmuştu.


Bilinmelidir ki: Hamd, belirtildiği üzere, "senâ"dan ibarettir. Her hangi bir Övgü/senâ sahibinden Övülen kimseye yönelik sena, açıkladığımız gibi, bir çeşit "tariftir. Sena sahibinin bu ta­rifi, bazen zâtına, bazen hallerine veya mertebesine veya hü­kümlerine veya hepsine birden yöneliktir. Daha önce zâtlar, hal­ler, mertebeler ve hükümler hakkmda yeterli açıklamalarda bu­lunmuştuk. Bununla beraber, burada insan hakkında zikredece­ğimiz bir örnekle bu konuyu daha fazla açıklamış olacağız. Çün­kü insan, en kâmil örnek ve birincil amaçtır. İnsandaki ve ona nispetle durumun/emir keyfiyeti bilindiğinde, bu emrin insanla ilişkisi açısından diğer varhklardaki tezahürü de bilinmiş olur; çünkü hiçbir şey, insanın dışında değildir.


ŞÖyle deriz: İnsanın hakikati, onun "ayn-ı sâbitesi"dir. Ayn-ı sâbite'yi, Hak tarafından bilinen/malum bir nisbet ve insanın ezelde Hakkın mertebesindeki temeyyüzü şeklinde tarif etmiş­tik. İnsanın bu mertebedeki temeyyüzü, kendi mertebesi ve Hakkın ilmine göre gerçekleşir.


Bu hakikâtin halleri, insanın içinde değişkenlik gösterdiği, kendisine izafe edildiği, kendisiyle nitelendiği suretler, neş'etler, gelişmeler/ta tav vur gibi durumlardan ibarettir. Bunlar, Haktan kazanılmış Vücûd ile zuhur etmişlerdir.


İnsanın mertebesi ise, ubudiyeti ve me'lûhiyetinden ibarettir.


Bu mertebenin hükümleri, insana izafe olunan sıfat ve emir­lerden ibarettir. Bu sıfat ve emirler, ona mümkün ve me'lûh bir kul olması, bunun yanı sıra ilâhî ve kevnî mertebelerin bir "ay-na"sı olması yönünden izafe edilirler. Ayrıca insan, mertebe ve hilafet suretiyle zahirde bu sıfat ve emirlerin içermiş oldukları şeyleri kapsayan bir nüshadır.


İnsan ve alem ile ve ikisinde zuhur edip, alem ve insanın müşterek veya Özel olarak vasıflandıkları her şey, ahadiyet ve cem özelliğindeki ilâhî tecellînin sırrı ve de bu tecellînin, insan ve alemde isimlere, sıfatlara göre ve kabilin kabulüyle çoğalan ilmî nispetlerin hükümleri nedeniyle zuhuru üzerine zait bir durum değillerdir. Bu nedenle bunların, yani insan ve alemin tekil ve çoğul olarak, bütün açılardan ve bütün kısım ve zikredilen itibarlardan Hakkı övmeleri, bu övgünün ve bu emrin aslına, ilâ­hî kattaki nispetlerine delâleti ve bunun ifâdesinden ibaret olur. Buna göre bu övgü, bazen tafsil cihetinden, bazen ahadiyet-i cem açısından, bazen suret ile zuhur ettiği için misâllik yönün­den "benzerlik/muzahat" makamında, bazen ise eksikliklerle "mukâbele/zıthk" makamında gerçekleşir. Alem ve insan, bu eksikliklerle Yaratıcı ve Efendilerinden ayrılır; Hak ise bu özel­liklerle kendisinden başka hiç kimsenin müşterek olmadığı zıt­lık makamında tek başına kalır.


Buna göre tafsil cihetinden yapılan sena şöyledir: insanın ve alemin zâtlarının içermiş oldukları bütün hakîkatler, arazî ve cevherî her bir fert, zikredilen dört lisan ile ona yönelmiş/bakan ve kendisi açısından Hak ile irtibatlı olan ilâhî isim ve sıfata hamd eder. Bu dört lisan, lisan-ı zât, lisan-ı hal, lisan-ı mertebe ve lisan-ı hükümdür.


Ahadiyet-i cem lisanıyla bütün olarak hamdin konusu, Zât'a ait mertebedir. Bu mertebe, bütün isimleri, sıfatları, alemleri, mertebeleri /hazret, nisbetleri ve izafetleri kuşatır ve cem eder. Bu birleştirici/cami nisbetin hükmü, zât, isim, sıfat ve fiil açısın­dan ilâhî makamla ve kevnî makamla ilişkisi itibarıyla, zikredi­len her bir kısımda ortaya çıkar. Ahadiyet ve cem özelliğindeki bu hüküm, hamd makamında "hamdü'1-hamd/hamdin hamdi" diye ifâde edilmiştir; çünkü, her makamda bu hükmün, o maka­ma göre bir ismi vardır.


Bu hamdin gereği şudur: Eşyanın varlığının ve bekâsının kendisine bağlı olduğu, hakikatlerin, isimlerin ve sıfatların eser ve hükümlerinin onunla zuhur ettiği Zât'a ait en büyük ilâhî ni­met, insana ve aleme bazen isimler, sıfatlar ve mertebeler açısın­dan ulaşır, bazen de bu açılardan değil, bizatihi/biayniha ulaşır. İşte bundan dolayı, adil hikmet ve kâmil hazretin hükmü, bu ni­metin cami/birleştirici ve vahdaniyet/birlik özelliğindeki bir hamd ve şükür ile karşılanmasını iktizâ etmiştir; bu hamd ve şükrün özelliği, kâmildir ve bütün hamd çeşitlerini kuşatır. Bu hamd, kendisiyle rablerine hamd etmeleri, Rablerinin de bir tek halde iki hamdi birleştiren bir suretle onlarla kendisine hamd et­mesi yönünden kâmillerle zuhur eder. Bu hamd, ilâhî ve kevnî mertebelerin hükümlerini ve bunlara mahsûs isim, vasıf ve ha-kîkatleri/ayn aşar.


Allah, mürşiddir.


Hamd hakkında şunu belirtmiştik: "Her hangi bir kimsenin bir şeye dair övgüsü, övülenin övüldüğü cihetten öven tarafın­dan tanınmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü haki­katte övgü/hamd, bir çeşit tariftir. Tarif ise, tarif edilen şey bi­linmeden gerçekleşemez." Bizim bu ifâdemiz, Zât'a ait tarifin dı­şındadır.


Binaenaleyh Zât'a ait tarif, "vicdanî" bir şeydir. Vicdanî bilgi­ler ve zâta ait durumlar, ilim mertebelerinin en açığı, ilmin en üs­tün kısımlarıdır. Binaenaleyh bu itibarla bir şey, kendisine hamd etmektedir ve iki itibar ve iki vecihten kendi nefsine delâlet et­mektedir; nitekim buna, ilmin sırrı bölümünde işaret etmiştik.


Ayrıca, bütün varlıklar, Allah'ın kelimeleri oldukları için, on­ların Hakka hamd etmeleri, işaret ettiğim gibi kendisinden elde ettikleri şey ile ve hakîkatlerinin/a'yân aynasında yansımış te-cellîsiyle gerçekleşir.


Buna göre varlıkların Haktan elde ettikleri şeyle kendilerine bitişen/iktiran Hakkın nuru ve sıfatının sırrı, kendilerinde ve onlardan Hakka hamd eden şeydir. Bu durumda Hak, yaratıkla­rının/halk mertebeleri açısından ve halkı ile bizzat nefsini öven­dir, hamdin sahibi yaratıkları değildir.


Bu durum, hamdin dışındaki bütün meselelerde de böyledir. Binaenaleyh bütün emir, Hakka racidir ve her övgünün sonu O'na döner. Böylelikle hamd, O'nun bir sıfatı ve nisbetlerinden birisi olmaktadır. Bu nispet, sadece "hamd" diye isimlendirilme­si itibarıyla Haktan farklı olur. Bu açıdan ve bu itibar ile hamd sahibi/hamid, hamd ve mahmûd/hamd edilen olmaktadır. "Hamdin hamdi" bahsinde dikkat çektiğim şeyi hatırla ki, bu konu, onun sırımdandır.


Bilinmelidir ki: Hamdin kısımlarından, geriye sadece hassas bir ek kalmıştır. Bu ek, zikredilen asıl ve kısımlara dahil olmak­la beraber, bu konuda daha fazla izahat verecektir; çünkü bu ekin özelliği, daha önce zikredilen şeylerden daha anlaşılır ol­masıdır.


Bunu öğrendiğinde şunu deriz ki: Hamd, bir açıdan, övüle-nin/mahmûd kendisini övmesi ve başkasının onu övmesi diye iki kısma ayrılır. Bunun ardından hamd, bir şeyin kendisini öv­mesi veya başkasının onu övmesi itibarıyla üç türe ayrılır. Çün­kü başkası, onu ya mahmûd/övülen ile kaim olan bir fiil veya tenzih veya sübûtî bir sıfat ile över, hamdi yapan, bu sıfatlan gü­zel bulur/istihsan ve bundan dolayı da bu sıfatlar açısından mahmûdu över; veya hamd eden kişi, bu sıfatların hükmünün mahmûd ile ve onda zuhuru açısından bu sıfatlara dayanarak hamd eder. Bu hamdin gerçekleşmesi, kendisiyle bunlar arasın­da sabit bir münâsebete bağlıdır. Nitekim, daha önce bunu be­lirtmiştik.


Bu kısım, bir açıdan, fiil sıfatı kısmına dahildir. Çünkü güzel görmek/istihsan ve benzeri şeyler, bir çeşit infialden hali değildir.


"Hamdin hamd"i, bi-zatihi bütün kısımlara sirayet ve zuhur eder, bu zuhur ve sirayet olmasaydı, hamd sahîh olmazdı; çün­kü daha önce belirttiğimiz üzere, her varlık ve mertebedeki hü­küm, "cem" özelliğindeki sırra mahsustur.


Hamd, iki çeşittir: Bunlardan "ilim"den ibaret olan birincisi, mahmûd'un üzerinde bulunduğu durumu hamd etmektir. İkin­cisi ise, bundan daha özeldir, bu da, ondan meydana gelen şeye hamd etmektir. Bu ikinci kısım, "şükür" diye isimlendirilir. Ke­limelerin, suretlerin, sıfatların, hallerin, zuhur eden ve makûl keyfiyetlerin belirttiğimiz şeye delâletleri açısından tayini, son­suzdur.


Hamdin, hamidin/öven ve mahmûdların/övülenler zikret­miş olduğumuz bu kısımların dışında kalan her hangi bir kısmı ve mertebeleri yoktur.


Bu konudaki tespitlerimizin neticesi, şu hususun bilinmesi­dir: İlâhî mertebeye hamd ve sena lisanıyla nisbet edilen her şey, ya subutî veya selbî bir emir ifâde eder. Buna göre selb, teşbihe raci iken, ispat/olumlama, hamde dahildir.


Hamd sahibi, hamd ederken zikredilen hamd mertebelerin­den hangisiyle hazır/huzûr olursa, Hak yönünden hamd sahibi­ne yönelik netice ve ceza, bu mertebe cihetinden ve ona göre olur. Kim, "hamdin hamdi" ile ve herhangi bir mertebe veya sı­fat veya belirli bir şart ile sınırla nmaksızm, "cem" sırrıyla hazır olursa/Hakkı hamd ederse, bu kimsenin hamdinin neticesi, Hak olur. Çünkü bu hamd sahibinin, kainata taalluk eden herhangi bir himmeti yoktur ve herhangi bir mertebe veya sıfat veya isim veya başka bir şey ile sınırlanmış değildir. Neticeler, esaslara bağlıdır.


Bu konuyu anla ve bu bölümün sırrını düşünüp, dar ve ve-cizliğine dikkat et! Kuşkusuz, Allah'ın yardımıyla "icmâl"in perdelerini yırtarsan, tafsil bahçelerinde dolaşırsın.Allah, ihsan ve irşadın velisidir. [6]



"Hamd, Allah İçindir



"Lillâhi/Allah İçin" İfâdesi



Daha önce isimlendirmenin, isimlerin, bunların konularının ve hükümlerinin külli sırlarına dikkat çekmiştik. Bunu, sınırlı, hükmü genel, anlaşılması zor asıllar ile yapmıştık. Hiç bir zevk, tafsîlî-cüzî nispet dışında, bu asılların makamlarına mahsûs zev­kin dışında değildir. Bu cüzî nispet, o zevkin zikredilen zevkin ihatası altına girdiğine şahitlik eder. Bu isim/Allah hakkında "Besmele"den bahsederken -Allah'ın takdir ettiği ölçüde- açık­lamalarda bulunmuştuk.


Burada ise, Allah'ın takdir ve meşiyeti ölçüsünde, bu konu­nun gerektirdiği bilgileri vereceğiz.


Şöyle deriz: Hamdi "Allah" ismi açısından Hakka izafe et­mekten ibaret olan "Hamd Allah içindir" sözü, bir ihbardır. Bu isim, külli ve cami' bir isimdir; mâhiyeti açısından bu isim hak­kında herhangi bir hamd veya hüküm taayyün etmez ve hiçbir şeyin ona isnadı sahîh değildir. Nitekim buna, mutlak hamd ve diğer mücerret hakikatler bölümünde işaret etmiştik.


Bu isme izafe edilen her istek, teveccüh ve iltica, mütevecci­hin/teveccüh sahibi, sailin /isteyenin ve mültecinin/iltica sahibi haline göre, bu cüzî ve sınırlı nisbet ile izafe olunur. Buna göre bu isim, mutlak olarak zikrediîemez ve tekrarlanamaz. Bu isim, haki­kat açısından değil, sadece lafzı açısından zikredilir ve tekrarlanır.


Mesela hasta, "Ey Allah" dediği vakit, safi ve sağlık bahşedi-ci olması açısmdan bu isme iltica eder; aynı şekilde boğulan kimse de, "Ey Allah" dediği vakit, bütün isimleri birleştiren bu isme "kurtarıcı" ve "yardımcı" olması açısmdan iltica eder vb.


Hamdde de durum böyledir. Hamdin, zikredilen durumlar­dan birisine göre belirmesi/taayyün gerekir; bu durum, hamdin nedeni ve onu gerekli kılan sebeptir.


Bu isim/Allah, hakkında çok söz söylenmiş bir isimdir. Bu­nun, camid-özel isim mi veya müştak/türetilmiş olup olmadığı hususunda görüş ayrılıkları olmuştur. Bilginlerin bu konuda pek çok ifâdeleri vardır ki, onları aktarmak veya tartışmakla il­gilenmeyeceğim. Ben, sadece kendi zevkim ve marifetime göre, tahkik kaidesinin iktizâ ettiği şeyleri zikredip, bunlarla dil hük­münün gerektirdiği şeyleri uzlaştıracağım.


Şöyle derim: Hakkm zâtına tam olarak delâlet eden "alem" bir isminin olması sahîh değildir; öyle ki, bu isimden, başka bir anlamın anlaşılması mümkün değildir. Bunun nedenini, zevk ve nazar diliyle, ayrıca Kur'an'ın nazil olduğu dilin ıstılahı/Arapça açısından açıklayacağım. Bu dil, mânâların, şer'î emir ve haber­lerin zarfıdır.


Hakkın böyle bir isminin olamayacağının "zevk" diliyle izahı şudur: Hak, zâtı ve diğer ilgilerden mücerretliği açısından, hiç­bir emri iktizâ etmez, hiçbir şey O'na uygun değildir, hiçbir hü­küm ve itibar ile sınırlanmaz, hiçbir bilgi O'na taalluk etmez, hiçbir şekilde belirlenemez. İsimlendirilen veya bir itibar veya resim ile ve bunların dışındaki bir şey ile taakkul olunan her şey, bir açıdan belirlenmiştir, bir itibarla sınırlanmıştır, bir hüküm ile zabt altına alınmıştır. Hakkm mutlaklığı, mücerretliği ve zâtına mahsûs müstağniliği ile, zikrettiğimiz şeylerden hiçbiri O'nun hakkında caiz değildir. Hakka dair, selbî veya icabı veya bunla­rı birleştirmek veya bunlardan münezzeh olmak gibi bir hük­mün verilmesi sahîh değildir; bilakis bu makam, hiçbir şekilde ifâde edilemez ve hakkında hüküm verilemez.


Nitekim bunu daha önce belirtmiş ve tekrarlamıştık.


Ayrıca, daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, basitlikleri ve vah­detleri/birlik açısmdan eşyanın hakikatlerini idrâk edebilmek,imkânsızdır. Çünkü vahid/bir ve basit olan, ancak biri ve basiti idrâk edebilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bizim, kendi ahadiyetimiz/birliğimiz açısından herhangi bir şeyi idrâk etme­miz imkânsızdır. Hakkın ahadiyeti, zâtı açısından mücerretliği ve bütün mücerretlik ve basitlikleri aşacak şekilde hiçbir şeye ta­alluk etmediğinde hiç bir görüş ayrılığı yoktur.


Binaenaleyh, eşya ile aramızda pek çok açıdan münâsebet bulunduğu ve onların da taalluk ve kayıtlardan soyutlanmaları söz konusu değil iken, eşyanın hakikatlerini mücerretlikleri ma­kamında idrâk ermekten aciz isek, Hakkın hakikatini idrâk ve zabt etmekten aciz olmamız daha tabiîdir. O'nun bilgisiyle ta­hakkuk etmekten aciz isek, -O'nu müşahede etsek bile- hakikâ­tinin künhü üzerine zait bir anlam gerektirmeksizin kendisine mutabık bir delâlet taşıyan bir isim ile Hakkın zâtını isimlendir­memiz zorunlu olarak imkânsız olacaktır.


Şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Hakkın zâtına, zikredildiği gi­bi, kendisine mutabık özel bir isim vermemizin imkânsız oldu­ğunu kabul edelim. Fakat, Hakkın kendisini zâtına mutabık de­lâleti olan bir isimle isimlendirmesi niçin caiz olmasın ki? Bunun ardından da Hak, bu ismi bize bildirir, biz de bu ismi ve hükmü­nü Hakkın bildirmesiyle öğrenmiş oluruz. Bu durumda Hakka bu ismi veren biz değil, bizzat kendisi olmuş olmaz mı?


Bu itiraza şöyle karşılık veririz: Bunun cevabı iki açıdandır. Birincisi, tümevarım yoluyla bu itirazın cevaplanmasıdır. Şöy­le ki: BÖyle bir ismi, Hakkın isimleri içinde bulamadığımız gi­bi, Allah'ı en iyi bilen kimseler olan peygamberler, özellikle de resullerin en kâmili ve en bilgilisi olduğuna imân ettiğimiz Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından bize böyle bir bilgi aktarılma­mıştır.


Şayet böyle bir isim bulunsaydı, kuşkusuz, bize nakledilirdi. Nasıl nakledilmezdi ki? Böyle bir bilgi, özellikle Allah'a iltica, yakarma ve dua konularında olmak üzere, peygamberlerin ha­ber verdiği en önemli, en değerli ve en yararlı bilgilerden birisi­dir. Bahusus, Hz. Peygamber (s.a.v), bir duasında şöyle buyur-


muştur: "Ya Rabbi! Ben, kendini isimlendirdiğin veya kitabın­da indirdiğin veya kullarından herhangi birisine bildirdiğin veya gaybmm ilminde kendine ayırdığın bütün isimler hür­metine senden isterim/'


Hz. Peygamberin bu hadisinden şu sonuç çıkar: Hakkın en yüce ve kendisine en yakın isimleriyle dua etmek, dua sahibi için daha yararlıdır. Böyle bir isim ile dua etmek, duaya icabetin ve amaca ulaşmanın sebeplerim pekiştirir. Hakka nispet edilme­ye en müstahak isim, O'na delâleti daha kâmil ve her hangi bir ortaklık olmaksızın o isimden anlaşılan mânânın yeknesak oldu­ğu isimdir.


İhtiyaç olduğu halde böyle bir isim bulunmayıp, Hz. Pey-gamber'in duasının mefhûmundan da böyle bir ismin Haktan zuhur etmediği anlaşıldığına göre, böyle bir isim, ya imkânsız bir şeydir veya o, Hakkın gayb ilminde kendisine ayırdığı isim­lerden birisidir.


Nitekim Hz. Peygamber, duasında böyle isimlerin varlığın­dan bahsetmiştir.


Şayet, herhangi bir yaratılmış böyle bir ismi elde etmiş olsay­dı, kuşkusuz o, Hz. Peygamber için gerçekleşirdi; çünkü o, Al­lah'a göre yaratıkların en keremlisi, onun feyzini kabul ve telak­ki etmede istidadı en kâmil olanıdır.


Bundan dolayı, kendisinden önceki ve sonraki varlıkların il­mi Hz. Peygambere bahş edilmiştir.


Böyle bir ismin, müştereklik vehmi veren veya çokluk ve ta­addüt anlamı ifâde eden başka bir anlam taşımadan, Zât'a tam olarak delâlet ettiği için, isimlerin en değerlisi, en şereflisi ve en âmili olduğu ortaya çıkmıştır. Şayet bu isim, Hz. Peygamber ta­rafından bilinmiş olsaydı, duasında şöyle demeye ihtiyaç duy­mazdı: "Veya kullarından herhangi birisine öğrettiğin veya gayb ilminde kendine ayırdığın ismin ile."


Çünkü, Hakka götüren ve ona sevk eden şeylerin en üstünü­nü elde eden kimse, özellikle icmal ve müphemdik yoluyla, baş­ka bir şey ile Hakka tevessül etmekten müstağnidir; çünkü bu ısım, diğer bütün isimlerden üstündür.


Uz. Peygamber, ihtiyat niyetiyle, duasında zikredilen taksimi kullanıp, daha doğru ve yaraşır olanı benimseyince, böyle bir is­min kendisi tarafından bilinmemiş olduğu ortaya çıkmıştır.


Şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Allah'ın bazı kullarını gördük ve bazı kimselerden işittik ki: Onlar, Hakkın bir veya birden faz­la isimlerini bilirler ve bu isimlerle pek çok şeyde tasarruf eder­ler. Bu insanlar, kendilerini ilgilendiren konularda Hakka bu isimlerle dua ederler, dua ettikleri şeylere Hakkın karşılık ver­mesi de gecikmez. Bu durum, Ehlullah'uı muhakkikleri arasın­da sahîh ve yaygındır. Bu kabilden olarak, Bel'ain'ın Hz. Musa ve kavmine bir isim ile beddua etmesini zikredebiliriz. Böylece onlar, Allah'ın dilediği müddet yaşadıktan sonra çölde ölmüş­lerdir; bu bilgiyi, "Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku" (Araf, 175) âyetini yorumlarken bazı müfessirler zikretmiştir. Gerçi Bel'am, Allah teâlamn da bildir­diği gibi, asilerdendir, bununla birlikte Hz. Musa ve kavmine yaptığı bedduası, o ismin özelliğinden dolayı geçerli olmuştur.


Bu itiraza şöyle cevap verebiliriz: Biz, Hakkın bir veya birden fazla isminin bulunup, Hakkın bunları kendisine bildirdiği ve tanıttığı kimselerin bu isimlerle varlıkta tasarruf sahibi olabile­ceklerini imkânsız görmüyoruz. Aksine biz de, bunu biliyoruz ve buna inanıyoruz. Biz, ismin hükmünün nüfuzunun umumi J olabileceğini ve sıfat veya fiil gibi vb. başka herhangi bir anlam ^ taşımadan sadece Hakkın Zâtma tam mutabakatla delâlet edebi­leceğini imkânsız görüyoruz. Sizin iddianız, bizim ifâde ettiği­mizi ortadan kaldırmaz, bu bilinmelidir.


Bizim bu itiraza verebileceğimiz diğer bir cevap da şudur: Bu isim ile Haktan bize ulaşan bilgilendirmenin vasıtasız olması ke­sinlikle mümkün değildir; biz bunu, serî ve zevki dille açıklayıp, ortaya koyacağız:


Bunun şer'î dille delili, Allah Teala'nm şu âyetidir: "Hiçbir kul yoktur ki, Allah onunla ya vahiy veya perde olmaksızın konuşmuş olsun." (Şura, 51).


Allah'ın zâtma tam olarak delâlet edebilecek her hangi bir is­min olamayacağının "zevk" diliyle delili ise, şudur: Hitabm ken­disine bağlı olduğu şeyin en azı bile, bir perdedir. Bu perde, hi­tap eden/muhatıb ve edilen/muhâtab arasında gerçekleşen "hi­tap" nisbetidir. Hitap, tecellînin hüküm ve şartlarındandır, tecel­lî ise, sadece belirli bir mazhârda olabilir. Tecellînin hükümleri, mazhârlara ve mazhârlarm hallerine tabidir. Çünkü daha önce de açıkladığımız gibi, Hakkın tecellîsi ve hitabı bir olsa bile, ulaştığı ve uğradığı tecellîgâhm hükmüyle boyanır. Muhatap, özel bir istidat, mertebe, rûhânilik, hal, suret, mevtm gibi çeşitli şeylerle sınırlıdır; binaenaleyh bütün bu zikrettiğimiz şeylerin Haktan vârid olan tecellîde bir eseri bulunur.


O halde, bize vârid olan/gelen ve bize ulaşan şey, bulundu­ğu hal üzere kalmaz ve bizim de onu, o halde iken idrâk etme­miz sahîh değildir; biz, bize gelen şeyi, kendimize göre idrâk ederiz.


Ayrıca, bu hitabın alıcı/kabil ve kabilin nispetleri açısından -sahîh ve sabit olduğu gibi- herhangi bir değişime uğramadığını farz edebiliriz. Fakat bu durumda bile hitabm, sadece hitap özel­liğiyle bir veya iki muhataba tahsis edilmiş olması, kendisini üzerinde bulunduğu mutlaklık ve Hakkın kendisi için iktizâ et­tiği tam mücerretlik halinden çıkartırdı.


Emrin, dikkat çekilen kayıt hükümlerinden ayrılmış olması na­sıl mümkün olabilir ki? Durum bu şekilde olunca, hiçbir mutaba­kat meydana gelemez; çünkü çeşitli itibar ve kayıtlar ile mukayyet olan şey, her türlü na't, sıfat, hüküm, kayıt, itibar ve benzeri şey­lerden münezzeh olan Mutlak ve Mücerred'e mutabık olamaz.


Eğer birisi, bu ismin hitap ve tecellînin birliği açısından mü­şahede yoluyla bilinebileceğini iddia ederse, ona şöyle cevap ve­ririz: Kâmil ve sahîh zevk, şunu ifâde etmiştir: Hakkı müşahede, fenayı gerektirir. Bu fenanın ardından müşahede sahibi, idrâk ettiği şeyi izah edebileceği bir imkâna/eser sahip değildir.


Kâmil tahkikte şu vardır: Bir kimse, Hakkı müşahede ettiğin­de, o, kendisinden Haktan bulunan şeyi müşahede etmiştir. Haktan o kimsede bulunan şey ise, o kişinin ilimde taayyün eden ayn-ı sâbite'sinin birliğiyle kabul ettiği Hakkın "gaybî" te­cellîsinden ibarettir. Bu ayn-ı sabite ile o, herhangi bir vasıta ol­maksızın özel bîr açıdan başkasından farklılaşır; böylelikle o ki­şi, bundan sonra isim ve sıfatlara ait mazhârlar vasıtasıyla zahir olan tecellîleri bununla kabule istidat kazanır.


Böylelikle sûfîlerin "Allah'ı ancak Allah bilir" ifadeleriyle, bi­zim "Herhangi bir şeyin kendisine zıt bir şey ile idrâk edilmesi mümkün değildir" ifâdemiz, bir de arifin Allah'ı zevk ve müşa­hede marifetiyle bilmiş olduğuna dair iddiasını birleştirmek mümkün olur.


Kurb-i feraiz ve kurb-ı nevafil'in sırrını bilen ve bu noktadaki açıklamalarımızı bilen kimse, işaret ettiğimiz şeyin farkına varır.


Her halükarda biz, istidadımız, mertebelerimiz, hallerimiz vb. açısından smırhyızdır. Binaenaleyh biz, ancak bizim gibi sı­nırlı şeyleri ve de daha önce zikredildiği gibi ancak kendimize göre kabul edebiliriz. Bize vârid olan/gelen tecellîler, ister zâta ait, ister isimlere ve isterse de sıfatlara ait tecellîler olsun, zikre­dilen kayıt hükümlerinden hali değillerdir.


Daha önce belirttiğimiz ifâdelerimizi derleyip, bu eserde dağı­tılmış nükteleri aklında canlandırarak bir araya getirirsen, daha fazla açıklama ve beyana gerek kalmaz; çünkü, bu ve benzeri önemli sırların çıkartılabileceği ölçüde açıklamalarda bulunduk.


Sonra şöyle deriz: Bu görüşümüzü aklî delil ile şöyle ortaya ko­yabiliriz: İsmin vad' edilmesinden amaç, zikredilmesiyle müsenımây a/isimlendirilen işaret etmektir. Buna göre, Allah'ın zâtına göre bir ismi olsaydı, bu isimden amaç müsemmâyı belirt­mek için o ismin başkasıyla birlikte zikredilmesi olurdu. Hiç kim­senin, Hakkın zâtını bilemeyeceğinde ittifak edildiğine göre, bu hakîkat için böyle bir ismin vad' edilmesinde hiç bir fayda kal­mazdı; böylece, bu çeşit bir ismin bulunmadığı sabit olmuştur.


Ayrıca, vad' edilmiş bir isme, his ile idrâk olunan, vehimde ta­savvur edilen ve akılda zabt edilebilen bir şey için ihtiyaç duyulur. Böylece bu şey, vad edilmiş bu isim ile, kendi özel zâtının farkına varır. Hakkın, hislerle idrâki imkânsız olduğu gibi, vehimlerde ta­savvuru ve akıl kuvvetiyle zabt edilmesi de imkânsızdır; binaena­leyh Hak için, özel bir ismin konulması imkânsızdır.


Mümkün sadece, Hâlık, Bari, Muhsin vb. gibi Hakkın sıfatla­rına delâlet eden lafızları zikredebilir.


Sonra şöyle deriz: Hak için özel bir ismin vad' edilmesinin amacı, bu "müsemmâ"nm türü veya cinsi itibarıyla veya her­hangi bir özelliği açısından kendisine ortak olan şeyden ayırt edilmesidir. Hak ise, bir cins veya tür altına girmekten veya bi­risinin ona ortak olmasından münezzehtir; bu nedenle Hakka dair özel/alem bir isim vad' etmek, imkânsızdır.


Alem isim, bilinen bir şey için vad' edilebilir. Halk ise, Hak­kı zâtı açısından bilemez; bu durumda Hak için alem bir ismin vad edilmesi, imkânsız olur.


Ayrıca, lafızlar, varlıklardaki/a'yân şeylere değil, zihinlerde somutlaşan şeylere delâlet ederler. Bunun için, "lafızlar mânâ­lara delâlet eder" denilmiştir. Mânâlar ise, ifâde sahibinin kas­tettiği şeylerden ibarettir, bunlar ise, zihnî durumlardır. Buna göre lafzın mânâya delâleti şöyledir: Uzaktan bir cisim görülüp, onun taş olduğu zannedildiğinde "o taştır" denilir. Cisme yak­laşıp hareket ettiği görüldüğünde ise, "o kuştur" denilir. Daha fazla yaklaşıldığında ise, "insandır" denilir. Binaenaleyh tasav­vurların farklılığından dolayı isimlerin farklılaşması, lafızların medlulünün haricî varlıklar değil, zihni suretler olduğuna delâ­let eder.


Zikrettiğimiz şeyi teyit eden bir husus da şudur: Eğer lafız, haricî varlığa delâlet etse idi, bir insan "alem kadimdir" ve bir başkası ise "alem hadistir" dediği vakit, alemin aynı anda hem kadim ve hem de hadis olması gerekirdi. Fakat biz, lafızlar zih­ni mânâlara delâlet eder dediğimizde, bu iki ifâde, bu iki insanın zihni tasavvurlarına göre kendilerinden meydana gelmiş iki hükme delâlet eder; böylece arada bir çelişki kalmaz.


Lafızların medlulünün, haricî varlıklar değil de, zihinlerde bulunan şeyler olduğu belli olmuştur. Zihinlerde bulunan şeyler ise, somut, sınırlı ve diğer zihni somut nesnelerden ayrılmış şey­lerdir. Hak ise, zâtı açısından zihnî, aklî ve haricî bütün somut­laşmalardan ve tasavvurlardan münezzehtir. Hai böyle iken, bu durumda nasıl olur da, cüz'î terkib ile bir araya gelmiş basit la­fızlar, vad'î bir hükmün veya vad'î veya ıstılahı bir kayıt ile sı­nırlanmış bir mefhûmun ortaklığı olmadan, tam mutabakatla Hakkın mutlak Zâtına delâlet edebilsin?


Bunun imkânsız olduğu, son derece açıktır.


Açıklamak istediğimiz şeyi "zevkî" ve "aklî" lisan ile ortaya koyduktan sonra, bu isimle ilgili dil hükmünün gerektirdiği şey­leri zikredip, bu konuyu tamamlayacağız. Böylece, zevki hüküm ile Arapça'daki dil-ıstilâh bilgisi arasında kitabın başında şart koştuğum uzlaştırma ve uyum gerçekle sebilsin.


Başarıya erdiren Allah'tır.


Bazı Arapça alimleri, "Allah" isminin yedi özelliğe sahip ol­duğunu, bu özelliklerin başka isimlerde bulunmadığını ileri sür­müşlerdir:


Bunların birincisi şudur: Hakkın bütün isimleri bu isme nis-bet edilirken, o, bu isimlerden hiçbirisine nispet edilmez. Bilgin­ler, bu konuda şu âyetten delil getirmişlerdir: "En güzel isimler Allah içindir, o isimlerle O'na dua ediniz." (Araf, 180) Böylece bütün isimler, "Allah" ismine nisbet edilmiş, bu ismin önemine dikkat çekmek için başka bir isme nispet edilmemişlerdir.


Bu özelliklerden birisi de, diğer isimlerden farklı olarak, ya­ratıklarından hiçbir kimsenin bu isim ile isimlendirilmemesidir. Bu konuda da "O'nıın bir benzerini bilir misiniz" (Meryem, 65) , âyetinden delil getirmişlerdir. Bu âyetin anlamı, Allah'tan başka "Allah" ismiyle isimlenmiş herhangi bir şey bilir misiniz, demektir.


Bir diğer özellik ise, şudur: Dilciler, bu ismin başındaki nida edatını "Ya/Ey"yı hazfedip, şeddeli mim olarak ismin sonuna ilave etmişler ve "Ailahumme/Ey Allah'ım" demişlerdir; bu is­min dışındaki hiçbir isimde böyle bir şey yapılmamıştır.


Bir diğer özellik ise, şudur: Onlar, hemzenin yerine Elif ve Lam'ı koymuşlardır; bu, başka isimlerde yapılmamıştır.


Bir diğer özellik de şudur: Dilciler, "Ya-Allah" deyip, hemze­yi okumazlar. Bu, başka bir isimde yapılmamıştır. Böylece, nida edatı olan "Ya" ile Elif ve Lam'ı birleştirmişlerdir. Bunu, aşağı­daki mısrada olduğu gibi şiirin zorunluluğu olmadıkça, başka bir şeyde yapmamışlardır:


Senden dolayı ey sevgilim/Ya'ileti, kalbim heyecanlanır Ve sen bana karşı sevgide cimrisin


Ferrâ ise, şöyle bir şiir okumuştur:


O ve İsimlendirdiği kimse mübarektir: Senin İsmin üzere: Allahümme Ya-liahl Bir başka şair ise, şöyle demiştir:


Ey firar etmiş iki veletjYa-l-ğuleman, Ki siz bana kötülük giydirdiniz


Bu ismin özelliklerinden birisi de, ona yeminde özel bir harf eklemeleridir. Bu ek, "Tallahi yapmayacağım" ve "Yemin olsun ki, kesinlikle yapmayacağım" derken, "Ta" harfini bu ismin ba­şına getirmeleridir.


Bu yedi özellik ile, "Allah" kelimesinin harflerinden bahs ederken değindiğimiz, yedili hükmü hatırlayınız! Bundan, ilk ferdiyete ve ona tabi dörtlemeye, sonra önceliği olan ikiliğe, ken­disinden sonra gelen ve ona bitişen beşli hükme terakki edersin. Hakikatler arasındaki ahenge ve ortaya çıkan/zuhûr cüzîlerin, bâtın haldeki küllî asıllarına tabi oluşlarını düşün! Bu durumda değerli, çeşitli bilgi kapıları sana açılır. [7]



Lafza-i Celâl'in İştikakı/Kökeni



Bu yüce ismin köklerinden birisi, birisi "Elihe" filidir: "elihe er-raculü ile'r-racüîi-ye'lehu, ilahen", yani adam, adama sığındı. "Fe-alehehu" Yani, o da, onu güven altına aldı ve emin kıldı.


İkinci kök ise, "Velihe-yulehu"'dan alınmıştır. Bu kelimenin aslı, "Vellahu"dur. Burada "Vav" harfi, "hemze" ile değişmiştir;


nitekim aynı durum, "vesad-isad", "veşah-işah" kelimelerinde de söz konusudur. "Veleh", şiddetli muhabbet demektir. Aslın­da, "me'lûh" denilmesi gerekirdi, fakat Araplar, alem isim olma­sı için yapışma muhalefet edip, "ilah" demişlerdir. Nitekim he­sap edilen ve yazılan şeye de, "hesap" ve "kitap" demişlerdir.


Bu ismin başka bir kökü ise, bir şey perdelendiği vakit söyle­nen "Lahe-yeluhu"'; veya bir şey ortadan kalktığında söylenen, "Lahe-yelihû" kelimeleridir.


Bu ismin başka bir kökü ise, bir yere ikamet edildiğinde kul­lanılan "elihtü bi'1-mekan/mekana yerleştim"den gelir.


Bir diğeri ise, "ilâhîyef'ten türemiş olmasıdır; ilâhîyet, yarat­maya kadir olmak demektir.


Bu ismin iştikakı hakkındaki diğer görüşle ilgili olarak Dilci­ler, şunu ileri sürmüşlerdir: "Allah" deyişimizdeki asıl, gaipten kinaye olan "He" harfidir. Şöyle ki: Onlar, akıllarında bir mevcut ispat etmişler ve ona kinaye harfi olan "He" ile işaret etmişlerdir. Bunun ardından da, o varlığın eşyanın yaratıcısı ve mâliki oldu­ğunu öğrendikten sonra, bu harfe mülkiyet "Lam"'ım eklemiş­lerdir. Böylece "Lehu"ya dönüşmüştür. Bunun ardından ise, ta­zim niyetiyle bu kelimeye "Elif" ve "Lam"'ı ilave etmişler, böyle­likle bu anlamı pekiştirmişlerdir. Böylece kelime, bütün bu tasar­ruflardan sonra, "Allah" sözümüzdeki şekline dönüşmüştür.


Bir diğer görüş şudur: İnsanın, bir şeyde şaşıp kaldığı ve ona ulaşamadığmdaki durumu, "Ye'lehu" diye ifâde edilir. "Veleh", aklın gitmesidir.


Bu ismin başka bir kökü ise, deve yavrusunun annesine düş­künlüğünü ifâde etmek için kullanılan "velihe el-fasîlu"dur. Bu­nun anlamı, kulların bütün hallerde Allah'a yalvarırken istekli ve tutkulu olmaları demektir.


Bir diğer görüş ise, bu lafzın abede-ya'bedu-ibadeeten keli­mesinde olduğu gibi, elihe-ye'lehu-ilâhun'dan türetilmesidir. İbn-i Abbas (r.a) "Seni ve ilâhını terk eder" âyetindeki "ilâh" ke­limesini "ibâdet" diye yorumlamıştır.


Şu da ileri sürülmüştür: Bu ismin aslı, "ilâh"tır, sonra "Elif"' ve "Lam" ilave edilmiş, "el-ilâh" haline gelmiştir. Bunun ardından ise, harekesi kendisinden önce sakin olan "Lam" harfinde bulunması itibarıyla "Hemze" tahfif edilip, hazf edilmiş, böyle­ce kelime, "Ellah" haline gelmiştir. Sonra arızî hareke, lâzım ha­rekenin yerini almış, böylece birinci lam harekesi sakin olduktan sonra ikincisinde idğam edilmiştir. Bunun ardından kelime "Al­lah" diye ifâde edilmiştir.


Böylelikle, bu cami' isme dair izahatımızı, zevk, nazarî araş­tırma ve dildeki kullanım açısından açıklamış olduk. [8]



İsmin Mânâlarının Zahir Ve Bâtın Uyumu



Bu ismin iştikak vecihlerini ve bunların mânâlarını düşünüp, bir kısmının diğerlerine dahil olması yönünden bu köklerdeki tekrarları ortadan kaldırırsan, bu ismin mânâları arasındaki mu­tabakatın, hem zahirî ve hem de kendisine mensup bâtın sırları açısından olduğunu öğrenirsin. Bu isme, mensup bâtını sırları daha önce ifâde etmiştik. Eğer sözü uzatmaya neden olmasıydı, bunları sana belirtirdim, fakat zikredilen şeyler, akıl ve basîret sahibi için yeterlidir.


Daha önce açıkladığımız üzere, alemin Hakka zâtı açısından istinadı sahih değildir. Alem, ilâh oluşu nisbetinin makûliyeti açısından Hakka istinat edebilir. Hakkın ilâh olarak taakkulu ise, zâtı üzerine zait bir itibardır ve alemin Hakka, Hakkın aleme taalluku, sadece bu isimle sahîh olabilir. Hal böyle iken, bütün isimlerin, mertebelerin ve nisbetlerin mercii, zikredilen her şeyi içeren bu tek nisbet olmuştur. Çünkü bu nispet, Hakka istinat eden ve izafe edilen bütün hükümlerin, isimlerin, vasıfların, na'tlann ve nisbetlerin aslıdır.


Bunu anla, Allah mürşiddir. [9]



Rab



Hamdın sırrını, mertebelerini, kısımlarını ve bu sûrede hamdın kendisine izafe edildiği "Allah" isminin sırrını açıkladıktan sonra, şimdi de bu ismin ardından gelen "Rab" isminin sırrını açıklayacağız:


Bu isim, ancak izâfeli olarak vârid olur ve düşünülür. Bu is­min, lügat-ıstılâhî açıdan beş hükmü vardır, bunlar da beş sıfatı gerekli kılarlar.


Bu isinin hükümleri şunlardır: Sebat, siyâdet/efendilik, sa­lah/iyilik, mülk ve terbiye. Çünkü Rab, ıslah edici/Muslih, Efendi, Mâlik, Sabit olan ve terbiye edendir/Mürebbi. [10]



Allah Teala'nın Islah Etmesi



Rabbın ıslah edici/muslih olmasının sırrı şudur: Mümkünle­rin mâhiyetleri icabı ve kendiliklerinde varlığa mensup olmala­rı, varlığı kabul edip, onun ile zuhur etmeleri, varlığı kabul et­meyip, zuhur etmeme yönünden "imkân" mertebelerinde kal­malarından öncelikli değildir. Binaenaleyh Hakkın, onların ya­ratılış yönünü "imkân" perdelerinde kalmalarına tercih etmesi; hayır varlıkta, şer ise yoklukta bulunmakla birlikte, Hakkın sırf yaratma açısından kuluna nimetini arttırmasının sayısız bir ni­met olması; hiç kimsenin, tam sağlık gibi bu nimetin en küçük bir bölümünün şükrünü eda edememesi, Hakkın kulu hakkında en yararlı, en uygun ve en iyi olanı gözettiğinin delilidir. [11]



Efendilik Hükmü



"Siyâdet/efendilik" hükmü, başkasının varlık kazanmada ona muhtaç olması ve kendisinin ise varlık kazanmada başka­sından müstağni kalışı açısından Hak için sabit bir özelliktir. Çünkü varlığın kaynağı ve hakikati, kendisidir. Gma/müstağni-lik, gerçekte izafî-selbî bir hakikattir ve müstağni kimsenin, müstağni olduğu hususta başkasına muhtaç olmayışına delâlet eder. Bazen bu, bir, bazen ise birden fazla durum olabilir; bu­nunla birlikte müstağniliğin mutlak olarak hükmünün zuhuru imkânsızdır. Nitekim hamd ve diğer hakikatlerin sırrını açıklar­ken buna işaret etmiştik.


Gma'nm/müstağnilik dört mertebesi vardır: Zahir mertebe: Bu mertebenin birinci hükmünün mahalli, dünya alemidir, mad­desi de dünya metaldir.


Bâtın mertebe: Bu mertebe iki kısma ayrılır: Birincisi, faydası dünya alemini aşmayan mertebedir. Bu mertebe, "baba/etken" ve temkin sahibi nefislerden olgunlar için gerçekleşen "nefsî" müstağniliktir. Bu kimseler, isimlerin, harflerin, bâtını teveccüh­lerin sırlan ile ve kimya/simya, teshir ilimleri sayesinde varlık­larda tasarruf ederler.


İkinci kısım ise, faydası herhangi bir mertebe veya sadece bir hal ile sınırlı olmayan kısımdır. Buna örnek olarak, Allah'a gü­venip, O'na tevekkül edenlerin ve tasarrufu terk etseler bile var­lıklarda tasarrufa kadir olanların hallerini verebiliriz. Bu insan­lar, Allah'ın katmdakini tercih edip, O'na karşı olan edeplerinin gereği kadir oldukları halde tasarrufu terk ederler.


Bir kısım ise, bütün bu zikredilen kısımları birleştiren müs-tağnilik mertebesidir.


"Fakr/ihtiyaç"in mertebeleri, zikredilen bu mertebelerin mukabilidir. Binaenaleyh, herhangi bir müstağnilik mertebe­sinde taakkul edilen herhangi bir ademî/yokluk "nisbet", fak-nn mertebelerinden birisidir. Mutlaklık ise, daha önce belirtil­diği üzere, imkânsızdır. Kuşatıcı/cami müstağniliğin mukabi­li olan kuşatıcı "fakr" ise, sadece "insân-ı kâmil" için müm­kündür. [12]



Sebat Hükmü



Sebat hükmü, Rab ismine mahsûs beş hükümden üçüncüsü-dür. Buna göre sebat, zâtı ve kendisi için sabit olan durum­lar/emirler ile kendi dışındaki şeylerden farklılaşması açısın­dan, her vecih ve hal üzere, her mertebede ortaksız olarak Hak-km sebatıdır. Bunları, daha önce temyiz mertebelerinde özetle zikretmiştim, tekrara ihtiyaç yoktur; onlara vakıf olan kimse, işaret ettiğim şeyin sırrını bilir. [13]



Mâliklik Hükmü



Mâlikîik hükmünün Rab ismine mahsûs olması ise, Hakkın varlığı/alemi ilim, varlık- ve kudret olarak ihatası etmesi ve ale­min irâdesinin de, ilâhî irâdeye tabi olması açısından alemde tezahür etmektedir. Nitekim Hak, bunu bildirmiş, izhâr etmiş ve öğretmiştir.


Binaenaleyh Hak, dilediği şeyi, dilediği şekilde, dilediği za­man, dilediği şey ile ve dilediği şeyde ebedî olarak yapmaktadır. [14]



Terbiye Hükmü



Terbiye hükmü ise, varlığının devam etmesi ve baki kalması için Haktan bütün mümkün varlıklar için hasıl olan imdada mahsûstur. Çünkü mümkün için varlık zatî değil de, müste-fad/kazanılmış olduğu için, bekası bağımlı olduğu şeyin yardı­mına muhtaç olmuştur. Aksi halde, imkân özelliğine ait "adem/yokluk" hükmü, var oluşunun ardından gelen ikinci an­da kendisini talep eder ve o da bunu kabul eder (yok olur.) Şu halde kendisini sürekli kılmakla gerçekleşen varlığını yokluğu­na tercih hükmünün sürekliliği ve şartları, varlığında kendisin­den müstağni kalamayacağı şeylerdendir. [15]



Bu Hükümlerin Levazımı



Bu hükümlerin levazımı olan beş özellik ise şunlardır: Sebâ-tın mukabili "telvin/gevşeklik"; siyâdetin/efendilik mukabili "ubudiyet"; ıslahın, yaratmanın ve baki kılmanın mukabili "yok etme/i'dam ve helak"; mâlikîik nisbetinin mukabili "memlük-lük/kölelik"; terbiyenin mukabili ise, "terbiyeyi ve onun hük­müyle zuhuru kabul etmemek."


Bunların bir kısmı, bir kısmma dahildir. Bu bağlamda telvin, sebatta mündemiçtir; çünkü telvin, başkalaşmadan ibarettir. Başkalaşma hükmü, başkalaşma ve başkalaşan şeyin kendisi için sabittir. Mahv/silinmek, ispatta sabittir; aynı şekilde mah-volan da, bu özelliğiyle ve bu hüküm dolayısıyla kendisinden farklı şeylerden ayrılması yönüyle mahveden için sabittir. Şu halde sebat hükmü, her şeyi kuşatır: Çünkü herhangi bir şeyin li-zatihi iktizâ ettiği bir hüküm, o şey için sabit olduğu gibi, bu hükmün sadece kendisine ait olması veya başkasının bu özellik­te ona ortak olması da sabittir.


Ubudiyetin siyâdette mündemiç olması, şudur: Ubudiyet, "fakr/ihtiyaç" ve "infial/edilgenlik" nispetleri arasındaki bir­leştirici bir "nispef'ten ibarettir. Birbirine bağımlı iki şeyden birisinin bilinmesi ve zuhuru diğerine bağlı olduğu için, bun­lardan birisinin diğerinden müstağni olamayacağı bilinmiş olunur.


İşte bu, '"ihtiyaç" yönünden bu işin sırrıdır.


Ubudiyetin efendiliğe/siyâdet dahil olmasının infial/edil­genlik yönünden sırrı ise, şudur: Sahîh zevk ve kâmil keşif, her­hangi bir şey müteessir olmadan müessir olamayacağını bildir­miştir. Buna göre, infial hükmü, öncelikle failde zuhur etmiştir; sonra bu hüküm, failden failin eserinin ve fiilinin zuhur mahalli olan şeye sirayet eder.


Mâlikîik ve memlüklük ise, fiil ve infial mertebelerinde mün­demiçtir. Çünkü mülkiyetin ruhu, herhangi bir kayıt, zorlama ve hal olmaksızın, herhangi bir hale bağlı olmadan ve herhangi bir işte bağlı kalmadan kudret ve tasarruf sahibi olmaktır; bu­nun sırrını ise, daha önce belirtmiştik. [16]



Terbiye Sırrı



Terbiye, külli bir hakikattir. Bu hakikat, vücûdî tedbirin/var­lığın idaresi ve rabbanî-kevnî hükme dair sırların büyük kısmım içerir. Terbiye, bazı açılardan, daha önce zikredilen şeylerde mündemiç olsa bile, çeşitli açılardan da farklılık gösterir.


Bunlardan birisi şudur: İbka/bâki kılmak, bazen bekası iste­nilen şeye bekaya mâni şeylerin hâkim olmasını veya varlığını ortadan kaldıracak veya hükmünü gizleyecek veya zayıflatacak şekilde ona egemen olmasını engellemekle gerçekleşirken, ba­zen de yok olmayı/fena gerekli kılan özelliğin zıddıyla yardım etmek suretiyle gerçekleşir. Her halükarda ben, terbiyenin sırrı­nı açıklayacağım ve bu konuyla ilgili rabbanî ve kevnî sırları mücmel olarak bu açıklamama dahil edeceğim; bu sırlar, son de­rece faydalı ve önemli sırlardır.


Allah, hâdidir.


Şöyle derim: Terbiye, hayât ve bekânm kendisine bağlı oldu­ğu gıdalara mahsûstur. Gıda, varlık suretinin ve onunla kaim olan hayâtın ayakta kalmasının bağlı olduğu bir şeydir. Gıda, zahir ve bâtın kısımlara ayrılır:


Mutlak vücûdî surete has olan gıda, varlıklar/a'yân ve onla­rın hükümleridir; zahirî açıdan somutlaşan suretin gıdası ise, za­hir suretinin kendisinden meydana geldiği/terkip şeye benzer.


Bâtın açısından varlığın gıdası ise, bu hakikatin sadece ken­disiyle bilinip, zâtının veya hükmünün de ancak kendisiyle zu­hur edebildiği şeydir. Bu iki aslın dışında kalan gıdalar ise, bun­lara tabi ve bunların ferleridir.


Mutlak vücûdî surete nispetle herhangi bir kevnî suret, uzuvlar gibidir. Bunlardan her birisinin, ruhlar mertebesinden herhangi bir rûhânî mertebeyle irtibatı vardır. Her ruh da, isim­lerden herhangi bir ilâhî hakikate istinat eder. Hakikatlerin, farklı nispetleri vardır: bunlar/ruhlarda farklı kuvvetler meyda­na getirirler. Bunun sırrı ve eseri, ulvî ve diğer ruhların mazhâr-larmda hareketler, teşekküller, manevî-rûhânî ve felekî-kevkebî ve diğer şekiJlerdeki karışımlar vasıtasıyla zuhur ederler. Bütün bunların arasında ise, bir açıdan bir "tenasüp", bir açıdan ise "it-me/tenafür" bulunmaktadır.


"Rab" isminin bütün bunlardaki her vakitte saltanatının ve hükmünün mahalli, o şeylerde zuhur, münâsebet ve kuvvet açısından en baskın olan özelliktir. Beşerî surette de durum böyle­dir; şu anlamda ki: insanın her bir uzvunun bir kuvveti vardır, her bir kuvvetin de, rûhânî, esmai, suri ve maddi olan kevnî bir hakikat ile irtibatı vardır. Bütün bunlardan alan kuvvet, diğer uzuvların hepsine verir, her bir ferd, diğer bir ferde münasiptir. Nispetler, rekaik/sırlar, izafetler, bunların arasında meydana gelir ve hükümleri ortaya çıkar.


İşte, mutlak vücûdî suretin, gaybî hakikatler karşısındaki du­rumu da böyledir. Gaybî hakikatler, bu genel-zâhirî kevnî sure­tin kendilerine mutabık olduğu hakikatlerden ibarettir.


İnsan, bütün varlık suretlerinden çeşitli açılardan ayrılır. Bunların birisi, insanın dışındaki bütün varlıkların, belirli bir mertebe açısından ve özel bir tarz üzere özel bir gıdasının olma­sıdır. O varlık, bu gıdayı aşamaz ve bundan başka bir gıdayla beslenemez. İnsan ise, cemiyeti/her şeyi içermesi ve mutlakh-ğıyla, bütün gıda türlerini aşabilir; bu Özellik, sureti açısından insana mahsûstur. Bâtını ve mânâsı açısından insanın gıdası ise, bütün hakikatlerin hükümlerini ve isim ve nispetlerin eserlerini kabul edip, bunlarla zahir olması, bütün bunları izhâr etmesi ve hepsiyle vasiflanmasıdır.


Bilinmelidir ki: Gıda, farklı tür ve çeşitleriyle, beka sıfatının mazhândır. Beka, "el-Kayyum" isminin koruyucularından biri­sidir. Herhangi bir şey, kendisine zıt bir şeyle zıtlık yönünden beslenemez. Gıdalanmadan kasıt, ez-Zâhir isminin ve hükümle­rinin sürekliliğini ve Vücûddan ibaret olan "en-Nur" isminin te-cellîsiyle ayn-ı cem makamında tafsil sırrını talep etmekten iba­rettir; gıdadan uzaklaşmak ise, tecellîlerin Zât'a ait gayb merte­besinden ibaret olan kendi asıllarına dönmesine işarettir. Tecel­lîlerin asıllarına dönmesi, tecellî ettikleri kimsenin hükümlerinin kisvelerinden soyutlanıp, ondaki hükümlerinin nihayete erme­sinden sonradır. Bu asla, "Ben bilinmez bir hazine idim", "Al­lan var idi ve onunla birlikte başka bir şey yoktu" hâdisleriyle ve Allah, alemlerden müstağnidir" âyetiyle işaret edilmiştir.


Daha önce bu konuda, yeterli ölçüde ikâzlarımız olmuştu.


Şu halde ez-Zâhir ismi, kendisine has itidal makamından el-Bâtın isminin hükmüyle boyanmasını gerekli kılacak şekilde meyletmeye yöneldiğinde, el-Bâtın ismi kuvvetini ve zatî müs-tağniliğini izhâr eder. El-Bâtm isminin ez-Zâhir isminin hük­müyle boyanmasmm/insibağ nedeni, ez-Zâhir isminin vaktin ve gayenin sahibi olmasıdır.


El-Bâtm ismi, müstağnilik nispetiyle ve münezzehliğiyle, herhangi bir mertebeyi tercih derecesine ulaştığında ise, ez-Zâ­hir, el-Bâtm'm bilinmesinin kendisine bağlı oluş sırrını ve ez-Zâ-hir'in el-Bâtın için matlup olmasını ve ez-Zâhir'in ise müstağni oluş sırrını izhâr eder; şu halde bu iki mertebe arasında birbirini çekme ve itişme/mücâzebe ve mukaraa, daima süregelir.


Haddin koruyucusu, yani insân-ı kâmil, bu iki mertebe ara­sında bir berzah, bunları cem edendir. İnsân-ı kâmil, Eryen kub­besinde/ kubbe-i Eryen[17] olduğu halde elinde mizan, daima mizanın hakikatine bakmaktadır; mizânm hakikati, itidal maka­mı ve dairenin orta noktasıdır.


Böylece insân-ı kâmil, bir bekçi, koruyucu, ahadiyet-i cem özelliğiyle farklılık suretinin hafızı, izhâr edici, düzenleyici ve ayırt edici olarak görülür. İnsân-ı kâmil, asıl'm suretiyle teselli bularak ve mücerret bâtmî-gaybî hakikatler ile zâhirî-mürekkep suri maddeler arasında mütenasip bir uyum sağlama ümidiyle, Rabbinden, kendisini bir gün doyurup, bir gün aç bırakmasını talep eder. Çünkü ismet/koruma, manevî, ruhanî, basit ve mü­rekkep suretlere nispetle de tabiîi olmak üzere farklı itidal mer­tebelerine göre itidalin gereklerinden ve hükümlerinden birisi­dir. İtidalin zıddı ise, kendisini yokluğa, bozulmaya, sapmaya, dağılmaya ve şeytanî hükümlerin ortaya çıkmasına neden olur. Artık, zikredilen şeyleri düşün! Bunları, her mertebede, belir­li her surete, zahir ve bâtın her uzuvda, rûhânî veya tabiî her du­rumda küllî ve umumi olarak zikrettim. Bunları düşünürsen, çok önemli, değerli ve yüce sırlara muttali olursun. [18]



Ruhun Ve Bedenin Gıdası



Sonra bilinmelidir ki: Her surî mizaç, kendisine mahsûs ve münasip bir itidale tahsis kılınmıştır. Bu itidalin korumasıyla bu mizacın sahîhliği korunmuş olur ve sahibinin bekası devam eder, bedenî kuvvetlerin hükümleri bu mizaçta zuhur eder. Be­denlerin hükümleri, bu mizaçta, uygun tarz ve ifrat ve tefrit yönleri arasındaki karışımla gerçekleşen uygun mizan ile zuhur eder. Böylelikle bedenin bütün kuvvetleri, kendi fiil türlerinde tasarruf imkânı elde ederler; bunun yanı sıra idrâk araçları da, kendi mertebelerine göre idrâk ettikleri şeylere taalluk imkânı elde ederler.


Aynı şekilde, insan ruhunun da kuvvetleri, sıfatları ve ihtilaf­ları vardır; bunların arasında rûhânî ve manevî bir karışım, bu karışımdan da "manevî" bir yaratılış/neş'et meydana gelir. Bu mizacın, kendine has bir itidali vardır. Bu itidalin korumasıyla, bu yaratılış/neş'et korunmuş olur ve kuvvetleri, tasarrufta bu­lunmaları mümkün olan şeylerde, suri tasarrufta zikrettiğimiz şekilde, tasarruf imkânı elde ederler.


Şu halde bu yaratılışı ve bunun Özelliklerini, tarzlarını, gıda­larını, hükümlerini idrâk etmek için basiret gözü açıldığı vakit, görülür ki, bâtını yaratılışın hükmü ve kuvvetleri zahirî yaratılışa sirayet etmiştir. Bu sirayet, tam benzerlik/muhazat ve idrâke mâni engellerin ortadan kalkmasıyla, el-Bâtın ve ez-Zâhir isim­lerinin suretlerinin o yaratılışa sirayet etmesidir; çünkü bu yara­tılış, iki suretin birleşimi, iki iyiliğin sahibidir. O, suret üzerine yaratılmış olandır, insana ait zahirî suret, bunun bir parçasıdır. Çünkü insanın zahir sûreti/beden, ez-Zâhir isminin nüshâsıdır; beşeri haller ise, kendi ayrt-i sabitesine tabi olman ve hepsinin sabit olması yönünden, el-Bâtın isminin suretinin bir nüshâsıdır.


Ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri arasında zahirî yaratılışa/neş'et mahsûs karışımın/imtizaç ardından gelen söz konusu karışım ile ilâhî sıfatlardan, ilimlerden ve ahlaklardan meydana gelmiş ve oluşmuş bu suret, "cem ve vücûd mertebesi" yönünden Hak­kın suretidir; nitekim daha önce bundan bahsetmiştik.


"Cem ve vücûd mertebesi" yerine, "Allah" ism-i camii açı­sından da diyebilirsin. Kast edilen şeyi bilmen ve ibare perdele­rini aşman koşuluyla nasıl istersen öyle söyleyebilirsin.


İşte bu, muhakkiklerin işaret ettikleri "ikinci doğum"dur. Bu ikinci doğum, sermedi bekanın ve ulvî makamın sahibidir. Bu doğumda zevk mensupları, çeşitli mertebeler ve özellikler üze­rinde bulunurlar; daha sonra bunlara -Allah'ın izniyle- işaret edeceğiz.


Bu makamdan, "Rab" isminin ve onun "Amâ"da bulunması­nın sırrı öğrenilir. Nitekim Hz. Peygamber, kendisine "Yaratık­larını yaratmadan önce Rabbimiz nerede bulunuyordu" diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Altında ve üstünde hava bulunmayan Amâ'da idi." Ayrıca bu ifâdeden, gök ve ona mah­sûs sırlar da Öğrenilir.


İşte yarışanlar bunda yarışsınlar; bunu Öğrenmek için çalı­şanlar çalışsın.[19]



Ariflerin Hikmeti



Sonra şöyle deriz: Basîret gözü/kalb gözü, ifâde ettiğimiz gi­bi açılıp, basîret gözünün nuru, basar/baş gözü nuruyla birlesince, zikredilen yaratılışın bütün kuvvetleri de bu şekilde zahir neşetin araçlarıyla birleşip, bazısının hükmü, diğerlerine sirayet edince, bu halin sahibi, bu durumda sıhhatin güçlendirilmesini ve nefsin korunmasını öğrenir. Ayrıca bu kişi, her kuvveti yara­tıldığı şeyde kullanmayı öğrenir ve o kuvvet ile o sının aşmaz-sıfatları birbirine karıştırmaz, mertebeler ve hükümleri birbirine karıştırmaz; kendi nefsinde, özellikle de idâresinin altında bulu­nan kimseler arasında adaleti gerçekleştirir; el-Hakem ve el-Adl vb. isimleriyle tahakkuk eder. Bu kişi, Hz. Peygamber ve kendi­sinden önceki peygamberler ve sonraki kâmil vârisleri gibi, sahih keşif ve ruhanî mizaç sahibi haline gelir.


Bu durumda, kâmil keşfi misâller mertebesinde idrak edil­mek olan şeyi bu insan, "misâl" olarak keşf eder; keşfinin kemâ­li, histe idrâk edilmek olan şeyi ise, histe idrâk eder; keşfinin ke­mâli, mücerret mânâlar ve rûhânî mertebelerde idrak edilmek olan şeyi ise, üzerinde bulunduğu hale göre kendi mertebesinde idrâk eder.


Şeyhim ve imamım, en büyük İmam/İbnü'1-Arabîbana şunu bildirmiştir: O, bu halle tahakkuk ettiğinde, kuvvetlerinin her bi­risini sadece yaratılmış olduğu işlerde kullanmıştır; kendi kuv­vetleri de, kendilerinde adaleti ikame ettiği ve onları yaratılmış oldukları işlerde kullandığı için, Hak katında ona teşekkür et­mişlerdir.


İşte bu, kemâlin mâhiyetini bilen kimselere göre kemâlin en üst mertebelerinden birisidir.


Artık sen de, Kardeşim, Allah'ın izniyle kemâlin mâhiyetini bilenlerden ol! [20]



Hak'tan Perdelenenlerin Başarısızlığı



Sonra deriz ki: Bu zevk sahibinin karşısında, keşf aleminden perdeli olan kimseler bulunmaktadır. Onlar, nefsanî kuvvetlerin karartması, bazı tabiî sıfatların hükümlerinin diğer sıfatları orta­dan kaldırıp, onların bu galip sıfatın rengiyle kendi özelliklerini giderecek ve ortadan kaldıracak şekilde boyanmasıyla egemen hale gelmesiyle rûhânî mizaçları zikredilen itidalden uzak kalmış kimselerdir; nitekim, tecellîye mazhâr olan tam teveccüh ve istidat sahibine nispetle Zât'a ait tecellîden bahsederken bu me­seleye işaret etmiştik.


Binaenaleyh kara cahile, düpedüz ahmak, zekadan oldukça nasipsiz kimseye mahsus ruhanî mizaç, zikredilen kemâlin sahi­bine ait ruhanî mizacın mukabilinde bulunmaktadır; bu kemâlin sahibi, Hak ile işitir, Hak ile görür; aynı zamanda Hak da onunla görür, onunla işitir. Nitekim sahîh bir hadis bunu bildirmiştir.[21]


Mizaçlardaki tabiî itidale nispetle zikrettiğimiz bu mizacın bir benzeri, tam itidale en yakın mizaç olan insan mizacına nis­petle madenin mizacıdır.


Kâmil insan ve onun hali ile zikredilen perdeli-cahil ve hali arasında, çeşitli mertebeler ve dereceler bulunmaktadır.


Buna göre, kimin mertebesi kemâl mertebesine daha yakın ise, onun keşf, ilâhî suret, Hakkı bilmek gibi kemâl sıfatlarından olan payı da, bu yakınlık ve ilişki ölçüsüne göre fazlalaşır.


Bu kemâlin mukabili olan mertebeye yakın olanın ise, perde­leri daha fazladır; bu kişinin, Hakkın suretinden, keşiften ve zik­rettiğimiz diğer şeylerden olan payı da azdır.


Bütün zamanlardaki ilâhî mizan, o zamanın kâmili, o kâmi­lin hali ve keşfinden ibarettir; mutlak varlık suretinde, taayyün etmiş beşerî suretlerde ve manevî itidal veya ruhanî itidal gibi diğer itidal mertebelerindeki itidal ve bozulma/inhiraf kâmilin mizanından bilinir.


Beslenilen bütün gıda suretlerinin, sureti ve cisimlerdeki ese­ri açısından görülen ve idrâk edilen kuvvet ve özelliklerinin dı­şında başka bir takım özellik ve kuvvetleri vardır. Bu özellikle­rin, insan ve diğer varlıklarda zikrettiğimize üzere, değişen hü­kümleri vardır. Gıdalar ile kendileriyle beslenen kimseler ara­sında, suri mizaç, ruhanî mizaç ve manevî mizaç arasında bir açıdan bir takım münâsebetler, başka bir açıdan ise çeşitli itme-ler/münaferat bulunmaktadır. Her durumda hüküm, Rab ismi­ne aittir. Rab ismine ait hüküm, bunlardan hâkim olan özellik ile zahir olur.


Bunların en gizli olanı, bilinmesi en zor alanıdır; bu gibi şey­lerin bilinmesi, ancak ilâhî bildirmeyle/tarif-i ilâhî mümkündür.


Binaenaleyh, münâsebet ve zikredilen ruhanî mizacın sahîh-liği ölçüsünde keşif güçlenir, sahîh olur ve artar. Bu durumda, keşfin mertebesi de, yükselir, ilimlerden, zevklerden ve tecellî­lerden olan neticeleri değerlenir. Fakat bunun şartı, el-Evvel is­minin hükmünün kendisine bitişmesi ve imkân vermesidir.


Nitekim, daha önce buna defalarca işaret etmiştik.


Aradaki zıtlık ve münâsebetin azlığı veya ruhanîlerin karış­masının zayıflığı oranında perdeler artar; keşif, ilim, zevken id­râk ve bütün bunların neticeleri azalır.


Bu makamın, şimdi konuştuğumuz bağlamda, başka ekleri vardır; fakat, bunları "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetini açıklar­ken zikretmek daha uygundur, bu nedenle bu ekleri tehir ettim.


Allah, kolaylaştırandır.


Sonra bilinmelidir ki: Tabiatın, mâhiyeti/min-haysü hiye açı­sından, bir takım hükümleri vardır; ayrıca, tabiatın hükmünün mizaçta taayyün etmesi yönünden de bir mizacı ve hükümleri vardır. Ruhların da, sıfat ve hükümleri vardır. Tabiat ve ruhları birleştiren emrin, bir takım hükümleri vardır; bu ikisinin birleş­tiği mertebenin de, mâhiyeti açısından bir takım hükümleri var­dır. Bu birleşmeye bağlı levazımın ve birleştirici emrin de bir ta­kım hükümleri vardır.


Şu halde, tedric/aşama aşama, riyâzet/nefis terbiyesi, teh-zib/ahlakı güzelleştirme ve siyaset: bil-kuvve olan şeyin, bilfiil haline çıkmasında bunlardan yararlanır. Ayrıca, bazı arızî iyi huyların zâtı huylar veya ona benzer hale gelmesi için derinleş­tirilmesinde ve bazı sıfatların ortadan kaldırılmasında ve bunla-nn kötü huylarının silinmesinde bu hükümlerden yararlanılır.


Bunlar ortadan kaldırılma zsa, bu kötü huylar derinleşip, sonuç­ta insanın bu sıfatlardan kurtulması imkânsız hale gelir ve bun­ların bulunduğu mahalde zararlı sabit bir takım zararlar geride kalır.


Bütün bunlar, insanın tedricen gelişip, kendisine münasip manevî, ruhanî, suri-misâli ve misâli olmayan itidal derecesine ulaşması içindir; bu yükselmenin bilenen-yakm gelecekteki hük­mü, bilinen ve takdir edilmiş sonraki bir vakte kadar sürer.


Şu halde, ifâde ettiğimiz hususları bilen kimse, suret ve onunla zuhur sırrını; keşf ve perde sırrını; bu konuda gıdalara ait hükümleri öğrenmiş olur. Ayrıca, yiyeceklerden helal ve ha­ram olanların sırrı, mücahede ve riyazetin sırrı gibi büyük ve başkalarının mahrum kaldığı sırlan öğrenmiş olur. [22]



Mizaç, Gıda Kuvvetine Baskın Gelir



Bilinmelidir ki: Gıda, herhangi bir keyfiyetin baskın olduğu bir mahalle geldiğinde, o, bu keyfiyete dönüşür. Mizâc kuvvetli olduğunda, gıda kuvvetini ve hükmünü ona baskın gelmekle geçersiz kılar; bu durumda, gıdada bulunan özelliklerin eseri, ortaya çıkmaz; bu özellikler, kendilerine baskın gelen bu yere uğramamış olsalardı, ortaya çıkacaklardı.


İşte, bütün gıdalardaki ruhanî kuvvet ve özelliklerin, rûhânî mizaç ve daha önce belirttiğimiz gibi rûhânî kuvvetlerin, ilmî-amelî nefsanî özelliklerin birleşiminden Özel olarak beslenen kimseye ait mizaç karşısındaki durumu da böyledir. Çünkü bu mizaç, rûhânî sıfatların varlıklarını /a' yân yetkin iyi özelliklere çevirebileceği bir kuvvet derecesine ulaşır. Bu sıfatın hükmü, kendisine işaret ettiğimiz bu halin ve rûhânî mizacın sahibine hâkim olur; bu sıfatın kuvvet ve özellikleri, bu şahsın kuvvetinin altında ve ruhunda ortadan kalkar.


Kemâl ehlinin mukabilinde bulunan kimseye nispetle kötü yönde ve eksiklikler makamında da durum böyledir. Çünkü ilâhî feyiz ve ulvî kuvvetlerin eserleri ve meleki teveccühler, birbirlerinden farklılaşmış/temeyyüz bir halde son derece te­miz ve mukaddes bir halde kendilerine ulaşır. Buna göre bu tecellîler ve eserler, bu kimselere ulaştıklarında, onların halleri­ne göre boyanırlar, kendilerine hâkim olmuş kötü sıfat ile vasıf­lanırlar, bunun neticesinde de isimlere ait eserler ve rûhânî te­veccühler, o insanların tabiatları ve eksik ve bozuk/münharif mizaçlarının altında ezilirler. Bu kimselerin kötü özellikleri, bu eser ve teveccühlere hâkim olur, böylelikle, onları perdelerler ve hükümlerini gizlerler.


Nitekim, daha önce tecellîlerin sırrı bölümünde buna işaret etmiştik.


Bu sır ve makamın tafsilinden, daha önce dikkat çektiğimiz üzere, helallik ve haramlığm sırrı da öğrenilir. Böylelikle bilinir ki, bazı şeyler vardır ki bunlar, bazı kimselere nispetle yararlı, bazı kimselere nispetle ise yararlı değillerdir. Zahirî tabiat mer­tebesinde bunun örneği, bal gibi çeşitli şeylerdir. Bal, mizacı ateşli ve tutuşmuş kimseye nispetle yararlı, mizacına balgam hâkim olan soğuk ve rutubetli kimseye ise bal, yararlı değildir.


Bu konudaki prensibin şu olmalıdır: Tabiî şeylerde bu hüküm­lerden herhangi birisini müşahede ettiğinde, bunun benzerini rû­hânî mertebelerde ve nefsânî ve manevî sıfatlarda da düşünmeli­sin. Beş nikah ve bunların sırlan hakkında daha önce belirttiğim gibi, tabiî hükümler rûhânî hükümlerden, rûhânî hükümler ise, gaybî hakikatlerden meydana gelmiş olduklarını aklında tutmalı­sın. Şayet keşif ve müşahede ehlinden isen, bu İfâdeyi hatırla ve gerisini bırak! Aksi halde teslim ol ve talep et! Çünkü Rezzak, kuv­vet ve metanet sahibidir, gayb hakkında cimri değildir.[23]


Tabiî şeylerin rûhânî şeylere tabi olduğunu dikkate aldıktan sonra, cüzî ruhların tabiî mizaçlardan meydana geldiğini; bu ruhlar ve bedenler ölçüsünde ve mizaca göre belirlendikleri için bunlara ait hüküm ve eserlerde mizaçlara ait şeyleri de düşün­melisin! Bunun ardından da bu bilgiyle, başlangıçta dikkatini çektiğimiz tarzda, isimler ve bir olan Vücûd-ı mutlak karşısında varlıkların hükmüne terakki et; bütün bunların toplamından gö­züken şeylere bakarsan, acaib sırları görürsün.


Bütün mertebelerdeki gıdaların hükmünü düşün! Binaena­leyh isimlerin gıdası, hükmün mahalli olan mazhârlar şartıyla, onların hükümleridir; bu, mânâlar ve gaybî hakikatler alemidir. A'yânm gıdası, Vücûddur. Vücûdun gıdası, a'yânın hükümleri­dir. Cevherlerin gıdası, arazlardır. Ruhların gıdası, onların ilim- I leri ve sıfatlarıdır. Ulvî suretlerin gıdası, hareketleri ve hareket­leri sürekli kılan şartlardır; bunlar, esmaî hakikatlerden istimdat eden ruhlarından yardım taleplerinde şart olan şeylerdir. Un­surların gıdası, suretlerini baki kılan ve onları zıt ve muhalif şey­lere dönüşmekten koruyan şeylerdir.


Tabiî suretlerin gıdası, bu suretlerin ve mizacın kendilerin­den oluştuğu keyfiyetlerdir; binaenaleyh hararet, ancak hararet ile baki kalır. Burudet ve bu ikisinin dışındaki ruhanî keyfiyetler de böyledir. Hayâtın mazljân olan aslî rutubet[24], ancak gıdalar­dan beslenen/istimdat rutubet ile bakidir. Fakat, hakikat ve hü­küm olarak manevî bir şeyin başka bir mânâ ile kaim olması, on­ların lâzımı olan madde ve arazlar ile gerçekleşebilir. Bu araz ve maddeler, işin kendisine bağlı olduğu şartlardır. Bu şartlar, li-zatihi maksat değillerdir, aksi halde aslî birincil kasıt ile irâde edilmiş olmaları gerekirdi. Binaenaleyh bunların vazifesi, mak­sadı yerine ulaştırıp, ayrılmaktan ibarettir; bunun ardından ben­zeri onun yerini alır.


Farklı mertebelerine göre bütün gıdalarda ve daha önce mer­tebelerinden bahsettiğimiz gıdalananlarda, durum böyledir.


Vücûd bir olup, hiç bir benzeri olmadığı için, Vücûdun birbi­rinden farklı a'yân ile zahir ve hasıl olan taayyünleri de, Vücû­dun birliğiyle/ahadiyet gerçekleşmiştir.


Burada bazı sırlar vardır ki, bunların açıklanması mümkün değildir; fakat ima ettiğim şeyi düşünüp, bunun makam ve aslına muttali olan kimse, bütün alemin suretlerinin zuhur sırrını; ruhlarının sırrını; dünyevi, uhrevî ve berzahı yaratılışların sırrı­nı öğrenir; ayrıca hareketli ve hal sahibi bütün kimselerden sâdır olan hareket, fiil ve hallerden; alemde gerçekleşen bütün kevn ve fesatlardan/oluş ve bozuluş meydana gelen şeyleri; bütün bunlardan ve bunlarda öncelikli niyet/kast-ı evvel ile irâde edi­len şeylerin ne olduğunu; birinci kasta bağlı olarak ve ikinci de­recede bunlardan irâde edilen şeyin ne olduğunu da öğrenir; sa­dece bir açıdan şart olan, bir tek itibarla irâde edilen şeyin ne ol­duğunu; herhangi bir mertebede şart veya tabi olan şeyin, başka bir mertebede bizzat irâde edilen ve metbu olan şey olduğunu; mevtin veya vakit veya başka bir şey ile sınırlanma yönünden bütün bu zikredilen şeylerde vaktin, halin, mevtinin, mertebenin hükmünün ne olduğu; bu durumların, nasıl olur da bazen met-buluk ve bazen de meşruiyet mertebesinde bulunduğunu; başka bir zamanda ise şartlik ve tabilik mertebesinde bulunduğunu; vaktin ve halin, kendisiyle ve kendilerine göre taayyün eden kimseye nispetle ve de bunların kendisiyle taayyün ettikleri kimseye nispetle hükmünün ne olduğunu öğrenmiş olur.


Hiç bir mertebede o devirdeki ve asırdaki insân-ı kâmiî'in dı­şındaki hiç bir şey, birincil amaç ile irâde edilmiş değildir.


Bazı şeyler vardır ki, onlar, bir tek zaman içinde iki itibarla birinci ve ikincil kasıt ile irâde edilmişlerdir. Ayrıca bu kimse, insân-ı kâmiî'in zuhurundan önce bu tafsillerin içermiş oldukla­rı mertebelerin mâhiyetini; bunun sahih olup olmadığını öğre­nir. Devamın, bekanın, ibkanın, sırrını; zevalin, ölümün, fena­nın, yok etmeninin ve bunların dışında tafsillerini ve başlıkları­nın tafsillerini bile zikretmenin imkânsız olduğu şeylerin sırrını öğrenmiş olur. Üstelik, bu ilimlerin bir kısmını isimlendirmek bile, içerdiği sakıncalardan dolayı, imkânsızdır.


Bu ifâdelerimiz, basiret sahiplerini müstağni kıldığı gibi, bunlarda bu zevke ortak olanlara bir hatırlatma, düşünenler için ise, ibret vardır.


Allah, hakkı söyler ve dilediklerini sırât-ı müstakime ulaştırır. [25]



Zahir Lisanı



"Alemîn/Alemler"



Tefsir:


"Alemm", alem kelimesinin çoğuludur. Alem, "alâmet" keli­mesinden türetilmiştir. Alem, Allah'ın dışındaki her şeyden iba­rettir. Bu sûre, hazret-i cem'den-cem mertebesi varit olup, bu mertebenin sırrını içerdiği için, bu sûrede Rab ismi, Allah'ın dı­şındaki her şeye izafe edilerek zikredilmiştir. Böylece, daha ön­ce bazı özelliklerinden söz ettiğimiz meseleye dikkat çekilmiştir. Çünkü bu ismin izafetleri, pek çoktur; bu izafet ise, bunların en umumisidir. Bütün bunların içindeki en hususî izafet ise, bu is­min kâmil ve birleştirici inşân olan Hz. Peygamberimize izafe edilmesidir. Buna Örnek olarak "Hayır rabbına yemin olsun ki, onların hepsini hasredeceğiz" (Meryem, 68); "Gani ve rahmet sahibi Rabbine yemin olsun ki"; "Şüphesiz ki varış, senin rab-bınadır." gibi âyetleri verilebilir.


Çünkü Hz. Peygamber, bütün kâmiller gibi, Allah Teâla'nm kendisini isimlendirdiği üzere kemâli ve câmiliğinden dolayı "Abdullah/Allah'ın kulu" olduğu için, bunun ardından Rab is­mine izafe edilmesiyle, rubûbiyet hükümlerinin en umumisini, en kâmilini ve en camisini de taşımış olmaktadır. Bu iki izafenin dışında kalanlar ise, bunların arasında taayyün eden tafsîlî ve cüzî mertebelerdir. [26]



Bâtın Lisanı



Bunu öğrendiğinde alem kelimesinin açıklanması bağlamın­da "bâtın" lisanıyla şöyle deriz:


Bilinmelidir ki: Hak, alemin fertlerinden her birisini, kendisi gibi özel bir şeyin delili ve alâmeti yapmıştır. Binaenaleyh her bir fert, taayyün etmiş varlığı açısından "isim" diye isimlendirilen ulûhiyet nispetlerinden herhangi birisinin alâmetidir. Delil olan bu şey, o ismin mazhârıdır. Ayn-ı sabitesi açısından ise, o fert, kendisi gibi bir ayn-ı sabitenin delilidir; taayyün etmiş bir varlık ile muttasıf olmuş ayn-ı sabite olması açısından ise, kendisi gibi varlık ile nitelenmiş a'yândan herhangi birisinin alâmetidir.


Buna göre cüzler, cüzîlikleri yönünden, kendileri gibi cüzîle­rin alâmetleri; toplamları ve her birisinin içermiş oldukları küllî mânâ yönünden ise, kendilerini birleştiren küllî bir durumun alâmetidirler. Bu küllî emir, cüzîlerin varlıklarının kendisinden taayyün ettiği Vücûd-ı Mutlak'tır.


Hak, büyük alemin bütününü de, zahirî açısından kendi ru­hu ve mânâsına delil ve alâmet yapmıştır. Bütün alemin suretle­rini ve ruhlarını, kendi isimleri, nispetleri ve alemin hepsini ku­şatan ulûhiyetinin alâmeti yapmıştır.


Allah, insân-ı kâmil'i ruhu, sureti ve mertebesi itibarıyla bir bütün olarak, kendisine tam ve kâmil anlamda delâlet eden ek­siksiz bir delil yapmıştır.


Hak ve insân-ı kâmil'in dışındaki şeylerin delâlet ettikleri varlıklara delâletleri, kendileri olmadan delâlet edilen şeyin bi­linmesinin imkânsız olması anlamında, zorunlu bir şart ve hük­mü sürekli değildir; aksine bunların delil olması, alemdekilerin çoğunluğuna ve galip hükme nispetle böyledir. Hak ve insân-ı kâmil ise, böyle değildir; çünkü onların her birisiyle her şey bili­nebileceği gibi, her birisi de, sadece ya kendisiyle veya diğeriyle bilinebilir.


İfade ettiğimiz bu meselenin sebebi şudur: İnsan, her şeyin bir nüshâsıdır. Binaenaleyh insanın kuvvet ve mertebesinde, kendisinde o şeyden bulunan özellik ile her şeye delâlet etme imkânı vardır; buna göre bazen insan, her şeye delâlet etmede her şeyden müstağni kalabilir.


ilâhî katta da durum böyledir, çünkü Hak, her şeyi ihata et­mektedir. Şu halde kim Hakkı tam olarak bilirse, bu durumda ta-zammun/içerme ve iltizam yoluyla her şeyin hakikatini bilebilir.


Hak ve insân-i kâmil'in dışındaki şeylerde ise durum, açıkla­dığımız tarzdadır. Çünkü Allah'ın kullarından bazıları, Hakkın fethinin kaynağı olabilir; böylelikle o kimse, Hakkı Hak ile bilir. Bu durumda Hakkın bilgisi ve müşâhedesiyle tahakkuk edip, bu bilginin ve müşahedenin hükmü, o kimsenin varlığının mertebe­lerine sirayet eder. Böylelikle o kişi, kendisine en yakın şey olan nefsine varıncaya kadar, her şeyi Hak ile bilir; nitekim daha ön­ce bu konuya işaret etmiştik.


İlim, şuna hükmetmiş tir/sebka t; Bazı şeyler, şart hükmünde­dir ve şart olan bu şey, hiç kuşkusuz ki herhangi bir şeyin bilin­mesinin sebebidir. Bu nedenle Hak, söylediğimiz durumdaki kimse ve benzerleri için, o şeyde ve onun hakikatinde tecellî eder. Böylelikle onlar, bu mertebede bu açıdan Hakkı bilirler, bunun ardından da Hak ile bilinmesi o şarta bağlı olan şeyi bi­lirler. Fakat bu bilme, işaret4edilen bu ilâhî nispet, kevnî nispet­lerin ortadan kalkıp, "özel vecih/vech-i has"in sirayet etmesi açısından gerçekleşir. Böylelikle bu kimseler, yolların sırrından bahsederken belirttiğimiz üzere, onu sadece Hak ile bilirler.


Bazı tecellîler ise, kendilerinden daha alt mertebedeki başka tecellîlerin alâmetleridir. Şöyle ki, muarrif/tanımlayan, tanımla­nandan daha açık ve ondan önce olmalıdır.


Muhakkikler arasında, tecellîlerin kendilerini kabul eden-ler/tecellîgâh yönünden ve tecellînin kaynağı olan ve kendisin­de zuhur ettiği isim ve mertebelerin farklılığına göre farklılaştık­larında hiç bir görüş ayrılığı yoktur. Bazı tecellî mazhârlan, mazhârlıkları itibarıyla, başka bir takım mazhârların alâmetleri oldukları gibi, bazı tecellî ve mazhârlar da, başka bir takım tecel­lî ve mazhârlar üzerinde perde olurlar; bununla birlikte, bütün bunlarda tecellî eden/mütecellî, birdir.


Şu halde farklılık, mertebelere, mertebeleri tanıma ise, ilme bağlıdır. İlmin gerçekleşmesi için ise, alâmet/delil, yollar ve benzeri şeyler gibi pek çok sebep vardır; bunların hepsini ifâde etmek, sözü uzatır.


Sonra şöyle derim: Bazı vakitlerde bazı nefislerde, ilâhî ikram nefhalan coştuğunda, bir takım haller hasıl olur. Bu haller, onla­rın Hakkın dışındaki şeylerden yüz çevirip, tam olarak temiz­lendikten sonra kalblerinin "vecih"leriyle göz açıp kapatmadan daha kısa bir zamanda Gayb-ı Zât'a yönelmelerini gerektirir; böylece bu nefisler, Hakkın dilediği ilâhî ve kevnî sırları idrâk ederler. Bu nefisler, bazen bu mertebeleri ve tafsillerini öğrenir­ler, bazen ise öğrenemezler. Bununla birlikte, konusu Hak veya alem olan bilgiyle tahakkuk ederler. Bu bilgi, Hakkın dışındaki herhangi bir şeye delil ve alâmet olmaz; aksine Hak, daha Önce de buna işaret ettiğimiz gibi, alâmetin ta kendisi olur.


Alemler, gerçekten de çoktur; bunların başlıcaları, daha Önce mâhiyetlerini belirttiğimiz, vücûdî mertebelerdir/hazret.


Amâ'dan taayyün eden alemlerin ilki, mutlak-misâl alemidir. Bunun ardından, "teheyyüm" alemi, daha sonra Kalem ve Levh alemi, sonra Tabiat alemi gelir. Tabiat aleminin gelmesi, hükmü­nün cisimlerde Heyula ve Küllî cisim hakîkatleriyle zuhuru açı­sındandır. Bunun ardından, Arş gelir. Tertip bu şekilde devam eder, ta ki iş, dünya aleminde insana ulaşır. Bunun ardından, ber­zah alemi, daha sonra "haşr alemi", sonra cehennem alemi, sonra cennetler alemi, sonra "Kesib" alemi, sonra "ahadiyet-i cem ve'l-vücûd" alemi gelir; bu alem, bütün alemlerin kaynağıdır.


Allah, hâdidir. [27]



"Allah, Rahim Ve Rahmandır. " (Fatiha, 2)



Daha önce "Hamd alemlerin rabbı Allah'a aittir" âyeti­nin kelimelerinden bahsedip, bunlardan her birisine ait küllî sırlan ve bunların lâzımı olan mücmel hü­kümleri açıklamıştık. Bu nedenle, bu âyetten bir defa daha mücmel ve veciz bir şekilde bahsetmeye gerek duydum; böy­lelikle âyetin tek tek kelimeleri bilindiği gibi, bütün olarak cümle ve metni de anlaşılmış olur. Allah nasip ederse sürede­ki bütün âyetleri tefsir ederken bu şekilde hareket edeceğim. Bunun ardından, bu konunun gerektirdiği ölçüde, daha önce zikredilen kısa açıklamaya, "Rahman ve Rahim" isimleri hak­kındaki açıklamamı ekleyeceğim. Gerçi daha önceki ifâdeler­de bu konuda yeterli açıklama vardı, fakat, Besmele'de önce­den zikredilmiş olsalar bile, bu iki ismin hükümlerine dikkat çekmemiz gerekmiştir.


Bilinmelidir ki: Hamd sahiplerinin/hamid, hamd ettikleri kimselere/mahmûd olan hamdi, genellikle bir nimetten sonra ve ihsanın karşılığında olmaktadır. Ihlas sahibi ariflerin, herhan­gi bir nedene bağlı olmadan yaptıkları hamdleri, bu hamdin dı­şında tutuyorum; çünkü onların, Hakkın li-zatihi/kendisinden ve sahip olduğu kemâlden dolayı hamde müstahak olduğuna dair Haktan elde ettikleri bilginin kendisi, en büyük ve ulvî ni­metlerden birisidir.


Hamd genellikle ihsanın karşılığmda ise ve herkes, şu iki hal, yani rahat ve sıkıntıdan birisinde bulunduğuna göre, muhakkiklere göre Hak, kullarının maslahatlarını en iyi bilen ve bu rt\a lahatları kullan adına onlardan daha iyi gözetendir.


Kuşkusuz ki, arif ve muhakkiklerin efendisi, bir hâdisir, hamdin bütün hükümlerini toplamıştır. Hz. Peygamber, taki hamdi "Nimet veren ve ihsanda bulunan Allah'a hamd olsun/el-hamdü lillahi'l-mün'imi'I-mütefaddıl" derken; "sk1ntı"daki hamdi ise "Her halde Allah'a hamd olsun/elhamdü iahi ala küllî hal" ifâdesinde bir araya getirmiştir. Böylelikle Peygamber, bizim tabiat ve amaçlarımıza uygun olmayan halin, idrâk edemediğimiz fakat faydası bize dönen bir veya çja_ ha fazla maslahata sahip olduğuna dikkat çekmiştir.


Binaenaleyh bu hallerde, biz onları kerih görsek bile, Allaly., ait gizli bir rahmet ve ulvî bir hikmet bulunmaktadır; bu hikrrw bizim onlardan dolayı hamd etmemizi gerektirmektedir. Bigjm onda idrâk ettiğimiz bu ölçüdeki kerahet, pek çok durumda Hak onları süse bile, bir takım hallerimizin kendi üzerimizdeki kümleridir. Nitekim Allah, şöyle buyurmaktadır: "Size isabet eden her bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler racidir; Allah ise pek çoğunu siler." (Şura, 30).


Hz. Peygamber de, Ebu Zer'in rivayet ettiği kutsi bir hâdiste Allah'ın şöyle buyurduğunu belirtmektedir: "Şu halde kim la_ yır bulursa, Allah'a hamd etsin; bunun dışında bir şey buları ise sadece kendi nefsini kınasın."


Buna göre, kerih gördüğü haller de dahil olmak üzere n içinde bulunduğu bütün haller, içerdikleri maslahatlardan dolayi Hakka hamd etmeyi icap ettirirler. Bu maslahatları, herkes hisseder. Buna örnek olarak, Hz. Ömer'in meselesi ve onun râk ettiği şeyin farkına varan kimseleri verebiliriz.[28] İşte bu, metin genelliği ve rahmetin umumiliğidir.


Hamd, ihsan sahibinin ihsanı ile ihsanının mazhârı olan kim­se arasında meydana gelir. İşte Hakka izafe edilen bütün kemâl vasıfları da, bu iki ilâhî ve kevnî mertebe arasında ortaya çıkar.


Hamdın en önemli nedeni ve gerekçesi ihsandır ve "Allah'a hamd olsun/El-hamdülilllah" diyen kimsenin bu ifâdesi, Hak-km hamdın mâliki, hak sahibi/müstahak, daha önce açıklandığı üzere farklı mertebelerine ve külli hükümlerinin detaylarına rağmen hamdın sadece kendisine mahsûs olduğunu belirtmek­ten ibarettir. Hamd ise, mutlak ve külli bir hakikat olup, aynı za­manda bu mutlak hamdın izafe edildiği "Allah" isminin de mut­lak bir isim olması ve de Mutlak'm, salt mutlaklığı açısından herhangi bir hükmünün ortaya çıkmayışı nedeniyle, bunun ar­dından tarif, Rab ismiyle gelmiştir. Rab isminin, sadece izafe ola­rak kullanıldığını belirtmiştik. Bu nedenle Hak, bu ismi "alem­ler" kelimesine izafe etmiş, böylelikle de "Allah" müsemmâsmı, bu mertebede ve bu açıdan tarif etmiştir.


Hak, rubûbiyetinin saltanatının umumiliğini, uîûhiyetinin hükmünün kapsayıcıhğmı açıklamak; mülk, terbiye, tasarruf vb. daha önce açıklanmış olan yönlerden emrinin ve kudretinin alemde nüfuzunu ispat etmek için, Rabbı alemlere izafe etmiştir.


Şu halde nimetlendırme/in'am belirtilip, nimetten dolayı hamde mazhâr olan nimet sahibinin mertebesi ortaya çıkınca, bunun ardından hamde neden olan ihsanın ulaşmasının bilin­mesi, hamd edilenin hamd sahiplerinden üstünlüğü, onun rablı-ğı/rubûbiyet, hükmünün amel sahiplerine şâmil olmasını açık­lamaya gerek duyulmuştur. Onlar, bu hükümlerin mahalleri ve bu nispet ve sıfatların mazhârlarıdır. Bu ihsan, hangi yolla ula­şır, bu yolların sayısı ne kadardır? Kısımları nelerdir? Çünkü bunları bilmekle nimete nail olan kimse, nimete ve nimeti vere­ne dair tam bir bilgi elde eder ve hamildeki huzuru kemâle erer, ulvîleşir ve genişler.


Şu halde, Hakkın bunun ardından sadece er-Rahmân ve er-Rahim isimlerini zikretmiş olması, hamd ve şükre neden olan nimettendirme ve ihsanın, bu iki ismin feri olduklarına işaret­tir.


Çünkü rahmet ve onun gazabı geçmesi olmasaydı, alem var olamaz, el-Munim, el-Muhsin ve benzeri isimlerin de herhangi bir "ayn"ı zuhur edemezdi.


Bunun için er-Rahmân ismi, ihata, hüküm, taalluk ve kapsa-yıcılıkta Allah ismini takip etmiştir.


Allah, bu iki isim vasıtasıyla burada nimetine mazhâr olma­nın iki yolu, nimetinin de iki kısım olduğunu belirtmektedir: Bunların ilki, tertip silsilesi ve sebepler, şartlar ve vasıtalar mertebesidir; diğeri ise, vasıtaların ve zikredilen şeylerin orta­dan kalkması yoludur. Sebeplerin ve varlıkların kendisinde herhangi bir hükmünün veya ortaklığının bulunmadığı özel yolla gerçekleşen nimetlendirmeye, daha Önce defalarca dikkat çekmiştik.


İki kısım ise, umum/genellik ve husustan/özellik ibarettir. Umumilik, Rahmân'a ait varlığa/vücûd mahsûstur. Çünkü rah­met, daha önce de belirttiğimiz üzere, varlığın ta kendisidir. Ga­zap, mümkün çokluğun lâzımı olan "ademî/yokluk" hüküm ile ortaya çıkar. Bu noktada rahmetin gazaba önceliği, yaratma ter­cihidir.


Er-Rahmân, Vücûdun aynısı olması cihetinden, Hakkın bir ismidir; çünkü Hakkın isimleri, eser ve kabiliyetlerle taayyün eden itibarlara göre kendisine izafe edilirler. Bunun için isimler, müsemmâ tek olsa bile, çoğalmışlardır.


Tahsis, "umumun hükümlerinden birisi ve onun feri olduğu için, er-Rahim ismi er-Rahmân'da mündemiç olmuştur. Ulûhi-yet, mâhiyeti açısından herhangi bir varlığı olmayan makûl bir mertebedir ve kendisiyle nitelenmiş ve isimlenmiş Hak'tan fark­lı değildir; çünkü daha önce de belirttiğimiz üzere isim, bir açı­dan nuisemmâsmm aynıdır. Bu nedenle "Allah" ismi, bütün mertebeleri ve varlıkları kuşatan bir isim, Rahman ismi de sade­ce varlığa delâlet ettiği için "Allah" isminden daha hususî ol­muştur. Rahim ismi de, Vücûdun hükmünün tafsiline ve varlık­larda onun taayyünlerini izhâra tahsis edilmiştir.


Şu halde açıklanan şeyi anlayıp, daha önce bu iki ismin açık­lanması ve de istivanın sırrı, Arş ve Kürsî'nin sırrı hakkındaki açıklamaları hatırlarsan, bu isimlerin bilgisiyle tahakkuk etmiş olur, bunların pek çok sırrına muttali olursun.


Sonra şöyle deriz: Her şeyin, çoğul veya fert olarak, mertebe veya varlığı açısından Hakka istinat etmesi gerekir. İşte bu ne­denle bu iki ismi diğer isimlere mertebe ve üstünlük açısından takdim edip, şöyle buyurmuştur: "De ki: İster Allah deyiniz, is­ter Rahman deyiniz. Hangi isimle dua ederseniz edin, en gü­zel isimler ona aittir," (İsra, 110)


Sonra bilinmelidir ki: Rahmet, külli tek hakikattir. Rahmete mensup olan ve Hz. Peygamberin "Allah'ın yüz adet rahmeti vardır" hâdisiyle işaret edilen çokluk ise, rahmetin mertebeleri­ne racidir. Rahmetin yüz sayısına tahsisi, zikredilmesi hadiste teşvik edilen küllî isimlere/99 isim işarettir; Cennet mertebele-rindeki durum da böyledir.


Binaenaleyh, sayılan isimlerin her birisinde rahmetin bir hük­mü vardır. Çünkü isimler, daha önce açıkladığımız üzere, bir açıdan müsemmâmn aynıdırlar. Müsemmâ ise, Vücûd-ı Mut-lak'm sahibi olan er-Rahmân'dır. Daha Önce, isimlerin hükümle­rinin sadece mazhârlarıyla zuhur ettiklerini belirtmiştim; maz-hârlar ise, varlıkları açısından dikkate alınmadıklarında, ademi nispetlerdir. Nispetlerin itibarı, ancak Vücûd ile mümkündür. Şu halde isimlerin ve mazhârlarından ibaret olan "a'yân"ın hük­mü, Vücûda tabidir.


İşte bu, daha önce dikkat çektiğimiz er-Rahmân isminin hük­münün umumi olmasının sırrıdır.


Şu halde dünyaya gönderilmiş bir tek rahmet, rahmetin nis­petlerini birleştiren/cami bir nispettir. Bu nispet, Hakkın tecellî­sinin ve isimlerinin hükümlerinin, her halde, vakitte ve mertebe­de kabiliyetlere ve bunların hükümlerine göre taayyün ettiğini belirttiğimiz üzere, kuşatıcı bir mertebede zuhur etmiştir. Dok­san dokuz rahmet ise, rahmetin mertebeleri ve sayılan isimler­deki hükümlerinden ibarettir.


Bu durumda birleştirici nispet, küllî açıdan rahmetin hükmü­nü izhâr eder; zikredilen isimler ile de, rahmetin tafsîlî hüküm­leri zuhur eder; hepsinin birliğiyle ise, işin sonunda rahmetin gazabı geçmesinin sırrı zuhur eder.


Daha önce defalarca belirttik ki, işin sonu, başlangıcın benze­ri, hatta ta kendisidir. O, başlangıç ve son arasında ortaya çıkan nispetlerin hükümlerinin tedahülünden dolayı iki taraf arasında gizlenmiştir. Sonra, öncelik hükmü, işin sonunda kemâle erer ve böylelikle sonuçta baskınlığı zuhur eder. Çünkü her işte hüküm, "cem" sırrıyla olmak şartıyla önce olanlara aittir; nitekim daha önce defalarca bu meseleye işaret etmiştik.


Kıyamet günü gelip, bu birleştirici nispet isimlere bölü-nen/teferru' doksan dokuza eklenip, el-Muntakim, el-Kahhar ve benzeri isimlerin hükmü sona erdiğinde, yaratılışın başlan­gıcında rahmetin gazaptan önce gelmiş olmasının sırrı zuhur eder.


Varlıklar/mevcudat, isimlerin ve hakikatlerin mazhârlan, insan da bu varlıkların en kapsamlısı ve kâmili olunca, ilâhî emir, kulları arasında bu küllî ve tafsîlî hükmün mazhârı olan ve rahmete tahsis edilmiş kimselerin bulunmasını iktizâ etmiş­tir. Böylelikle bu kul, hadiste kıssası anlatılmış olan "sicillat" sahibi olur. Bu insanın ahadiyet-i cem sırrını taşıyan bineği de, içinde "La ilahe illellah/Allah'tan başka ilâh yoktur"un bu­lunduğu şeyden ibarettir; bu binek, öncelik, câmilik ve ahadi-yetin sahibidir. Böylelikle bu binek, bütün isimlere baskın olur.


En kâmil tahkike göre: Rahmetin hükmü, isim mertebelerin­de tafsil nispetiyle ve kesret de çokluk ve ahadiyetiyle sirayet et­tiği için, gâliplik ve mağlupluk rahmete raci iki hüküm olmuş­tur. Binaenaleyh rahmet, a ha diyeti/birlik ve tafsîlî nispetleri bir­leştirmesi açısından, galiptir; bizzat kendisi, ferleri, her ismin mertebesinde o isme göre taayyün eden cüzî nispetleri açısından ise, mağluptur. Böylece rahmet, galip olan mağlup, mahkum olan hâkimdir. Aynı durum, işaret edilen mazhârda da böyledir. Çünkü "sicil/yazılmış" olarak doksan dokuz, bu kulun işlemiş olduğu kötü fiillerinin halinin nüshâsıdır; "La ilahe illellah/Al­lah'tan başka ilâh yoktur"ı içeren binek ise, işlemiş olduğu iyi davranışlarının nüshâsıdır. Böylelikle kendisine izafe edilmiş iyi fiil, bu kötü fiillere baskın olmuştur. Şu halde bu kul, iyi fiili açı­sından galip, kötü fiili açısından ise, mağluptur.


Bu makamın üstüne çıkan kimse, fiilin fail ile birlikte kendi nefsine galip geldiğini görür; çünkü bu makam sahibinin zevki­nin üzerine terakki ederse, aleme nispet edilen bütün fiil ve sı­fatların, Haktan sâdır olduğunu ve mümkünlerle birlikte olmak şartıyla tekrar ona döneceklerini görür. Mümkünler, kendileriy­le beslenmenin gerçekleştiği mânâları taşıyan gıda maddeleri gi­bi, sadece şartlardır; böylelikle bu maddelerle amaçlanan şey, ta­lep sahibine ulaşır ve onunla birleşir, bununla birlikte arada farklılık bulunmaz, bunun ardından "ara" da ortadan kalkar.


Artık, "er-Rahmân ve er-Rahim" isimlerine ait bir ilave kal­mıştır, bunu zikredip, bununla -Allah'ın izniyle- bu isimlere da­ir açıklamalarımıza son vereceğiz. [29]



Rahmetin Hazretleri/Mertebeleri



Bilinmelidir ki: Rahmete mahsûs mertebeler, üçtür: Zuhur mertebesi, bâtmlık mertebesi ve ikisini birleştiren/cem mertebe; daha Önce, temyiz mertebelerinde ve başka bir takım yerlerde bunlardan bahsetmiştik.


Her varlık, bu mertebelere sahiptir ve bunların hükmünden hali değildir. Bu üç mertebeye göre rahmetin hükümleri, sait-lerde, şakilerde, mücerret ruhlar gibi bedenleri olmaksızın sa­dece nefisleriyle nimetlenen kimselerde, ya da sadece bedenle­riyle nimetlenenlerde ve bu ikisini birleştirenlerde, ayrıca cen­nette sûretleriyle değil de amelleriyle nimetlenen saitlerde çe­şitli kısımlara ayrılır; Cennette saitlerin ilimleriyle nimetlenme-lerinin nedeni, onların "ameller" cennetinde surî olarak nimet-lenmelerini gerekli kılacak şeyler hazırlamayışlarıdır. Bununla birlikte başkalarına nispetle nimetleri çoktur. Bunların zıddı ise, Allah'a dair ilimleri olmayan zahit ve âbidlerdir; çünkü bu kimselerin ruhları, kendileriyle ilâhî ve ilmi mertebeler arasın­daki münâsebetin yoksunluğundan dolayı, rûhânî nimetten çok az nasiplenirler.


Bu nedenle, yani aradaki münâsebetin yoksunluğundan do­layı, bu kimselerin himmetleri, amel esnasında amelin ve netice­sinin ardına taalluk etmemiştir; aksine onlar, ameli gaye zanne­dip, onun katında/lede'1-amel durmuşlar, kendilerine vaat edi­len şeyleri arzulayıp veya sakmdınldıklan şeylerden korkarak amelle sınırlı kalmışlardır.


İki nimeti tam olarak birleştirenler ise, ilim ve amelde kâmil payı elde edenlerdir; bunların örneği, Hz. Peygamber ve veli ve kâmillerden ona varislik kemâline eren kimselerdir.


Rahmet varlığın kendisi; Vücûd, nûr ve daha Önce de dikkat çektiğimiz gibi ademî/yokluk hüküm, zulmetin/karanlık sahibi ise, nurun kendisinde daha yetkin ve şâmil zuhur ettiği kimse, Hakka nispetle kulların en yakını ve en kâmili olmaktadır. Bu ne­denle Hz. Peygamber, Rabbinden zahirini nûrlandırmasmı talep ederek, saç, deri, et ve benzeri zahirî organlarını zikretmiştir. Bu­nun ardından ise, kalb, görme ve işitme gibi bâtını uzuvlarını say­mıştır. Hz. Peygamber, tek tek bunların sayımını bitirdikten son­ra, bunların hepsinin birliğinin/ahadiyet-i cem'ihî lisanıyla konu­şup, şöyîe buyurmuştur: "Allah'ım beni nûr kıl, beni nûr kıl/"


İşte bu, zahir ve bâtm, mücmel ve mufassal olarak bütün açı­lardan rahmetin hükmüdür.


Bu makamın sahibinde, ademe/yokluğa dönük yönü olan imkân verililerinin hükmünden, sadece bir açıdan bir tek nispet kalır. Bu nispetle, bu kimsenin ubudiyeti sabit olur ve bununla kendi sureti üzerinde bulunduğu kimseden/Hak ayrılır.


Hakkın, peygamberini alemlere rahmet olarak gönderilen ve de müminlere karşı rauf ve rahim diye tarif etmesini hatırlayı-nız! Allah'tan niyaz et ki, seni de bu en büyük efendiye bu üstün Ve şerefli makamda vâris kılsın! Bu makamın sahibi, insân-ı kâmil'dir. Zikredilen hal ise, kemâlin haddinin cüzlerinin en bü­yüklerinden ve bu makama mahsûs vasıfların en kâmillerinden birisidir.


Bu, böyle bilinmelidir.


Şimdi, tekrar konumuza dönüp, şöyle diyoruz:


Cehennemde de durum bu şekildedir; Çünkü, cehennem ate­şi müminin bâtınına tesir edemez. Münafık ise, zahirle ilgili olan en üst katta azap görmez, o, bâtınla ilgili en alt katta azap görür. Müşrik ise, saadeti tam olan saidin mukabilinde, hem üst ve hem de en alt katta azap görür.


Burada zikredilmesi mümkün olmayan bir takım konular vardır ki, akıllı kişi, daha önce yapılan işaretlerden bunları anlar.


Bu kısımların, bir takım tafsil ve hükümleri vardır, bunları zikretmek, sözü uzatmaya neden olacaktır. Bu nedenle, bunları zikretmekten vazgeçip, bu kadarıyla sınırlı kaldnn. Bu sûredeki "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazap ettiklerinin-kine değil" âyetinden bahsederken, bu meselenin sırlarından kalanları, âyetin gerektirdiği ve Hakkın takdir ettiği ölçüde -Al­lah'ın izniyle- zikredeceğim.


Sonra bilinmelidir ki: er-Rahim isminin hükmünden ibaret olan tahsis, daha önce belirttiğimiz gibi, "iki kabza/iki tutuş"ya tabi olan iki türden ibarettir. Bunların birisi, şüpheli şeyleri orta­dan kaldırmak suretiyle nimet sebeplerini, saadet ehline tahsis etmektir. Nitekim Allah teala şöyle buyurmaktadır: "De ki: Al­lah'ın kulları için çıkardığı zinetini ve temiz rızıklan kim ha­ram kılar? De ki: onlar, dünya hayâtında imân edenlere aittir, kıyamette ise sadece onlara aittir." (Araf, 32).


Çünkü dünya, çokluk ve karışım diyarıdır. Binaenaleyh bu nimetler, dünya hayâtında sıkıntı ve mekan hükümleriyle karış­mış olarak müminlere aittirler; âhirette ise, bu nimetler saf ola­rak müminlere ait olacaktır.


Şu halde er-Rahim ismi, nimet sebeplerini ve ihsan kaynakla­rını sıkıntı ve kir pisliklerinden arındıran şeydir.


Tahsisin diğer türü ise, saitlerin mutlak anlamda şakilerden, temyiz edilmesi ve dünya hayâtında meydana gelen benzerlik-ten/teşabüh ayıklanmasından/taMis ibarettir. Dünya hayâtında bu benzerlik, er-Rahmân isminin umumiliğinden kaynaklan­maktadır. Dünya hayâtında şakilere ait olan rahmet, rahat vb. şeyler, ayrıca bunun zıddı olarak sait müminlere ait olan sıkıntı ve elemler, rahmetin hükümlerindendir.


Aynı zamanda, zahir alimlerinin büyüklerinden bir guruba göre "er-Rahmân", mânâsı açısından umumi, lafzı açısından hususî iken, "er-Rahim", lafız yönünden umumi, anlamı yönün­den ise, hususîdir. Bu görüş, bir açıdan "tahkik" diliyle işaret et­tiğimiz gerçeğe uygundur; gerçi bizim işaret ettiğimiz gerçek, zahir ehlinin bilgi kaynağından elde edilmemiştir.


Hz. Peygamberin işlere dair bilgisinin kemâline ve Hz. İbra­him'in babasına söylemiş olduğu söze bak! Allah, bu ifâdeyi Kur'an'da bize hikaye etmektedir: "Ey babacığım! Sana Rah-mân'dan bir azap ulaşmasından korkuyorum." (Meryem, 45).


Buna göre Hz. İbrahim, o gün babasının üzerinde hükmü olan isme riâyet etmiştir ki, o isim, er-Rahmân ismidir; çünkü babası, rahat ve selâmet içinde bulunmaktaydı. Böylece Hz. İb­rahim, er-Rahmân isminin kuşatıcı bir isim olduğuna ve ihatası altında rahmetin dışında hükmü bulunan isimlerin de bulundu­ğuna babasının dikkatini çekmiştir. Bu hüküm, er-Rahim ismine ait arınma ile âhiret hayâtında zuhur eder, böylece halis rahmet kısmı, kendisine zıt bütün hükümlerden ayrılır ve her ismin Özelliği, kendisine göre zuhur eder.


Buna göre Hz. İbrahim babasına adeta şöyle demiştir: "İçin­de bulunduğun rahat ve emniyete aldanma! Çünkü el-Munta-kim isminden, zikredilen arınma ve ayrışma yoluyla er-Rahmân isminin hükmü ayrıldığında, şimdi içinde bulunduğun halden farklı şiddetli ve zor şeylerle yüz yüze gelirsin. İşin ve vaktin uy­gun olduğu sürece bunu anlamaya çalış!" Bunun üzerine Allah, Hz. İbrahim'in dikkatini çektiği konudan babasının idrâkini per-delemiştir; bunun nedeni ise, Allah'ın takdir ettiği herhangi bir Şeyin gerçekleşecek olmasıdır.


Burada önemli bir sır vardır ki, buna dikkat çekip, bu âyete dair açıklamalarımıza sona erdireceğiz. Bu sır şudur: er-Rahim ismine izafe edilen tahsis, irâde hükmüdür; çünkü irâde, daha önce açıkladığımız gibi, aslî-ilk isimlerden birisidir. Er-Rahim ise, ihatası altındaki isimlere nispetle külli isimlerden sayılsa bi­le, zikredilen ilk-ana isimlerden sonra gelmektedir.


Ardından, irâdeye nispet edilen tahsis, kâmil tahkikte ilmin hükümlerinden birisidir; çünkü bütün tahsisler irâdeye dayan-saydı, irâde olması özelliğiyle irâdenin kendi tahsisi, ya kendisi­ne dayanmış olurdu; bu durumda bir şeyin, kendisine bağımlı ve kendisi için bir sebep olması gerekirdi ki, bu doğru değildir; ya da, bu irâdeden önceki başka bir irâdeye dayanmış olması ge­rekirdi ki, buna dair sözümüz, önceki irâde hakkındaki sözün aynısıdır. Böylece iş, devir veya teselsüle ulaşır ki, her ikisi de, bu tarzda imkânsızdır/muhal. Ayrıca, ilkinden başka bir irâde bulunsaydı, ilim ve hayâtın da irâdeye dayanmış olması gerekir­di, halbuki irâde, bunlara dayanmaktadır ve irâdenin mertebesi, hayât ve ilmin mertebesinden daha sonra gelmektedir. Şu halde, ilim ve hayâtın irâdeye dayanması, geçerli değildir.


O halde irâde, gerçekte, Zât'a ait özel bir taalluktur, bu taal­luk, ilim ile taayyün eder ve ilimde sabit olan tahsisleri ortaya çı­kartır; yoksa irâde, ilimde tahsisi bulunmayan bir şeyi tahsis et­mez. İlim, ilim olması yönünden Zât'm özel bir taallukudur, bu taallukun hükmü de, bilinen/malum ve irâde edilen şeyde ve onlara göre belirlenir/taayyün. Şu halde mümkünün yaratılışla ilgili "tercih" nispetini ve bunun levazımını kabul etmesi, ilmi hükmü belirler/ta'yin; ilmî hüküm ise, irâde ve ihtiyar nispetle­rini ve bunların hükümlerini belirler/ta'yîn.[30]


Bu makamın, "ümena/eminlerin"nm kendileriyle bezendiği bir takım sırlan vardır. Ümena/Hakkm Emin Kullan, sıdk/doğ-ruluk ve inayet ayaklarıyla bu makâmm zirvesine yükselirler. Şayet sen de, ulvî himmet ve kâmil istidat ehli isen, bu sırların hazinesine ve bu nurların kaynağına seni muttali kılması için Hakka yönel! Bu talebine cevap verilirse, yüksel, bak, uzaklaş ve artık konuşma!


Allah, kullarına karşı latiftir, dilediklerini rızıklandırır. Allah, güçlü ve azizdir. [31]



Din Gününün Sahibidir. (Fatiha, 3)



Bu âyet, çeşitli meseleleri içermektedir.


Bunlardan bazıları şunlardır: Mülkün sırrı; günün sırrı ve ibâdete, cezaya, boyun eğmeye ve daha sonra Allan'ın-izniyle- dikkat çekeceğimiz başka şeylere delâleti yönünden dinin sırrı. Öncelikle -Allah'ın yardımıyla- bunlardan tek tek bahset­mekle başlayacağız, daha sonra ise, bütünü açısından bunlardan bahsedeceğiz; nitekim daha önce de böyle hareket etmiştik. Şöyle deriz: [32]



Mülkün Sırrı



Milk, şiddet ve kuvvet demektir; aynı zamanda milk, kudret ve tasarruf anlamında da kullanılır. "Melikü't-tarik", dilde, yo­lun ortası demektir. "Melikü'd-dabe", hayvanın sürücüsü ve rehberi demektir. Meleküt, zahir ve bâtını kapsaması açısından, bu kelimenin mübalağa siygasıdır.


Bu kelimenin içermiş olduğu bütün bu anlamlar, Hak için sahîh olan anlamlardır. Çünkü Hak, kuvvet ve metanet sahibi­dir; rehber ve kayyumdur; her şeye kudreti yetendir; dilediği her şeyi yapandır; her şeyin melekütü onun elindedir.


Meleküt'te ince bir sır bulunmaktadır. Şöyle ki, meleküt, mülkteki mübalağadır. Mülk, sadece zahirle ilgilidir, çünkü yaratıklarda mülk ve mâlik, onları Haktan farklı olarak kalple­re ve bâtınlara mâlik yapamaz; Hak ise, bunların hepsinin mâ­likidir. Hakkın bâtını olarak mâiik olması, Kalbin, Hakkın iki parmağı arasında bulunup, dilediği gibi onu çekip çevirmesi itibarıyladır. Fiil ve tasarrufa dair her zahir, bâtına tabidir. Şu halde bâtında melik olmak, zahirde de melik olmayı gerektir­diği halde, zahirde melik olmak bâtında melik olmayı gerektir­mez.


Bundan dolayı bazı kimseleri görürüz ki, herhangi birisini sevdiklerinde bâtın ve zahiriyle o kimseden etkilenirler; sevdiği kimse, onun meliki, sultanı ve efendisi olmasa bile, yerleşik ıstı­laha göre onun mâlikidir.


Gerçi keşfe ait tahkik şu bilgiyi vermiştir: Bütün aşıklar, ger­çekte kendi nefislerini severler, fakat, sevgilinin sureti, kendile­ri için bir ayna mesabesindedir. Bu aynada seven kimse, tam münâsebet ve rûhânî paralellik/muhazat açısından, kendisini müşahede eder. Şu halde "maşuk/sevilen" diye isimlendirilen şey, sevenin kendisini sevmesinin ve kendisinde tesir etmesi­nin şartı olur.


Bunun sırlarından birisi şudur: İnsan, ilâhî ve kevnî mertebe­leri kapsayan özet bir nüshadır. Her şey, insanda bulunur, bu­nunla birlikte herkes, aşın yakınlık ve vahdet/birlik hükmünün kesrete/çokluk baskm gelmesinden kaynaklanan mündemiçlik nedeniyle, bunu idrâk edemez. Şu halde herhangi bir şey, ken­disinden veya kendisine münasip başka bir şeyle, adeta bir ayna gibi manevî ve rûhânî bir paralellik/muhazat makâmmda bulu­nursa, bu ölçüdeki farklılık ve -benzerliğin yanı sıra- orta uzak­lık, o şeyin kendisiyle o şeyden veya benzerinden farklılaşan şeyde suretinin zuhur etmesinin nedeni olur. Böylelikle o kimse, kendisinden ayrılan şeyde kendisini idrâk eder ve yakınlık ve ahadiyet/birlik perdesi ortadan kalktığı için nefsini müşahede edebilmesi mümkün olur;s bunun neticesinde ise, tecellîgâhı ha­line gelmiş olan bu şeyde kendisini sever.


Bu makamın, başka önemli bir takım sırlan vardır ki, burada onları zikretmek uygun değildir; bu, sadece bir değinme ve işa­retten ibarettir.


Sonra şöyle deriz: Bilindiği gibi bu âyet "Melik-i yevmi'd-din, Mâlik-i yevmi'd-din" şeklinde de okunmuştur. Her iki okumanın da dil açısından kendisine özgü ve başkalarının ortak olmadığı anlamları vardır.


Zahir ehli, bunların arasında çeşitli farklar zikretmiştir. Bazı alimler, "Melik" okuyuşunu, bazıları ise, "Mâlik" okuyuşunu üstün saymışlardır. Her bir gurup, tercih ettiği görüşün doğru­luğuna dilin gerektirdiği çeşitli açılardan delil getirmişlerdir. Ben, burada onların görüşlerinin detaylarını zikredecek değilim. Şu var ki, bu görüşlerden sadece iki kelime arasındaki farkın an­laşılmasını temin edecek görüşleri zikredeceğim, böylece dilin hükmü açığa çıkmış olur. Sonra da, Hakkm bu konuda bahş et­tiği ve zevkimin gerektirdiği şeyleri dile getireceğim. Şayet, zev-kî bilgileri, dilin ıstılahı anlamından anlaşılan şeylere tatbik et­mek amacım olmasıydı, nakil ehlinin herhangi bir görüşünü ak-tarmazdım. Fakat, kitabın başında zikredilmiş olan taahhüdüm­de dikkat çektiğim bu hikmetten dolayı, bu kadar nakilde bu­lunmayı istisna etmiştim.


Şöyle derim: Melik ve mâlik arasında zikredilen farklar ara­sında şu vardır: Mâlik, kölenin sahibidir; Melik ise, halkm hü­kümdarıdır/melik. Köle, halktan daha zelil bir haldedir, bu ne­denle mâliklikteki baskmın/kâhr, melikliktekinden daha fazla olması gerekir. Şu halde mâlik, hal olarak melikten üstündür. Melik, siyaset ve gücüyle birlikte bazı açılardan meliktir; mâlik ise, her halükarda mâliktir ve ölümden sonra da, velayet ona aittir.


Ayrıca şunu ileri sürmüşlerdir: Hak, "mâlikü'1-mülk/mül­kün mâliki" olmakla övülür, "melikü'1-mülk" olmakla övülmez. Bunun delili şu âyettir: "De ki: Allah'ım, mâlikü'l-mülksün." Böylece mâlik'in, melik'ten üstün olduğu sabit olmuştur.


Ayrıca şunu ileri sürmüşlerdir: Melik, bazen mâlik olur, ba­zen ise olmaz; aynı şekilde mâlik de bazen melik olduğu gibi, bazen olmaz. Şu halde meliklik ve mâliklik, zaman zaman bir­birlerinden ayrılabilir. Şu var ki, mâliklik, serbest tasarrufun se­bebi iken, meliklik böyle değildir; buna göre mâlik, bu anlamca melikten daha üstün olmaktadır.


Bilinmelidir ki: Bu kelimenin -ister "Melik" ve isterse de "Mâlik" olsun- içermiş olduğu kemâl özelliklerinin hepsi Hak için sabit olduğu için, âyet iki rivayetle de varit olmuştur; çün­kü birleştirmek/cem, daha üstün ve daha kâmildir. Hakkın emri bir ve bütün isim ve sıfat mertebelerindeki tercih de, bir tek nispetten olan tek şeye ait olunca, bu tercih edici emirden dolayı vahdaniyet özelliğindeki ilâhî emir, tercih edilmiş diğer şeylere bu makam ve mertebede ulaşır; bu tek emir, Hakkm mazhârı, rubûbiyet ve bu durumda ihatası altında bulunan şeylere karşı tahakküm sırrının taşıyıcısıdır; nitekim daha önce bunu belirtmiştik.


Şimdi -Allah'ın izniyle- her birisiyle okumak caiz olmakla birlikte, iki kıraatten birisini tercih etmeyle ilgili zevkî emrin ge­reğini zikredeceğim.


Bu tercihin konusu, tahkik kaidelerinin gerektirdiği bir takım sırlardan dolayı "Mâlik" olmaksızın "Melik-i yevmi'd-din" oku­yuşudur.


Bu sırların birisi, şudur: Mâlik, "Rab" isminde mündemiçtir; çünkü Rab isminin dildeki anlamlarından birisi, "mâlik" de­mektir. Kur'an, i'caz/aciz bırakma ve vecizlik özelliğiyle nazil olmuştur. Şayet "Mâlik" okunuşunu tercih etmiş olsaydı, icazla çelişen bir çeşit tekrarlama olacaktı. Kâmil keşif ise, varlıkta as­la tekrar olmadığını ifâde etmiştir. Şu halde, bundan dolayı "Mâlik" değil, "Melik" okunuşunu tercih, zorunludur.


Bu meseledeki diğer sır ise, iki öncüle dikkat çektikten sonra ortaya çıkacaktır: Bunların ilki, son başlangıcın benzeri, hatta ay­nısıdır şeklinde ifâde ettiğim kuralı hatırlamaktır; çünkü sonlar, öndekilerin aynısıdır. Diğer öncül ise, varlıkta meydana gelmiş bütün işlerin, tesadüfen gerçekleşmeyeceğidir; aksine varlıktaki her şey, vasıtalar ve mazhârlar bunu bilinmez yapsa bile, Hak tarafından amaçlanmış ilâhî bir tertip ile gerçekleşir.


Her vakitte Varlık/Vücûd ile vasıflanan mümkünler, bundan daha kâmil ve şerefli olan şeyi kabul etme gücünde değillerdir. Şayet akılar, bu tertibin sırrına ve bundaki ilâhî hükmün sırrına ulaşamazsa bu, kevnî acizlikten ve mümkün varlık olmaktan kaynaklanan bir eksiklikten doğar.


Bu meseleye, kısmen ve hatırlatma kabilinden Besmele'nin harflerinden bahsederken değinmiştik.


Bu durum sabit olunca, deriz ki: Gerçekleşen/vaki ve hükmü sürekli ilâhî tertibe göre Kur'an'm son süresi, "De ki: Ben insan­ların rabbına sığmıyorum" âyetiyle başlayan Felak süresidir; bu durum, sûrelerin tertibi esnasında ister bilinsin, isterse de bi­linmesin böyledir. Bu isim, bu sûrede "Mâlik" değil, "Melik" olarak yer almış ve Rab isminin ardından zikredilmiştir; üstelik bu sûrede bu ismin "Mâlik" şeklinde okunması caiz değildir. Şu halde bu durum, "Melik" şeklinde okumanın daha üstün oldu­ğuna delildir.


Ayrıca, Hak işin sonunda, büyük kıyamette ve de seyir ve so­yutlanma/insilah halinin sona ermesinin ardından gerçekleşen vuslat haliyle tahakkuk esnasında kopan küçük kıyametlerde[33] birlik çokluğa baskın iken şöyle buyurmaktadır: "Bugün mülk kime aittir: Vahid ve kahhar olan Allah'a aittir." Mülk üzerinde hüküm sahibi olan, Meliktir. Şu halde bu âyet de, Melik kıra­atinin daha uygun olduğuna delildir.


Müstakil isimlerin, izafe edilen isimlere önceliği vardır. Me­lik ismi, Mâlik isminin aksine müstakil olarak yer almıştır. Bunu teyit eden bir delil de, "Fâliku'l-isbah", "Cailu'l-leyli sükna", "zi'1-mearic" gibi izafe isimlerin rivayetle sabit olan sayılı isim­ler arasında zikredilmemiş olmasıdır.


Hz. Peygamberin hadisleri de, Kur'an'm sırlarını açıklar ve bu sırlara dikkat çeker. Hz. Peygamberin bir duasında şöyle buyur­duğu hadislerde yer almıştır: "Hamd, sadece sana aittir. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Her şeyin rabbı ve melikisin."


Hz. Peygamber, bu hadisinde "mâlik" dememiştir. Bu bağ­lam, fatihanm başlangıcında zikredilmiş isimler için daha uy­gundur.


Ayrıca, dil alimleri, Mâlik'in Melik'ten üstün olduğuna dair bir delil zikretmişlerdi. Buna göre Mâlik, kölenin sahibidir ve kölesi hakkında sınırsız tasarruf sahibidir, melik ise, böyle değil­dir. Çünkü Melik, iktidar ve siyaset gücüyle ve de sadece bazı açılardan meliktir. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım, geçersiz bir kı­yastır, bu kıyas, Hakta değil, sadece yaratıklarda geçerli olabilir. Çünkü açıktır ki, Hak mutlak tasarruf sahibidir ve bütün açılar­dan mülkün sahibidir. Şu halde başkasının meliMiği Hak ile kı­yas edilemez. Vasıflar ve isimler, özellikle şeriat ve burhan ile açıklanmış olanlar olmak üzere, en kâmil anlamları cihetinden Hakka izafe edilebilirler, bu böyle bilinmelidir!


Şu halde bu durum, "Meliki-yevm" diye okumanın daha üs­tün olduğuna delildir. Mâlik'in bâtın açısından sırrı ise, Rab is­mi hakkındaki açıklamalarımızda mündemiçtir; artık bunu tek­rarlamaya gerek duymuyorum.


Allah, mürşittir. [34]



"Yevm/Gün"in Sırrı



Bu kelimenin sırlarından söze başlamadan önce, bir mukad­dime takdim etmek gerekmektedir. Bu mukaddime, zamanın hakikatine, ona ait hususlara ve ilahiyattaki dayanağına dikkat çekecek ve daha önce ifâde edilmiş asılları hatırlatacaktır. Şöyle derim:


Defalarca belirttik ki: Mutlak ilâhî gayb hakkında, sonluluk, tayin, takyit ve benzeri şeylerle hüküm verilemez. Mümkünler ise, gayr-ı mütenahidir. Fakat mümkünlerden varlığa dahil olan ve her vakitte, mertebede, halde, mevtinde ve her bir isme nispetle Zâtı gayb'den zahir olan şey, belirli bir emir olabilir; binaenaleyh bu emrin, bir başlangıcı ve takdir edilmiş bir sonu vardır.


Küllî hakikatler ve varlıklarda hüküm sahibi olan ilâhî isim­ler, hükümleri itibarıyla sonludur; fakat, bir kısmının hükmü, bir defada sona erirken, bazısının hükmü, cüzî ve tafsîlî açıdan değil, küllî açıdan sona erer. Daha önce de açıkladığım gibi, in­san, çeşitli durum ve özelliklerle taayyün etmiş farklılaşmış ve sınırlanmıştır. İnsanın, bütün bu özelliklerden ayrılması müm­kün değildir, fakat bir kısmından ayrılabilir. Şu halde Hakkın gaybmdan kendisine ulaşan herhangi bir tecellî veya hitap veya hüküm, insanın durumuna göre gelir ve halinin ve mertebesinin hükmüyle boyanır.


İlâhî hükmün kaynağı ve menşei, taayyün-i evveldir/ilk ta­ayyün. Taayyün-i evvelin, daha önce açıkladığı tarzda, nüfuzu ve sürekliliği vardır.


Bu açığa çıkınca deriz ki: Zamanın aslı, ed-Dehr ismidir; bu


da, diğer esmai nispetler ve küllî hakikatler gibi makûl bir nis­pettir. Ed-Dehr, ana isimlerden birisidir ve hükümleri, bütün alemlerde farz edilen takdirlere göre taayyün eder. Bu takdir­ler/ölçüler, mümkünlerin varlıklarının ve hükümlerinin halle­rine, isimlerin eserlerine, bunların semavî ve kevkebi/yıldızlara ait mazhârlarma göre belirlenirler.


Her bir isim, belirli bir mertebe ile sınırlanması açısından kendisine özgü -gerçi, başka isimlerle başka şeylerde ortaktır-hükümleriyle farklılaştığmda, ilâhî emir, her bir ismin hükümle­rinin mahallinin ve bu hükümleri tayin ettiren şeylerin mahsûs mümkün "a'yân"m olmasını gerektirmiştir; bunlar, isimlerin hükümlerinin mazhârları ve rubûbiyetinin mahallidirler[35]. Şu halde kendisine mahsûs hükümleri, bu hükümleri kendileri için nihayeti gerektiren tarzda kabul eden varlıklarda sona ererse, hükümranlık/saltanat, başka varlıklarda "el-Âhir" ismine ait olur; bu ismin hükümleri de, geride kalır, bunlar, ya saltanatı olan herhangi bir isme tabilik yoluyla katılır veya hükümleri or­tadan kalkıp, o isim gaybe katılır veya başka bir ismin altına gi­rer. Bu yeni isim, ihata yönünden ilk isimden daha kapsamlı, hü­küm açısından daha devamlı ve saltanatı açısından ise daha güçlüdür.


İşte, bütün alemlerde, diyarlarda ve mertebelerde /mevtin durum bu şekildedir. Bundan dolayı şeriatlar, vahiyler/ilham­lar, ilâhî tecellîler farkMaşırlar; bunların bir kısmı, diğerlerine egemen olur ve onu hükümsüz kılar/nesh. Bununla birlikte hepsi de, sahihtir ve hepsinin aslı ve Hakkın emri yönünden hükmü birdir.


Her vakitte bütün mertebelere, mevtinlere, cinslere, türlere, alemlere nispetle saltanat ve baskınlık, sadece bir tek isme aittir; diğer isimlerin hükmü ise, bu galip isme tabidir, nitekim daha önce bu meseleye defalarca işaret etmiştim. Çünkü sultan, sade­ce Allah'a aittir, hüküm sahibi ve bütün isimleri birleştiren ulû-hiyet de, tektir, ulûhiyetin emri de, tektir. Şu halde bu emrin mazhârı, bütün vakit ve hallerde ancak tek olabilir. Çünkü ilâhî vahdet/birlik ile nizâm meydana gelir ve bu nizâmın hükmü, bütün varlıklarda devam eder. Allah Teâla'nın "Şayet orada Al­lah'tan başka iki ilâh bulunsaydı, fesat çıkartırlardı" (Enbiya, 22) âyeti buna işaret etmektedir.


Bu durum, muhakkiklere göre kesin olan gerçeklerden birisi­dir.


"Mevalit" hükümlerinde "tavali"i benimseyen kimselerin gö-rüşleri, bu esasa dayanmaktadır. Buna göre bu insanlar, hükmü doğum esnasında ufuktan zahir olan ilk şeye nispet ederler; bu, işin başlangıç ve nihayette işin varış noktasıdır. Bu durumda yetkinin sahibi olan ilkin dışındaki şeyler ise, kendisine tabi ve onun hükmüyle boyanmıştır.


Daha önce Hakkın el-Evvel ve ez-Zâhir olduğunu belirtmiş­tik; bu kitabın pek çok yerinde, evvelliğin sırlarına dikkat çek­miştik, bu bağlamda, onları hatırlarsan, Allah'ın izniyle doğru yolu bulursun!


Sonra şöyle deriz: Şu halde vakitlerin, günlerin, ayların, yılla­rın ve büyük devirlerin belirlenmesi/tayin, isimlerin hükümle­rine ve zikredilen hakikatlere tabidir. Arş, Kürsî, Felekler, yıldız­lar/kevkeb, işaret edilen hüküm sahibi hakikat ve isimlerin mazhârları ve onların hükümlerini belirleyen şeylerdir.


Buna göre devirler ile, isimlerin kapsayıcı ve kuşatıcı olan küllî hükümleri zuhur ederler. "Anlar" ile ise, müsemmâya delâ­letleri ve ondan farklı olmayışları açısından zatî hükümleri zu­hur eder; nitekim daha önce bunu açıklamıştık. Bu iki mertebe arasında bulunan, günler, saatler, aylar, seneler ise, bu iki asıl arasında gerçekleşen girişik hükümler/mütedahil itibarıyla ve bunların arasında ortaya çıkan nispet ve asırlara göre zuhur ederler. Bunlara örnek olarak, mutlak varlığın özelliği olan vah­dette veya imkânın lâzımı olan çoklukta/kesret ve bunların ara­sında meydana gelen ve bunlardan doğan varlıklardaki emir/durum verilebilir.


Bütün feleki suretlerin ve başka suretlerin, Arş'a nasıl dere edildiğine bak! Bununla birlikte Arş, hareket açısından bunların en hızlısıdır. Gör ki, Arş'in hareketiyle günler nasıl ölçülmekte­dir? Bundan, Zât'a delâleti ve belirttiğimiz gibi ondan farklı ol­mayışı açısından ed-Dehr ismine terakki et. Ferd ve bölünmeyen zamandan ibaret olan "an"ı düşün! Çünkü o, gerçek varlık-tır/vücûd-ı hakîkî. Onun dışındaki şeyler ise, ister mazi isterse de gelecek zaman olarak farz edilsin, madum şeylerdir. Şu hal­de an Vücûda; kesret ve imkân hükmü ise, "devir"e aittir; Vücûd-ı Hak ile varlıklar/a'yân arasında gerçekleşen ilişki ise, ha­reketin makuliyetine aittir.


Buna göre "an" ile devirler, vücûd/varlık ile imkân arasında, varlıklar ve renkler zuhur eder. Devirlerin mazhârı, olgularda/ek-van idrâk edilir; imkân ise, keşif ile idrâk edilir, zihinlerde ise ma­kûldür/akledilir. Böylece ed-Dehr'in ve zamanın hükümleri, taf-silleşir. Binaenaleyh devirlerin dayanağı "Kıyamete kadar yara­tıklarıma dair ilmimi yaz"; "An"m dayanağı ve kökeni ise, "Al­lah var idi ve onunla birlikte başka bir şey yoktu", ayrıca "Her nerede olursanız olun, Allah sizinle birliktedir" ifâdeleridir.


Şu halde "an" ile, dakikalar ölçülür; dakikalar ile, dereceler ölçülür; dereceler ile saatler ölçülür; saatler ile gün ölçülür. İş, bu dörtlü sır ve bunları birleştiren sır ile tamamlanır.


Genişletirsen, haftalar, aylar, mevsimler, seneler olarak isim­lendirmiş olursun. Aksi halde, artırmak bağlamında yıla yapılan bir ilave tekrar olduğu gibi, güne ilave edilen şey de, tekrardan ibarettir.


Zatî müşahede ile tahakkuk edip, cem ve ahadiyet makamı­na ulaşma nimetine mazhâr olan kimse, "tekrar" hükmü vermez ve "an"m hükmünden devirlerin hükmüne intikal etmez; çünkü onun rabbi, kendisinin her gün bir "şe'n"de bulunduğunu bil­dirmiştir. Buna göre Allah, günü "O/Hüve" zamirine izafe edince, müşahede ve rivayetle, onun "bölünmeyen an" olduğu bilinir. Çünkü her mertebenin ve ismin günü, kendisine göredir. "Hüve/O", isim ve sıfatları birleştiren mertebenin istinat ettiği bir olan Zât'a işaret eder. Bu makamdan, bu ve benzeri kullar, şu âyetin sırrına muttali olurlar: "Bizim emrimiz, göz açıp kapat­mak ya da, daha da yakındır," (Kamer, 50)


Böylelikle, âyette zikredilen "daha yakın" olanı da bilir ve onu müşahede eder; bununla birlikte bildiği ve gördüğü şey, ona yeterli gelmez.


Allah, öğreten ve doğruya ulaştırandır. [36]



Din'in Sırrı



Bu kelimenin, pek çok sırrı vardır. Bu sırların, zihinlerde somutlaşması, pek çok idrâkte ve anlayışta belirmesi, ancak zevki bilgilerle ilgili bir kaç irfanî mukaddimenin hatırlanmasına bağlı­dır; bu mukaddimeler, bu sırlardan bahsetmeden önce genişçe an­latılmalıdır. Böylelikle, -Allah'ın izniyle- bunların içermiş oldukla­rı mânâları zikredebileceğiz. Bu mukaddimelerin faydası, din ke­limesinin içermiş olduğu dikkat çekilen sırları anlamayla sınırlı değildir. Aksine bunlar, genel olarak faydalıdırlar ve daha önce ifâde ettiğimiz düşüncelerin anlaşılmasında olduğu gibi, bundan sonra gelecek diğer konularda da kendilerinden yararlanılır.


Bunu belirtince, şöyle deriz: Sıfatlar, na'tlar ve benzerleri, bunlarla vasıflanan ve nitelen kimseye tabidirler. Şu anlamda ki, herhangi bir sıfatın mevsufuna izafe edilmesi, mevsufa ve onun zâtının bu sıfatın kendisine izafe edilmesini kabul etmesine gö­redir. Hak, hakikatinin künhü idrâk edilmese bile, kendisinin bildirip, haber verdiği ve anlattığı kadarıyla şöylece bilinmiştir: Hakka nispeti sahih olan na't ve sıfatların O'na izafesi, bu sıfat­ların başkalarına nispet edilmeleri gibi değildir. Çünkü O'nun dışındaki şeyler, mümkündür ve her mümküne, imkân hükmü, ihtiyaç, kayıt, eksiklik vb. gibi imkânın levazımı sirayet etmiştir. Hak ise, hakikati açısından, bütün mümkünlerden farklıdır. O'na benzer olan, hiç bir şey yoktur. Şu halde na't ve sıfatların Hakka izafe edilmesi, mutlak, küllî, kuşatıcı ve kâmil anlamda olabilir.


Kuşkusuz ki, ilim, en önemli nispet ve sıfatlardan birisidir. Şu halde ilmin, Hakka nispet ve izafe edilmesi, en eksiksiz, kâmil ve üstün tarzda olmalıdır. Binaenaleyh, fıtratlar imân nuruyla, selîm akıllar burhan nuruyla, kalbler ve ruhlar ise müşahede ve "iyân" nûrlanyla şahittirler ki: Hiç bir bilgi, Allah'ın ilminin dı­şında kalamaz, hiç kimsenin tevili ve anlayışı onun ilminin dı­şında değildir. Çünkü Hakkın ilmi, kendisisinin de haber verdi­ği ve bildirdiği gibi, her şeyi kuşatmaktadır.


Hakkın kelâmı da, aynı zamanda, O'nun bir sıfatı veya ilmi­nin bir nispetidir. Bu durum, zevk ehli olan muhakkiklerde de­ğil, fikir ehli arasında genellikle bilinen durumun aksinedir.


Kur'an, bu sıfatın sureti veya ilmi nispetidir, şu halde Kur'an da, ihata edicidir. Nitekim Allah, şu âyetle buna dikkat çekmiş­tir: "Kitapta hiç bir şeyi ihmal etmedik." Bu konudaki başka bir âyet de şudur: "Kuru ve yaş hiç bir şey yoktur ki, apaçık bir ki­tapta bulunmasın." (Enam, 59)


Şu halde, Kur'an'da bulunan herhangi bir kelimenin dilde çe­şitli mânâları var ise, bütün bu anlamlar Hak tarafından kast edilmiştir. Herhangi bir kimse, Hakkın kelâmına dair Kur'an'm nazil olduğu dilin gerektirdiği bir şey söyleyip, kesin serî kural­lar da bununla çelişmezse, bu yorum haktır ve Allah'ın irâde et­tiği şeydir.[37]


Söz konusu bu yorumun doğruluğu ise, ya onu dile getiren kimseye nispetle veya kendisine ve bu makamda, zevkte ve an­layışta kendisine ortak olan kimseye nispetle geçerlidir.


Sonra, kelimelerin bazı anlamları, bazı âyet ve sûrelerdeki bağlamlarında daha uygun ve karinelerden açığa çıkan çeşitli nedenlerden dolayı daha münasip olabilir; bu karineler arasın­da, nüzul sebepleri, âyetin, kıssanın ve hükmün siyak ve siba­kı/bağlamı, veya muhatapların ve onların Öncülerinin daha yaygın ve meşhur olan anlamı dikkate almasını vb. zikredebi­liriz. Binaenaleyh bu durum, Kur'an'm sırrına dikkat çekerken ifâde ettiğimiz şeyle çelişmez; belirttiğimiz gibi, Kur'an'm bir "zahr"i vardır, bir "batn"ı vardır, "had"di vardır, "matla"ı vardır; "batn"mm yediden yetmişe kadar giden "batn"ı vardır.


Bu sabit olunca, bilinmelidir ki: Din lafzının, dilde çeşitli an­lamları vardır. Bunlardan bazıları, ceza, adet, itaat ve durum­dur. "Danehu" demek, onu zelil kıldı, köleleştirdi, yönetti ve sa­hibi oldu demektir. "Deyyan", mâlik demektir. Din, 'İslam/tes­lim olmak"tır. Binaenaleyh bütün bu anlamları din lafzı içerinektedir ve bunlar, Hak tarafından kast edilmiş anlamlardır. Çünkü Hakkın kelâmı, kâmildir, mutlaktır ve ihata eder; o, her­hangi bir belirli anlam veya mefhûm ile sınırlanmaktan münez­zehtir. Nitekim, daha önce de bunu ifâde etmiştik.


Şimdi de -Allah'ın izniyle- bu kelimelerin mânâlarından Al­lah Teâla'nm nasip ettiklerine veciz işaretlerle değineceğim ki, aynı şeyi daha Önce de yapmıştım. Sonra da, bu âyetin hüküm­lerinin anlaşılmazhklarını ve fatihanın birinci kısmının bu âyetin bitişiyle sona ermesinin sırrını, tertip açısından açıklayacağım; sonra da, -Allah'ın izniyle- ikinci kısmı içeren diğer âyete geçe­ceğim.


O halde, Öncelikle bu konuda bu kelimeye yakın ilk anlam olan birinci kısmın açıklanmasıyla başlayacağız; bununla birlik­te bu açıklamalara, âhiret hallerinin bazı sırlarına ve başka me­selelere dikkat çeken önemli nükteler ilave edeceğim. Şu halde, ifâdelerimize ilâhî fıtrat nuruyla dikkat eden kimse, önemli ve çok kıymetli bilgilere muttali olur.


Biliniz ki: Hak, içinde değerlisi-değersizi, büyüğü-küçüğü ol­mak üzere, alemleri ve varlıkları birbirlerine bağlamış, bir kısmı­nın zuhurunu, diğer bir kısmına dayandırmıştır. Bazı varlıkları, diğer bir kısmını izhâr eden aynalar yapmıştır. Şu halde süflî alem, içindekilerle birlikte, ulvî alemin aynası ve onun eserleri­nin izhâr edicisidir; ulvî alem de, aynı şekilde, bir aynadır. Bu aynada, bazen süflî alemin fiil ve ruhları, bazen ise suretleri, ba­zen de hepsi birden yansır ve belirlenir /taayyün. Küliî-misâl alemi, bazı mertebelerde sınırlanması yönünden ve de hüküm ve mutla kliğinin umumiliği cihetinden bütün fiiller, mevcutlar ve mertebeler için bir aynadır.


Her şeyi, o şeye dair ilmine göre izhâr etmek, başkasına de­ğil sadece Hakka ait bir iştir. Hak, bu izhârı hazerat-ı hamse DağU olan beş nikahın hükümlerine tabi kılmıştır, daha önce bü­tün bunlara dikkat çekmiştik. Şu halde, türlerinin ve şahıslarının farklılıklarına göre varlıkların zuhuru, zikredilen mertebelerinin ve daha önce işaret edilen hükümlerinin farklılığına göre, "nika-hî-cem"[38] sırrına bağımlıdır.


Bunu öğrendiysen, şöyle derim: Sırrı açıklanmak istenen ce­za[39], fiil, fail ve mefulun nedeni-vasıtası-zarn/mefulun îieclih-bi şeyin ve fi-şeyin arasında ortaya çıkan neticeden ibarettir. Fiilin işlenmesinin nedeni, fiile kalkışan kimsenin ilmine tabi olan ira­dî ve gaybî bir harekettir. Bu hareketin, irâde sahibinin ilmine göre, kendisinden sâdır olan fiile sirayet eden bir hükmü vardır; bu hüküm, ilmin ve irâdenin konusu olan fiilin sonuna kadar devam eder.


Şu halde, herhangi bir failden sâdır olan bir fiilin kaynağı, kuşkusuz ki işaret ettiğim şeydir; aynı zamanda bu fiilin, gaye­nin kendisiyle belirlendiği ve fiilin suretinin zuhur ettiği bir "emr"inin olması gerekir. Önceki paragraftaki "mefulun lieclih-bi şeyin ve fi-şeyin" sözümle buna işaret ettim. Aynı zamanda fi­ilin, bir neticesinin ve konusu bu fiilin gaye ve kemâlinden iba­ret olan bir eserinin de olması gerekir.


Bu durumlar/emirler, faillerin, onların kuvvetlerinin, mak­satlarının, huzurlarının, mertebelerinin ve -şayet failler sınırlı neş'etlerin mensubu iseler- neş'etlerinîn değişmesine göre fark-lılaşır. Gerçekte her şeyin ve her şeydeki mutlak fail, Haktır. Herhangi bir failden bir fiilin sâdır olması, fail bu zikredilen nispî kayıtların hükümlerinden hali olduğu halde tasavvur edi­lemez. Sınırlı/mukayyet neş'etler ise, bunun dışındadır; çünkü isimleri ve Özel vecih yönünden Hakkın fiilleri, küllî hakîkatlerin eserleri ve ruhlar, smırh neş'etlere bağımlı/tevakkuf değil­lerdir; fakat bunlar, zorunlu olarak mazhâra bağımlıdırlar. Şu var ki, sınırlı neş'etler, mazhânn şartı değillerdir.


Bu fiilin izafe edildiği kimseye en yakın olan, ifâde ettiğimiz şeyi bilen veya onunla birlikte hazır olan kimsedir. Çünkü bazı fiiller vardır ki, nispet edildikleri kimseye en yakın olan şeye nis­petle dikkate alındığında, "lağv" ve "abes" diye isimlendirilir; şu anlamda ki, bu fiilin faili, zahir olarak, bu fiille herhangi bir maslahat kast etmiş değildir ve bu fiilde belirli bir amacı yoktur. Gerçekte ise durum, böyle değildir. Çünkü fiilin faili, gerçekte, kendisinden başkasının fili olmayan Haktır. Hak, kendisine abe­sin izafe edilmesinden münezzehtir; çünkü Hak, kendisinin de bildirdiği ve haber verdiği gibi, "Sizi abes olarak yaratmadık" (Müminun, 115); "Gökleri ve yerleri batıl olarak yaratmadık" (Sâd, 27) buyurmaktadır. Aksine, her sakinleştirme/teskin ve hareketlendirmede/tahrik Hakka ait acaîb hikmetler ve garip sırlar vardır. Anlayışların çoğunluğu, bu sırlara ve hikmetlere ulaşamaz; Hakkın bildirmesi olmaksızın akıllar, bunların mâhi­yetlerini idrâk edemezler, nefisler bunlara muttali olamazlar.


Şu halde, bir ürün, başlangıç ve gaye olmalıdır; ayrıca, fiile, ilk niyet/kast-ı evvel hükmünün ve "huzûr"un eşlik etmesi ge­rekmektedir. Bunlar, daha önce belirttiğimiz üzere, gayeyle ilgi­li olan ilme tabidirler. Fakat fiilin ve fiilin nispet edildiği kimse- , nin, bir takım mertebeleri vardır. Binaenaleyh bazen fiil, bazı mertebelerde bir takım vasıflarla nitelenir; bu vasıflar, belirli bir mertebede veya belirli bir haldeki nispet ve izafetten dolayı ve­ya bazı mertebeler ve hallere göre kendisine arız olmuşlardır. Böylece bunun sırrını bilmeyen kimseler zannederler ki, fiil iki faile birden istinat etmektedir veya bu özellik, fiil için zâtı bir özellik ve kendisinden zuhur ettiği her mertebede fail hakkında zorunlu hüküm sahibidir; halbuki durum böyle değildir, aksine durum, bizim ifâde ettiğimiz gibidir.


Sonra, bilinmelidir ki: Fiiller, kısım kısımdır: zâtı fiiller, iradî tabiî fiiller, emrî fiiller. Emrî fiiller, iki kısımdır. Birisi, meleklerin ve nûrani ruhların fiilleri gibi, iradî fiillerle birleşip, on­lardan farklılaşmayan kısımdır. İkinci kısım ise, bazı açılardan iradî fiillerden farklı olan kısımdır. Buna örnek olarak, Güneş'e, Ay'a ve bazı meleklere nispet edilen "teshir/boyun eğdirme"i verebiliriz. Tabiî fiiller, taksimde "emri" fiiller gibidirler; bunlar, emri fiillerin iradî fiillerle birleşmesi gibi, bazı suretlerde bazı varlıklara nispetle iradî fiillerle birleşirler. Bunun ardından, bu üç altı kısmı birleştiren bir kısım daha gelmektedir.


Bu fiil kısımlarının varlıklardan sâdır olması da, çeşitli tarz­larda gerçekleşir. Çünkü bazı varlıklar vardır ki, bu zikredilen kısımlardan sadece birisine mahsûstur; bazıları ise, tekil veya mürekkep olarak iki veya üç fiil kısmıyla ilgilidir: Tekil veya mürekkep derken, o varlığın fiillerinin, bu kısımlardan mürek­kep olarak sâdır olduğunu veya o varlığın, her kısma göre bir fi­il veya çeşitli filler meydana getirebilecek güçte olmasını kast et­mekteyim. Bazı varlıklar ise, zikredilen yorumla, diğer fiil türle­rini birleştirir.


Bu fiil kısımlarının mazhârları ise, nûrî ve narî/işik ve ateş kay­naklı ruhlar, ulvî suretler, unsurlar, başta insan olmak üzere bun­lardan meydana gelen şeyler (müvelledat) ve insandan her neş'et-te, halde, mertebede ve makamda meydana gelen şeylerdir.


Bu asılla ilgili bir tek şey kalmıştır ki, o da, fiil kısımlarından her bir kısmı, ait olduğu varlığa tam olarak isnat etmektir. Bu konudan bahsetmek, geniş açıklama ve ifşası caiz olmayan bir takım sırların açıklanmasını gerektirir. İma ettiğim şeyi anlayan basiretli kişi, susulan ve zikretmekten sarf-ı nazar edilen bazı şeylerin farkına varır.


Şimdi de, bu mevzunun insanla ilgili yönünü tamamlayalım! Çünkü insan, ayn-ı maksude/amaçlanan varlık, misâl-i etemm/en kâmil örnek ve nüshâ-i camiadır/kuşatıcı nüsha. Şöyle deriz:


İnsan, fiilin bütün kısımlarını ve hükümlerini içermektedir. İnsan, dünya hayâtında, suretinin ve ruhunun birleşimi açısmdan pek çok fiilin sahibidir. İnsanın, rûhânî miraç ile insilâh/so-yutlanma halinde rûhânîyeti açısından çeşitli fiil ve eserleri var­dır; bu soyutlanmayla birlikte, insanın bedenle ilişkisi ve bazı açılırdan bu alemin ve bu unsûrî yaratılışın hükmüyle sınırlan­ması devam eder. Ayrıca insan, unsûrî yaratılışı bütünüyle terk ettiğinde berzah alemi, haşır, cennetler vb. alemlerdeki yaratılı­şında da çeşitli hallere ve fiillere sahiptir; fakat bütün bunlar, unsûrî yaratılışa tabi ve ondan meydana gelmişlerdir. Unsûrî varatılışm tavassutuyla insanın filleri dünya hayâtından berzah alemine, daha sonra âhiret alemine geçer, ulvî mertebelerde so-mutlaşırlar/reşahhus. Bunların hükümleri insan için nasıl idiler­se, bütün mertebelerde, mevtmlerde ve alemlerde o şekilde de­vam eder ve sâbitleşirler. Çünkü insan, unsûrî mizacın hüküm­lerinden, bunun levazımından ve kendisiyle ve kendisinde nef­sinin zuhur ettiği neticelerinden soyutlanamaz, bunun nedeni insanın, her çeşit mazhârdan müstağni kalmasının imkânsız ol­masıdır; binaenaleyh insanın mazhârları da, hiç bir zaman tabi­atın hükmünden soyutlanamaz. [40]



Tamamlayıcı Açıklama



Mükelleflerin Fiilleri



Bilinmelidir ki: Bütün bu kısımlardan zikredilmesi ve açık­lanması gereken en önemli kısım, mükelleflerin fiilleridir. Onlar, bu fiillerden dolayı ceza veya mükafat göreceklerdir. Mükellef­ler, insanlar ve cinlerdir; hayvanların da, sadece kısas yönünden olmak üzere, bu noktada onlarla bir ortaklığı vardır. Hayvanlar hakkında, naslarda varit olduğu kadarıyla, hükmü sürekli başka bir ceza yoktur. Ciniere gelince: biz onların fiillerinin karşılıkla­rını göreceklerinden hiç bir kuşku duymasak bile, onların cenne­te girip girmeyecekleri kesin değildir. Cinlerden mümin olanlar, işledikleri hayır amellerinden dolayı âhirette bir karşılık görür­ler, fakat bu konuda herhangi bir nas yoktur. Zevk yönünden de, bu konuda kesinlik verebilecek herhangi bir bilgi yoktur. Bi­naenaleyh belki de cinler, hayır amellerinin nitecilerini, cennet­ten başka Allah'ın dilediği her hangi bir mekanda göreceklerdir. İnsan ise, işin mihveridir; insan, hükmün tafsilinin mahallidir.


Şöyle deriz: İnsanın fiili, bazen belirli bir maslahat taşımaz, bu çeşit fiil, "abes" diye isimlendirilir, bundan ve abesin gerçek­te Hak tarafından irâde edilmemiş olduğundan daha önce bah­setmiştik; veya bu fiil, kasıtlı olarak işlenmiştir ve gayesi olan bir şeyle ilgilidir; bu şey ise, ya Haktır veya ondan olan bir şeydir. Binaenaleyh konusu Hak olan fiile Hakkın vereceği karşılık/cezâ, bu durumdaki kuluna olan inayetine ve kulun işlediği fiiliy­le sadece kendisini talep ettiği Rabbma dair bilgisine, O'na olan inancına, ilim ve itikat açısından fiil esnasında Rabbıyla olan hu­zuruna bağlıdır.


Bu makamın bir takım sırlan vardır ki, bunların açıklanması haramdır.


Bu şeyin konusu, Hak değil de, ondan olan bir şey olabilir. Bu ikinci kısmın tafsüî, dört makamla ilgilidir: Havf/korku, takva, reca/ümit ve hüsnü zan makamı.


Bu makamlar, muhabbet makamına tabidirler; çünkü fiilin nedeni, muhabbete ait hükümdür.


Haktan olan şey itibarıyla fiilin konusu, ya talep sahibine uy­gun bir şeyi talep etmektir, veya kendisine uygun olmayan bir şeyi def etmek veya uygun olmayan bir şeyin gerçekleşmesin­den sakınmaktır veya fiile veya kendisine uygun olan bir şeyi hüsnü zanla elde etme ümididir. Bu hüsnü zan, ihsanından iste­nilen şeyin gerçekleşmesi ümit edilen kimseye karşıdır, çünkü o, cömert ve ihsan sahibidir. Ya da bu fiilin gayesi, Hak tarafından gerçeklemesinden sakınılan bir şeyden korunmaktır, çünkü Hak, kahır sahibi ve şiddetle cezalandırıcıdır. Böylelikle kul, kendisine Haktan herhangi bir sıkıntı veya zarar ulaşmasından çekinir.


Sonra, bütün bunlar, ya belirli bir vakit veya özel bir hal ve­ya dünya, âhiret ve bunların arasında yer alan herhangi bir alem ile sınırlıdır; veya zikredilenlerden herhangi birisiyle sınırlı de­ğillerdir. Aksine failin amacı iki şeydir: ya, menfaati celb et-mek/celb-i menafi veya her halde bütün vakit ve mertebelerde kendisine gelecek yollardan zararı uzaklaştırmaktır; veya hayır fiili işlemeye kendisini sevk eden şey, kişinin o fiilin iyi olduğu­nu bilmesi ve kötülükten sakınmasına neden olan şey ise, kişinin o şeyi kötü ve zararlı olarak bilmesi olabilir.


Fiilin her bir kısmının neticesi, ilk emrin hükmüne tabidir; bu hüküm, bu fiile yönelmeye neden olur ve ona sevk eder. Ayrıca, ed-Dehr" isminin hükmü, ilâhî şe'nin hükmü; fiilin bulunduğu Mertebe ve neşetin hükmü, eksiklik ve itmam /tamamlama da bu hükümle beraber bulunur. Bunun dışında kalanlara ise, daha önce işaret etmiştik.


Bütün fiillerin, sureti yönünden cezalandırma/mücazat ve neticelendirme /intaç mertebesindeki zuhuru, fiile yöneldiği es­nada faile galip olan sıfatın hükmüne ve fiilin nihayetine tabidir. Fiilin nihayeti ise, failin kendisine galip bu sıfatla irtibatlı oldu­ğu yönden bulunduğu mertebe ve failin himmetine bağlıdır. Fa­kat evvellikleri açısından cüzî sıfatlara ait gâliplik, bu cüzîleri kapsayan ilk küllî gâlipliğe tabidir. Buradaki durum, Kalem'in belirlemiş olduğu cüzî iyiliklere ve bunların zahirdeki çirkin mahallerine nispetle, başlangıç ve son arasındaki saadet ve şaki­likteki durum gibidir.


Nitekim, daha önce buna defalarca işaret etmiş, eşyadaki hükmün, ahadiyet-i cem olduğuna ve bunun ilklerle/evveliyat ile ortaya çıktığını açıklamıştım.


Sonra bilinmelidir ki: İnsandan sâdır olan her fiilin, her sema­da bir sureti vardır; bu suret, bu fiil bu alemde taayyün ettiğin­de somutlaşır. Bu suretin ruhu ise, failin ilmi ve fiil esnasındaki niyetine bağlı olan huzurudur. Bu suretin baki kalması, fiil esna­sında fail üzerinde rab olan/rabb-ı has ismi açısından Hakkın yardnnma bağlıdır. Hiç bir fiil, failinden çıktığmda kendisinde zahir olan galip sıfatın mertebesini aşamaz.


İyi fiillerin ve hükümlerinin dünyadan âhirete geçmeleri-nin/teaddî iki şartı vardır: Bu iki şart, cezalandırma ve neticele­ri açısından fiillerin suretlerinin devamı noktasındaki iki asıldır:


Bunların birisi, tevhit, diğeri ise, ceza gününü ve birlenen Rabbm, cezalandıran olduğunu ikrar etmektir. Şayet fiile sevk eden neden, küllî ve ilâhî bir emir veya bu iki asla tabi belirli bir durum değilse ve bunlardan meydana gelmemişse, ulvî alemde somutlaşan ve insanın fiilinden meydana gelmiş suret, Sidre'yi geçemez. Bu suretin, sadece Sidre'nin altında ve Cennet'in dışın­da nihayette failinin yerleştiği makamda sureti zuhur edebilir; bunun gerçekleşmesi ise, fiilin iyi fiil olması şartına bağlıdır.


Şayet fiil kötü ise, unsurlar alemini aşıp çıkamayacağı için, geri döner. Böylelikle bu fiilin neticesi, fail hakkında hemen zu­hur edip, ortadan kalkar veya silinir gider; ya da bu netice, Sid-re'de baki kalır. Kötü filin neticesinin burada baki kalmasının nedeni ise, insanın yaratılışında gizli halde bulunan "cem sır­rı'nm fiile verdiği özellik ve bütün mertebelerin hükümlerini ku­şatan dünya hayâtının gereğidir.


Haşır günü geldiğinde ise, Allah çirkini temizden ayırt eder; nitekim şöyle buyurmaktadır: "Çirkinin/habis bir kısmını bir kısmı üzerine ekler." Bu, farklı mertebelerine rağmen hiç bir iyi amelleri yükselmeyen şakilerin fiillerinin Özelliğidir.


Bu konunun iki sırrı vardır, bunlardan birisi şudur: Daha ön­ce de açıkladığımız üzere çokluğun/kesret hükmü, imkândır. Kesretin baki kalması ve var olması, "ahadiyet" özelliğindeki varlık tecellîsi/vücûdî tecellî ve "cem/çokluk" özelliğindeki hü­küm ile mümkündür. Şu halde ilâhî mertebenin birliğine istina­dı taakkul edilemeyen herhangi bir varlığın çokluğunun hüküm­leri ve eserleri silinir, geride bir şey kalmaz. Bunun nedeni ise, bu varlığın Hakkın korumak istediği şeyleri muhafaza ettiği merte­beye istinat etmemesidir. "Elest"[41] misâkınm hükmü ve ilk sırra bağlı olan nüfuzu olmasaydı, o varlık bütünüyle yok olurdu.


Söz konusu meseledeki diğer sır ise, gizlenmeleri gereken son derece kapalı sırlan içermektedir; bu nedenle, bu sırları bi­linmezlik hazinelerinde bıraktık, Hak, dilediği kimseler için di­lediği şekilde onları izhâr eder.


Muvahhitlere gelince: Bunlardan, fiili küllî-ilâhî ve belirlen-miş-cüzî emre tabi olan kimsenin fiilinin sureti, daha önce ifâde ettiğimiz gibi, kendi ilminin sıfatıyla boyanır. Bu kişinin niyeti­nin ruhu da, fiillerine sirayet eder ve Hak rubûbiyet hükmü do­layısıyla rahmeti ve sayma sı /ihsa yönünden, o kimse adına bunları himaye eder.


Şayet, fiile unsurlar aleminin hükmü ve unsun yaratılış suret­leri hâkim olursa, bu tarz fiiller, Sidre-i müntehada korunurlar; Sidre-i münteha, fiile neden olan ilâhî emirlerin kaynağıdır. Çün­kü bu mertebe, unsûrî alemin sona erdiği mertebe ve unsûrî suret­lerle zuhuru yönünden Tabiat'm kaynağıdır; böylece Allah, Sidre-i müntehayı unsurlar alemine ait eserlerin yükseldiği son nokta yapmıştır. Çünkü mükelleflerin fiilleri, genellikle, unsurlardan meydana gelmiş ve oluşmuş suretlerin ve mizaçların neticesidir, işte bu nedenle bir şeyin, kendi aslını aşması mümkün olmamıştır. Binaenaleyh unsurlar aleminden meydana gelen hiç bir şey, un­surlar alemini aşamaz; şayet aşarsa, fiile baskınlığı ve hükmü bu­lunan başka bir hakikate tabî olmasından dolayı aşabilir.


Failin himmeti ve rûhânîyeti, mertebesi ve hali gerektirdiği için, zikredilen baskınlıkla unsurlar alemini aşarsa fiil, Kürsî'ye, oradan Arş'a, oradan Levh'e, oradan Amâ'ya geçer. Bu mertebe­lere ulaşması, kendisiyle bu alemler arasındaki kuvvet ve münâ­sebete bağlıdır, ayrıca bütün bunları bir neticesi olması bunu mümkün kılmıştır; böylelikle Ümmü'l-kitab'da hesap gününe kadar korunmuş olur.


"Fasıl günü/iyi amellerin kötülerinden ayrıldığı gün" geldi­ğinde ise, kulların fiilleri iki kısma ayrılır: Buna göre bu fillerin bir kısmı, "hebaen-menşura" haline gelirler; bunun anlamı, da­ha önce işaret ettiğimiz gibi, fiillerin silinip gitmesidir. Bazıları ise, inayet iksirinin ve tevhide veya Hakka veya tövbeye dair il­min kendilerini dönüştürdüğü fiillerdir. Böylece bu fiillerin kö­tüleri, iyiye, iyi olanlar ise daha iyiye dönüşürler. Bunun sonu­cunda ise, bunların neticesi, adeta aynı olur; günah işleyen kim­se, aynı ölçüde sevap işleyen kimseninkiyle eşit olarak ödüllen­dirilir. Binaenaleyh öldürme, diriltme ile, gasp etmek sadaka ve ihsan ile vb. ödüllendirilir. Bazı amelleri ise, Hak affedip, eserini ve hükmünü siler; bazı amellere ise, faili onu işlediğinde, tam ölçüsüyle karşılığını verir. Fiil hayır ise, karşılığı hayır, kötü ise karşılığı kötülük olur.


Fiilin iyiliğinin gelişmesi ve bazen üstünlük bazen kötü ame­li silici özelliğiyle açık baskınlığı, ilâhî inayete, huzura, rahmete ve tevhit ve imâna dair şefaat ile birlikte kâmil müşahede ilmine racidir; söz konusu şefaat, meleklerde, resullerde, nebilerde, ve­lilerde ve müminlerde ferlerine ayrılır. Aynca filin bu özelliği, nihayette erhamü'r-rahimin/merhamet edenlerin en merhamet­lisi olması hasebiyle Hakka izafe edilen kadim inayete racidir.


Hükümleri ahirette gözüken bazı fiiller, günahların neticele­rinden ve suç fiillerden meydana gelen azabın hafifletilmesi gi­bidir. Bazı fiiller ise, kâmillerin hallerine aittir; bunların hüküm­leri, bütün bu kısımların dışındadır ve bunları hakkıyla sadece erbabı bilebilir. Bunların karşılığında Haktan bu fiillerin sahiple­rine ulaşan şeyler, "ceza" ve "bedel" diye isimlendirilmez.


Tahkik sahibi kimsenin/muhakkik, bu gibi şeyleri "ceza" ve "ecir" diye isimlendirmesi, meşru amelin belirli bir ecri istilzam etmesi açısındandır; şöyle ki: ecir, meşru amelden meydana gel­miş ve onunla ortaya çıkmıştır. Bunun bir benzeri, insanın ame­lin suretinin varlıkta zuhur etmesinde şart olmasıdır. Bu durum, bu ve benzeri konularda ilâhî bir sünnettir; yoksa bu tarz bir ce­za, amelin kendisinden ve vasıtasıyla zuhur ettiği kimse tarafın­dan talep edilmez.


Şu var ki: Amel lizâtihî ecri kabul etmeyi ve ondan faydalan­mayı gerektirmediği için - çünkü amel, var olan bir şey değil, sa­dece bir nispettir- Hak kendi fazlıyla ameli, bu fiilin zahirde ken­disine izafe edildiği kimseye iade etmiştir; bunun nedeni, fiilin onunla zuhur etmesi, fiilin varlığının faile dayanması/tevakkuf ve bu açıdan fiilin Hakka aidiyetinin imkânsızlığıdır. Çünkü Hak, mutlak müstağnidir; Zâtının, mâhiyeti açısmdan/min hay-sü hiye gerektirmediği halde yaratıklarından herhangi bir vasfın Kendisine dönmesi halinden münezzeh ve mütealdir.


Bunun sırrı şudur: Varlık mertebelerinden herhangi birisin­den veya birisinde veya birisiyle matlup olan şey, bu mertebeye ve onun mazhârlarına mahsûs kemâlden başka bir şey değildir; nitekim daha önce buna işaret etmiştik.


Fiillerin ve amellerin, bir mertebesi vardır, ayrıca bidayetleri ve kemâlleri vardır. Buna göre fiil ve amellerin kaynağı, "hub~ bî/bilinmek istemek" harekete ve kemâlin zuhuruna taalluk eden küllî-irâdî teveccühtür; buna yaratılış sırrı ve başlangıcın­dan bahsederken işaret etmiştik. Fiillerin ve amellerin kemâli ise, bütün fiil ve amellerin gayelerinden ibaret olan neticelerinin zuhurudur.


Şu halde amellerin ve neticelerinin kemâli, bunların Zât'a ait gaybî mertebeden sudur edip, şehâdet mertebesinde gözükme-leriyle gerçekleşir. Şehâdet mertebesi, el-Bâtm ismi için bir ayna, onun tecellîgâhı ve hükmünün nüfuz makamı olan ez-Zâhir is­minin saltanatının mahallidir. Bu durumda ameller ve neticele­ri, şehâdet mertebesinde kemâle erince bütün emir/iş, tafsili ola­rak Hakka döner; amellerin "neticelerinin şehâdet aleminde ke­mâle ermesi, bu neticelerin amellerden farklılaşıp, hükümde de onlara tabi olarak zuhur etmeleriyledir. Bu dönüş, ezelde Hak­kın ilminin mertebesinde "emr"in farklılaşmasına göredir; bu­nunla birlikte Haktan başka hiç bir fail yoktur, fakat kendileri de fiil olsalar bile fiillerin zuhuru, kullara bağlı olmuştur. Şu halde fiiller, bunların faili olmaları anlamında değil, onlarla zuhur et­meleri açısından gerçekte kuliara nispet edilmişlerdir.


Hükümlerinin ve mertebelerinin farklılığına rağmen Hak ile yaratıkları arasında ortaklık vehmi veren sıfatlarda da durum böyledir.


Bunu anla ve gıdanın sırrı, suretleri, onun ulaştırmada ve taf­silin zuhurunda şart oluşuna dair daha önce ifâde ettiğimiz şey­leri hatırla! Aynı şekilde, dikkat çektiğim ve bu sırrı açıklayan nükteleri de hatırla! Bu durumda çok Önemli ve yüce sırları Öğ­renmiş olursun.


Allah, mürşiddir. [42]



Tamamlayıcı Açıklama



Mükellefin Fiilleri



Bilinmelidir ki: İnsandan sâdır olup, kendisiyle Hakkın dışın­da herhangi bir şeyi amaçladığı iyi ve ya kötü herhangi bir fiil­de fail kul değildir, kul bu fiilde sadece işçi kabul edilir.


Bu kişiden "bir/iyilik" veya "salih amel" diye isimlendirilen bir fiil sâdır olup, bununla bizzat bir şeyi amaçlamayıp, bu fiili daha önce işaret ettiğimiz gibi sırf "hayır" olduğu veya yapmak zorunda olduğu için yaptıysa; emri yerine getirme arzusu, onun mutlak anlamda emir olması açısından değil de, emir ile birlik­te fiilde "huzur" ise, bu kimse "racül/adam"dur.


Şayet bu mertebeden yükselip, ameliyle Hakkın dışında her­hangi bir şeyi amaçlamayacak hale gelirse, o kişi adamlıkta/ra-cüliyet kemâle erer.


Bu makamı aşıp, "Benimle işitir, benimle görür, benimle tu­tar ve benimle yürür" hadisinde belirtildiği gibi yaptığı her şe­yi Hak ile yapmak makamına ulaştığında ise, marifet ve adam­lıkta kemâle erer.


Bu zikrettiklerimize kişinin Hak ile huzuru eklenirse, bu ki­şi rnuhlis/ihlas sahibi ve muhlas/Hakkm ihlaslı kıldığı kimse­dir. Kişinin Hak ile huzûru/huzûr mea'1-Hak, Hakkın fiillerinin kuldan ve kul ile sâdır oluşunu görmekle gerçekleşir. Kul, bunu idrâk eder/tahakkuk; müşahedenin, fiilin ve izafetin kendisine cteğil, Hakka izafesi yönünden kendisiyle değil Hakkın gözüyle bunu görür.


Şu halde bu kimsede, içinde bulunduğu "benimle işitir ve benimle görür" ve bunun dışındaki makamların hükümleri zuhur edip, kul bu makamlarla ve bunların toplamıyla sınır­lanmazsa; bununla birlikte, bizzat bir şey üzerine sebat etme­yip, aksine kendi genişliğinde/seat sabit olsa da, "ahadi-yet/ahadî" özelliğindeki müşahedesinin hükmü, işaret edilen tarzda bütün mertebe ve nispetlere sirayet etse; herhangi bir mertebeyle smırlanmamakla birlikte, bütün vasıf ve hükümleri kendisiyle vasıflandığı ve -perde ve gaflet olmaksızın- her va­kit ve halde kendisinden soyutlandığı/insilâh sahîh bir ilim ile kabul ederse; işte o kimse, kullukta, hilafette, ihatada ve mut-laklıkta kemâl sahibidir.


Allah, minnet ve fazlıyla bizi ve kardeşlerimizi bu mutlak ve gerçek makama ulaştırsın! [43]



Tamamlayıcı Açıklama



Mükellefin Fiilleri



Bilinmelidir ki: Aslî-meşru hükümler, yani vücûb, nedb/mendubluk, tahrim/haramhk, kerahet ve mubahhk/iba-ha, mükelleflerin bütün fiillerine sirayet etmiştir. Şu halde kul­dan sâdır olan bütün fiillerde veya kulun içinde bulunduğu bü­tün hallerde, şeriatın bu beş mertebesinden birisinin hükmü var­dır.


Fiilin, şeriat tarafından belirlenmiş emir ve yasaklarda belir­tilen bir sureti olabileceği gibi, fiil, genel hükümlü külli bir asıl içinde zikredilmiş de olabilir. Birinciye örnek olarak "Namaz kı­lınız", "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayınız" gibi âyetlerle belirtilen ve hal, vakit gibi şartlarla sınırlı olan fiil­leri verebiliriz. İkinciye Örnek olarak ise, "Her kim ki, bir hayır amel işlerse, onu görür" veya "Kim bir kötülük işlerse, onun karşılığında ceza görür" âyetleri veya "Her alın terinde bir ecir vardır" hadisinde olduğu gibi Kitapta ve Hz. Peygamberin hadîslerinde mücmel zikredilmiş fiiller verilebilir.


İnsanın bütün fiillerinin kaynağı, unsûrî-tabiî çıkışı açısın­dan, kalbin bâtınıdır. Fakat failin, herhangi bir şeyi yapmaya gi­rişmesi, kalbinde somutlaşmış bir amaca/daiye bağlıdır, bu arnaç, faili bir takım fiillere sevk eder ve o fiili başka fiillere ve­ya fiili yapmamaya tercihe yöneltir.


Bu gayenin kalbde somutlaşması ve fiillerin faillerinden sâdır olmasına neden olan baıslerin belirmesi, kalpten çıkar ve bunların hükümleri organlara dağılır ve onlarda etkin hale gelir. Bunun ar­dından, daha sonra bahsedeceğimiz kalbin vecihlerine göre ve başlangıç anında kalbin kendisiyle vasıflanmış olduğu veya Ralv mân'm iki parmağıyla kendisi üzerine hâkim ve zahir olan gayb zâtından taayyün eden özelliklere göre diğerlerine geçer.


Baislerin ve farklı mertebelerine göre -özel vecih müstesna-kalbin vecihlerine ait bütün hükümlerin gayesi, iki şeyden biri­sidir: celb-i menafi/menfaati elde etmek veya dünya veya âhiretteki bir zararı def etmek. Bu zarar, suret veya mânâ açısın­dan olabileceği gibi, çoğul ve tekil de olabilir; çabayla olabilece­ği gibi, onsuz da olabilir. Nitekim daha Önce buna işaret etmiş­tik. Fakat bu zikrettiğimiz kısımların altında, sadece büyüklerin bilebildiği hassas kısımlar bulunmaktadır.


Bunların arasında, bazı amellerin zikredilen iki asıl üzerin­de perde olabilmesi vardır. Bu durum, amel sahibinin kastıyla olabileceği gibi, kastı olmadan da olabilir. Şu anlamda ki: her­hangi bir insandan herhangi bir amel sâdır olur, bu amel bir ta­kım kötülüklerin veya bir takım hayırların kendisine ulaşması­na engel teşkil eder; şayet bu perde olmasaydı, bu hayır veya kötülük, amel sahibi için gerçekleşmiş olacaktı. Amel sahibi, bazen bu durumu bilebilir, bazen bilmeyebilir, bazen ise daha sonra öğrenir.


Cezanın/karşılık da, iki-küllî mertebesi vardır. Bunların biri­si, dünya hayâtında süratli bir şekilde cezalandırmayı ve ceza­nın hayır veya kötü fiilden ayrılmayışını gerektirir. İkinci merte­be ise, bazen cezanın fiilden ayrılıp, Allah katında bilinen belirli bir zamana kadar âhiret hayâtına tehir edilmesini gerektirebilir; nitekim daha önce buna ve buna ait bazı sır ve hükümlere dik­kat çekmiştim.


Şu halde nebevi haberlerde dikkat çekilen hayra karşılık ce­zalardan birisi, sözün doğru çıkması, rızkın bolluğu ve dünya hayâtında gidişin istikâmet üzere olmasıdır. Bu özelliğe sahip olan bir kavim, fasık kimseler olsa bile, durum böyledir. Başka bir rivayette, "sıla-i rahim", başka bir rivayette ise "taharete de­vam etmek", başka bir rivayette ise bunların hepsi zikredilmiş­tir. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kuşkusuz ki Allah, dünya hayâtında nzik olarak sevabını alacağı bir iyilikten dolayı mümine zulmetmez. Bununla âhirette de kar­şılığını görür."


Kafir ise, dünyada iyiliklerinin karşılığında beslenir, âhiret hayâtı geldiğinde ise, kendisiyle ödüllendirileceği hiç bir hayrı kalmaz. Hz. Peygamber (as.), aynı zamanda, kötülüklerin kapı­sını ve bunlara dair cezanın gecikmeyeceğini belirtmiştir; bu gü­nahlar "sila-i rahmi kesmek /akraba ziyaretini terk, taşkınlık ve gücü yettiği halde kötülükten sakmdırmayı terk etmektir."


Hayra karşılık hemen verilen ve hükmü genel ceza, kalbi kuvvetlerde, rûhânî ve tabiî özelliklerde gerçekleşen hazırlanma ve istikâmettir. Bunları, bazı perdelerin açılıp, insan ile kendisi için hayrın bulunduğu şeyleri idrâk etmesi arasındaki engelleyi­ci maniaların ortadan kalkması takip eder; insanın bu şeyleri id­râkinde, kendisi için hemen veya daha sonra gerçekleşecek bir hayır ve rahat bulunmaktadır, bu hayır, manevî olabileceği gibi, mahsûs/hissedilebilir de olabilir. Böylelikle insan, hazırlığı, ka­bulü ve kendisi için yazıldığı ölçüde, hiç bir gecikme ve yavaş­lık olmadan bunlardan payını alır.


Mekruh fiile verilen hızlı ve genel ceza ise, mahrumiyettir; bu mahrumiyeti, ya bir perde/hicab veya mahaldeki bir perde­nin kalkmayışı gerektirmiştir. Bu perde, o kimse üzerinde hü­küm sahibidir ve o kötü fiil olmasaydı bunun hükmü sona ere­cek, insan da ondan kurtulacaktı. Ya da, insanın kötü fiiliyle celbettiği veya kötü ameliyle ona arız olan herhangi bir zararı engelleyecek bir koruyucunun bulunmayışı, bu mahrumiyeti gerektirmiştir.


Şu halde cezanın bu kısımları, fiilden sonra gerçekleşmez, aksine bunlar, fiilin sâdır olmasının ardından faile ulaşırlar.


Bu makam, son derece önemli ilâhî ve kevnî sırları içermek­tedir; bunları, huzur, müşahede ve kâmil marifet sahibi büyük­lerden başkası müşahede edemez. Bu kimseler, huzurlarının ta­kip ettiği marifetleri ölçüsünde, bu sırların tafsillerini bilirler.


Bu makamı tam olarak keşf eden kimse, bu makamdan aha-diyet ve cem özelliğindeki ilâhî, bunun ardından Rahmanı emri müşahede eder; söz konusu Rahmanı emirden, kalbin sapması ve sabitliği meselesinde iki parmağın hükmü[44] çıkar. Ayrıca bu kişi, mâhiyetleri itibarıyla iki parmağın hükmünü; sonra iki saç lülesinin hükmünü; mubah olan tabiî-nefsânî fiillerin hükmünü öğrenir. Bu fiiller, kâmiller, fertler/efrad ve Allah'ın dilediği muhakkiklerin dışındaki mükelleflerden sâdır olduklarında kar­şılıklarında her hangi bir ceza ve sorumluluk yoktur. Bu muhak­kikler, fiili işlerlerken fiili emreden ile/Hak beraberdirler; şu an­lamda ki, Allah bu fiili mubah kılmamış olsaydı, onu işlemezler­di. Bununla birlikte şu âyetlerde bu gibi fiiller mubah sayılmış­lardır: "Sizi rizıklandirdığımiz şeylerin temizlerinden yiyi­niz." (Maide, 88) "Allah'ın sizin için helal kıldığı şeyleri ha­ram kılmayınız." vb. Hz. Peygamber de, şöyle buyurmuştur: "Allah, kuşkusuz, ruhsatlarından yararlanılmasını sever."


Çünkü, emrin sahibi veya mâhiyeti açısından emir ile "hazır" olduğu halde mubah fiili işleyen kimse, her mubahtan dolayı ecir alır ve bu fiili işlediği için, efendisinin emirlerine bağlanan ve itaat eden kimseler arasına yazılır. Nitekim, Hz. Peygamberin bazı sahabesinin dikkatini bu sırra çektiği ve mubah işleyen kimseler için ecir olduğunu belirttiği hadisi, bu ifâdemizi teyit etmektedir.


Hz. Peygamber, mubah hakkında bu bilgiyi verince, sahabe hayrete düşmüş ve şu anlamda bir söz söylemiştir:


-"Şimdi, benim şehvetimin gereğini yapmamda bir ecir mi vardır?"


Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:


-"Evet vardır. Düşünsene, şayet şehvetini haram yolla gi­dermiş olsaydın, bundan dolayı günaha girmiş olmaz miy­din?"


Sahabe:


- "Evet olurdum" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur:


-"İşte, aynı şekilde şehvetini helal yolla karşılayınca ecir el-tfe edersin"; ya da, bu anlamda bir söz söylemiştir.


Kâmiller ve fertler, zikrettiğimiz bu konuda kendilerinin dı­şındaki kimselerden hal, huzur ve daha önce dikkat çektiğimiz üzere, bu konuda kendilerine özgü fazladan bilgileriyle ayrılır­lar.


-Allah'ın izniyle- muhtemelen, bu meseleye daha sonra kıs­men değineceğiz. [45]



Uhrevî Azap ve Nimeti Gerektiren Diğer Emir ve Yasaklar



Bilinmelidir ki: Haktan, bütün asırlarda o asrın peygambe­ri vasıtasıyla yaratıklarına ulaşan diğer serî emir ve ya­saklar, hallerin, sözlerin, zahiri ve duyulardan gizli/bâtın


kalan beşerî sıfat ve fiillerin, bunlardan meydana gelen ve suret- j leri gökler, berzah, haşır, cennet, cehennem ve Allah'ın dilediği bütün tabakalarda taayyün eden ürünlerin içermiş olduğu hu­susları tariften ibarettir. Bu tarif, ilâhî rahmet ve gazap hükmüy­le, bunları "ispat" ya da "mahv" ya da "zarar" veya "menfaat" veya "gâliplik" veya "mağlupluk" Özeliğiyle belirtir; bu da, his, hayal, ruh ve misâl olarak sonludur/muvakkat.


Bunu anlamalısın, çünkü bu, hakkında konuşulan ve açıkla­nan makamla ilgili en önemli ilâhî sırlardan birisidir.


Ben bu sırrı öğrendiğimde, gazap ve rahmeti belirleyen se­bepleri, bunların hükümlerinin bu sebepler için nasıl zuhur etti­ğini ve suretlerin aynada yansıması gibi onlarda nasıl yansıdığı­nı öğrendim. "Onlar bizden ümitsizliğe düştüklerinde, kendi­lerinden intikam aldık," (Zuhruf, 55) "Allah, kuşkusuz tövbe edenleri sever," (Tevbe, 4) "temizlenenleri sever/' (Enfal, 108) "ihsan sahiplerini sever", (Bakara, 195) "takva sahiplerini se­ver" (Ali İmran, 76) vb. âyetlerin sırrını öğrendim. Ayrıca, dün­ya hayâtında gerçekleşen uzun süreli veya hemen sona eren ni­met ve azabın sırrını; iyiliklerin kötülükleri dönüştürmesinin sırrını; "Sizin amelleriniz, kendinize iade edilecektir" âyetinin sırrını; "Hüccet-i baliğa Allah'a aittir", âyetinin ve "Biz elçi göndermeden kimseye azap etmeyiz" (İsra, 15) âyetlerinin sır­rını öğrendim.


Gördüm ki: Fiillerin suretleri, insanın bâtınında veya zahirin­de ortaya çıktıklarında, Hakkın gazap veya rahmeti için bir ay­na haline gelmektedirler, nitekim daha önce bunu belirtmiştik; fakat, mukaddeslik mertebesinde herhangi bir değişiklik veya hal yenilenmesi olmaz.[46] Bununla birlikte taayyün ve eserin zu­huru, mülaim/uygun ve olmayan şeylerle gerçekleşir.


Bunun yanı sıra, bütün asırlarda ve ümmetlerde ve de belirli bir vakitte veya Özel bir halde veya iki farklı hal ve vakitte her bir şahsa nispetle helal ve haramlığm sırrını gördüm.


Şeriatların, ümmetlerin ve asırların hallerine göre nasıl ortaya çıktıklarını ve hükümlerinin nasıl taayyün ettiklerini gördüm.


Hükmü, bu dünya hayâtı ve bu yaratılışla sınırlı ve bunların külli ve cüzî maslahat ve levâzımıyla ilgili olan emirleri ve ya­sakları gördüm.


Hükmü âhirete uzanan şeylerin, dört kısma ayrıldığını gör­düm: Birisi, berzahtaki bekleme süresinde veya berzahın sona ermesiyle hükmü sona eren kısımdır; ikincisi, haşır zamanının veya gününün bitmesiyle sona eren kısımdır; üçüncüsü, cehen­nemin saltanatının hükmünün cehenneme giren kimseler üze­rinde egemen olduğu esnada veya ebedî olarak cehennemde kalmayan kimselerde cehennemin hükmünün sona ermesiyle biten kısımdır; dördüncüsü ise, cennet ehline ve kendileri hak­kında "Onlar oradan çıkacak değillerdir" diye buyurulan kim­selere ait olan kısımdır.


Burada, derin denizler ve muhteşem sırlar bulunmaktadır; şayet bunların örtüsü açılsaydı, akılların hayrete düştüğü şeyler zuhur eder, son derece acaib şeyler ortaya çıkardı.


Bu makamdan, ayrıca, hükmü iyi ve kötü şeylere uzanan ebedî ceza ve sınırlı bir zamana kadar sabit olan ceza; hayır ve şerre verilen cezanın sırrı; şerre verilen misliyle karşılık, hayırda ise ondan yedi yüz ve Allah'ın dilediği kadarı fazlası; bazı amel­lere karşı bazı kimseler hakkında dünya ve âhiret hayâtında kar­şılık vermek bazılarında ise sadece dünyada veya sadece âhirette ceza vermenin sırrı öğrenilir. Ayrıca, "hebaen-mensure"ye çevri­len amellerin sırrı da bundan öğrenilir; öyle ki, amelin varlığının hayırla mükafatlandırmaya neden olacak bir sureti kalmaz.


Ayrıca, bu işaret edilen makamla kâmil anlamda tahakkuk eden kimse, belirlenmiş ceza ve hesap mertebelerinden hükmü kaldırılan şeyin sırrını Öğrenir. Bunlara, daha önce dikkat çekil­mişti ve bunun açıklaması, "Attığında sen atmadın, fakat Allah attı" ( Enfal, 17) ve benzeri âyetler ve naslardir. Çünkü bu tür ameller adına, amelin kendisinden meydana geldiği kimseden başka birisi için belirli bir karşılık ortaya çıkmaz, çünkü bu kı­sım, ilâhîdir, aslı üzere bakidir ve o, Hakkın dışındaki kimselere hiç bir şekilde ilişmez. Bunun, tefsir değil, işaret babından ifâde­si "Kimin yükünde bulunursa, o onun cezasıdır" (Yusuf, 75) âyetiyle ifâde edilmiştir.


Bu konunun bir kısmına^ hamd ve cezanın hamd sahiplerine tenezzül edişi bölümünde değinmiştik: Ceza, hamd edenlere mahmûda/hamd edilen dair ilimleri, itikatları, mertebeleri ve mahmûdun katındaki nazlarına göre tenezzül eder; çünkü o hazlar, hamd sahiplerinin himmetlerinin taalluk noktalan, Hak­ka dair maksatlarının kıbleleridir. Ayrıca şunu da belirtmiştik ki: Niyetinin, himmetinin ve kendisine nispet edilen fiillerin ve de onunla ortaya çıkan hamd ve benzeri şeylerin, Haktan başka hiç bir gayesi ve hedefi olmayan kimseler vardır. Binaenaleyh, bu hal sahibinin cezası, bilinen kısım ve mertebelerin dışındadır.


Bu konuyu, birazdan, daha fazla açıklayacağız.


Bu makamdan, şunlar da öğrenilir: Müslümanların amelleri oldukları halde amellerdeki ve bunların yükseliş ve ref edilişle­rinin sonunda yerleştikleri makamların farklılığının sebebi ne­dir? Amellerin yükseldikleri ilk makam hangisidir? Bunların hangisi, zahir amellere ve aynı zamanda bâtın amellere nispetle hüküm açısından daha baskındır? Bunların en üstünü ve en sonu hangisidir? Ahadiyet özelliğindeki küllî ceza hangi makam­dan tenezzül eder? Bu küllî ceza, birbirinden farklı amellerin mertebelerine göre kısımlara ve türlere ayrılır; bu ameller, birbi­rinden farklı maksatları, ilimleri, akideleri, teveccühleri, halleri, mevtmleri/mertebe, makamları, zamanlan ve neşetleri olan amel sahipleriyle farklı vakitlerde zuhur ederler.


Bazı özellik ve hükümlerinden bahsedilen bu makam, yakla­şık olarak üç bin ya da daha fazla alt makam içermektedir. Bu makâmm, bilinmesi mümkün olmayan çok önemli ve ulvî sırla­rı vardır ki, bunları bileni bulmak, enderdir. Bu sırların başhca-lannm izahına girişmek, daha fazla açıklamaya gerek duyup, açıklanması haram olan rubûbiyet sırlarını izaha neden olma­saydı, akıl ve basiretleri dehşete düşüren, sâdır ve sırları parça­layan şeyler ortaya çıkardı. Fakat Hakkın gizlemeyi dilediği ör­tülü sırlarını izhâr edecek veya zuhur etmesini ve bariz olması­nı istediği sırları da gizleyecek hiç bir kimse yoktur. [47]



Kalbin Vecihleri



Tekrar, daha önce açıklamaya başladığımız konuya dönüyo­ruz:


Şöyle deriz: Daha önce işaret edilen kalbin vecihleri, zikredi­len aslî mertebelerin/hazerat-ı hams sayısınca beş tanedir. Her­hangi bir kimseden sâdır olan her bir fiil, bu vecihlerden birisi­nin veya hepsinin hükmüyle boyanmış olarak sudur edebilir. Bi­naenaleyh bu beş vechin birisi, Hakkın gaybmın ve hüviyetinin mukabili olan vecihtir. Bu vecih, muhakkiklere göre "vech-i has/özel vecih" diye isimlendirilir ve onda, isim, sıfat ve bunlar­dan çıkan vasıtaların hiç bir hükmü ve dahli yoktur. Bu vechi, sadece kâmiller, fertler ve bazı muhakkikler bilebilir ve onunla tahakkuk edebilirler.


Bunun, mukabili olan insan kalbi ve diğer şeyler cihetinden zahir varlıkta, mertebeleri, mazhârları ve alâmetleri vardır. Bun­ların arasında, ilk hareket gibi ilkler, nazra/bakış, düşünce/ha-nr ve işitme sayılabilir. Ayrıca, huzur ehline gizli kalmayan ilk 2âhir olan şeyler, şeriat ve tahkik açısından bütün alemde bu şekilde terettüp etmeyen her şey, bu kabildendir. Hiç bir hüküm, ona ait değildir, o da hiç bir kayıt altına girmez; çünkü o, ilâhî­dir ve aslî mukaddesliği üzerinde bakidir. Hiç bir kuşku, hata ve yalan ona bulaşamaz.


Bu vecihle tahakkuk eden kimse, her nefeste "yenilenme" ve "halk-ı cedit" sırrını arif olduktan sonra, kalbim fetretin gireme­yeceği şekilde sürekli murakabe ettiğinde, aklına gelen her bir hatır ile hüküm verir ve kuşkusuz bir şekilde hükümlerinde isa­bet eder. Çünkü, Hakkın katında asla tekrar olmadığı gibi, onun katında da asla tekrar yoktur. Bu müşahede ve makamın sahibi­nin bütün idrâkleri, hatıraları "ilkler" mertebesinde Hak ile ger­çekleşir. Binaenaleyh bütün şuur ve idrâk vasıtaları açısından kendisinden sâdır olan fiiller, bu ilâhî esasa dayanır ve bağlı olur. Böylelikle o kimseden, sadece güzel şeyler ve kurbiyette kurbiyeti artıran ve dereceyi yükselten şeyler sâdır olur; fakat bu da, karşılık değil, ilâhî minnet ve ihsan babmdandır.


Çünkü bu makam sahibinden bu tarz üzere sâdır olan amel­ler, daha önce belirttiğimiz "gibi, bazen ceza mertebelerini aşabi­lir. Nitekim, buna "Allah'ın halis kullarının dışında olanlar, sadece işledikleri şeylerle cezalandırılacaklardır" ve "Ancak inkâr edenleri cezalandırırız" {Yusuf, 75) âyetleriyle işaret edil­miştir. Bunun yanında Allah, facirlerin ve kafirlerin kitaplarını belirten âyette de buna işaret etmektedir. Bu kitaplar, onların amel defterleridir. Bunların birisi, "Siccin"de, diğeri ise, "illiy-yin"dedir. Halbuki Allah, mukarrebin/yakm kulları için her­hangi bir kitap zikretmemiş, onlara müşahede ve Ebrar'ın içtiği "Ayn"a tahsisten başka bir şey nispet etmemiştir.


Hz. Peygambere bu makamdan "Allah senin için bağışlaya­caktır" diye hitap edilmiştir. Bu makam sahibinin zikredilen bu hali, Hakkın işitmesi ve görmesi olduğu kimsenin hallerinden birisidir/kurb-ı nevafil; ayrıca bu, başka bir itibarla, ender kim­selerin dışındakiler için müşahedesi ve tasavvuru güç olan kurb-ı feraiz sahibinin alâmetlerinden birisidir.


Kalbin vecihlerinden ikincisi, ruhlar alemine paraleldir/yu-hazi, sahibi de, bu vechi ruhlardan alır; kalbde, kendisiyle ruh­lar arasındaki münâsebete ve bu vechin temizlik ve parlaklığına göre ruhlar nakş olunur, vechin parlaklığı ve temizliğiyle, nis­petlerin sahîhliği ortaya çıkar, irtibat sırrı hayât bulur. Bu irtibat, adeta bir boru ve oluk gibidir. Feyiz, buna temas eder, onda akar ve onun vasıtasıyla kabildeki mekanına ulaşır. Ruhların kalbe nakşolması, ayrıca, kalbin tezkiyesine, iyi huylarla bezenmek ve kötü huylardan kaçınmakla kalbin tasfiyesine, tabiî kuvvetlerin rûhânî kuvvetlere baskın olup, kendi karanlıklarıyla onları sö'n-düremeyişine ve rûhânî kuvvetlerin nurlarını karartmayısın a bağlıdır. Tabiî kuvvetler, rûhânî kuvvetlerin nurlarının parıltıla­rını söndürürse, onların hüküm ve eserleri kendilerine zıt tabiî hükümlerin baskmlığıyla ortadan kalkar.


Bu şart, yani bütün vecih ve hallerin sıhhatini ve kendilerine özgü sıfatları onlara zıt mahzurlu şeylerin baskınlığından, ayrı­ca orta-itidâlden ifrat ve tefrit taraflarına sapmaktan korumak, kalbin vecihlerinin her birisinde geçerlidir.


Şu halde, Hakkın gaybma mukabil olan ilk vechin temizliği, sahîh benzerliği, kevnî bütün kayıt ve hükümlerden soyutlan­ması, kayıtlardan mutlaklığı ve münezzeh ligi, nakışlardan kur­tulmasına bağlıdır. Bu sırrın can daman, mutlak ihtiyacın ve Zât'a ait teveccühün devamlılığına bağlıdır; bu teveccüh, çaba ve tekellüften münezzehtir.


Üçüncü vecih -ki sahibi, bununla ulvî aleme mukabele eder- ve bu vechin Hakkın mâhiyeti açısından kendisine ilka ettiği şeyleri kabul etmesi, bu insanın bütün semâlarda kendisine mahsus su­retlerine göredir. Nitekim, ravilerin efendisi İbn Abbas buna işaret etmiş, Allah'ın ehli ve seçkinlerinden olan muhakkikler de kesin olarak bu konuda îbn Abbas'a muvafakat etmişlerdir.


Bu vechin tezkiyesi ve sırrının ihyası, ruhların vechinde zik­redilen şeylerle gerçekleşir. Ayrıca, zahirî özelliklerde istikâme­ti korumakla, ifrata ve tefrite mâni olan orta yola riâyet etmekle gerçekleşir. Hiç kimse, bütün alemlerle olan ilişkisini bilmeden ve bu noktada münâsebet ve itidal hükmüne riâyet etmeden bu bakamla tahakkuk edemez. Ayrıca bu kişinin, ilâhî-gerçek şeri­atın Özetle zikrettiği ve Hz. Peygamberin kâmil siretinin fiil ve hal ile tam olarak tekeffül ettiği şeyleri zevken tafsil leş tirmesi gerekir; Hz. Peygamberin fiil ve hal olarak ortaya koyduğu şey- leri, daha Önce dil ile de açıklamıştır. Bu durumda bu kimse, bir hüküm verirse, isabet eder ve kesinlik ve doğruluk yolunun na­sıl araştırılacağım bilir.


Allah, mürşiddir.


Diğer vecihle, unsurlar alemine mukabele edilir; bu vechin tezkiyesi ve sırrının ihyası da, meşru ve makûl iki rabbani mizanla bilinir.


Bunun umdesi, iki şeydir: Bunların birincisi, kuvvet ve hisle­ri, güç ve imkân ölçüsünde ve ehem-mühim sırasını göz önün­de bulundurmakla, maslahat bulunan şeyde kullanmak ve bu konuda çaba göstermektir.


Diğeri ise, kuvvet ve hisleri, gereksiz veya uygunsuz işlerde veya sakınılması gereken yerlerde kullanmak bir tarafa, mühim olmayan her hangi bir işte kullanmaktan engellemektir.


Kalbin diğer vechi, misâl alemine mukabildir. Bunun da iki nispeti vardır. Birisi, mukayyet nispettir, ki bu, insanın hayal kuvvetine mahsûstur. Bu vechin temizlenmesi, his ve şehâdet alemine ait Önceki vechin temizlenmesine tabidir. Buna, hiss-i müşterekte tasavvur edilişleri ve oluşmaları esnasında maksat­ların tashihi, hatıraları kontrol etmek, bunlardan iyi olmayanla­rı gidermek de eklenmelidir; çünkü bunlar, hükümleri insandan sâdır olan amellere ve nefeslere vb. sirayet eden şeylerdir.


Zahirî histe de durum böyledir; nitekim Hz. Peygamberin "Sizin rüyası en düzgün olanınız, sözü en doğru olanınızdır"


hâdisiyle buna dikkat çekmiştik. Çünkü hayale, sadece his ale­minden intikal eden şeyler işlenir/nakş. Şayet hayaldeki şeyler histekinden farkh ise, bunun nedeni, histeki şeyin terkip ve ye­nilenmesinin farklılaşmasıdır. Tekil olanlar ise, kuşkusuz ki, his­ten elde edilmişlerdir. Şu halde his vechi ve hissî kuvvetleri sahih olan kimsenin, hayal vechi de sahih olur.


Diğer nispet ise, mutlak-misâl alemine mahsûstur. Bu nispe­tin insanın onla ilişkisinin sahîhliği cihetinden tam anlamıyla is­tikamet üzere olması, gayba ait vecih ve bunun şahinliğinden sonra, zikredilen üç vechin istikâmetinden meydana gelir.[48]



Bölüm



Bu bölümde şunlar vardır: Din lafzının açıklanmamış bazı mânâları; teklif ve bunun hikmeti, teklifin asıl kaynağı; Teklif ile ilgili küllî emirler ve teklifin mühim neticeleri. Bu konulardan, "matla"' ve "ahadiyet-i cem" diliyle bahsede­ceğiz. [49]



Mukaddime



Bu meseleleri ele almadan önce bir mukaddime takdim etme­miz gerekmektedir; bu mukaddime, işaret edilmesi gereken önemli ve faydalı nüktelere dikkat çekecektir:


Bilinmelidir ki: Her hangi bir şeyin sırrı, o şeyde/şe'n gizli ka­lan veya onda bâtın olan şeydir. Bu bâtın şey, bazı veya bütün his­lerle idrâk edilmesi mümkün olan vücûdî bir durum olabileceği gibi, manevî bir durum da olabilir. Birinciye örnek olarak, bedenin derisinin dışına nispetle insan kalbinin ve ondaki buharın teneffü­sü veya suretlerine nispetle ceviz ve benzeri şeylerin yağı verilebi­lir; ikinciye örnek olarak ise, mazhârlara ve cüzî suretlere nispetle Hakkın ruhlara tevdi ettiği kuvvet ve özellikler verilebilir. Bu özel­likler, bu mazhâr ve cüzî suretlerle ortaya çıkarlar ve Hak -sak­sonyadaki ishal etme gücü veya mıknatıstaki demiri çekme gücü gibi- bunlarla bu kuvvetlerin fiillerini kemâle erdirir.


Bazen, sırrın izafe edildiği şey, mücerret bir mânâ olabilir; bu mücerret mânânın, haricî varhklarda/a'yân hiç bir şekilde zu­huru yoktur, aksine bu, sadece zihinlerde taakkul edilir. Buna Örnek olarak, nübüvvet, risâlet, din, takva, imân ve benzeri şey­ler verilebilir.


Çünkü sırrın, bu gibi şeylere nispet edilmesi, varlıklarda ta­hakkuk eden şeylere nispeti gibi değildir. Binaenaleyh "nübüv­vetin sırrı nedir?" "Şeriatın sırrı nedir", "dinin sırrı nedir?" diye soru sorulduğunda, muhakkiklere göre burada "sır" ile kast edi­len şey, hakkında soru sorulan şeyin aslı veya onun hakkında bi­linmeyen şeydir. Bu şey bilindiğinde, hakkında sorulan şeyin il­leti, özelliği, kaynağının aslı, hükmünün ve zuhurunun sebebi, gizli ve açık levazımı da öğrenilmiş olur.


Dinin bir sırrı vardır ki, cezânm ve hükümlerinin hakikatini bilen kimse bu sırrı bilebilir. Cezanın bir sırrı vardır ki, bunun bilinmesi, cezânm terettüp ettiği fiillerin bilinmesine bağlıdır. Fi­illerin de, nispet ediîdikleri ve onunla zahir oldukları kimse hak­kında cezaya neden olmaları "yönünden bir sırrı vardır ki, bu sır­rın bilinmesi, teklifin bilinmesine bağlıdır. Çünkü ortada bir tek­lif olmadığı sürece, terke ve fiile neden olan herhangi bir emrin veya yasağın bulunması söz konusu değildir. Emir ve yasaklar­dan kaynaklanan meşru fiiller bulunmadığı sürece ise, fiillerin karşılığında yaratılmış ceza taakkul edilemez; bu fiiller, emir ve yasaklarla ilgilidirler.


Şu halde teklif, bütün bu zikredilen hususların aslıdır.


Cezânm da, bir sırrı ve hikmeti vardır. Allah nasip ederse bu­na daha sonra işaret edeceğiz. Nitekim bundan önce, fiillerin, ce­zalandırmanın ve bunlara mahsus şeylerin sırrından Allah'ın takdir ettiği kadarıyla bahsetmiş, bu konuyla ilgili ilâhî fiil ve sırların büyük bölümüne dikkat çekmiştik. Akıl sahibi bunları düşünüp, aklında tutuğunda, dinin küllî sırlarından ve hüküm­lerinden ve de aslî levazımından hiç bir şey ona meçhul kalmaz.


Allah, dinin diğer temel sırlarını zikretmekle bu âyetin bu laf­zı üzerindeki açıklamalarımızı bitirmemizi dilemiştir. Ayrıca teklifin asimi, mertebesini, semeresini ve ehemmiyetini belirten hikmetine, dikkat çekeceğiz. Bunu yaparken de, kitabın başında taahhüt ettiğim üzere, Fatiha sûresinin içermiş olduğu asıllara da işaret edeceğim. [50]



Teklifin Aslı ve Hikmeti



İki şey arasında taakkul edilen her nispetin gerçekleşmesi ve sübûtu, kuşkusuz, bu iki şeye bağlıdır. Teklif, kadir-kâhir ve alim olan teklif sahibi/mükellif-Hak ile mükellef arasında taak­kul edilen bir nispettir. Mükellef, teklif sahibinin iktidarının ma­halli olma ve onun teklifinin hükmünü kabul salâhîyetindedir.


Allah ile, başka bir ifâdeyle Allah Teâla'nm akıllarımızı ve basiretlerimizi nûrlandırdığı bilgi ile, mutlak ve eksiksiz ke­mâlin Hakka ait olduğunu, hatta Hakkın bütün kemâllerin kaynağı olduğunu öğrendik. Sonra da Allah, peygamberi vası­tasıyla bize aziz kitabında "De ki: Herkes, kendi yaratılışına göre amel eder" (İsra, 84) buyurduğunda bize bunu öğretmiş­tir. Böylelikle, öncelikle kendi nûrlandırdığı şey vasıtasıyla, ikinci olarak da haber verdiği bilgiyle şunu öğrendik: Haktan sâdır olan fiil ve hükümler, kemâl özelliğiyle boyanmış olarak sâdır olurlar. Şu halde bu fiil ve hükümlerden her birisi, kâmil­dir, çeşitli faydaları, hükümleri ve sırlan içerir. Bunları, Hak-km dışında hiç kimsenin ilmi ihata edemez. Yaratıkların bile­bilecekleri ve idrâk edebilecekleri en son şey, bunların müm­kün olanlarını bilmekten ibarettir; bunları da, kesbi bir bilgiy­le veya bütün bunları ihata etmek yoluyla değil, Hakkın öğret-mesiyle/vehb bilebilirler.


Fakat, bununla birlikte Hakkın fiillerinin -her ne kadar Hak­tan sâdır oluşları ve kendisine nispet edilişleri açısından, ifâde ettiğimiz üzere, mutlak hayır ve mutlak kemâl özelliğinde olsa­lar bile-, kendiliklerinde farklı olduklarında hiç bir kuşkumuz yoktur; fiillerdeki bu farklılık, isimlerin, sıfatların, mevtınlerin ve hazretlerin mertebelerine göredir.


Binaenaleyh bu fiillerin bir kısmı, daha önce de belirttiğimiz gibi, diğerlerinden daha önemli, daha kıymetli, ihata açısından daha kapsamlı, hüküm yönünden daha şâmil olurlar; bunlar, di­ğerlerine nispetle daha çok hüküm ve sırları içerirler.


Teklifi hükümler, hüküm ve fiillerin en önemlilerinden, hü­küm yönünden en kapsamlı olanlarından birisidir; çünkü teklif, "Semâlarda ve yerde olan herkes, Rahmân'a kul olarak gelir­ler" (Meryem, 93); "Allah, her şeyin yaratıcısıdır", ve "Her şey, onun hamdiyle teşbih eder" (İsra, 44) kırbacıyla her şeye hük­münü yayan ubudiyetin unvanıdır.


Kuşkusuz ki, Allah'ı teşbih eden herkes, ona kulluğunu ikrar etmektedir; hatta kişinin Hakkı teşbih etmesi, Allah'a kulluğunu ikrar etmesinin ta kendisidir.


Bu ikrar, "Herkes, namaz ve teşbihini bilmiştir" (Nur, 41) âyetinde Allah teâlanm da bildirdiği gibi, ilme dayanan bir ik­rardır.


Şu halde, kendisine "şey" ismi verilen her varlık, bu hükmün ve ilâhî ihbarın ihatası altına girer.


Kuşkusuz, daha önce şunu belirtmiştik: Mümkünlerin özel­liklerinden olan "özellik" yoluyla veya bir açıdan Hakka ve bir açıdan da yaratıklara izafe.ve nispeti geçerli olması anlamında "müştereklik" yoluyla varlığa izafe edilen her hakikat ve sıfatın, ilâhî katta bir aslı bulunmaktadır; bu hakikat veya sıfat, bu asla racidir ve bu asıl yönünden Hakka istinat eder.


Teklif de, hakikatler arasındadır ve o da, iki asıl arasında zu­hur etmiştir. Bu iki asıl, teklif için iki mukaddime veya ebeveyn gibidirler. İşte, tafsil mertebelerinde zuhur eden her şey için de durum böyledir. Çünkü teklif, daha önce zikredilen beş nikah mertebelerinden birisinde olmak üzere, bu iki asıl arasmda zu­hur eder.


Şu halde ilk iki asıl, vücûb ve imkân hazretleridir/mertebe; başka bir ifâdeyle bu, isimler ve a'yân hazretidir. Nikahlardan ise, daha önce bahsetmiştik.


Sen de, yaratılışın başlangıcı ve vahdet sırrı hakkındaki ifâde­lerimize baş vurursan, oradaki şu açıklamamızı hatırlarsın: Aha-diyet, herhangi bir şeyi izhârı ya da onu icadı gerektirmez. Hak, zâtı ve ahadiyeti açısından, alemlerden müstağnidir: Hiç bir şe­ye münasip değildir, hiç bir şey ile irtibatlı değildir, hiç bir şey ona münasip değildir, hiç bir şey ona taalluk etmez. Çünkü taalluk ve münâsebet, ilâh-melûh, hâhk-mahluk gibi birbirini ta-mamlayan/müteyazif iki şey ya da bu özelliğe sahip iki merte­be arasında gerçekleşen "tezayüf/birbirini tamamlama" hük­müyle mertebeler açısından sabittir.


Daha önce ifâde etmiştik ki: Eser, irtibat olmadan gerçekleş­mez ve ancak münâsebet var olduğunda sahih olabilir. Bu konu­daki ifâdelerimizin detaylarını hatırlayınız, bu açıklamalar, tek­rarı gereksiz kılar.


Allah mürşiddir.


Sonra konumuza dönüp, şöyle deriz: Binaenaleyh teklifin is­tinat ettiği tek asıl, bu mertebeye mahsûs olan "ilâhî icab"tır; bu, başkası için herhangi bir varlık/ayn veya başkasının mertebesi için herhangi bir hüküm ortaya çıkmadan önce Hakkın zâtından kaynaklanan bir icabtır.


Bu asim makamı, Kur'an-ı kerimde şu âyetlerde ifâdesini bu­lur: "Rabiniz, kendi üzerine rahmeti yazmıştır." (Enam, 54); "Rabbinin kelimesi gerçekleşmiştir." (Yunus, 33); "Fakat, ben­den olan söz gerçekleşti." (Secde, 13); "Bu, rabbin üzerinde ke­sin bir hüküm olmuştur." {Meryem, 71); "Benim katımda söz değişmez:" Hadislerde ise, şöyle ifâde edilmiştir: "Benim sev­gim, benim uğruma birbirini sevenlere vâcib olmuştur."; "Al­lah üzerinde bir haktır ki, bu dünyadan kaldırdığı her şeyi vad eder." Bu ve benzeri örnekler, çoktur.


Teklifin kaynağı ve bazı açılardan muvafık olmayan cezalan­dırmanın sırrını izhâr eden diğer asıl ise, alemin yaratılmasını gerektiren vücûdî tecellîdir. Başka bir ifâdeyle bu, Hakkın Zâtın­dan mümkünlerin üzerine taşan/faiz vücûddur. Bu asıl, diğer hükmi kayıtlardan, imkâna mahsus çoğalan aynî özelliklerden gerçek anlamda münezzehtir. Bu vücûdun, zatî mertebeleri ve istidatlara göre zuhuru açısından ise, daha önce de açıklandığı gibi, ona, yani zikredilen bu yayılan/münbâsit vücûda farklı ve Çeşitli vasıflar izafe edilir, kendilerinden ayrılmayacak şekilde hükümlerle, isimlerle ve özelliklerle sınırlanır. Öyle ki, bütün bunlardan soyut olarak bu varlığın düşünülmesi, imkânsız hale gelir; hatta olabilecek nihai şey, bu hüküm ve sıfatların çoğun­dan soyutlanmaktır. Hepsinden soyutlanmak ise, -farazi olarak mümkündür- imkânsızdır. İşin son noktası, izafî tek bir kayıtta sona erer; bu kayıt, mutlaklık mertebelerinin en üstününde bu­lunmaktadır.


Şu halde, adil hikmet ve kâmil-birleştirici/cami' mertebenin hükmü, cezalandırmanın sırrının zuhurunu ve bunun münâse­bet ve kesinleşmiş denklik sırrıyla nitelenmesini gerektirmiştir. Böylelikle ilâhî teklif, bütün kullar hakkında zuhur etmiştir; Hakkın dışındaki herkes, kuldur. Böylece, Vücûda arız olan ay-nî-smırlanmalar ve imkâna mahsus kevnî mertebelerin hüküm­lerinin mukabilinde, şerî-emrî kayıtlar ve hükümler ortaya çık­mıştır. Belirli bir tarza kavuşan ibâdetler ise, her mertebeye, ale­me, zamana, yaratılışa ve hale mahsus olan hükme ve bu hük­mün gereğine göre ortaya çıkar; hükme göre olması şu demek-Lir: Vücûdun o şeyde taayyünü ve Hakkın zuhur ve tasarrufu, ancak o hükme göre olabilir.


Böylelikle ibâdetler, söylediğimiz gibi, bütün alemlerin, de­virlerin, özel vakitlerin, mevtmlenn, neşetlerin, hallerin, mizaç­ların ve mertebelerin ehlinde hal ve vaktin ve zikredilen husus­ların gerektirdiği tarzda ve de bunların lâzımı olan sıfatlara gö­re ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar ise, daha önce zikredilen hük­mün sabit olması gibi, bütün varlıklarda sabit olurlar.


Kuşkusuz ki, bütün mümkünlerin bir örneği ve hepsinin özellik ve hakikatlerini kendinde birleştiren insan, emrinde, ha­linde ve terakkisinde ilim, müşahede, hal, makam, tecrit ve tev­hit açısından en ileri mutlaklık makamlarına ulaşmış olsa bile, tam hürriyet özelliğiyle vasıflanamaz; tam hürriyet, bütün iti­barları, nispetleri, izafetleri ve kayıtların hükümlerini kesinlikle ortadan kaldırır. Hatta insan, emri-tekliflerden kurtulup, halle­rin, neşetlerin, mevtinlerin ve makamların sınırlamasından çı­kıp, böylelikle hiç bir alemin, mertebenin ve zikredilen diğer şeylerin onu sınırlaması bir tarafa, imkâna ait siniri ayıcı/takyidi hükümlerin ve esmai-sıfat hükümlerinin kendisinden düşmesi­ne neden olacak derecede umulabilecek en yüksek dereceye çıksa bile, bir tek kaydın onunla kalması şarttır; bu imkâniî kayıt, mutlaklık mertebelerinin en nihâyetinde Vücûd-ı Mutlak için sa­bit olan itibarî bir kaydın mukabilinde bulunur.


İnsan için kalan bu tek kayıt, onun Zât gaybmdan taayyün et­miş payıdır. Zât gaybı hakkında defalarca, şunu belirttik ki: O, mâhiyeti açısından kendisi için/linefsihi, sadece bir "emir" ile ta­ayyün edebilir ve kendisiliğinden hiç bir şey onda taayyün etmez. Şu halde, onun, yani zikredilen gaybin taayyün etmesi, kendisiy­le müteayyin/taayyün etmiş olarak zuhur ettiği şeye bağlıdır; bu ise, daha sonra "mümkün" diye isimlendirilen halidir.


Bu taayyün ile, Hakkm insan ile insanın da Hak ile irtibat sır­rı zuhur eder; bu irtibat cihetini insan bilebilir veya bilmeyebilir. Vücûd-ı Mutlak'm taakkulunun, herhangi bir nispet veya maz-hâra bağlı olduğunu zikretmiştik. Bu, aynî değil de, gaybî bir farklılık olsa bile, adeta taakkulde şart olan "ayn/varlık"m zu­hurunun varlığa bağlı olması gibi, bir çeşit farklıhk/temyîz ifâ­de eder.


Hal müşahedesi sahibi bir gurubun bu ayrırm/temyîz fark edemeyişleri, bunun kendiliğinde sabit olmayışını gerektirmez; çünkü, "sekr" vartasından ve mukayyet müşahedelerden kurtul­muş sahiv ehli muhakkik ve kâmiller, bizim ifâde ettiğimiz hük­mü vermişlerdir. Bunların sekir ve sınırlı müşahede vartasından kurtulmaları, bir açıdan, ihata edici, birleştirici ve ahadiyet özelli­ğindeki orta kemâl makamının merkezine yerleştiklerinde ger­çekleşir. Böylelikle onlar, bu noktadan uzaklaşmış kimselerin gö­remediği çevrenin kenarlarını ve ehlini müşahede ederler.


Sonra şöyle deriz: Bu iki kaydın, yani Vücûd ve insan kaydı­nın, geçerli bir hükmü vardır. Bu hüküm, büyüklerin bildiği pek Çok neticeler doğurur; büyükler, bunları hem kendilerinden, hem de başkalarından ve kendi hallerinde müşahede etmişler­dir. Böylelikle bu kâmiller, insanlar ve hatta bütün eşya hakkın­da, onların sadece başkaları hakkında değil, aynı zamanda biz-2at kendileri hakkında da bilmedikleri şeylere muttali olurlar.


Teklif hükümleri ve bunların lâzımı olan kayıtlar ise, azlık, çokluk, devam ve devamsızlıkla yaratıklar arasında farklı farklıdır. Bu farklılaşma, yaratıklardan her bir ferdin cihetinden Vücûda izafe edilen kayıtlara göredir. Şu halde, kimin ayn-ı sabite aynası, Örneğin itidale, devriliğe, hey'et ve şekil düzgünlüğüne daha yakın ise; kendisine yansıyan ve onunla zahir olan şeyde o şeyin kendinde/lizâtihî gerektirdiği özelli­ğine muhalif bir hüküm zahir olmayacak şekilde halleri, sıfat- . lan, kuvvetleri ve hükümleri uyumlu ise/mütenasip; o şey, en U az teklife muhatap olan tecellîgâh, bunların arasında ınutlaklığa en yakın olanı ve imkân hükümlerinden ve sınırlayıcı özelliklerden en hızla soyutlanandır. Bu tecellîgâh, sadece dikkat çekilen tek kayıttan soyutlanamaz; bunun örneği, öncelikle Hz. Peygamberimiz, daha sonra ise, Allah'ın kâmil kulların­dan nebi ve velilerdir.


Bu ve başka sebeplerden dolayı Hz. Peygamber'e "Allah, se­nin gelmiş ve gelecek günahlarını affedecektir" (Fetih, 2) diye hitap edilmiştir; böylece ona ve Allah'ın dilediklerine, başkaları­na yasaklanan şeyler mubah kılınmıştır.


Söz konusu "kâmil ayna"nın sahibi, Kadîm'in kıdeminin ve ezelî-zatî faziletin sahibi gerçek kuldur/abd-ı muhakkak; bu kul, tecellîgâhtaki, bozukluk, eksiklik ve değişiklikten kaynakla­nan "eksik kabul"den müessir olmaz; ya da o, tecellîgâha yansı­yan şeye, o şey için ezelde sabit olmayan yeni bir özellik yükle-mez; bunun yegane istisnası ise, tecellînin bir tek kayda bağlı olan taayyünüdür, bu tek kayıttan kurtulmak ise, diğerlerinden farklı olarak, mümkün değildir.


O kimse, yani bu kul, mutlak temizliğiyle her şeye para-lel/yuhazî ve mukabildir; böylelikle dileyen herkes içinde bu­lunduğu durumu izhâr edebilir. Bu özelliğe sahip olan herkes, Hakkın zâtında resmedilmiş/irtisam ve ezelde taayyün etmiş halde bulunduğu tarzda her şeyin zatî ve aslî suretine muttali olur; bu durum, o kişi söz konusu şeye paralel/yuhazî olduğu sürece devam eder. Binaenaleyh bu kimse, "sapma/inhiraf" ha­kikatinin hükmü gerektirdiği için "mutlak benzerlik/müsamet" noktasından saparsa, bu durumda sadece kendisini kınamalıdır.


"Kim ki hayır bulur, Allah'a hamd etsin; kötülük bulan ise, sa­dece kendisini kınasın."


Hz. Peygamberin Rabbinden haber verdiği bilgiye bak! Hz. Peygamber, sana hitap etmiş ve Rabbinden bildirmiştir. Ben de, bir açıdan, insanın Hakkın varlığının aynası olduğunu belirttim; Hak ise, onun hallerinin aynasıdır. Bunu tekrarladım, hatta ba­zen sözü uzattığımı düşündüm, o ifâdelerimi hatırla!


Allah'a yemin olsun ki: Ben, veciz ve Özet olarak ifâde ettim. Sana zikrettiğim şeyleri anlarsan, kalbin kanatlanır, akim dehşe­te düşer. Fakat, Allah'a yemin olsun ki, benim kast ettiğimi an­ladığını sanmıyorum, bu konuda da mazursun. Ben de, bu bah­se dair bu kadar işaretle yetinmek mecburiyetindeyim ve bu­nunla memurum.


Bu derece ve makamdan daha aşağıda bulunan herhangi bir insan ise, bu makama/(mutlak benzerlik makamı) yakınlığı öl­çüsüne göre, sapmadan kurtulur ve değişikliğe uğramaz; çünkü bu, Allah'ın sünnetidir ve "Allah'ın sünnetinde, hiç bir deği­şiklik bulunmaz."


Bunu öğrendiğinde, şunu da bilmelimin ki: Sınırlayıcı hüküm­ler, herhangi bir mevcudun merteoesinden -söz gelişi dört veya beş yönden- varlığa/vücûd izafe edilip, bunlardan her birisi be­lirli bir hükmü ve kendisi olmadan varlığa izafe edilmeyen özel bir hal veya özelliğin belirlenmesini gerektirse, teklif hükmü on­da zuhur eder ve bu beş yönden ve onlara göre gerçekleşir. Tek­lif hükümleri, mümküne ait verililere ve bunların meydana ge­tirdiği varlığa izafe edilmiş eserlere göre artar veya eksilirler. Yönlerin/vecih artmasının nedeni, imkân hükümlerinin artma­sıdır; fakat her mümküne nispetle vasıtalar mümkün ile yaracısı arasında artar. Bunun nedeni ise, insanın kuşatıcılığı ve kapasi­tesiyle ilgili değil, onun eksik kabulü ve zâtının istidadının ku­surudur; çünkü insan, sureti itibarıyla tertip silsilesi yönünden Yaratıcısıyla arasında vasıtaları en fazla bulunduğu varlık, zu­hur açısından ise en son zahir olandır. Fakat insanın son zuhur eden varlık oluşu, onun bütün vasıtaların sırrını içermesi ve var­lık dairesinin içermiş olduğu her şeyin hükmünü ihata etmesi içindir; Varlık dairesi, insan ile sona erer, çünkü insan, yardım dileyen/istimdat son varlıktır, bununla birlikte Kalcm-i a'lâ, in­sanın varlık mertebesinden yardım alır. Kalem-i a'la, Haktan sonra imdat eden ilk varlıktır.[51]


Burada bir takım sırlar vardır ki, bunların zikredilmesi mese­leyi uzatır.


Mevcutların mertebeleri, küllî olarak, beş mertebede sınırlı olup, bunlardan her bir mertebe daha önce de ifâde ettiğimiz gi­bi, çeşitli hükümleri iktizâ ettiği için tekliflerin asılları, beş tane olmuştur: Binaenaleyh mükellefe mahsûs bu beş, ezelde Hakkın ilminde farklılaşması/temeyyüz açısından mükellefin ayn-ı sa­bitesinin hükmü; ayn-ı sabitenin rûhânîyeti yönünden hükmü; sureti ve tabiî yaratılışı ve buna mahsûs özellikler açısından hükmü; zikredilen mertebelere sirayet etmesi yönünden Ama ci­hetinden olan hükmüdür; beşincisi ise, zikredilen şeylerin birle­şiminden meydana gelen manevî heyeti itibarıyla bu dört duru­mu kapsayan işin/emr makûliyeti yönünden meydana gelen hükümdür, söz konusu hüküm, "ahadiyet-i cem" makamının hükmüdür.


İfade ettiğimiz bu beş hükmü, ed-Dehr isminin, şe'nin, mev­tinin, makamın ve bütün bunların hükümlerini birleştiren sırrın hükmü istilzam eder.


Bunlar, ayrıca, başka beş şeyi daha istilzam ederler. Bunlar, zikredilen beş şeye tabi olan ve onlardan meydana gelen şartlar­dır. Bunlar, mükellefin aklının yerinde olması, teklif yaşı, sıhhat ve benzeri konularda ehliyet, davetin ulaşmasına bağlı olan ilim, vakte girmek; buna örnek olarak, namaz vakitleri, Ramazan oru­cu, senesi dolduğunda zekatı vermek, Hac aymda Hacca gitmek vb. şeyleri verebiliriz.


Böylelikle, ifâde ettiğimiz nedenlerden dolayı İslam'ın rü­künleri beş olmuştur; aynı şekilde imânın rükünleri ve hüküm­ler de beştir. KarşıhkJarı görülecek küllî ibâdetler de böyledir; bu ibâdetlerin ağaçlarının çekirdeği ve nehirlerinin kaynağı, "fatihler" bölümünde zikrettiğimiz şu husustur: Kevnî varhk-lar/a'yân-ı kevnîyye, isimlerin ve sıfatların ortaya çıkmasında ve bunların ekmellik/(nihai kemâl) nispetlerinin harici varlıkta zuhur etmesinde şarttır; söz konusu nispet, bu isim ve sıfatların hükümlerinin kabiliyetlere/mümkünler nüfuz etmesi ve bu hü­kümlerin görülen-tafsilî zuhurlarının ardından tekrar Hakka dönmeleriyle gerçekleşir; bu hükümler, Hakkın mertebesin­de/hazret malum ve makul oluşlarına göre Hakka dönerler. İş­te bütün bu nedenlerden dolayı kuşatıcı ilâhî adalet ve cömert­lik, bu hükümlere "varlık teceliîsi/vücûdî tecellî" ile yardımı ge­rektirmiştir; böylelikle, söz konusu tecellîyle bu hükümlerin varlıkları/a'yân kendileri için zuhur eder ve bir kısmının hük­mü diğerlerine Hak vasıtasıyla ulaşır; bu, tam bir karşılık/ceza, umumi-şamil bir adalet ve ikramdır.


Bu önemli esası anla! Çünkü bütün özel ve genel ceza türleri, bundan ve teklifin sebebi olduğunu belirttiğim daha önceki asıl­dan ortaya çıkmaktadırlar. Daha önce açıkladığımız gibi, teklif, vücûdun daha önce belirtildiği tarzda a'yân ile sınırlanmasının gerektirdiği bir karşılıktır. Bunu hatırlarsan, doğruyu bulursun. [52]



Özet ve Netice



Fatiha süresi, ilâhî taksimle üçe ayrılmıştır, birinci kısımla ilgili Allah Teâla'nm nasip ettiği açıklamalar sona ermiş­tir. Daha önce belirtildiği gibi, her âyete dair açıklamanın, "cem makâmı'Ve "matla"' diliyle yapılacağını vaat etmiştik; böylelikle, artık ibare gemini, bu bölümü genişçe incelemeye dalmadan Önce tutmanın tam vaktidir.


Şimdi de, daha önce vaat ettiğimiz konuya başlayıp, "cem" makamının diliyle, "Besmele" ile başlıyoruz:


Herhangi bir isimlendiricinin/müsemrnî, bir şeyi isimlendir­mesi, o şeye dair bilgisi olmayan kimseyi "ikâz" veya o şeyi bil­diği halde unutmuş ise, ona "hatırlatmak" veya belirli bir özel­lik veya hal veya mertebe veya zaman veya mevtin veya bütün bunların toplamı açısından isimlendirdiği şeyi o kimseye "izhâr etmek"ten ibarettir.


Bir şeyin, kendisini bildiği halde kendisini isimlendirmesinin gayesi ise, başkasının "dikkatini çekmek" veya korkmak ve çe­kinmek gereken bir mesabede olduğu için başkasını "sakındır­mak" veya dikkati çekilen kimseyi isim sahibinin /müsemmâ katında bu tembih veya bunun yerini alacak herhangi bir ikâz olmadan elde edilmesi imkânsız bir şeye "teşvik"tir.


Şu halde şahıs, ikâz edildiğinde, farkına varır; böylece hemen arzu duyar, yararlanmak için o şeyi talep eder ve uğruna çalışır; veya güvende kalmak için çekinir ve sakınır. Bu durum, belirli


bir vakit veya hal veya başka bir şartla sınırlı olabileceği gibi, ba­zen herhangi bir şart ile sınırlı olmayabilir.


Allah ismine gelince: bu konuda Hakkın nasip ettiği ölçüde açıklamamız olmuşsa da, bu isim, derleyici/cem lisanı bir mu­kaddimenin sunulmasını gerektirmektedir:


Bu ismin iştikakı, ismin hakikatine değil, tasavvur sahipleri­nin zihinlerinde bundan somutlaşan mânâya racidir; çünkü işti­kakın şartlarından birisi, kendisinden iştikak yapılan anlamın, türetilenden önce olmasıdır. Böyle bir şey ise, hiç bir hakikat için, özellikle de "Allah" ismi için mümkün değildir; çünkü ha­kikatlerin özellikle de bu ismin, diğer mânâlara ve tasavvur edi­len kavramlara Öncelikleri vardır. Bu isim, tasavvur ve mutlak ve mukayyet anlamda ulûhiyet anlamını tasavvur edenlerin varlığından Önce müsemmâsı hakkında sabit idi; şu halde bu isim için belirli bir iştikak nasıl geçerli olabilir ki?


"Allah" isminin, başka bir takım harflere değil de bu harflere tahsis edilmesinin nedeni ise, sadece harflerin sırlarım ve rûhâ-nîlik mertebelerini bilen kimselerin bildiği bir sırdır; böylelikle bu kimse, bu ismin harflerinin dairesinin genişliğini ve basitlik­lerinin hükmünü, feleklerinin büyüklüğünü, kendisi için vad' edildikleri şeyle ilişkilerini, bu lafzın vad' edildiği mânâyı en iyi ifâde edebilecek lafız olduğunu bilir. Ayrıca bilir ki: Bu ismin medlulünü bilip, onu nihaî idrâk ve en üst tasavvur mertebesin­de tasavvur eden kimseye göre, başka harflerden oluşmuş isim­lere nispetle bu lafız, vad' edildiği anlamı en iyi ifâde edebilen ve buna en uygun isimdir.


Bilinmelidir ki: Nida edilen, çağrılan, zikredilen ve isimlendi­rilen herhangi bir şeyi en iyi bilen ve müşahede eden kimse, o şeyi en sağlıklı şekilde tasavvur eden varlıktır; tasavvuru en sağ­lıklı olan kimse, düşüncesi en sağlıklı olan kimsedir; düşünmesi sağlıklı olan ise, en sağlıklı tasavvurun sahibi, davet edilen ve çağrılan şeyin, ismi zikredildiğinde veya ona yönelindiğinde ve­ya ondan bir şey talep edildiğinde veya istenildiğinde, bu talep­leri kabulünden en fazla yararlanan kimsedir.


Bu ismin bazı harflerinin telaffuz ve yazıda gözükmeyişi ise, Müssemma'dan bâtın kalan ve şehâdet aleminde ve onun muka­bili gayb'te ortaya çıkmayan şeylere işaret etmektedir.


"er-Rahmânü'r-rahim" ise, söz ettiğimiz bu makamın zevki­ne göre, mürekkep bir isimdir; dolayısıyla, bunlardan her birisi, diğerinin içermiş olduğu anlamdan yoksun değildir. Binaena­leyh "er-Rahmân"m hükmünün umumiliğiyle -ki o, Vücûddur-"ilmî tahsis" ortaya çıkmış, bunun ardından da, er-Rahîm ismi­ne mensup "iradî" tahsis ortaya çıkmıştır. Böylelikle "er-Rah-mân" ile, gaybî özellikler/hısas-ı gaybîyye varlık suretleri ola­rak taayyün ederken, aynı şekilde "er-Rahim" ile de bir olan Vü-cûd, haricî/aynî varlıklar ile çoğalmış olarak zuhur eder. [53]



"Hamd Alemlerin Rabbı Allah'a Mahsûstur."



Bu ifâde, "senâ/övgü" mertebelerinin en mücerredini, en ge­nişini; mutlak "Allah" isminin Rab ismine göre ilk taayyününü ve "Rab" isminin feleklerinin en genişini tariften ibarettir. Rab ismi, alemleri ihata eder; terbiye, efendilik, mülkiyet, sebat, ıs­lah, ayrıca alemin mâhiyeti yönünden Rabbı ile irtibatı sırrını iz­hâr etmekle alemlerin üzerinde deveran eder.


Hamdın sırrı ise -ki bu, hamdın henüz zikretmediğimiz en garip hükümlerinden birisidir- Hakkın "senâ"yı müşahede edi­şinin aynısıyla Hakkın ve varlıkların /mevcudat hamdidir. Çün­kü Hakkın, senanın sena olduğunu bilmesi, şehâdeti gerektirir, çünkü gerçekte şehâdet, ilimden sonra olabilir. Hakkın dışında­ki herhangi birisi adına bir durumun/emr sabit olması veya her­hangi bir hükmün geçerli olması, Hakkın o kişi adına görülen ve ona izafe edilen hükme müstahak olduğunu görmesinin ardın­dan gerçekleşebilir. Hak, hamdi kemâl özelliğiyle kendisine iza­fe ettiğine göre, hamd O'nun adına sabit olmuş ve mertebesi be­lirlenmiştir.


Hakkın varlıkları hamd etmesi ise, onların zâtlarıyladır; yani, her şeyin zâtı için iktizâ ettiği iyi iyi/mahmûd işlerle Hak onla­rın varlıklarını hamd eder. Böylelikle Hak, onların varlıklarım izhâr eder, birbirlerini tanırlar, bunun neticesinde ise tarif ve görme umumileşir. Böylece, "senâ"dan ibaret olan hamd, Hak-km her şeyi "hamd" etmesiyle her şeyi kapsamaktadır. Binaena­leyh alemin bütünü/mecmu', içermiş olduğu sıfatlar ve haller ile birlikte övülmüştür; bu haller, çeşitli dillerle hoşnut/marziy-ye sayılmış, irâde, cemâl, fiili ve halı tevhit, bâtın hikmet diliyle ise, razı olunmayan haller diye görülmüşlerdir.


Alemin bütünün övülmüş/mahmûd olmasının izahı şudur: Hiç bir şey yoktur ki, kudretin ve diğer sıfatların kemâlinin zu­hurunda şart olmasın; kevnî tafsilin (varlıkların alemde ortaya çıkması) zuhuruna bağlı/tevakkuf olan ilim ve vücûd mertebe­sinin kemâli, varlıklardan her bir ferdin zuhuruna bağlıdır. Şu halde bir şeyin gerçekleşmesinin kendisine bağlı olduğu her şey, matluptur ve zuhuru açısından da övgüye değerdir.


Bunu anla ve bununla yetin! Çünkü buradaki tarzımız, geniş açıklamayı kaldırmaz.


Hak da, yaratıklarına hamd eder. Bu ise, Hakkın hamdin ha­kikatini, dilediği alemlerde izhâr etmesi ve bu alem ehlinden di­lediklerinin bir sıfatı yapmakla gerçekleşir. Böylelikle hamdin hükmü, hamdi yapan kimsede/(hamd ile kaim olan) Hak ile zu­hur eder ve onun bir sıfatı haline gelir. Çünkü mânâlar, kaim ol­dukları kimselerde hükümlerini gerekli kılarlar. Hakkın hamdi-nin veya kendisinin varhğı/kevn övmesi ise, hükmünün övü-Iende ortaya çıkması ve onunla kaim olmasıdır, nitekim daha önce bundan bahs etmiştik. [54]



"Er-Rahmân Er-Rahim:"



Ayetteki bu ifâde, Besmeledeki "er-Rahmân er-Rahim"i tek­rarlamak için değildir; bilakis birinci isim, genelleştirme/tamîm hükmünü tahsis, diğeri ise, tahsis hükmünü umumileştirmekten tarettir. Bunlardan birisinin konusu, mutlak ve bâtın olarak, emrin mânâsının hükmü gerektirdiği için "daimi hüküm"; diğe-rıninkı ise, zahir ve bâtında şart olan "mukadder hüküm"dür.


Bunun sırrı ve açıklaması şöyledir: Rahmet, iki tanedir: Biri­si, Zât'a ait mutlak "imtinanî" rahmet; bu, her şeyi kapsayan rahmettir. Bu rahmetin zâtlara sirayet eden hükmünden, bir şe­yin kendisine rahmeti doğar, ayrıca bir şeyin intikam veya kahır suretiyle kendi nefsine kötülük ve ihsan ile rahmeti, bunda ger­çekleşir. Çünkü, ihsan sahibinin ihsanı veya intikamcının intika­mı, sahiplerine rahmettir.


Bu rahmet yönünden Hak, kendisini sevgi/hubb ve sevdikle­rine karşı duyduğu şiddetli kavuşma arzusuyla /şevk nitelemiş­tir. Bu rahmet ile meydana gelen bu sevginin hiçbir sebebi ve şartı yoktur; bu sevgi, herhangi bir fiilin veya sıfatın veya başka bir şeyin mukabilinde gerçekleşmez.


Rabia (ra.), şu mısralarıyla bu karşılıksız sevgiye işaret etmiştir:


Seni iki sevgiyle severim: Reva sevgisi


Bir de, senin buna ehil olman nedeniyle olan sevgim


Heva sevgisinden ibaret olana gelince;


Bu, seni görünceye kadar "sır"da seni zikretmektir


Senin ehli olduğun sevgi ise,


Senin dışındaki her şeyden senin zikrinle yüz çevirmemdir


Ne birisinden, ne de ötekinden dolayı bana bir övgü yoktur


Fakat, bunda da diğerinde de hamd sana aittir


Binaenaleyh, zâtı bir münâsebetten kaynaklanan "heva" sev­gisinin, zâtın dışında hiçbir sebebi yoktur. Bir şeye ehil olundu­ğu için sevilmek ise, ehliyeti bilmek sebebiyle meydana gelir. Talep ve ihtiyaç ya da ikrama mazhâr olan kimsedeki bir vasıf veya bu kimsenin genel anlamda sahip olduğu iyi bir halden do­ğan hak veya istihkaka bağlı olmaksızın gerçekleşen bütün ih­san ve ikram çeşitleri, bu rahmete mensuptur.


Ayrıca, bu rahmetin neticelerinden birisi de, Cumhur'a göre, "inayet" diye isimlendirilen bir sır ile bir gurubun cennette nail olacakları hayır ve derecelerdir; bu kimseler, bu derece ve hayır­lara, işledikleri bir amel veya hazırlamış oldukları bir hayrın karşılığında ulaşmazlar.


Bunun için, keşf ile cennetin üç tane olduğu sabit olmuştur: Ameller cenneti, miras cenneti ve ihtisas cenneti. Kitap ve Sünnette, bu cennetlerin hepsine işaret edilmiştir. Şu anlama gelen bir hadis vârid olmuştur: "Cennette bir takım boş yerler kalır. Allah, hükmünün gereğini yerine getirmek için, o yerleri hiç­bir hayır işlememiş kimseleri yaratarak doldurur. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Her biriniz, oraya doldurulacaktır."


Diğer rahmet ise, zâtı rahmetten taşan/faiz ve bir takım ka­yıtlarla ondan ayrılan rahmettir. Bu kayıtlardan birisi, "Rabbi-nız nefsi üzerine rahmeti yazmıştır" âyeti ile işaret edilen yaz-ınadır/kitâbet; binaenaleyh yazmak, bir takım amel ve haller ile zorunlu olarak sınırlanmıştır.


İblis, herhangi bir şarta ya da "hükmî" veya "zamanı" bir kayda bağlı olmayan "imtinanî" rahmete tamah etmiştir, "hük­mî" kayıt, kaza ve kader kaydıdır. Bunların varlıklardan ilk mazhârları, Kalem-i a'la ve Levh-i mahfûz'dur. "Zamanı" kayıt ise, din gününe ve kıyamet gününe kadardır; yer ve gökler, de­vam ettiği sürece, orada kalıcıdırlar.


Şu halde Besmele'deki İki rahmet de, umumilik ifâde eder. Buna karşın, Fatiha'da zikredilen iki rahmet de, belirttiğimiz ne­denlerden dolayı imtinanî-zâtî rahmet ve şarta bağlı sınırlı rah­mete aittir.


Bu makamdan "Din gününün sahibi" âyeti ortaya çıkmakta­dır; çünkü cezalandırma/mücazat, ya zatîdir veya zatî değildir. Binaenaleyh vakit, zâtı olmayan cezalandırmaya mahsustur; mutlaklığı sebebiyle zatî cezalandırmanın, herhangi bir vakti yoktur. Hakkın iki emri olduğu ve alemde de iki hükmü kabul etmeyi gerektiren bir özellik bulunduğu için Hak, geceyi ve gündüzü kapsayan "gün/yevm"ü zikretmiştir. Gece ve gündüz, ayeti silinen[55] Mutlak Gayb'm ve alâmetleri görülen şehâdet ale­minin mazhârlârıdrr. Varlık ile "a'yân" arasında meydana gelen zatî cezalandırma, ilk kabul ve ikrâm/ata ile gerçekleşir ki, da­ha önce bunları belirtmiştik.


Sıfat ve fiillere mahsus cezalandırma ise, "Bana ibâdet edin, "arta şükrediniz" âyetlerinde olduğu gibi, Hakkın kullarına ik­ram ettiği zahirî ve bâtını nimetlerinin mukabilinde verilen cezadır/'Ben kulumun bana olan zannı üzereyim." "Allah, bu tavsiflerinin karşılığını onlara verecektir." (Enam, 139)


Dua, icabet ve benzeri şeyler, fiiller mertebesine aittir.


Kul, "Din gününün meliki" âyetini okuduğunda, Hakkın nü­büvvet diliyle "Kulum beni övdü" demesi, genel ubudiyet maka­mının gerektirdiği şeyle ilgilidir. Bunun Örneği, raiyenin Melik karşısındaki durumudur. Bu durum, "Din gününün mâliki" okuyuşunun karşısında Hakkın söylediği "Kulum bana tevekkül etti" sözünden farklıdır; çünkü bu ifâde, kulluk makamının "mülk" açısından özel anlamda gerektirdiği kâmil tevekkül, tesli­miyet, boyun eğme, itaat ve kulak verme gibi fiillerle ilgilidir.


Din lafzının mânâlarından olan ve cezanın ardından gelen hal, itaat, adet ve benzeri hususlar ise, bir işçi gibi çalışmayan kâmil kul için gerçekleşen ubudiyetin ve temizlenmenin halleri­dir; bunlarm bir kısmı, o kul için hasıl olur. Bu halin gerçekleş­me alâmetlerinden birisi, sıfat ve fiillere ait cezalandırmanın or­tadan kalkıp, onun yerini zâtı cezalandırma hükmüne ait emrin gerektirdiği şeyin almasıdır; bu emir ile kul, daha önce zikredi­len farklar yönünden Haktan ayrılır. Fakat bu noktada kâmil ve kâini] olmayanlar arasında pek çok fark vardır ki, temyiz merte­belerinden söz ederken bu farklara işaret etmiştik.


Hal, itaat ve zikredilen diğer mânâların, Rab. ve kul mertebe­lerinin arasında gerçekleşen bir takım karışımları ve birleşmele­ri vardır; bu birleşmelerin özü, önceki bölümde amellerin merte­beleri ve neticelerinden bahsederken işaret edilen şeylerdir.


Artık, bu ve bunu takip eden konuyu, ayrıca kitabın sonunda Şükrün sırrıyîa ilgili zikredilen ifâdeleri düşün ve tefekkür et ki, garip şeyleri göresin! [56]



Zahir, Bâtın, Had ve Matla'



Bilinmelidir ki: Bu kitabın pek çok yerinde, alemin hakikati yönünden "hazerat-ı hams"ın hükümleri için bir "ayna" oldu­ğunu açıklamıştık; alemin suretleri de, bu hükümlere göre zu­hur ederler. Bütün "aynî" varlıklara ve gaybî emirlere/iş, defalarca işaret ettiğimiz ve açıkladığımız üzere, bu beş hazretin hükmü sirayet etmiştir. Aleme izafe edilen bütün vasıflar, özel­likler ve levazım, ahadiyet özelliğindeki "cem" makamının hük­müyle zuhur eder; bu makama, isimler, sıfatlar, alemler ve mer­tebeler istinat etmektedir. Çünkü bunların hepsi, bu makamın tesirinde/münfail ve ondan meydana gelmişler ve bu makama tabidirler. Bununla birlikte, Zât'a ait bu en mukaddes ve münez­zeh makam, çoğalmaz/taaddüt, bilakis belirlenme ve tafsil, alemlerin mertebelerine, hallerine, tavırlarına ve idrâklerine gö­re bu makamdan ve bu makam içinde zuhur eder.


Bu sabit olunca şöyle deriz: İlâhî kelâm - ki o, izah ve ifâde mertebelerini kapsayan sıfatların ve nispetlerin en önemlilerin­den birisidir-, Hakkın mertebesinden/hazret sâdır olmuş ve bi­ze, zikredilen beş aslî mertebenin ve bu mertebelerin içerdikleri şeylerin hükümleriyle boyanmış/insibağ halde ulaşır.


Bu kelâmın, Hz. Peygamber'in de belirttiği gibi, bir "zahr"i var­dır; ilâhî kelâmın "zahr"ı, hissedilir/mahsûs suretler gibi, beyan ve zuhur mertebelerinin nihayetine ulaşan nas ve açıklığıdır.


ilâhî kelâmın, bir de gizli "batn"ı vardır; bu da, pek çok id­râkten gizli olan, kutsi ruhlara benzer.


İlâhî kelâmın, zahri ve bâtninı ayırt eden "had"di vardır; bu­nun ile, zahirden bâtına terakki edilir. Had, zâtiyla, ilâhî kelâmın zahirîni ve bâtınını birleştiren bir berzah, aynı zamanda bâtm ile "matla'"ı ayırt eden bir ayraçtır/fasıl. Bunun bir benzeri, mutlak gayb ve şehâdet mertebelerini birleştiren "alem-i misâl"dir.


İlâhî kelâmın, bir de "matla"'! vardır; ilâhî kelâmın matla'ı, zahirin, bâtının, bunları birleştiren ve ayırt eden şeyin kendisine dayandığı hakikati bildiren şeydir. Böylelikle, bütün bunların ötesindeki şeyi insana gösterir. Matla, Hakka ait Zâtî-gayb mer­tebelerinin ilki, gayba ait mücerret hakikatlerin ve isimlerin mer­tebesinin kapısıdır. Keşif sahibi, bu kapıdan ahadiyet/birlik özelliğindeki gaybî kelâmın sırrına muttali olur. Böylece keşif sahibi, zuhurun, bâtmlığm, haddin ve matlain, kelâma ve başka Şeylere ait bu tecellînin menzilleri ve de müsemmâsından farklı oIıışu cihetinden "el-Mütekellim" isminin hükümlerinin taay­yün ettiği mertebeler olduklarını öğrenir. Kelâm, kelâm sahibi üzerinde zait bir şey olmayışı yönünden beşinci mertebedir; bu mertebe, Nefes-i Rahmanı sırrından öğrenilir.


Bu konudan, özellikle bu açıdan olmak üzere, daha önce bah­setmiştik, hatırla!


Fatiha'nın birinci bölümüyle ilgili açıklamalarımız, hem bü­tün anlam ve hem de tek tek kelimelerle ilgili olarak, sona ermiş­tir. Allah, taahhüt ettiğim şeyi yerine getirmeyi nasip etti. Önce­ki açıklamalarımda, bu kısa anlatımın değerini bilmeyen kimse­ye nisbetle, sözü uzatmış olabilirim. Bunun nedeni, kaideler ve temel meselelerle ilgili görüşleri ortaya koymanın, kendisinden sonra gelecek ve bu temel meselelere dayanan feri konuları ve asıllarına bağlı tafsili meseleleri açıklayıcı olmasıdır; özellikle de, iş bu sûrenin, bütün kelâmların aslının aslı, hikmet sahibi sır­ları içeren her şeyin anahtarı olması itibarıyla böyle geniş açıkla­malar gerekliydi.


Binaenaleyh böyle bir süreyi tefsir etmek isteyen kimsenin, bu sûrenin nehirlerinin çıktığı kaynaklara, nûr güneşlerinin doğduğu yerlere, sırlarının toplandığı noktalara, hazinelerinin anahtarlarına ve bütün içerdiği sırlara dikkat çekmesi gerek­mektedir.


Allah, hakkı söyler ve dilediklerim sırât-ı müstakime ulaştırır. [57]









[1]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 203-208.



[2] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 209-210.



[3]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 211.



[4] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 211-213.



[5]Abdullah İlahi, Şeyh Bedreddin'in Varidat'ı üzerine yazdığı şerhinde hamdi şöyle tanımlamaktadır: "Hamd "mahmûd"un kemâlim cemâl ve celâl sıfatlan ile ta'zîm niyetiyle izhâr eylemektir. Bu da cem mertebe­sinden cem'e, farktan fark'a, cemden fark'a, farktan cem'e doğru ger­çekleşir: Cem mertebesinden cem'e olan hamd, taayyün İ evvel ile, vü­cûdunun kemâlinin zâtı için zâtı ile ahadiyyet makamında izhârı, sonra da ilâhî ve kevnî hakikatlerin menbâ'ı olması yönüyle İzhârıdır. Fark'tan fark'a olan "hamd" ise, vücûdunun kemâlinin hâlkî mazhâr-larda ve kevnî mecalde hâlî, fi'lî ve kavlî lisânlar ile izhârıdır. Cem'den fark'a olan hamd ise vücûdunun nurunu, feyz i akdes ile kâinatın hakâ-ikine (a'yân 1 mevcudata) kâbiliyyet ve isti'dât ifâzasıdır. Fark'tan cem'e ise, ruhanî, misâli ya da hissî olsun bütün merâtıb kavlî fi'lî hâlî lisân­ların hamd etmesi gibi zât, sıfat ve ef'âlin kemâlinin izhârına hamd ederler."



[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 213-219.



[7]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 220-229.



[8]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 229-231.



[9] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 231.



[1]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 232.



[11] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 232.



[12] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 233.



[13] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 234.



[14] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 234.



[15] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 234.



[16] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 234-235.



[17]Abdülkadir Ata, bu ifâde hakkında şöyle demektedir: "Bu, İbnü'1-Ara-bî'nin eserlerinde de yer alan bir remizdir. Bunun herhangi bir anlamını öğrenemedim. Belki de bu, îbnü'l-Arabi'nin Mevakiu'n-nucûm ve Anka-i Muğrib isimli eserlerinde sıkça kullandığı remizlerden birrisidir."


İbnü'l-Arabî'nin terimleri üzerinde en geniş çalışmayı yapmış olan Suad el-Hakim ise, bu terimi şöyle açıklamaktadır: "Kubbe-i Eryen: îb-nü'1-Arabî'nin metinlerinde Kubbe-i Eryen veya Erin terimi hakkında görüş ayrılıkları olmuştur. Îbnü'l-Arabî, bu terim ile iki şeye işaret et­mektedir: Bunlardan birincisi, yeryüzündeki bir noktadır. Burada, iki kutup ortadan kalkar ve gece gündüzden, gündüz geceden ayırt edil­mez. İkincisi ise, gene! anlamda eşyadaki bir özelliktir. Eşyadaki bu özellik, itidal veya itidal mahallidir. İbnü'l-Arabî, şöyle demiştir: "Sadî demiştir ki: Alimlerden dört kişi, istiva hattının altında Eryen kubbesin­de buluşmuştur...." El-FütûhâiİÂ'l-mekkiyye, Birinci Sefer, 184.


Îbnü'l-Arabî, Istılaha t1 mda ise, Eryen hakkında şu bilgiyi vermiştir: "Eşyadaki itidal mahalli." (istıîahat, 296). (bkz, Suad el-Hakim, el-Mu'-cemu's-sufye, 517.)


Aslında her iki tanım da birbirleriyle uyumludur. Üstelik bu tanım­lar, Konevfnin ifadesiyle de uyumlu görünmektedirler.



[18] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 235-239.



[19] "Yarışanlar bunda yarışsınlar" âyetine telmih yapılmaktadır.


Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 239-240.



[20] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 240-241.



[21] "Ben kulumun bana olan zannı üzereyim. Kulum bana nafilelerle yak­laşır, ta ki onu severim" hadisine işaret edilmektedir.



[22] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 241-244.



[23] Burada iki ayrı âyetin birleştirildiğini görmekteyiz. Bunlardan birisi, "Al­lah metin ve kuvvet sahibidir" âyetidir. Diğeri ise, "O gayb hakkında cimri değildir" (Tekvir, 24) âyetidir.



[24] "Biz her şeyi sudan yarattık" âyetine telmih.



[25] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 244-247.



[26]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 248.



[27] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 248-251.



[28] Konevinin "Ömer'in meselesi" derken neyi kast ettiği belli değildir. Ancak söylemek istediği şey, insanların şu veya bu gerekçeyle kerih gör dükleri bir takım meselelerde zaman içinde maslahat ve hayır bulundu ğunun görülmesidir. "Ey müminler! Sizin için hoş olmasa bile, savaç size farz kılındı. Olabilir ki, bir şeyi kerih görürsünüz, o şey sizin adı­nıza hayırdır, bir şeyi de çok istersiniz, o da sizin için kötüdür." (Bakara, 216)



[29]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 252-258.



[30] Konevî'nin burada sözünü ettiği mesele, daha önce de çeşitli vesilelerle temas ettiğimiz, yaratılış meselesiyie ilgili bir konudur. Bu meselenin bu yönü, ilim-malum ilişkisi diye bilinir ve tasavvuf tarihinde çeşitli görüş­lerin ortaya atıİmasma neden olmuş kadim bir meseledir. Ibnü'l-Arabî başta olmak üzere vahdet-i vücûdu benimseyen sûfüer, ilmin maluma tabi olduğunu kabuî etmişlerdir. Bunun anlamı, ilâhî ilimde sabit olan hakikatlerin yaratılılarmm kendilerinin Tanrı'ya verdikleri bilgiye göre gerçekleşmiş olmasıdır (Geniş bilgi için bkz. A. Avni Konuk, age., s. 20)



[31] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 258-263.



[32] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 264.



[33] Burada iki ölümden söz edilmektedir. Buniardan birisi, büyük kıyamet, yani alemin varlığına neden olan ilâhî tecellînin kendi aslına dönmesiy­le zahir alemin batma dönüşmesi diye ifâde edebileceğimiz alemin kıyametidir (Konevî, bu anlamda alemin sona ereceğini kabul eder.) İkincisi ise, "sûfî ölüm" diye isimlendirilebiîecek sûfînin beşerî ve mad­di özelliklerinden soyutlanıp fena mertebesine ulaştığı mertebedir. Bu­rada, insanın maddiliği ve beşerîliğinİ ifâde eden "kesret" ruhanilik ve ilâhî alemin özelliği olan ahadiyet tarafından ortadan kaldırılır ve kişi kendi benliği de dahil oîmak üzere her şeyin bilincinden yoksun kalır.



[34] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 264-269.



[35]Başka bir ifâdeyle her bir varlık, belirli bir ismin mazhârıdir ve o ilâhî ısım o varlığın "rabb-ı has"ıdır. Bu isim, varlığın bekâsını temin ettiği gi­bi, Yaratıcısı ile ilişkisi de bu isim cihetinden gerçekleşir.



[36] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 269-273.



[37]Bu mesele, Konevî'nin tefsir ve tevil anlayışını belirleyen önemli ifâde­lerinden birisidir. Konevî'nin bu meseledeki fikrî, başka bir takım ifade­leriyle de teyit edilmiştir. Bunlardan birisi, her şeyin bir zahrı ve bir de batnı vardır diye bilmen meşhur bir hadisten hareket ederek, Kur'an'da farkh insanlar ve kabiliyetler için farkh anlamlar derecelerinin bulunduğunu tespit etmesidir. Ancak, burada dile getirdiği tefsir kuralı, son de­rece açık ve net bir ifâdeye sahiptir. Bu ifâdenin bir benzerini ibnü'l Arabî'de de görmekteyiz. Hatta her iki sûfı arasında bu noktada tam bir uyumdan söz etmek mümkündür. İbnü'l-Arabî de, nasların tevili mese­lesini izah ederken sadece dil hükümleriyle sınırlı kalmaktan söz etmek­tedir. Şöyle demektedir: "Kelâm iki kısımdır. Birincisi, harfler diye isim­lendirilen maddelerdeki kelâmdır. Bu da, iki kısımdır. Yazılı olan, yani harfler; bu, "kitabet/yazi" diye isimlendirilir; veya bunların telaffuz edilmesi ki, bu "kelâm" veya "kavil/söz" olarak isimlendirilir. Kelâmın ikinci türü ise, maddelerde değildir. Bilinen harflerde bulunmayan ve anlaşıldığı da söylen ilemeyen bu kelâma kulakla işi emeksizin, işitenin il­mi taalluk eder. Gerçekten de, bunu vasıta olmaksızın işitir. Maddî ol­mayan kelâmda olduğu gibi ki, bu da ancak kendisine münasip olan şeyle işitilir. Maddî olan, anlaşılır. Bu, özel bir ilmî taalluktur. İşiten, söyleyenden lafzı öğrendiği veya yazıyı gördüğünde, kelime, söyleye­nin kastının dışında ıstıîahî olarak pek çok anlam içerdiği halde, bu ya­zıdaki muradını bilse, bu anlayıştır. Konuşanın bu kelime ile neyi kast ettiğini detaylı olarak bilmeyebilir. Bu kişinin maksadı, kelimenin farklı vecihlerinin delâlet ettiği farkh ihtimaller olabilir. Kelâm sahibinin bu kelime ile, bu vecihlerden hangisini, ya da, hepsini veya birisini mi kast etmiş olduğu bilinemez. Kelimenin delâlet ettiği şeyin bilinmesiyle bera­ber, bu kelimenin anlamı verdiği söylenemez. Istılah bilindiğinde, sade­ce kelimenin delâlet ettiği şeyler bilinmiştir. Çünkü bunları söyleyen, işi­tene göre iki durumda olabilir. Birincisi, bu kelimenin dilde işaret ettiği şeyleri bilmeyebilir. İkincisi ise, kelimenin delâlet ettiği şeyleri bilse de, muradının anlaşılmasını temin eden karinenin gerektirdiği anlam için, bunlardan bir tanesini kullanmış olabilir. Kelâm sahibi, lafzına böyle bir anlam yüklemiş ve lafzı anlayan kimse bunu anlamamış olabilir. Adeta kelâm sahibi bu anlayışta, ona hiçbir şey nasip etmemiştir. Aîlah'm ke­lâmı ise, bir kavmin lisanıyla nazil olduğu zaman, delâletlerinin farklı olmasından dolayı, o dilin mensupları Allah'ın bu kelime veya kelime­lerle neyi kast ettiği hususunda ihtilaf etmiş olsalar da, her birisi, Al­lah'ın kast ettiği şeyi kendisinden anlamış olurlar. Çünkü Allah, bütün ihtimalleri bilir. Dilden çıkmadığı sürece bütün ihtimaller, bu muayyen şahsa nispetle Allah'ın kastıdır. Eğer dil dışma çıkarsa, o zaman ne ilim vardır ne de Allah'ın muradım anlamak! işaretleri benimseyenlerin du­rumu da böyledir. Çünkü onlann Allah'ın kelâmının işaretlerini anla­maları, yine Allah'ın kelâmı hakkında bir anlayıştır. Bu da, bu kelâmla işaret edilen şey hakkında Aİlah'm kastıdır. Mahlukun kelâmının bu imkânı yoktur. Bütün vedhlerden Allah'ın maksadını anlama lütfü na­sip edilen kimseye, "hikmet ve sözü ayırt etme" (Sad, 20) nasip edil­miştir. Bu, bu kelimedeki ihtimallerin ve amaçların ayırt edilmesidir. Kime de, "hikmet verilirse, ona çokça hayır verilmiştir." (Bakara, 269) Yani, kelimedeki pek çok ihtimali anlamak nasip edilmiştir." İbnü'î-Arabî, el-Fütûhâtü'l-mekkiyye, e IV, 25.



[38] Bu terim, farklı şekillerde daha önce de geçmişti. Nikah derken Konevî, çeşitli varlık mertebeleri veya isimler ve mümkün varlıklar arasındaki ontolojik ilişki ve irtibata dikkat çekmektedir. Bunun nikah diye İsim­lendirilmesi, bazı mertebelerin fail ve müessir iken, bazı mertebelerin münfail ve müteessir olarak, dünya hayatındaki üreme ve çoğalmayı meydana getiren ilişkiye benzememiş olmasıdır. Cem ise, herhangi bir ürün meydana getirmede gerekli olan çokluğa işarettir. Bu çokluk, ön­celikle, Zâî-irâde ve şeyin hakikati diye ifâde edile, fakat aynı zamanda birlik özelliğindeki "ferdiyet-İ selase"dir. (Ibnü'I-Arabî ve vahdet-i vü­cûdu benimseyen sûfîîere göre teslisin anlamı hakkında bkz. Ebu'1-Ala Afifi, age., Muhammed Fassı.)



[39] Dinin anlamlarından birisi cezadır. Bu anlam, İbnü'l-Arabî'nin özellik­le Yakub fassmda üzerinde durduğu bir anlamdır. Burada İbnü'î-Arabî



[40] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 273-281.



[41] "Elest", Araf sûresinde geçen bir âyete telmih yapmaktadır. Burada Al­lah, yaratılıştan önce Adem'in zürriyetinden gelecek nesillere kendisini Rab olarak kabul edip etmediklerini sormuş, onlar da kendisini 'Rab' olarak kabul etmişlerdir: "Rabbm Adem oğullarından onların sırtla­rından zürriyetlerini almış, ve onları kendilerine şahit tutarak, 'ben sizin Rabbıniz değil miyim?" demişti. Onlar da: 'Evet buna şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü 'bizim bundan haberimiz yoktu' deme­menizin içindi." {Araf, 172). Cüneyd-i Bağdadî, bu âyeti yorumlayıp, marifet ve tevhit anlayışım bu âyete dayandırmıştır. (Bu konuda bkz. Ebu'I-Ala Afifi, İslam'da Manevî Hayat, s. 185 vd.)



[42] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 282-288.



[43]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 289-290.



[44]"Kalb, Allah'ın iki parmağı arasındadır, onu dilediği gibi şekillendi­rir" hadisine telmih yapılmaktadır.



[45] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 291-295.



[46] Hakikatler ilâhî üimde sabit oldukları halleri üzere bakidirler, bunlar asla değişme ve farklılaşmaya uğramazlar; varlıkta gözüken ve farkIılaşan şeyler, bunların eser ve hükümleridir.



[47]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 296-299.



[48] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 299-302.



[49] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 303.



[50] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 303-305.



[51] Burada Konevi'nin varlık ve zuhur ile ilgili temel bir düşüncesini gör­mekteyiz. Buna göre, varlıkların surî zuhûrlarıyia, onların ilk taayyün mertebeleri arasında her zaman bir mutabakat yoktur. Bu bağlamda, in­san ontolojik varlığı açısından ilk taayyün eden varlıktır, bununla birlik­te o, sureti ve şehâdet aleminde zuhuru açısından en son meydana gelen varlık türüdür.


Konevî'ye göre, insanın ilk taayyün eden varlık, son zuhur eden suret olması, daha sonra bilgi görüşünde Özellikle tezahürlerini gördüğümüz bir netice doğurmaktadır. Bu netice, insanın bu başlangıç ve son arasın­daki ortaya çıkan bütün varlıkların özelliklerini belirli kendinde taşıması ve bu özellikler sayesinde bütün varlıklarla bir münâsebet kurabilmesidir. Konevî'ye göre, insan ile varlık dairesi sona ermiştir, çünkü o yaratılıştaki gai illettir.



[52] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 305-313.



[53] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 314-316.



[54]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 316-317.



[55]'Gecenin âyetini mahv ederiz" âyetine telmih vardır.



[56]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 317-320.



[57] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 320-322.

Hiç yorum yok: