11 Kasım 2007 Pazar

fatihanın hamdı

alıntıdır

H A M D

'Her hâline hamdet. İstisnâ; küfür ve dalâlet.'

Hamd; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’an’da Hamd Kavramı

Hamd, 'Övgü' ve 'Şükür' Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır

Hamd Kelimesinin Çağrıştırdıkları

Hamd, Allah'a Aittir; Çünkü...

Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır

Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk

Hamd, Hayata Gülümsemektir

Hamd Bilinciyle Hayata Bakış

İbâdetlerimiz ve Hamd

Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...

Hamd ve Günümüz İnsanı

Hamd – İman İlişkisi

Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları




'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin' Hamd, âlemlerin rabbı Allah'a mahsustur (Kâinatın yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun) .' (1/Fâtiha, 2)



Hamd; Anlam ve Mâhiyeti


Hamd, sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme (medhetme) ve övme manasına gelir. Terim olarak, bütün medih türlerini içerip sevgi ve tazimle Allah'a yönelen övgü ve şükrü ifade eder. Hamd, Allah'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini, O'na şükürlerini bildirmeleri demektir. 'El-hamdü lillâh' sözüne 'hamdele' denir.




Kur’an’da Hamd Kavramı


Kur'an'da hamd, hepsi Allah'a nisbet edilmiş olarak 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de esmaü'l-hüsnadan “hamîd” ismi yer almaktadır. Bir yerde de hamd edenler anlamında “hâmidûn” kelimesi kullanılır. Peygamberimiz’in ismi olan ve hamd kökünden türeyen “Muhammed” kelimesi, 4; “Ahmed” ise 1 yerde geçer. Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olan, “makam-ı mahmûd”, yine 1 yerde kullanılır. Dolayısıyla “hamd” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 67 yerde geçmektedir. Kur'an’ın ilk âyeti olan 'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin' (Kâinatın rabbi, yani yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun) cümlesi Kur'an'da 7 yerde geçmektedir. 'El-hamdü lillâh' cümlesi ise 23 yerde tekrarlanır. El-hamdü lillâh cümlesiyle başlayan 5 sûre vardır. (1/Fâtiha, 6/En'am, 18/Kehf, 34/Sebe' ve 35/Fâtır sûreleri.)


Namazın esasını Allah'a hamd oluşturduğundan Kur’an, bazı yerlerde namaza hamd ismi verir (20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39) . Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur (10/Yûnus, 10) . Zaten ilkte de, sonda da hamd, Allah'a mahsustur (28/Kasas, 70) . Her şey Rabbına devamlı hamdediyor (17/İsrâ, 44) . İnsan ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a hamdetmektedirler (13/Ra'd, 13) . 'Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.' (17/İsrâ, 44) . 'Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.' (30/Rûm, 18) Hamd ve şükür, nimetleri arttırır: 'Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.' (14/İbrahim, 7) Bütün bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür (14/İbrahim, 34) . 'Kullarımdan şükreden ne kadar az! ' (34/Sebe' 13)


'El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.' (29/Ankebut, 63) “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de) .” (17/İsrâ, 111) El-hamdü lillâh.





Hamd, 'Övgü' ve 'Şükür' Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır


'Hamd'i, 'övmek' diye tek kelimeyle ifade etmek yeterli olmaz. Türkçede yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik ve nimeti bizzat kendisinin kaynak ve sahip olup olmamasına bakmadan ve yüceltme duygusu taşımadan övmektir ki, hamdin yerini tutmaz. Her hamdde bir medih yönü olmasına rağmen; medihte hamd yoktur.


Her durumda hamdin övüldüğü halde; övgü, medih (met etmek) bazan kınanmış bir eylem olur. Allah'ın Elçisi; ' Yüzünüze karşı medh edenlerin, övenlerin yüzlerine toprak saçın.' (Müslim, Zühd 69; Ebû Dâvud, Edeb 9) buyurarak böyle medhi kınıyor. Ama insanlara teşekkürü ve Rabb'a şükrü, nankörlükten (ki küfürle aynı kökten türemiştir.) kurtulmak için ısrarla tavsiye ediyor: 'İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen) , onlara nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamdetmez.' (Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35) . Demek ki medh (övgü) ile hamd başka başka şeylerdir.


Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd, en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine 'şükretmek' diyemeyiz. Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür ederiz. Hamdetmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir. Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına ulaşmış olması da hamdetmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillah diyerek, kişi kendi adına Allah'a hamdettikten başka, O'nun nimetine kavuşan bütün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah'a hamd, her hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.



'Hamd', Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir şükür türüdür. Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allah'tır. Onun için Allah'a hamdetmek, Allah'a şükretmekten daha faziletli, daha üstündür.


Allah'a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür; nankör olmayan, Allah’ın nimetlerinin farkında olan, sâdık ve kadirşinas insanların özelliğidir. Şükre muvaffak olan insanların sayısı da çok değildir. Allah'ın sayısız nimetleri vardır. 'Allah'ın nimetlerini saymaya kalksan, onları sayamazsın, saymaya gücün yetmez.' (14/İbrahim, 34; 16/Nahl, 18) Sâdi-i Şirazi, Gülistan'ında; 'Bir insan, her nefesinde Allah'a karşı iki şükür borçludur.' der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icab eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. 'Kullarımdan şükreden ne kadar az! ' (34/Sebe' 13)



Hamd Kelimesinin Çağrıştırdıkları


Allah'ın güzel isimlerinden biri de hamîd (çok hamdedilen) dir. Allah'ı en iyi tanıyan ve O'na en güzel şekilde hamd eden en büyük insan Son Peygamber'in ismi olan Muhammed ve Ahmed de hamd kökünden gelmektedir. Rasülüllah'ın gök ehli arasındaki ismi Ahmed'dir. (Bkz. 61/Saff, 6) Ahmed, çok hamdeden demektir. Gök ehli, Allah'ı devamlı övmekle, hamdetmekle meşguldür. Onların içinde hamdetmekte de örnek gösterilen, en çok hamdeden Ahmed (s.a.s.) ' dir. Efendimiz, müjdeci ve kurtarıcımızın yeryüzündeki adı Muhammed'dir. Muhammed, övülen, çok medh edilen demektir. Rehberimiz, Peygamberimiz, Allah'ın yerdekilerden en çok övdüğü canlı olduğundan; aynı zamanda yerde yaşayanlarca en çok sevilip övülen, salevat getirilip kendisi için duâ edilen insan olduğundan, kendisine Muhammed ismi verilmiştir. O, yine, Kur'an'ın beyanına göre, 'Makam-ı Mahmûd'un (hamdedilip övülen makam) sahibidir. (bkz. 17/İsrâ, 79) O yüzden, o kılavuzumuzun bir diğer adı da Mahmud'dur. Makam-ı Mahmud sahibi anlamında kullanılan Mahmud ismi de, kelime olarak hamd kökünden gelmektedir.


Her ezan-ı Muhammedi'den sonra da biz, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz tek önderimize Allah'ın makam-ı mahmudu vermesi için dua ederiz. O liderimiz, Makam-ı Mahmud'daki komutanımız, onun dâvâsı için dünyada mücadele edecekleri, âhirette 'Livâü'l-hamd' sancağı altında toplayacak ve bu sayede 'Ve âhıru da'vâhüm eni'l-hamdü lillahi rabbi'l âlemin' (10/Yunus, 10) diyerek O'nun askerleri cennete girecektir. 'Livâü'l-hamd', hamd, övgü sancağı demektir.


Kıyamet günü, Allah tarafından övgü ve şerefden en yüksek payı alacak olan o en büyük insanın, kurtulanları altında toplayacağı bayrağa hamd sancağı ismi verilmiştir. Böylesine hamdle ilgi bir Rasülün ümmeti, hamdetmeyi unutarak, şükrü ve ibadeti ihmal ederek onu temsil edebilir ve Küçük Ahmed, Muhammedcik (Mehmedcik) olabilir mi? Allah hamîd (çok hamdedilen, çokça övülen) 'dir. Muhammed de medh edilen, övülen demektir. Biz bunun böyle olduğuna gerçekten inanıyor, bu isimleri kabul ediyor muyuz? Kimleri övüyoruz, neleri medh ediyoruz günlük yaşantımızda? Çok hamd edilen'le, Övülen'le aramız nasıl? Hamd ile, övgü ve senâ ile, salevât ile irtibatımız ne kadar? !


'El-hamdü lillâh', 'hamd Allah'a aittir' anlamına gelir. (Arapça ilmî ifadesiyle El-hamdü kelimesinin başındaki lâm-ı tarif cins, ahd, umum ve istiğrak için olabildiğinden) El-hamdü lillâh cümlesinin kapsamlı anlamları vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: Hamd çeşidi ve cinsinden olarak bilinen şeylerin hepsi yalnız Allah içindir. Tam ve gerçek anlamıyla peygamberlerin ve salih kulların hamdi yalnız Allah'a aittir. Bütün hamd ve senâlar hak itibariyle Allah'a aittir.


Hamd, müteşekkirane övgüdür. Bazı âyetlerde (mesela, 20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39) namaz, hamd ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Zira namazın esasını Allah'a hamd ve şükrün takdimi teşkil etmektedir.


Hamd, Allah'ın ilahlık vasfının sayısız hikmetlerini düşünerek kemal ve celal sıfatlarını ve kudretini övmektir. Bu kudretin karşımıza çıkardığı varlık veya olay bizim kişisel hesabımıza ters düşse de hamd yapılmalıdır.


Bu yüzdendir ki, Fâtiha'nın ilk âyetinde 'ben hamdederim' yerine 'hamd Allah'a mahsustur' gibi, evrensel değerde bir ifade kullanılmıştır. Böylece hamd, insanların sübjektif tespit ve bağlarından kurtarılmış, Yaratıcı Kudret'in bir hakkı olarak sunulmuştur. (1)


Çok sevilen, çok sayılan bir zâtın, bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi, o kimse tarafından bize verilen hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu, ondan alınacak zevk ve lezzet, sadece maddî değeri kıymetindedir. İkincisi ise, onun, çok saygın bir zâtın, bir padişahın hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî değerin hiçbir kıymeti yoktur. Bu makamda önemli olan, bu hâtıranın o saygın kişiye ait oluşudur. Böyle bir hediyeden alınacak zevkin, öncekinden kat kat fazla olduğunu herkes kabul eder. Çünkü, bu hâtırayla, onu bağışlayan zata bağlanılır, bu hediye, ikram edenle yakınlığın simgesi kabul edilir.


Bu örnekle anlaşılmaktadır ki, nimet verilen kimse, nimetten çok, nimet vereni hatırlamalıdır. Verilen nimetlerden yararlanmaktan daha çok önemlidir, nimet verenin bize önem verip, bağış ve ikramlarını sunması. Nimetten, nimet sahibine intikal edilmelidir; Araçlardan amaca, postacıdan mektup sahibine, aracıdan her şeyin gerçek sahibine; Ve bunca acziyet ve isyanımıza rağmen bize ihsan ve bağışından vazgeçmeyen gerçek mürebbimiz Rabbimize. O yüzden tüm nimetlerin sahibi olan zât, büyüklüğünden ve bize değer verdiğinden dolayı devamlı hamdedilmeye lâyıktır. Şükür, sadâkat makamıdır; hamd ise ihlâs makamı. Hamd, ihlâs zirvesinde söylenir; hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmese bile Allah'a karşı kulluğunu idrak edip El-hamdü lillâh demek, ancak samimi ve ihlâslı kimselerin şiârıdır.






Hamd, Allah'a Aittir; Çünkü...


İnsan dünya hayatında ya mutluluk ve huzur içinde; ya da kederle sıkıntılar içindedir. Eğer saâdet ve selametteyse, bu durum, mutluluk sebeplerini Allah'ın yaratması ve ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Böylece, Allah, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tecelli etmiştir; hamde lâyık yalnız O'dur. Eğer kul, sıkıntı içindeyse, bu sıkıntı ve keder, ya Allah'tan, ya da diğer insanlardan gelmiştir. Allah'tan ise, Allah'ın dinini yaşama ve yaşatma mücadelesinden dolayı ise, O, bu musibetlere karşı, sonsuz nimetler verecektir. Eğer insanların zulmünden dolayı ise, O, zâlimden mazlumun intikamını alacağını vadetmiştir. Son iki durumda, Allah'ın Rahim, Müntekım ve din gününün sahibi gibi sıfatları tecellî eder; hamde lâyık yalnız O'dur. O yüzden insan, ister Allah'ın nimetleri sayesinde mutluluk içinde; ister belâlarla imtihan içindeyken olsun, daima Allah'a hamd içinde yaşamalı, her durumda Allah'a hamdetmesini bilmelidir.


Hamdi Allah'a has kılarak, O'nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye lâyık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O'nu övmekle, O'ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rıza göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O'nun Peygamberinin yegâne önder oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna râzı olmuş ve boyun eğmiş oluyoruz.


Hamd, insanlar yapsa da, yapmasa da ve insanların hamdlerinden önce de, sonra da Allah'a mahsustur, O'nun hakkıdır. Bu Fatiha'nın başlangıcında 'El hamdü lillâh' (Hamd Allah'a aittir) yerine; 'Ahmedullahe' (Ben hamd ederim) diye 'ben' tabiri kullanılsaydı, Allah'ın hakkı olan hamdi, ölümlü varlık insanın istek ve iradesiyle kayıtlamak olurdu. Kur'an, hamdin başlangıçta ve sonda, ezelde ve ebedde Allah'ın hakkı olduğunu söylemektedir: 'İlkte de, sonda da hamd, Allah'a mahsustur.' (28/Kasas, 70) Yine hamd, yalnız insanlık dünyasından değil; bütün varlıklardan Yaratıcı'ya yükselmektedir. 'Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.' (30/Rûm, 18) Kur'an, Allah'a inananların son söz ve isteklerinin âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd etmek olduğunu söyler. 'Onların dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbı Allah'a mahsustur.' (10/Yûnus, 10)


Kul 'el-hamdü lillâh' demekle, hamdolunmak Allah'ın hakkıdır, demiş olur. Çünkü Allah, nimetlerinin bolluğu ile, kullarına karşı çeşit çeşit lutuflarıyla hamde en lâyık olandır. Hamd yalnız O'na yaraşır ve başka hiçbir varlığa yakışmaz. Çünkü her nimeti veren O'dur. Verdiği hiçbir nimeti, bir karşılık bekleyerek vermemiştir. O'nun nimetleri bütünüyle ihsandır. Onun için hamd, yalnız Allah'a yaraşır. Lutfettiği her nimet, mutlaka bize fayda verir ve nimetlerin ardı arkası kesilmez. Nimetin bu özellikleri taşıyanını yaratmak yalnız Allah'a ait olduğu için, biz de yalnız O'na hamdederiz. Fakat nimetlerine karşı şükretmekten de âciz olduğumuzu bilerek hamdimizi yaparız. Çünkü O'nun nimetleri o kadar çoktur ki, bunları aklımızla da gönlümüzle de kavramaktan âciz kalırız. Ancak O'nun bize verdiği kudret derecesinde yine O'na hamdederiz.


O'na hamdettiğimizi söylemekten maksadımız, bize her nimeti veren Allah'a karşı duyduğumuz şükrânı, gönlümüzün bütün coşkunluğunu anlatan kelimelerle ifade etmektir. Gücümüz buna yettiği için bu kelimeleri kullanıyoruz. Yoksa, bu kelimelerin Allah'ın nimetlerine denk olduğunu iddia etmiyoruz. Böyle bir iddiadan o kadar uzağız ki, uzaklığımızı da kelimelerle ifadeden âciziz. Yoksa şükrânımız, nimetlere tam karşılık kabul edilse, bu büyük bir küstahlık olurdu. Çünkü Allah'ın nimetlerine denk olmak iddiasında bulunulurdu. Buna ise imkân yoktur. Biz hiçbir vakit hamdimizi ve şükrânımızı O'nun nimetine denk tutmak gibi bir günahı işlemeyiz. Bizim hamdimiz ve şükrânımız kendi içimizden fışkıran bir görev duygusudur. Biz bu görevi, aczimizle birlikte elimizden geldiği kadar yaparız.


Biz hamdetmekle geçmişe de, geleceğe de bağlantısı olan bir harekette bulunuruz. Yani Allah'ın geçmişte erdiğimiz lutuflarına hamdettiğimiz gibi, gelecekte de nâil olacağımız ihsanlarına şükretmiş oluruz. Geçmişte nâil olduğumuz nimetler, bizi itaate teşvik eder ve biz bu nimetlere şükretmekle aklımızı da gönlümüzü de O'nun yeni nimetlerini karşılamak için açarız.


Allah, insanlar için çeşit çeşit nimetler yaratmış, onlara yol gösterici olarak peygamberler gönderip kitaplar indirmiştir. Kendileri için kulaklar, gözler ve kalp var etmiş, ayrıca doğru yolda olsunlar ve dünya-âhiret saâadetini kazansınlar diye emir ve yasaklarda bulunmuştur. Bütün bunların karşılığında insana düşen O'nun yolunda yürümek ve emirleriyle yasaklarının dışına çıkmamaktır. İşte hamd ve şükür budur. Allah'ın insanlardan insanlar için istediği budur. (5/Mâide, 6, 89; 16/Nahl, 78...) Yoksa, Allah insanların hamd ve şükrüne muhtaç olmadığı gibi, küfürlerinden de etkilenecek değildir. Hamdeden, şükreden biri, kendi iyiliği için şükreder, hem dünyada, hem âhirette gerçek saâdete erer. Allah, şükrünün karşılığında nimetlerini artırır ve kendisini mükâfatlandırır, yani O da kullarının şükrüne karşı şükredendir (27/Neml, 40; 14/İbrahim, 7) . (2)



Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır


Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok mânevî nimetler için hamdetmemiz gerekir. Allah'a hamdetmek, bize her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah'a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta'zim etmektir. Bu hamd işi de kalp, dil ve organlarla yapılabilir. Yani, hamd yalnız dil ile yapılan bir şey değil; gönül ve bütün organlarla yapılan bir görevdir.


Kalp ile yapılanı, nimetlerin en önemlisi olan imanı bize taddıran ve sevdiren Allah'ı zikretmek (hatırlamak) , O'nun sıfatlarını tefekkür etmek, düşünmek, imanda kemale ulaşma yollarını aramaktır. Dil ile yapılan, Allah'ın bu sıfatlarını anlatmak, sık sık, Allah, şükür, hamd... kelimelerini kullanarak zikirle meşgul olmak, hakkı söylemektir. Organlar ile yapılanı, onları Allah'ın yolundan ayırmamaktır. Allah'ın emir ve yasaklarına mümkün olduğu kadar dikkat ederek kulluk görevini yerine getirmek fiilî hamddir.


Küfür ve dalâlet dışında her olay, her fiilî durum karşısında Allah'a hamdedilmelidir. Kerim Elçi Peygamberimiz 'Elhamdü lillâh alâ külli hal' (Her durum karşısında Allah'a hamdolsun) buyururlardı. Bu da ancak her organın yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Kişinin iç dünyası ile ve iç dünyasına da hamdetmesi gerekir. Buna tatbikî hamd denir. Her çeşit fazilet ve erdemleri elde etmek, İslâm ahlak esaslarını öğrenip uygulamak, bu çeşit hamdin vâsıtasıdır. Yalnız unutmamak lâzımdır ki, her duruma hamdeden mü'min, küfür ve dalâlete, haramlara hamdedip el-hamdü lillâh demez. 'Faizler artmış, yaşadık, elhamdü lillâh! ' nasıl bir turşu ve inanç salatasıysa; mesela Mısır'da Firavun'un anıtkabirini, yani kutsal(!) mezarını ziyaret ederken 'elhamdü lillâh' ile başlayan Fâtiha'yı orada okumak gibi bir acaipliğe düşmez. 'Müslümansan kilisede işin ne? Hıristiyansan Meryem heykelinin üzerine niçin pisledin? ' denilen kuşa benzemez. Sormazlar mı bu insana; müslümansan Firavunların mezarında işin ne? Gâvursan bu okudğun Fâtiha da neyin nesi? !


Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok manevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab'ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.


Hamd ederken, Allah derken başımıza belâ ve musibet gelmez. Biz, O hamd edilmeye, zikr edilmeye lâyık olduğu için bunu yapacağız; ama bu hamdler, zikirler aynı zamanda görecek ve yaşayacaksınız ki dünyamızı da güzelleştirecektir. Bir kuş, avcının kurşununa zikrederken hedef olmaz; zikirden gâfil iken avlanır.


Çay ikram edene teşekkür eden kadirşinas kimse, hiç bunca nimet verene teşekkürü unutur mu? 'El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler.' (29/Ankebut, 63) “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de) .” (17/İsrâ, 111) El-hamdü lillâh.


Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından teşekkür eder. İşte hamdin bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımız-dan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah'a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun içindir ki, Kur'an hamd ile başlamıştır.


Kur'an'ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah'a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü. Allah'ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak; İnsanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü'minlerden bir mü'min olduğunu hatırlayarak; Bir 'dâhi' olduğunu zannederek değil. Eğer hamdi olmazsa bir hiç olacağını düşünerek. Kur'an'ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu veya benzeri duyguları meydana getirecektir. Çünkü hamd insanın kendini bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki, ve sadırlardaki ayetleri tefekkür ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak vererek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd bir itiraftır, âcizlik ve kulluk itirafı.


İnsanların ve cinlerin kâfirleri hariç, doğadaki her şey Allah'ı övmekte, O'na hamdetmek-tedir. (bkz. 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13) İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birisini veya birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etme ihtiyacındadır. Suyun, çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah'ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, sadece sınav olmaktadır ve yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmek için yaratılmıştır. İbâdetini Allah'a etmezse, başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. (3)



Bunca Nimet, Bunca Şikâyet; Hamdetmeyen Bir Toplum Olduk


Kitabımızın ilk âyeti 'Elhamdü lillâh' diye başladığı halde; hamdi, şükrü unutan bir toplum olduk. Hamdetmek, şükretmek için nimetlerin farkında olmak lazımdır. Günümüz insanı ise, bunca varlık içinde, öylesine nankör ve âsî ki... Çok şikâyetçiyiz. Toplum ve fert olarak karamsar ve aç gözlülüğün ıstıraplarıyla kıvranıyoruz. Şikâyetlerin başında geçim sıkıntısı var. Bu tabir, eskiden pek bilinmezdi. İnsanımız bugüne göre daha fakirdi. Fakirdi ama, gönlü zengindi. Kanaat denilen bir hazineye sahipti dedelerimiz. Dillerden şükür, zikir taşardı. 'Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı, geçim sıkıntısı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.' (20/Tâhâ, 123) Hamd zikirdir. Zikirden yüz çevirmenin dünyadaki cezası geçim sıkıntısı, âhiretteki cezası da nimetleri ve nimet vereni dünyada göremediği için kör olarak haşrolmak. Çözüm ise zikir ve şükürde: 'Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.' (14/İbrahim, 7)


Gül bahçesine girsek, herhalde güllerin güzelliğinden, mis gibi kokulardan önce, elimize değil ama gözümüze dikenler batacak. İslamî geleneğimizde 'nasılsınız? ' sorusuna cevap 'elhamdü lillah' idi. Şimdi, beylik bir 'iyiyim'den sonra başlıyor şikâyetler... Hoca talebeden, talebe hocadan, koca karısından, kadın kocadan, baba evlattan, evlat babadan, herkes toplumdan, hatta müslümanlardan, cemaat veya cemiyetlerden... şikâyet. İyi de, olayların güzel tarafları yok mu? Güzel bakmayı unutmaktan kaynaklanıyor bazı kara tablolar. Güzel bakan güzel görür. Güzel gören güzel düşünür. Medine çevresinde Rasulullah ashabıyla yürürken yol kenarında bir köpek leşi görürler. Sahabe, manzaranın ve kokusunun çirkinliğinden bahsetmeye başlayınca, Efendimiz, güzel bakmakla ilgili güzel bir ders verir: 'Görmüyor musunuz, dişleri inci gibi, ne güzel! ' Problem gözlüklerimizde. Kara gözlükleri çıkarıp, olaylara ve varlıklara Allah'ın nuruyla bakabilmeliyiz. Basarla gözükmeyen nice güzellikler basiretle görülebilecektir. Yani kalıp gözü olumsuz baksa bile, kalp gözü Mutlak Güzel'in, varlıklara ve eşyaya yansıyan güzelliklerini müşâhede eder. Her şey Rabbına devamlı hamdediyor (17/İsrâ, 44) . Gül açıyor, bülbül ötüyor, güneş gülümsüyor, yani varlıkların hamdi hal dillerinden anlaşılıyor. İnsanoğlu ise çok zâlim ve çok nankör (14/İbrahim, 34) . Dikkat edilmelidir ki, âyette geçen nankör anlamına gelen kelime ile küfür kelimesi aynı kökten gelmektedir.



Hamd, Hayata Gülümsemektir


Hamd insanı iyimser yapar. Eşyanın, kendi halimizin güzel yanlarını gösterir. Kabir ve hasta ziyareti, kendimizdeki nimetleri görmeye katkı sağlar. Akraba ve fakir insanları ziyaretin de hamde katkısı vardır. Hamdi artırdığı için hadis-i şeriflerde bu ziyaretlerin önemi vurgulanmıştır. Dünyevî konularda bizden daha fakir, daha zayıf kimselerle kendimizi kıyaslamak, bizi hamd ve şükre götürür. Dilimiz hamdettiği gibi, yüzümüz de her an hamdetmeli. Yüzün hamdi-şükrü tebessümdür. Nimetlerin ve nimet sahibinin farkında olmanın getirdiği mutluluk ve huzurun gönülden yüze yansımasıdır bu. Önderimiz, tüm şemail kitaplarının nakline göre devamlı mütebessim idi. Tebessümle sırıtma ve kahkaha çok farklı şeylerdir. Ekrem Elçi'nin suratı asık değildi; onca zulüm, onca işkence, onca açlık, yahudilerin hainlikleri, münafıkların nifakları, dağların taşıyamayacağı onca yüke rağmen, tebessümü yüzünden hiç eksik olmazdı.


Efendimiz'in gözünden akan yaşlar, insanlarla değil; sadece Rabbıyla başbaşa olduğu, secdelerle süslü gecelerin incileriydi. 'Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız! ' (Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1) buyuran o büyük zâtın insanların içinde, çevresine huzur ve saâdet dağıtan tebessümü, hamdinin dışa yansımasıydı. O'nu örnek alması gereken mü'min, içinden duâ, haşyet, takvâ, İslâm'ın derdi, müslümanların durumları ve bunları düşünmenin, tefekkürün gereği mahzun bir gönül taşımalı. Ama insanlara gülümseyen, hamdettiği yüzünden belli olan bir çehre aydınlatmalı zalumlerin kararttığı çevreyi. İçi ağlasa bile dışı gülmeli müslümanın. Bir müslümana surat asmanın karşımızdakine hakaret ve kul hakkına tecavüz olduğunu bilmeli, kardeşlerine merhametinin izleri yüzünden okunabilmeli.

İnsan, diliyle olduğu gibi haliyle, tavrıyla, yüzüyle de devamlı hamdetmeli. Seviyesizce cıvıklık, şuh kahkahalar, boşvermiş tavır, vur patlasın çal oynasın anlayışı mü'minden ne kadar uzak olmalıysa; karamsarlık ve ümitsizlik taşıyan bunalımlı bir yüz de o derece çirkin kabul edilmeli. İslâm, insana huzur verir. Aldığı ilâhî prensipleri yaşayıp, çevreye hâkim kıldığı için Hz. Peygamber, öylesine huzur ve mutluluğu etrafına yayıyordu ki, toplumun ve çağının yüzünü güldürdü. Câhiliyye düzenini muazzam bir inkılâbla deviren Peygamber nizamının ve o çağın adı 'asr-ı saâdet', yani mutluluk çağıdır. Müslüman, dünyada da haseneler içindedir; etrafındaki güzelliklere karşı gözü kör değildir. Yaratılanı sever, Yaratan'dan ötürü. İçinde yarım bardak su olan kabın öncelikle dolu tarafını görür. Elbette, boş tarafını görmezden gelmez; gücü ve imkânı el veriyorsa, boş kısmını önce kendisi doldurmaya çalışır. Devamlı karanlıklardan şikâyette bulunup kendi içini ve çevresini de karartmaz; bir mum olsun bulup yakmaya, gücü ve imkânı oranında içini ve ortamını aydınlatmaya çalışır.









Hamd Bilinciyle Hayata Bakış


Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik.


Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha da kötüsü, hakkı görmeyen, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlaksız... olabilirdik.


Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibadetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli? ! Bütün bunlara hamdedilmez, şükredilmez de ne yapılır?

İnsanlar Allah'a layık olduğu şekilde hamdedemezler. Ancak mecaz yoluyla ve hamdle ilgili emirlere uyarak hamdetmeye çalışırlar. Çünkü Allah'a hamdetmek, ancak yüce Zatının gerçek mahiyetiyle bilinmesi ve O'na layık olan bir hamd ile hamdedilmesiyle mümkündür. Oysa Kur'an'da, insanların O'nu bilgi bakımından kuşatamayacakları açıkça bildirilmiştir. Nitekim Peygamberimiz, mirac gecesi Yüce Allah'ın 'Allah'a senâ et' emrine muhatap olunca 'Seni gerçek anlamıyla hamd ü senâ edemem' demesi bu gerçeğin ifadesidir. Fakat bu ilahi emre uyulmalı ve kulluk durumu açıklanmalıydı. Bunun için Allah Rasûlü 'Ey Allah'ım, Sen yüce Zâtını senâ ettiğin, medhettiğin, hamdettiğin gibisin! ' diyerek bu emre karşılık vermiştir.


Biz de Yüce Allah'ın 'El-hamdü lillâh deyin' (17/İsrâ, 111; 29/Ankebût, 63) emrine uyarak O'na hamdetmekle yükümlüyüz. O'nun için, ulaştığımız her çeşit nimetten dolayı “el-hamdü lillâh” demeliyiz. Hamd, sadece bir nimete karşılık değildir. Hamd, kulun nimet içinde yaşamasından dolayı iç âleminden coşan şükrandır. Bu şükran duygusunun, içinde kaynadığını hisseden müslüman için bu coşku, Allah'la olan en samimi bağlantıdır. Bu bağın kuvveti, dilimizin ve gönlümüzün, bütün organlarımızla uyumlu olarak hamd vazifesini yerine getirmesiyle kendini gösterir. (4)



İbâdetlerimiz ve Hamd


Ne Türkçede, ne başka herhangi bir dilde 'hamd' kelimesinin tam karşılığı yoktur. Hamd bir özgün Kur'an kavramıdır. Hamd, bütün anlamıyla Allah'a aittir. Çünkü övülmeğe lâyık her şey Allah'tandır. Zikir, şükür ve dolayısıyla dua ögelerini içeren hamd, tıpkı besmele gibi, müslümanların hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Her gün kılınan 5 vakit namazda kırk defa tekrarlanan Fâtiha sûresi hamd ile başladığı gibi, namazın girişinde okunan Sübhâneke'de, rükûdan kalkarken okunan tahmidde hamd kelimesi kullanılır. Tahiyyât'ın ilk cümlelerinde, “Salli” ve “Bârik” duâlarında, Kunut'ta, namazdan sonra çekilen tesbihlerde, ardından okunan tevhid cümlesinde, bayramlarda ve diğer bazı dinî merâsimlerde getirilen tekbirlerde senâ ve şükür manalarıyla birlikte hamd kavramı tekrarlanmaktadır. Hac ibâdetinin îfâsı sırasında her fırsatta tekrar edilmesi istenen telbiye'de de hamd yer almaktadır.


Efendimiz, Kurtarıcımız, Allah'a hamd ile başlanmayan her işin eksik ve bereketsiz olduğunu açıklamış (Ebû Dâvud. Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19) ve aksıran her mü'minin 'el hamdü lillâh' demesini emretmiştir (Buhâri, Edeb 126) . Hamdetmeyi içeren duâları okumanın, günahların bağışlanmasına vesile olacağını ve hamdin en faziletli zikirlerden biri olduğunu açıklamıştır. Yine hamdi içeren zikirlerin sadaka yerine geçeceğini haber vermiş, duânın en faziletlisinin el-hamdü lillâh sözü olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezan 155, İman 19; Müslim, Tahâret 1, Müsafirîn 84) .


Hz. Peygamber'den rivâyet edilen ve (besmeleyle birlikte) hamd ile başlamayan her önemli işin hayırsız ve bereketsiz olacağını belirten hadisin ve fiilî sünnetin etkisiyle olacaktır ki, İslâmî gelenekte bütün ciddi işlerin başında besmele çekilip hamdedilir. Bitiminde de bütün başarı ve nimetleri lutfeden Allah'a yine hamdedilip şükürde bulunulur. Rasülü Ekrem'in tavsiyeleri ve uygulamalarından olmak üzere konuşmalara, zikir ve dualara hamd cümlesiyle başlamak, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmek, aksırdıktan sonra hamdetmek gerekir.


Cuma hutbesinin her iki bölümü de hamd cümleleriyle başlar. İslâmî eserlerin ilk cümlelerini genellikle besmele ve hamdele oluşturur. Bir yazıda hamdeleye yer verilmemesi, o yazının önemli olmadığının bir işareti sayılmıştır. O yüzden müslümanların bütün resmî yazışmaları ile önemli akidlerinde besmeleden sonra hamdele zikredilirdi. Ayrıca, hamdele, müslümanların uykuya yatma, uykudan kalkma gibi günlük faaliyetlerinin başında ve sonunda zikredilen bir duâ cümlesi haline gelmiştir. (5)






Her Nimetten Sonra, Her Vesileyle Hamd, Sürekli...


Devamlı karşılaştığımız için önemi üzerinde düşünülmeyen alışılmış nimetlerin akabinde de hamd edilir ki, insanın Rabbı ile irtibatı, ilişkisi, iletişimi canlı tutulsun ve yapılanlar ibadet olsun. Yemekten sonra hamd edilir ki, yediğimiz nimetleri ihsan eden, o gıdalara lezzet katan, bize ağız tadı veren, açlığımızı bunlarla gideren, gıdaları enerjiye dönüştüren Yaratıcı'yı görmezden, bilmezden, hatırlamazdan gelmeyelim, nankör olmayalım. Bu konuda sünnet, yemek sonrası sofradan kalkmadan herkesin kendisinin hamdetmesi. Olayı merâsim havasına koyup, bir aracının, bir hocanın, veya içlerinden birinin hamdetmesi değil. Sünnette meşhur olan hamd ifadesi de şöyle: 'El-hamdü lillâhi’llezî et'amenâ ve sekaanâ ve cealenâ mine'l-müslimîn (Bizi doyuran, susuzluğumuzu gideren ve bizi müslümanlardan kılan Allah'a hamd olsun) .”


Su, çay veya meşrubat içtikten sonra hamdetmeyi de unutmamalı. Duâya başlarken ve bitirirken, derse, sohbete, kitleye konuşmaya başlarken ve bitirirken hamdetmeli. Başlangıçta hamd ile Allah'ın nimeti hatırlanıp, O'nun yardımı istenirken; bitişte de verdiği güce ve güzelce tamamlanan nimete karşı şükür makamında hamd edilmelidir. 'Onların duâ, dâvet ve dâvâlarının sonu 'El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn'dir.' (10/Yûnus, 10) Okumayı bitirdikten, uykudan uyandıktan, elbise giydikten sonra Rasulullah'ın hep hamdettiğini biliyoruz. Tuvalet ve banyodan sonra 'El-hamdü lillâhi'llezi ezhebe anni'l-ezâ ve âfânî min zâlik (Benden eziyeti gideren ve böylece bana âfiyet veren Allah'a hamdolsun) ” denilmesi tavsiye edilmiştir.


Hapşırma (aksırma) da hamd için bir vesiledir. Aksırdıktan sonra 'elhamdü lillâh' denilmesi, yanımızda bulunan insanların bize hayır duâda bulunmalarına sebep olacak olan önemli bir sünnettir. Aksıran tahmid'de bulunur. Yanındaki müslüman 'teşmit' eder, yani 'yerhamuke’llah” (Allah sana merhamet etsin) der. Aksıran da 'yehdînâ ve yehdîkümu’llah' (Allah bize ve size hidayet etsin.) diye mukabelede bulunur. 'Biriniz hapşırır ve hamdederse, ona teşmitte bulunun. Allah'a hamdetmezse teşmitte bulunmayın.' (Buhâri, Edeb 127; Müslim, Zühd 53) 'Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine 'yerhamuke’llah' (Allah sana merhamet etsin) demesi hak (bir vazife) dır. Ancak, esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.' (Buhârî, Edeb 125, 128, Bed'ül halk 11; Müslim, Zühd 56)


Görüldüğü gibi her vesileyle hamd, Allah'ı hatırlayıp ona şükür tavsiye edilmiş, hayatın tüm alanlarını Allah doldurmuştur. Müslümanın Allah'tan uzak, O'ndan gafil hiçbir zamanı ve hiçbir hali olmaması istenmiştir. Böylece her yapılan eylemin ibâdet olması sağlanarak kulluk bilinci perçinlenmiştir.


Kemal derecesinde bir hamdin üç basamağı vardır. Erişilen nimetin Allah'tan geldiğini bilmek, O'nun verdiğine rızâ göstermek ve nimetinin gücü bedeninde bulunduğu sürece O'na isyan etmemek. Her ciddi eylem, her nimet üç ibâdet ister. Bunlar zikir, fikir ve şükürdür. Başta zikir (besmele) , ortada -iş esnasında- fikir (tefekkür, Allah'ın nimet ve ihsanını düşünüp O'nun rızâsını istemek) ve sonunda şükür (el-hamdü lillâh demek) .



Hamd ve Günümüz İnsanı


İnsanların bir kısmı Allah'a hamd etmezken, bir kısmı da hamd konusunda gâfil görünmektedirler. Günümüzde insanları Allah'a hamdetmekten alıkoyan pek çok sebep/bahane vardır. Doymak, tatmin olmak bilmeyen, reklâm ve kötü örneklerle kamçılanan dünya hırsı, tâğûtî yönetimler, kapitalist ve emperyalist dünya düzeni, kolay yollardan zengin olma isteği, ümitsizlik, kötümserlik... hamdi unutturucu sebepler arasında sayılabilir. Kanaat etmemek, kendini kendinden daha fakirlerle değil; daha zenginlerle karşılaştırmak, maddeci dünya görüşünün sonucunda tüketim toplumunun bireyi olarak hep şikâyetçi olmak da insanı hamd ve şükürden alıkoyan sebeplerdendir. Bütün bu sebeplerle birlikte cehâlet ve gafleti de belirtmeliyiz. İnsanların, Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetlere karşı hamdetmeyişleri bu tür sebeplerle ilgilidir. Bütün bunların çözümü için, insanın iyimser, kanaatkâr, tokgözlü, diğergâm, hamdeden, şükreden özellikler kazanması gerekir. Bu kalitede bir toplum inşâsı için de, tevhidî imana dayalı bir altyapı şarttır. Allah'ın nimetlerine hamd, öncelikle o nimetleri bilmekle mümkün olur. Nimeti bilenler, bu nimetlerle Allah'a ibâdet edilmesi gerektiğinin şuurunda olup, böylece Allah'a hamd edebilenlerdir.


Günümüzde bir kısım insanlar da, Allah'a hamdetmeyi 'Allah'a hamdolsun' demekten ibaret saymaktadırlar. Oysa, gerçek anlamda hamd, sahip olunan nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla olur. Bütün varlıklarda Allah'ın nimetleri vardır. Her insanda Allah'ın sayısız nimetleri mevcut olduğu gibi, kişilere bazı belâlar da isâbet edebilir. Belânın bulunmaması nimet; nimetin bulunmaması da bir belâdır. İşte, Allah'a mutlak hamd, O'nun bütün nimetlerine karşı olmalıdır. Bu da, her nimetin ve her şeyin sahibi Allah'a, yine Allah'ın istediği şekilde hamdetmekle mümkün olur.


Dille hamd, 'El-hamdü lillâh' demektir. Kalble hamd, Allah'ın büyüklüğünü, nimetlerini tefekkür etmek ve O'nunla beraber olabilmektir. Kalıpla (vücut organlarıyla, el ve ayakla...) yapılan hamd, nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla yapılır. Nimetlerin sahibini unutmayan, kendisinin emanetçi ve veznedar olduğunu bilen insan, emânete ihânet etmez. Sahibi o nimet ve emânetleri niçin verdiyse, nasıl davranmasını istediyse, O'nun tâlimatları doğrultusunda o görevleri yerine getirir.




Hamd – İman İlişkisi


Allah Teâlâ, insanlara devamlı yardımını bahşeder, rahmet ve keremini bol bol ihsan buyurur. Bu, O'nun lutuf ve kereminin sonsuzluğundandır. Hamdi yalnız Allah'a has kılmak, O'nun ulûhiyetini idrak ederek, O'ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığını kabul edip inanmaktır. Varlıklar âlemine olan mutlak hâkimiyetini kabul etmek, her şeyin en sonunda Allah'a varacağını idrâk etmektir. İbâdet ve itaatle Allah'a yönelmek, aynı zamanda Allah'a hamdetmektir.


Hamd, Allah’ı hakkıyla tanımak ve O’na tâzimdir. O yüzden imanla, tevhidle yakından ilgilidir. Bu sebepten olsa gerektir ki, hamd ve şükrün zıddı nankörlüktür. Nankörlük, nimeti ve nimet vereni örtüp görmezlikten gelmek, inkâr etmek demektir. “Nankör” kelimesi Kur’an’da “küfür” kelimesiyle aynı kökten gelen ve benzer anlamı paylaşan sözcükle karşılanır. Dolayısıyla hamd, imandır; nankörlük de küfür.


Hamd imanın bir gereğidir. Gerçek anlamda hamd, iman, ilim ve sâlih amelle yapılandır. İnsan, diliyle söylediği hamdi ve onun gerçek anlamını, kalbiyle de tasdik edince, bu hamd, imanının kuvvetlenmesini sağlar. Hamdi sadece Allah'a tahsis etmek, insanın O'nun emir ve yasakları doğrultusunda yaşamasını sağlar. Allah'a hamd, Allah'ın rahmetinin ve nimetlerinin genişliğine imanı da ifade eder. Bütün bunlar gösteriyor ki, hamd ile iman arasında kopmaz bir bağ vardır.


Allah'ın her türlü nimetini bolca tadan günümüz insanının çoğunluğu, O'na bolca hamdetmesi gerekirken; aksine Allah'a şirk koşacak derecede sapıklık veya isyan içindedir. Bunun en başta gelen sebebi de, Kur'an'ın getirdiği gerçeklerin ve bildirdiği hikmetlerin akıllara ve vicdanlara ilham kaynağı olamayışıdır. Kur'an'ın ilâhî hükümlerine teslim olan akıllar, hakikati anlar. O'nun eşsiz hikmetinin sesine kulak veren vicdanlar ancak doğruyu bulurlar ve gerçeği görürler. (6)


Hamde lâyık olan hiç şüphesiz yalnız yüce Allah'tır. Hiçbir insan Allah'a hamdetmese bile, O, kendisini her saniye tesbih ve senâ etmekte olan bu kâinatta, haliyle hamdedilmekte ve bütün mahlûkatın lisanıyla övülmektedir. Âhirette de hamd Allah'a mahsustur.






Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları


Hamd şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır) :

Hamd, Allah'ı tanıma, O'na ta'zim ve dua etmedir. O'na inanıp ibadet/kulluk etmedir. O yüzden hamd, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan hamd, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah'a muhtaç olduklarını, Yüce Allah'ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin hamdine Allah'ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği gibi iman etmelidir.


Hamd, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. 'Küfür'le aynı kökten gelen nankörlüğün zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık görevi biliyoruz. Halbuki, bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği, nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren, bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Öyleyse her şeyden önce, O'na hamd etmeliyiz. Bize hediye getirmede aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram sahibini unutmak uygun olur mu?


Sabahlara kadar, göz yaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan En Çok Hamdeden'e (Rasûlullah’a) , hanımı; 'Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibadet ediyorsun? ' diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: 'Şükreden bir kul olmayayım mı? ' Peki, bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?


'Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.' (17/İsrâ, 44) buyruluyor. Allah'ın bütün mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır. Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhâtap olduğumuz halde; bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamdetmeden, nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?


Fâtiha'ya, namaza başlarken, duâ ederken, yemekten, içmekten sonra, aksırdıktan, uyandıktan, tuvaletten sonra, konuşmaya başlarken ve bitirdikten sonra, arabaya bindikten ve kazasız belâsız indikten sonra... El-hamdü lillâh demeli, böylece en güzel, en kısa duâyı yapmış olmalıyız.


Hamd, ruhları Allah'a bağlayan mânevî bir bağdır. Gerçek anlamda hamd, Allah'la kul arasında hiçbir engele müsaade etmez. Hamd, insanı Allah'la devamlı irtibatı olan bir varlık haline getirir. El-hamdü lillah'ı sık sık şuurluca günlük konuşmalarımıza, güncel davranış ve eylemlerimize katık ederek, Allah'la bağımızı her dem tazelemeli ve kuvvetlendirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu bağ, bu hat koptuktan sonra, hat kopukken telefonla ses karşıya ulaşmadığı gibi, Allah'a ulaşmaz niyazımız, ricamız.


Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için hamd olsun O Hamîd'e.


Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin: Dâvâmızın sonu âlemlerin Rabbı Allah'a hamdetmektir.






1- Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 160

2- A. Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 446

3- İ. Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, s. 32

4- Y. Çiçek, F. Yıldız, Hamd Rabb, s. 13

5- İslam Ans, Diyanet Vakfı Y. c.15, s. 448

6- Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 40




Hamd İle İlgili Âyet-i Kerimeler


Hamde Layık olan Yalnız Allah'tır: Bakara, 267; Nisa, 131; Fatır, 1, 15, 34; Kasas, 70; Ankebut, 63; Sebe', 1, 6; Fussılet, 42; İbrahim, 1, 8; Hacc, 64; Buruc, 8

Bütün Varlıklar Allah'a Hamdeder: İsra, 44; Mü'min, 7; Zümer, 75.

Hamd, Alemlerin Rabbı Allah'a Aittir: Fatiha, 1; En'am, 1, 45; A'raf, 43; Casiye, 36; Kaf, 39; Kehf, 1; İsra, 111; Ta-Ha, 130; Ra'd, 13; Mü'min, 55, 65; Şura, 55; Mü'minun, 28; Rum, 18; Saffat, 182; Yunus, 10; İbrahim, 39; Lokman, 25; Neml, 15, 59, 93; Hıcr, 98; Teğabün, 1; Zümer, 29, 74; Tur, 48.





Hamd İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları


Buhari, Edeb 126, Ezan 155, İman 19;

Müslim, Taharet 1, Müsafirin 84, Zühd, 69;

Tirmizi, Birr 35;

Ebu Davud, Edeb 9, 11, 18;

İbn Mace, Nikah 19.

Müsned, II, 257, 259, 303, 388; III, 32, 74; IV, 278, 375; V, 211, 212.







Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar


Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 307 ve devamı

Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 56-62

Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 36-37

Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 73-78

Tefhimü'l- Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c.1 s. 40-41

Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 62-63

Hamd Rabb, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y. s. 7-41

İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 15; s. 442-445 ve 448-449

Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2 s. 320

Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 78-79

İslam ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. S. 31-33

Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 74- 93

Fatiha Tefsiri, Azad, s. 51-54

Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 107-114

Hamd, İmam Humeyni (Çeviren, M. Kerim Seçkin) , Endişe Y.

Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 442

Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 41

Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 137-144

Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 36-39

Esma'ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 154-158

Ayet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 184-185

Esmaü'l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 216-218

Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 103-104

Esmaü'l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. 85-87

24. Esma-i Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 115-116

Hiç yorum yok: