8 Kasım 2007 Perşembe

fahrettih yıldız tefsirinde fatiha

(5/1) FÂTİHA SURESİ
MEKKE DÖNEMİ
(7 AYET)
Fâtiha suresi, Mekke döneminin ilk yıllarında ve tamamı bir defada nâzil olmuştur. İlk inen ayetlerle, tam olarak ilk inen sureyi ayırt etmek gerekir. Kuran vahyi, ‘Alak suresinin ilk beş ayetiyle insanlık dünyasına inmeye başlamış, daha sonra sırasıyla Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinin ilk bölümleri inmiş, anılan sureler henüz tamamlanmadan, Fâtiha suresinin tamamı bir defada nazil olmuştur.
Bazı kaynaklarda, bu surenin bir kere Mekke, bir kere de Medine döneminde indiğini belirten rivayetlere yer verilmişse de bunlara pek itibar edilmemiştir. Fâtiha’nın, Mekke döneminde indiğini gösteren en önemli delil, Hicr suresi ve bu surenin 87’nci ayetidir. Hicr suresinin Mekke döneminde indiği ittifakla kabul edilmiş; bu surenin 87’inci ayetinde yer alan “seb’an mine’l mesâni” (tekrarlanan yedi) tabiriyle de, “Fâtiha suresi” nin kastedildiği bizzat Peygamber (as) tarafından beyan edilmiştir.
Tamamı yedi ayetten oluşan Fâtiha, Kuran’ın iniş sırasına göre 5’inci, tertip sırasına göre de 1’inci suresidir. Bu surenin, yedi ayetten oluştuğu kesindir. Ancak surenin başında yer alan “besmele”nin, Fâtiha’dan bir ayet olup olmadığı konusu ihtilaflıdır.
Besmeleyi, Fâtiha suresinin bir ayeti olarak kabul eden Şafilere göre sure, besmeleyle birlikte yedi ayettir. Bu yüzden, surenin ilk ayeti besmele, son ayeti de “sıratellezine” ile başlayıp “veleddâllin” ile biten kısmıdır.
Besmeleyi, sureden ayrı müstakil bir ayet kabul eden Hanefilere göre ise, birinci ayet “elhamdü lillâhi Rabbil alemin”, sonuncu ayet de “ğayril mağdûbi aleyhim” ile başlayıp “veleddâllin” ile biten kısımdır. Surenin sonunda söylenen “âmin” sözü, Fâtiha’dan bir kelime olmadığı gibi Kuran’dan bir ayet de değildir.
Kuran’ın, mukaddimesi ve tertip yönünden birinci suresi durumunda olan bu surenin en meşhur adı, “Fâtiha” dır. Bu isim, “açmak, başlamak, bir şeyin ilki ve başlangıcı” gibi anlamlar taşıyan “f t h” kökünün türemiş şeklidir. Fâtiha, hem Kuran’ın sınırsız güzelliklerini, onun hidayet ve bereketini en özlü biçimde sunan bir başlangıç hem de binlerce ayetten oluşan Kuran vahyinin özet bir bitişidir denebilir. Sure, başka adlarla da anılır. Bunlardan en önemlileri şu şekilde sıralanır:
Ummu’l- Kitap (Kuran): İlâhi kelamın özü demektir. Vahyin aslını, ilke ve hedeflerini içerdiği için bu isimle anılmıştır. Bu isim, sureye bizzat Peygamber (as) tarafından verilmiştir.
Seb’ul-Mesâni: Tekrarlanarak okunan yedi (ayet). Fatiha suresi, namazın her rekatında tekrarlanarak okunduğu için bu isimle de anılmıştır. Bu terkibin, “Fâtiha suresi” olarak yorumlanması, Peygamber (as)’in bir hadisine dayanmaktadır.
Hamd: Fâtiha suresinin giriş cümlesi, “Allah’ı övmek” anlamına gelen “el-hamdü” sözcüğü ile başladığından sure bu isimle de anılır.
Esas:Vahiy kaynaklı hak dinin temel ilke ve özelliklerini bildirdiği için bu ismi almıştır. İbn Abbas’ın: “Her şeyin bir esası vardır, vahiy eseri olan kutsal kitapların esası Kuran, Kuran’ın esası da Fâtiha’dır” dediği rivayet edilir.
Salât: Bu kelime, “dua ve namaz” anlamına gelir. Fatiha, namazın her rekatında okunduğu için adeta onun kopmaz bir parçası haline gelmiş ve bir kutsi hadiste bu isimle anılmıştır.
Şükür: Hamd, şükrün sözlü şeklidir. Bu, en güzel şekilde ve en ideal biçimde Fatiha ile icrâ edildiğinden Fatiha için bu isim de kullanılmıştır. Çünkü, ihsanından dolayı Allah’ı övmek, sözlü şükürdür.
Kenz: Ulvi manalar hazinesi demektir. Fatiha’ya çok uygun bir isimdir.
Şifa: İnsan Allah’a bu sure ile yakararak sığındığı için Fatiha, ruhsal şifa olarak düşünülmüş ve bu isimle de anılmıştır. Ayrıca Peygamber (as), “Fatiha’nın dertlere şifa olduğunu” bildirmiştir.
Vâfiye-Kâfiye: Gerekli ve tek başına yeterli unsurları birleştiren anlamına gelir. Fâtiha’nın isimlerinden biridir. Surenin, yukarıda belirtilenlerden başka isimleri de vardır. Bunların yirmiden fazla olduğu söylenir.
Fâtiha suresi, hamd’in âlemlerin Rabbi Allah’a mahsus olduğunu bildiren ayetle başlar. Bu ayeti, Allah’ın Rahman ve Rahim, aynı zamanda Din gününün sahibi ve hakimi olduğunu belirten ayetler takip eder. Bunların ardından, insanoğlunun Yüce Allah karşısındaki durumunu belirleyen ayetler gelir. İnsanın Allah’tan neleri isteyebileceği; istemenin usul ve adabı öğretilir. Gerçek duanın, sadece nimeti hayal ve arzu etmek değil, ayrıca o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemek olduğu bildirilir.
Bu surede insana, hidayetle ibadetin önemi ve ebedi saadetin elde ediliş yöntemi, kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde sunulur. İnsan, Allah’a kul olduğunu ifade ve ikrar ettikten sonra Rabb’ine seslenir, O’ndan kendini ve diğer insanları doğru yola iletmesi talebinde bulunur. Nimetlere ulaşmış ve ebedi saadete nâil olmuş iyi insanların izini takip edip ilerlemek; gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için de Allah’tan hidayet ve inayet (yardım) ister.
Fatiha suresi, Allah’la kul arasında bir tür sözleşme niteliği taşır. Bunun için surede, Allah-insan ilişkisinin mahiyeti ortaya konulur; bu ilişkinin hangi kurallara bağlı kalınarak sürdürebileceği belirtilir. Söz konusu ilişkinin, tek taraflı olarak sadece kulun gayretiyle değil, mutlaka Allah’ın hidayet ve yardımıyla sağlayabileceği vurgulanır. Ayrıca bu surede, Müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın çok önemli olduğu; bu yüzden onların birlik ve beraberlik için de doğruluk ve dürüstlük (sırat-ı mustakim) üzere hareket etmeleri gerektiği mesajı verilir.
Özetlemek gerekirse, Fâtiha suresinde, uluhiyyetin en önde gelen sıfat ve fiilleri, Allah’ın tüm varlığı kuşatan sınırsız rahmeti ve sürekli ilgisi, dinin pratiğine ilişkin hakikat bilgisi, İslam’ı doğru yaşama şekli ve yöntemi, en özlü biçimde ifade edilmiştir.
Çeşitli kaynaklarda, Fâtiha suresinin faziletini dile getiren çok sayıda hadis yer almaktadır. Ancak burada, konuyla ilgili hadislerden sadece bir tanesine yer verilecek ve bununla yetinilecektir.
Ebû Said b. Muallâ(ra)’dan rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: «Ben mescitte namaz kılarken Peygamber (as) beni çağırdı. Ben onun çağrısına hemen icabet edemedim. Namazı bitirdikten sonra yanına varıp: “Ey Allah’ın Resulü, namaz kıldığım için çağrınıza hemen icabet edemedim” dedim. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi: “Yüce Allah Kuran’da, «Ey iman edenler! Her ne zaman sizi, size hayat verecek bir işe çağırırsa, Allah’ın ve Elçi’nin bu çağrısına icabet edin...» diye buyurmadı mı?” dedi. Sonra da bana: “Sen bu mescitten çıkmadan önce sana bir sure öğreteceğim ki o, Kuran’daki surelerin (sevapça) en büyüğüdür” buyurdu. Daha sonra elimi tuttu. Tam mescitten çıkmak üzereyken ben: “Ey Allah’ın Elçisi, sana Kuran’daki surelerin en büyüğünü öğreteceğim” demiştin (diyerek bana söylediği sözü hatırlattım.) bunun üzerine Allah’ın Elçisi: “O sure, “elhamdü lillâhi Rabbi’l alemin” (yani Fâtiha suresi) dir; namazda tekrarlanan yedi (ayet)dir. Ve bana ihsan olunan büyük Kuran’dır buyurdu.»
Hemen hatırlatalm ki Fâtiha’nın, Kuran surelerinin en büyüğü olması, sevap yönüyledir. Yoksa bizatihi Allah sözü olma yönüyle Kuran’ın ayet ve sureleri arasında fazilet farkı yoktur.

“FÂTİHA SURESİ” AYETLERİ, MEALİ VE AÇIKLAMASI




Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

1. Hamd, bütün âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur.
2. (O), rahmandır, rahimdir.
3. Din gününün sahibidir.
4. (Ey Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz.
5. Bizi dosdoğru yola ilet.
6-7. Nimet bahşettiklerinin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışlarınkine değil!(Amin)

Varlık Dilinin Allah’ı Öven Sesi
1’inci ayet, Hamd’in, bütün âlemlerin rabbi Allah’a mahsus olduğunu bildirir. Ayetin başında yer alan ve Kuran’ın nüzul sırasına göre ilk kez burada geçen “hamd” kelimesi lügatta, “övmek, bir şeyi iyilik, üstünlük ve erdemlilikle nitelemek” gibi anlamlar taşıyan “h m d” kökünün türemiş şeklidir. Hamd, Allah’a yönelik bütün övgü türlerini içeren ve şükrü ifade eden bir kavramdır. Bunun için Hz. Ali, hamd’i “Allah’ın kendisi için seçtiği ve söylenmesini istediği sözdür.” diye tanımlamış; İbn Abbas da hamd’i, “Allah’a şükretmek, O’na boyun eğip nimetlerini ikrar ve hidayetini kabul etmektir.” şeklinde yorumlamıştır.
Hamdin, şükür ve medih kelimeleriyle sıkı bir münasebeti olsa da hamd, şükürden daha kapsamlıdır. Bu yüzden hamd, “şükretmektir” demek bu kavramın tam karşılığı olamaz. Çünkü insan, kendisine yapılan bir iyiliğe karşı teşekkür eder. Halbuki hamd, mutlak manada lütufkârlığın dile getirilmesi olduğundan hamd etmek için iyiliğin insana ulaşması gerekmez. Ayrıca hamd akâid, şükür ise ahlak ağırlıklı bir kavramdır.
Hamd ile medih arasında da anlam yakınlığı vardır. Ancak hamd, medihten farklı bir kavramdır. Medih, birinde var olan veya var olduğu sanılan övgüye lâyık bir özelliğin belirtilmesidir. Bu sözcük, Allah’tan başka varlıkları övmek için de kullanılır. Hem, insanlara yönelik övgü- övenin samimi olmaması veya çıkar sağlamayı amaçlaması, övülenin de gurura kapılması endişesiyle- men edilmişken Allah’a mahsus olan hamd, emredilmiştir. Bu tespitler, hamd’in, şükür ve medihten daha zengin ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olduğuna işaret etmektedir.
Hamd, sevgi ve tazimle Allah’ı övmek, O’nu uluhiyyete yakışmayan sıfatlardan tenzih edip kemal sıfatlarıyla nitelemek ve O’na şükretmektir. Görüldüğü gibi hamd, Allah’ın dışında hiçbir varlığa yöneltilemeyecek bir övgü türüdür. O, Allah’ın sayısız nimetlerine ve evrensel nitelikli üstün değerlerine karşı, insanın şükran ifadesi olarak ortaya koyduğu tevhidi bir tavırdır.
Hamd, eşi ve benzeri olmayan Allah ‘a, O’nun sınırsız kudretine, sayısız nimetlerine ve evrensel değerlere duyulan fıtri bir övme ve yüceltme işlemidir. Bu yüzden hamd, insanı tek yönlü (sübjektif) yargıların esiri olmaktan, dini de kişisel ve basit yorumlara mahkûm etmekten kurtarır. Öyleyse hamd, hissi ve kişisel özlemlerin nisbi tatmini sonrası söyleyen bir söz değil, tam aksine kişisel beklentilerden uzak, katıksız bir tevhid eylemidir. Peygamber (as), de muhatabına: « “Allah’a hamd olsun.” dediğin zaman O’na şükretmiş olursun; Allah’da sana olan nimetini artırır» buyurmuştur. Demek ki hamd, nimeti takdir etmenin ifadesi, şükür de onu artırma vesilesidir.
Kuran’a göre hamd, sadece iradeli varlık olan insandan değil, bütün varlıklardan Allah’a yükselen bir övgüdür. Bütün varlığın, varlıklar içinde ayrı bir yeri olan insanın, Allah’a ibadet faaliyetinin bir ifadesidir. Şu halde, insanların “gök gürlemesi” diye isimlendirdikleri olay, aslında kâinat dilinin Allah’ı öven sesidir.
İslâmi gelenekte, bütün meşru işlerin başında “besmele” okunur ve Allah’a hamd edilir; bitiminde de bütün başarı ve nimetleri lütfeden Allah’a yine hamd edilir. Ayrıca Peygamber (as)’in tatbikatına ve tavsiyelerine uyularak konuşmalara, Cuma hutbelerine, zikir ve dualara “hamd” cümlesiyle başlanır. İslami eserlerin başında da genellikle “besmele” ve “hamdele” yer alır.
Sonuç olarak hamd, varlık dilinin Allah’ı öven sesidir. Varlıklar içinde üstün bir yeri olan insanın, Kuran hidayetine uyup imanın gereklerine sarılması ve doğru olanı yapmasıdır. Hamd, hem sözün başı, hem de işin sonudur. Çünkü başında da sonunda da “bütün övgüler, âlemlerin Rabbi Allah’a özgüdür.”
Bu ayette geçen “Allah” ismi, Kuran dilinin en yüksek manalı kelimesidir.Yüce Allah, varlık ve oluşun tamamına hakimdir. Bunun için Kuran Allah’ı, aşkınlık, yetkinlik ve içkinlik ifade eden kavramlarla anlatılır.
“Rabb” kelimesi de, Kuran’da Allah lafzından sonra O’nun en çok geçen ismidir. Kuran’da bu isim, “bütün varlıklar âlemini yaratan, onları terbiye ederek geliştiren, maddi-manevi olgunluğa eriştiren ve her türlü otoritenin nihâi kaynağı olan Allah” anlamına gelir.
Aynı ayette yer alan “âlemin” kelimesi ise, “alamet ve nişan koymak” manasındaki “a l m”; yahut “bilmek” anlamındaki “i l m” kökünün türemiş şeklidir. Bu sözcük, insanlar ve cinler gibi akıl sahibi varlıkları ifade etmek için “âlemûn-âlemin”; diğer varlıkları belirtmek için de “avâlim” şeklinde çoğul olarak kullanılır. Ancak, “âlemin” şeklinin, canlı cansız bütün varlıkları anlatmış olması da mümkündür. Şu halde, Yaratıcı’sının varlığını kanıtlayan ve O’nun mevcudiyetinin bilinmesini sağlayan her şey, âlemdir. İşte bunun için, “mevcudiyeti düşünülebilen, akıl ve duyular yoluyla kavranabilen, Allah’ın dışındaki bütün varlıklara âlem denir.” Genel kullanımda bu kavram, “tabiat, insanlar, ruhlar ve melekler âlemi” gibi bütün varlık kategorilerinin hepsini içine alır.
Kuran’da “âlem” kelimesi, gerek kâinatı gerekse özel olarak insan topluluklarını ifade etmek amacıyla “âlemin” şeklinde çoğul olarak yetmiş üç kez geçer. Bunların kırk ikisinde “Rabbi’l-âlemin” terkibiyle kullanılır ve Allah’ın canlı cansız bütün varlıkların tek rabbi olduğu vurgulanır. Ayrıca bu kavram Kuran’da, “gelmiş geçmiş bütün insan türü” ve “çağın insan toplulukları” anlamında da kullanılmıştır. Hz.Muhammed için kullanılan “âlemlere rahmet” terkibindeki “âlemin” kelimesinin de, “bütün yaratıklar” manasına geldiği belirtilmiştir.
Kuran’a göre âlem, Allah’ın varlığının ve birliğinin, yaratıcı kudretinin bir tecellisi ve zuhurudur. O, bir hakikat abidesi ve hidayet vesilesi niteliğinde olup insanların değerlendirmesine sunulmuştur. Onun sembolik mahiyetini, düşünen akıl sahipleri anlayabilir. Çünkü âlemde, Allah’a bağlanma bilincine sahip tek akıllı ve iradeli varlık insandır. Ancak, akli özgürlüğünü hissi körlüğe kurban eden insan, evrendeki ayetlerden ibret alamaz ve imanın aydınlık yolunu bulamaz.
Fâtiha suresinin ilk ayetinde, her türlü övgünün, âlemlerin Rabbi Allah’a özgü olduğu belirtilir. Öyleyse iyiliği, güzelliği ve mükemmelliği ifade eden kıymet ne olursa olsun, “iman ve övgü” bu özellikleri sergileyen nesnelere değil, onlarda bunca güzelliği işleyen Allah’a olmalıdır. Allah, yarattığı evrenin güzelliğinin ve ihtişamının insan tarafından tasdik edilmesini istemekte; hak ettiği övgüyü ve teşekkürü de ona bir sorumluluk olarak yüklemektedir. Gerçekten de bunca nimetlerin karşılığı nankörlük olmamalıdır. Çünkü bütün varlıklar Allah’ı yüceltmekte, O’nun varlığını, birliğini ve sonsuz cömertliğini belgelemektedir.
Allah’ın Hakim Sıfatı: Rahmet
2’inci ayet, Allah’ın hakim sıfatının rahmet olduğunu bildirir. Bütün varlıkları yaratan ve yöneten, eğiten ve geliştiren Allah birdir. O, kudret ve tasarrufuyla tektir. O’nun hakim sıfatı ise, rahmettir, merhamettir. Çünkü Allah’ın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır.
Bu ayette yer alan “rahman” ve rahim” kelimeleri, “acıma, bağışlama, şefkât ve merhamet” gibi anlamlar taşıyan “r h m” kökünden türemiş iki sıfat isimdir. Allah’a ait olan ve O’ndan başka varlıklar hakkında kullanılması uygun görülmeyen “Rahmân” ismi, “sonsuz rahmet sahibi ve çok merhametli” şeklinde tefsir edilebilirse de tam anlamıyla tercüme edilemez. Çünkü dilimizde onun tam karşılığı olan bir isim yoktur. Bu ismi, “esirgeyen” ve “acıyan” şeklinde manalandırmak da “Rahmân”ın anlamını vermekten uzaktır. Zira kuru bir acıma, merhamet değildir. Merhamet acıyı giderip yerine güzelliği ve sevinci getirmektir. Hem, Allah’ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibaret de değildir. O’nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir.
“Rahim” ise, “merhameti sınırsız olan ve çok bağışlayan” demektir. Allah’ın sıfat ismi olan “Rahim”, “çok bağışlayan, merhameti sınırsız olan ve buyruklarına uygun davrananlara ölüm sonrasında özel rahmetler sunan Allah” anlamına gelir. Görüldüğü gibi Rahmân, Allah’la beraber bulunan ve O’ndan ayrılmayan bir zât sıfatıdır; Rahim ise O’nun rahmetiyle merhamet eden, rahmetin yaratıklar üzerindeki etkisini gösteren fiili sıfatıdır. Bunun için Rahmân, Allah’tan başka varlıklar için kullanılmaz; Rahim ise, hem Allah hem de yaratıklar hakkında kullanılır.
Evrendeki kademeli oluş ve düzenli işleyişlerin, tekâmül edici bir sıra takip etmesi, Rahman ve Rahim sıfatlarının en anlamlı tercümesidir. Çünkü mevcut nizam içinde gözümüze ilişen en bâriz olgu, “rahmet”tir. Bu rahmet, hayat kaynağıdır, her şeyde mevcut olan güzelliği geliştiren temel unsurdur. Evrenin işleyişinde bir düzenlilik, bu düzenlilikte de bir güzellik vardır. Şu halde hayattaki iyi, güzel ve doğru şeylerin hepsi, ilâhi rahmetin tecellisinden başka bir şey değildir. Zaten varlıktaki denge ve düzen, insanı, ilâhi rahmetin her yerde işleyiş halinde olduğu sonucuna ve inancına götürür. Öyleyse Kuran’da hedeflenen şey, yok etmek değil, var kılmaktır; iyi ve uygun olanın yaşatılmasıdır.
Bu ayet, Allah’ın en çok “Rahmân” sıfatı ile tecelli ettiğine dikkat çeker. Gerçekten bu tecelli, Allah’ın Rablığına en fazla yakışan, insanın da kulluğuna en çok yarayan bir tecellidir. Çünkü Allah bağışlamak, kul da bağışlanmak ister.
Demek ki rahmet, Allah’ın hakim, kuşatıcı ve değişmez tavrıdır. Bunun en açık belirtisi, inkârcıları hemen cezalandırmayıp onlara fırsat tanıması, günahkârların tevbelerini kabul etmesi, Hesap gününde herkese yaptığının tam karşılığını vermesidir. Bunun için cennet O’nun rahmetinin eseri, cehennem ise adaletinin tecellisidir. Ancak Allah’ın rahmeti, gazabından fazladır ve her şeyi kuşatır. Bu rahmetin dışında kalan hiçbir varlık yoktur. Yeter ki insan, ilâhi rahmete mazhar olmak için Allah’ın rahmet kapısını çalsın.
Din Gününün Hâkimi
3’üncü ayet; Allah’ın, Din gününün tek hâkimi olduğunu ve o gün her sorumlu canın, yaptığı işlerin tam karşılığını göreceğini haber veriyor. Kuran’a göre, bu varlık âlemi bir gün son bulacak ve mevcut hayat dünyası üzerine ölüm çökecektir. Daha sonra Allah, yeni bir âlem yaratacak, bu hayat insanların ve diğer varlıkların ikinci hayatı olacaktır. İşte Kuran’ın, dünya hayatından sonra yeni bir dünyanın kurulacağını belirtmek için kullandığı anahtar kavramlardan biri de, bu ayetteki “Din günü” dür.
Din günü, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle, “itaat, inanç, ceza, hesap ve yol” gibi anlamlar taşıyan “din” kelimesinden oluşmuş bir terkiptir. Bu terkip, “yapılan işlerin tam karşılıklarının verilip görüleceği hesap günü” anlamına gelir. Şu halde Din günü, “gelecekte bütün iyi ve kötü işlerin hak ölçüsünden geçerek tam karşılıklarının verileceği gün” demektir.
Kıyametin de isimlerinden biri olan Din günü, ayetlerde genel olarak şöyle tanımlanır: “Gerçekleşeceğinde hiç kuşku olmayan, Sûr’a üfürüldüğünde vukuu kesin olan Din günü, yer ve gök nizamının bozulmaya başlamasıyla insanların kabirlerinden çıkıp âlemlerin Rabb’inin huzurunda duracakları; her milletten insanların orada toplanacakları, ellerin, dillerin ve ayakların, yaptıkları işlere şahitlik edecekleri, dostun dosta, mal ve evladın da şahsa fayda vermeyeceği, tam aksine insanın, kardeşinden, ana babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı; sadece doğruların doğruluklarının kendilerine yarar sağlayacağı, Allah’a inanmış yüzlerin büyük bir sevinçle Rabb’ine bakacağı, inkârcı yüzlerin ise asık olacağı ve azap göreceği, her nefsin, yaptıklarının hesabını verip karşılığını bulacağı, nihayet iyilerin cennete, kötülerin de alevli ateşe varacakları bir gündür. İşte ayetlerde, dünyanın ve insanın sonunun ne olacağı böyle açıkça bildirilmiştir. Ahiret gerçeğine inananların, Allah’a kavuşma neşesiyle gülümsedikleri o gün, ahiret inancından yoksun ve dünya sevgisine sargın olanlar için, acıklı bir ayrılığın, sonsuz hicranın ve ebedi hüsranın başlangıcı olacaktır. Çünkü dünyada yok olduğu gerekçesiyle ahireti inkâr edenler, o gün yok sandıklarının var olduğunu görünce tam bir hüsrana uğrayacaklardır.
Kişi ve toplum hayatında yaşanan olumsuzlukların temel sebeplerinden biri de, insanların ahiret inancından ve Din günü bilincinden yoksun olmalarıdır. Eğer iyiliğin ödüllendirileceği, kötülüğün de cezâlandırılacağı gerçeği zihinlerden silinirse, insanların günahlı bir hayat sürmeleri kaçınılmaz olur. Nitekim, yaratılışı tesadüf üzerine bina edip hayatı bu dünyadan ibaret gören; onun mezardan sonraki devamını hiçbir şeyin sağlayamayacağını sanıp ahiretle ilgili inançları “ah olsa” şeklindeki arzular olarak niteleyen sapık ideolojilerin, kendilerinden etkilenen çok sayıda insanı, günahlı hayatın karanlığına mahkûm etmeleri, değinilen gerçeği doğrulamaktadır. Bu açık ve acı gerçeklerden sonra insanın, her şeye hükümran olan Allah’a inanmaması ve O’na ibadet etmek için yaratıldığını anlamaması mümkün müdür?
İnsan hayatında, hükümranlık vasfıyla tecelli etmeyen bir Yaratıcı’nın unutulduğu gerçeği hatırlanırsa, Allah’ın kendisini hükümranlıkla ve Din gününün sahibi olmakla tavsif etmesinin hikmeti daha kolay anlaşılır. Çünkü bütün varlıklar, merhamete olduğu kadar adalet gücünün himayesine de muhtaçtır.
İşte Din gününde, insanın yaptığı bütün işler (ameller) tartılıp değerlendirilecek, onların gerçek kıymeti belirlenecek ve insanın gerçek kişiliği bütün netliğiyle ortaya çıkacaktır. Tabiiki bütün bunlar yapılırken hiç kimseye adaletsiz davranılmayacak ve kimsenin hakkı yenmeyecektir. Öyleyse insan, Allah’a döneceği, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı o Gün’ü aklından çıkarmamalıdır.
İbadet (ubûdiyyet) Görevi
4’üncü ayette, Allah’a ibadet edip O’ndan yardım dilemenin gereği ve önemi dile getirilir. İnanan ve İslam’ı din edinen bir insan için en önemli iş, inancın gereğini, yani “ubûdiyyet görevini” yerine getirmektir. Çünkü, insan olarak yaratılmanın amacı ve özgür bir hayata doğmanın tabii sonucu, Allah’a ibadettir.
Bu ayette geçen “na’budu” kelimesi, “boyun eğmek, tevazu göstermek, itaat ve kulluk etmek” gibi anlamlar taşıyan “a b d” kökünün türemiş şeklidir. Bu kökün mastarı, “ibâdet”tir.
İbadet, insandan Allah’a doğru yönelen akli, ahlâki, özgür ve gönüllü bir ilişkidir. Bu yüzden, insanın Allah’a duyduğu derin saygı, sevgi ve bağlılığı ifade eden temel kavramlardan birisi de ibadettir.
Allah’ın belirlediği ve razı olduğu şeyleri yapmak ibâdet; O’nun yaptığına râzı olmak da ubûdiyyettir. Bunun için, “Allah’ın buyruklarına uymak, yasaklarından sakınmak ve rızasını kazanmak niyetiyle yapılan her işe” ibadet denir. Görüldüğü gibi ibadet, İslam’ın doğruluk ve değer ölçülerine, Kuran’ın belirleyici ve birleştirici ilkelerine göre yaşamaktır.
İbadet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayata taşınması olduğundan, Allah katında sevap kabul edilen her iş, yapılmış olmayı gerektirir. Yalnız istek halinde kalıp davranış alanına çıkmayan duygu ve düşünceler taat olsalar da ibadet değillerdir. Bunun içindir ki ibadetlerin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki ile yetinilmemiş, ayrıca dil ile ikrar da gerekli görülmüştür. Bunun yanında niyetsiz yapılan işler de ne olursa olsun ibadet sayılmaz. Bu durumda niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyet etmeden aç durmak da oruç değildir.
Türkçede çokça kullanılan “tapmak ve tapınmak” kelimeleri, “ibâdet”in tam karşılığı olamazlar. Bunlar, daha çok, şuursuzca bir itaâti belirtmek için “puta tapmak” ve “Haç’a tapmak” gibi yerlerde kullanılırlar. Halbuki “ibadet” kelimesi, niyet ve şuur bakımından “tapmak” kelimesinden çok farklı bir anlama sahiptir. Bunun için “sana ibadet ederiz” yerine, sadece Türkçe olsun diye “sana taparız” demek, doğru değildir. Zirâ Allah’a inanıp O’nun dışında diğer bir takım varlıklara tapmak tevhid değil, şirktir. İşte bu gerçeğe dikkat çekmek için, insanın Allah’a hitabını dile getiren bu ayette, “sana ibadet eder senden yardım isteriz” denmemiş, “yalnız sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz” denmiştir ve bununla, şirkten ısrarlı biçimde sakınmak gerektiği mesajı verilmiştir. Çünkü tevhidin ihlâl edilmesinin ve bölücü ayrılmaların temel nedeni, şirke açık olmaktır.
Kuran’da ibadet kavramı, Allah’a imandan O’nun iradesine uygun olan her türlü ahlâki ve doğru davranışa (salih amele) kadar bütün iradeli eylemleri ifade etmektedir. Şu halde ibadet, sadece belli zaman ve mekâna bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş ritüellerden ibaret değildir. Bu doğru davranış, günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleşebilir.
Kuran, Allah- insan ilişkisini anlatırken “Rabb- Abd” kelimelerini kullanır ve bu ibadet ilişkisine ahlâki bir boyut kazandırır. Bunun için en genel anlamda ibadet (kulluk), Allah’ın insana vermiş olduğu sayısız nimetlere karşı insanın Allah’a boyun eğmesi, O’nun uluhiyyetini tanıyıp bütün ahlâki buyruklarını yerine getirmesi ile gerçekleşir.
İbadet, Allah ile insan arasındaki manevi bağı korur, insanın Allah’a olan saygısını diri tutar, kişiyi kötülüklerden uzaklaştırıp kendine yabancılaşmasını ve toplumdan kopmasını önler. Görüldüğü gibi yapılan ibadetlere Allah’ın ihtiyacı yoktur, bunlara ihtiyacı olan, insanın kendisidir. Hemen hatırlatalım ki ibadetler önemini işlevlerinden alırlar; onlar, kişinin ıslah çizgisinde kalmasını sağladıkları oranda anlamlı ve önemlidir. Değinilen işlev sıfır noktasına indiği andan itibaren bu önem de ortadan kalkar.
Bu ayetin sonunda yer alan “nestein” kelimesi de, “yardım etmek” anlamına gelen “’a v n” kökünün türemiş şeklidir. Aynı kökten türeyen “istiâne” ise, “yardım istemek” demektir. İnsan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra, istediği neticeye ulaşmayı engelleyebilecek şeylerin aşılması hususunda Allah’tan yardım isteyebilir.
İbadetten maksat, âtıl kalmak değil, aktif olmaktır. Hayata olumlu biçimde katılıp yapılması istenen vazifeleri yapan insan, Allah’ın yardımına mazhar olma liyakatini kazanır. İşte açıklamasını yaptığımız ayette önce “Yalnız sana kulluk ederiz.” sonra da “Sadece senden yardım dileriz.” buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilmiştir. Öyleyse bir şeyi elde etmeden önce, onu bize kazandıracak vasıtalara başvurmamız gerekir. Çünkü Allah’tan göreceğimiz yardım ve destek buna bağlıdır.
İnsanın Allah’a hitabını dile getiren bu ayette, “ben” yerine “biz” lafzı kullanılır. Bu ifade tarzı, insanın sözü dinlenen bir kişi olmasının, onun vahdet (birlik) şuuruna erişmesi ve bunu gerçekleştirmesiyle mümkün olabileceği mesajını verir. Şu halde Müslümanların, Allah’tan görecekleri yardım ve destek, kendi aralarında birliği sağlayıp birleştirici gücü bulmalarına bağlıdır. Çünkü vahdet, Müslümanların, İslam’ın temel esasları etrafında birleşip bütünleşmelerini ve kurtarıcı birliğe kavuşmalarını sağlayan temel vasıtalardan biridir. Tefrikanın zaafı ve çirkinliği, vahdetin (birliğin) gücü ve güzelliği ile yok edilebilir. Bunun içindir ki her mü’min şahsiyet, kendi benliğinde bütün insanlığın bir temsilcisi olma şuurunu taşımalı ve Allah’la münasebetinde bu şuuru sürekli canlı tutmalıdır.
İlâhi irade, yeryüzünde İslam’ın hakimiyetini sağlayacak bir toplumun bulunmasını gerekli gördüğünden Kuran, tevhid ilkesine bağlı, adalet ve doğruluk üzerine kurulmuş bir ahlâk toplumunu varlık alanına çıkarmayı gaye edinmiştir. Zaten İslami yaşayışın, açık bir hayat gerçeği olarak ortaya konulması, böyle bir toplumun varlığına bağlıdır.
İslam ümmeti (toplumu), dini bütünüyle kabul eden, İslam’a aktif biçimde bağlanıp onu uygulayan, farklı etnik yapıları kendi sosyal düzeni içinde bir araya getiren evrensel bir toplumdur. Burada millet olma şuurunu veren temel özellik, her şeyin üstündeki İslam kardeşliğidir. Demek ki Müslümanların arzu edilen İslami hayatı gerçekleştirebilmeleri, yeterli kollektif takva gücünü elde edip bütün imkânlarını İslam için birleştirmelerine bağlıdır. Aksi halde İslami hükümlere dünyevi hakimiyet kazandırılamaz ve İslam’ı bütün etkinliğiyle hayata taşımak mümkün olmaz.
Bu ayet, vahdeti sağlayan ve İslam toplumunun oluşmasında çok önemli bir işleve sahip olan kurumların gereğine de işaret etmektedir. Bilindiği gibi hiçbir inanç ve görüş, kendine özgü kurumları oluşturmadan kalıcı olamaz ve sosyal bir sistem haline gelemez. Dinin pratik anlatımı, sosyal bir boyut kazanmadıkça da vahdet sağlanamaz. Bu nedenle Müslümanlar İslam’ı önce kendi benliklerinde hayat ve şahsiyet haline getirmelidir. Ancak bununla yetinmeyip ayrıca İslam inancının yaşanmasına ve sosyal bütünleşmenin sağlanmasına etkili olan kurumları da mutlaka hayata geçirmelidir.
İslâm’da vahdeti sağlayan kurumların başında mescit gelir. Çünkü cami ve cemaat, iman-hayat bütünlüğünü ve vahdeti sembolize ederler. Bunun için Peygamber (as)’in, hicretten sonraki ilk teşebbüsü, mescit inşa etmek olmuştur. O, yaptığı mescidin sadece ruhâni bir bina olarak kalmasını değil, tam aksine bu yapının İslam için merkez olmasını, böylece İslami hayatın güçlü bir topluma uzanmasını istemiştir.
İslam sistemi içinde mescit, hayatı kuşatan, insanı eğiten, sosyal ve kültürel bir niteliğe sahiptir. Mescidin Peygamber (as) tarafından hem mabed, hem mektep hem de sosyal kaynaşma ve birleşme mahalli olarak kullanılması, değinilen gerçeği desteklemektedir. İşte bu çok yönlü işlevi nedeniyle müminler mescide teşvik edilmiş; cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına (münferid) kılınan namazın sevabından daha fazla olduğu belirtilmiştir.
Ancak bugün, mescidin çok yönlü fonksiyonlarında büyük ölçüde aşınmalar olduğu âşikârdır. Sistem güdümünde kalan camiler, âdeta İslâm’ın hapsedildiği bir mekân haline getirilmişlerdir. Cemaat ise, birbirini tanımayan, tanısa bile birbiriyle ilgilenmeyen kuru bir kalabalık halini almıştır. Mescidin asli fonksiyonlarında böylesine aşınmalar olunca o işlevini önemli ölçüde yitirdi; kardeşlik ve kaynaşmanın yerini de hizipçilik aldı.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Müslümanlar cami ve cemaate sahip çıkmalıdırlar. Çünkü vahdetin sağlanması, İslâmi hayatın da canlı ve diri kalması, bu müesseselerin asli fonksiyon ve muhtevalarına yeniden kavuşturulmalarına bağlıdır. Bunu da gerçekleştirecek olan Müslümanlardır.
Kuran, bir taraftan uluhiyyetin tekliğini ilan eder diğer taraftan da kulluğun birlik ve beraberliği, yani vahdeti gerektirdiğine dikkat çeker. O, bütün Müslümanlardan tevhid yolunda yürümelerini, ayrılığa düşmemelerini, İslam’ı tüm ilgilerinin merkezi yapıp onu hayata taşımak için birlikte çalışmalarını ister. Çünkü Müslümanların İslam çizgisinde yaşama imkânı bulmaları buna bağlıdır.
Vahdetin yolu ve disiplini Kuran’dır. Tefrika da bu asıl kaynağa aykırılığın ifadesidir. Tefrikanın temelinde ise, hakim ve zalim güçlerin, Müslüman toplumlar üzerinde sürdürdüğü siyasi egemenlik yatmaktadır. Nitekim bugünkü siyasi harita, İslam toplumlarının siyasi gücünün parçalanmışlığını yeterince gözler önüne sermektedir.
Vahdet (birlik) fikri, teoride çok geniş bir kamuoyu desteğine sahip bulunmakla beraber Müslümanlar arasındaki birlik teşebbüsleri pratikte başarısız kalmaktadır. Bugünkü haliyle de böyle kalmaya mahkûm görülüyor. Bunun böyle olmasının temel nedeni, Müslüman ülkelerden hiçbirinin, diğerlerini İslam’ın hakim kılınması konusunda bir dayanışma ve kaynaşma içine sokacak güçte olmamasıdır. Müslümanların dağınıklığı ve bu dağınıklıktan kaynaklanan zaafları, onları kendi dışlarında oluşan politikalardan birini kabul etmeye zorlamaktadır.
Bu durum karşısında yapılması gereken iş, Kuran’ın vahdet çağrısına uyarak etkili biçimde teşkilatlanmaktır. Eğer bu oluşum gerçekleştirilebilirse hem Müslümanlar birleşme ve dayanışma imkânına kavuşurlar hem de güçlü çıkar gruplarının etkisinden kurtulmuş olurlar. Aksi halde Müslümanlar, İslam’ı hayata sokmak istemeyen hakim güçlerin kuşatmasından kendilerini kurtaramazlar. Şu halde: «(Ey Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz» diyerek Allah’a yalvaran Müslümanların, söylediklerini yapmayan kitlelerin durumuna düşmemeleri için, Kuran’ın ilke ve hedeflerinde fiilen birleşmeleri gerekir.
İlk İstek: Hidayet
5’inci ayette, insanın Allah’tan talep ettiği ilk yardım dile getirilir. Kulun, Allah’tan ilk isteği, kendisini doğru yola iletmesidir. Çünkü, Allah’ın yardımı ve kılavuzluğu olmadan, insanın O’nun tarafından belirlenen hayat tarzına yönelmesi pek mümkün değildir. Bu yüzden insanın, vahyin evrensel kılavuzluğuna ve hakka yönlendirici gücüne teslim olması gerekir.
Doğru iman, bir bakıma Allah’ın yolunu seçmekten ibarettir. Bunun için Kuran, insanı gerçek hedefe götürücü ve erdirici olarak gördüğü yola “sırat” ismini verir. Ayrıca o, kendi dünya görüşünün ifadesi olarak gördüğü bu yolu, “doğru ve sapmaz” bir yol olarak nitelendirir.
“Sırat” kelimesi, “doğru, geniş, işlek ve açık yol” gibi anlamlar taşıyan “s r t” kökünün türemiş şeklidir. “Doğruluğa açılan ve doğruluğa açık olan yola” sırat denir. Bu kelime Kuran’da, yolun niteliğini belirten “mustakim, seviyy, cahim” ve benzeri kelimelerle insan iradesine bağlı olarak yapılan işleri ifadeye koyan “hidayet” ve “delâlet” gibi kelimeler grubunun odak noktasında yer alır. Ayrıca “sırât” kelimesi, Kuran’da daima tekil şekliyle kullanılır. Onun, belirtilen şekilde Kuran’da yer alması, vahiyle bildirilen yolun “tek doğru yol” olduğu mesajını verir. Şu halde doğru yol, Kuran kapsamında sunulan İslam dinidir.
“Sırat” kelimesi, çeşitli kullanım biçimleriyle Kuran’ın tamamında “kırk beş” kez geçer. En çok da, bu ayette yer alan “es-sırate’l-mustekim” şekli kullanılır.
“Sırat” ın sıfatı olan “Mustakim” kelimesi ise, “doğru olan ve hiçbir eğriliği bulunmayan” anlamına gelir. Sırat, “doğru yöne ve yola”; mustakim de, “eğrilik ve aşırılıktan uzak olmaya” işaret eder. Bu durumda “sırat-ı mustakim”, “esasları Allah tarafından konulan, insanları istenilen iyiliğe ve hedefe ulaştıran, hiçbir aşırılığı ve eğriliği bulunmayan tek doğru yol” olarak tanımlanabilir. O, Allah ve fıtrat yoludur. Bu yüzden anılan terkip, insan fıtratına ve hayat gerçeğine uygun olan bir yaşayış tarzını yansıtır. Bu haliyle doğru yol, zihni yormayan, uygulanması kolay olan, tüm olumsuzluklardan uzak bulunan ve insanı Allah’a götüren, erdirici bir yol olmaktadır. Öyleyse insan, vahyin evrensel kılavuzluğuna ve hakka yönlendirici gücüne uyarak, hidayete ermeye çalışmalıdır. Çünkü hidayete ermek için, niyet ve gayret de gerekir. Yeterli gayreti gösterdikten sonra kendinden yardım isteyen kimseleri, Yüce Allah hidayete erdirir.
Allah’ın insanı hidayete iletmesi, genel olarak şu yollarla gerçekleşir:
Allah’ın insanı akıl ve anlayış gibi özelliklerle donatması; bütün yaratıklara, varlıklarını sürdürebilmeleri için gerekli vesileleri vermesi. «Rabb’imiz var olan her şeye gerçek özünü ve biçimini veren, sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yöneltendir.» anlamındaki ayet, bu yola işaret etmektedir.
Allah’ın, insanları peygamberlerinin lisanıyla hidayete çağırması. «Onları, buyruklarımız doğrultusunda başkalarına yol gösteren önderler yaptık.» anlamındaki ayette de, bu yola işaret edilir.
Vahyin evrensel kılavuzluğunu kabul edenleri, Yüce Allah’ın başarıya erdirmesi. «Doğru yola ulaşmak isteyenlere gelince, Allah onların kendi rehberliğine uyma arzu ve yeteneklerini çoğaltır; Allah’a karşı sorumluluk bilinçlerinin derinleşmesini sağlar.» anlamındaki ayet, değinilen gerçeği dile getirir.
Kuran’ın yol gösterici mesajlarına uyanları, Allah’ın ahirette cennette sevk etmesi. Nitekim cennet ehlinin: «Bütün övgüler, bizi bu bahtiyarlığa eriştiren Allah’a yakışır; çünkü o bize yol göstermeseydi biz asla doğru yolu bulamazdık..» demeleri, Yüce Allah’ın bu hidayetine işaret eder. Görüldüğü gibi, dünya ve ahiret saadetinin kesin teminatı, doğru yola ermek ve onda sebat etmektir.
Önder ve Örnek Kişilerin Yolu
6’ncı ayette, “sırat-ı mustakim” in anlamına açıklık getirilir. Ayetin beyanına göre “doğru yol”, kendilerine nimet bahşedilmiş-yani vahye muhatap olup onun rehberliğinden yararlanmış, hayatı doğru yaşayıp Allah’ın rızasını kazanmış- kimselerin yoludur. Gayelerine ulaşmış olan bu mesut kimseler de, “peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar, hakikate hayatlarıyla şahitlik yapanlar, dürüst ve erdemli olanlardır.”
“Sırat-ı mustakim” terkibi, Kuran’da ayrıca; “Allah’ın yolu”, “Allah’a kulluk ve ibadet yolu”, “Allah’ın varlık ve oluşa egemen kıldığı ilke ve prensipler (sünnetullah) yolu”, “Allah’ın tevhid ilkesine dayalı hak dini” gibi anlamlara da gelir. İşte Allah tarafından açıklanan bu doğru yol, insanı kemâle erdirici ve Allah’a götürücü bir yoldur. Dalâlet de, bu dosdoğru yoldan sapmaktır.
Bu ayette, hem doğru yolun anlamına açıklık getirilir hem de bu yolda yürüyüşün somut örneklerine yer verilir. Bundan maksat, doğru yaşayışı açık bir hayat gerçeği olarak ortaya koyacak örnek ve önder şahsiyetlerin önemine dikkat çekmektir. Çünkü insanlar, örnek ve önder kişilerin şahsında mesajın pratiğini görüp bilinçlenirler; ufuk darlığından ve kararsız tavırlardan kurtulurlar. Şu halde, ihlaslı ve bilinçli bir önderlik olmadan, herhangi bir hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Gazaba Uğrayanların ve Sapkınların Sonu
7’nci ayette, yozlaşma temayülü gösterip hak dinden sapmanın vahim sonucuna dikkat çekilir. Bu ayetteki “mâğdûbi” kelimesi, “şiddet, öfke ve kızgınlık” gibi anlamlar taşıyan “ğ d b” kökünün türemiş şeklidir. Ğadab, “Allah’ın, dinin emirlerine aykırı davranan asileri cezalandırma iradesi” anlamına gelir. “Dalâlet” de, “doğru yoldan kasten veya hataen sapmak” demektir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Peygamber (as)’e bu ayette geçen “gazaba uğrayanlar” ile “sapanların” kimler olduğu sorulmuş, o da: “Gazaba uğrayanlar Yahudiler; sapanlar da Hıristiyanlardır.” cevabını vermiştir. Bu hadis, gazaba uğrayan ve yoldan sapan Yahudi ve Hıristiyanları, birer örnek olarak sunmaktadır. Ancak ayetin umumi olan manasının, sadece bunlarla sınırlı olduğunu düşünmek doğru olmaz. Hakkı kabul etmeyip doğru yoldan sapan her çeşit fırka ve insan, bu ayetin kapsamına girmektedir. Bunun için, gazaba uğramak ve sapıtmak, sadece Yahudi ve Hıristiyanlara özgü bir durum değildir.
Gerçi Yahudiler hakkında: “onlar, Allah’ın lânetledikleridir; onlar Allah’ın gazab ettikleridir ve şeytani güçlere taptıkları için Allah’ın maymuna ve domuza çevirdikleridir”; Hıristiyanlar hakkında da: “Ey İncil’in takipçileri! İnançlarınızın içerdiği hakikatin sınırlarını ihlâl etmeyin; daha önce kendileri sapmış olup bir çoğunu da saptırmış olan ve doğru yoldan hâlâ sapmakta devam eden bir topluluğun mesnetsiz sözlerine uymayın.” denmişse de bu ayetler, hak dine bağlı kalanlara değil, dini şirke bulayıp yozlaştıran ve onu çıkarlarına alet edenlere yöneliktir. Bilindiği gibi Ehl-i kitabın hepsi aynı değildir. Kuran, Allah’a ve ahiret gününe inanıp dinin ruhuna bağlı kalan ve güzel işler yapan Kitap ehlini över; onları sapık değil salih kişiler olarak niteler. Demek ki gazaba uğrayanlar ve sapanlar, sadece Yahudiler ve Hıristiyanlarla sınırlı değildir. İnkarcı müşrikler ve hak yoldan sapan bütün kesimler, bu ayetin kapsamına girmektedir. Zaten Kuran’a göre peşinen lanetlenmiş bir kimse veya kavim olamaz. Ancak iradesini ve yetkisini kötüye kullanıp laneti hak etmiş kişi veya toplumlar olabilir.
Fatiha suresini okuyup bitiren kimsenin, “velâddâllin”den sonra biraz durup “âmin” demesi, sünnettir. Çünkü Peygamber (as): «İmam “ğayri’l mağdubi ‘aleyhim velâddâllin” dediği zaman siz de “âmin” deyiniz. Kimin âmin sözü, meleklerin âmin sözüne rastlarsa onun geçmiş günahları bağışlanır.» buyurmuştur. Âmin, “Ey Rabbimiz! Duamızı kabul buyur.” demektir.
Fatiha suresinin namazda okunmasının gerekli olduğu hususun da, fıkıh bilginleri arasında tam bir görüş birliği vardır. Ancak bu gerekliliğin derecesi, yani dini hükmü konusundaki görüşler farklıdır.
Şâfii, Mâliki ve Hanbeli mezheplerine göre farz ve nafile ayırımı yapmaksızın, tek başına kılınan bütün namazların her rekatında, Fatiha suresini okumak farzdır. Çünkü Peygamber (as): “Fatihasız namazın olmayacağını” veya “eksik kalacağını” açıkça belirtmiştir.
Hanefi mezhebine göre ise, namazda Fatiha suresini okumak vaciptir. Çünkü, “Kuran’ın kolayca okuyabileceğiniz kadarını okuyun” anlamındaki ayet, mutlak bir hüküm belirtmekte ve namazda Kuran okuma (kıraat) şartının, herhangi bir sure veya surenin bir bölümünün okunması ile yerine getirilebileceğini ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi Hanefiler, ayetin mutlak hükmüne dayanarak Kuran’dan bir bölüm okumayı farz; hadislere bakarak da Fatiha suresini okumayı vacip kabul etmişlerdir. Ayrıca Fatihayı okumadan namazın (kabul) olmayacağı yönündeki hadisleri de, Fatihasız namazdaki eksikliğin, namazın aslına değil, vasfına ait olduğunu söylemişlerdir.
İslam, Allah’ın hak dini, Kuran’da insanlığın şaşmaz rehberidir. İşte Fatiha suresinde bu hak dinin temel özellikleri ve güzellikleri, tasvirine doyulmaz bir belağatla özetlenmiş; böylece insanlığın gazaba uğramadan ve sapıklığa düşmeden selâmetle Allah’a ulaşması hedeflenmiştir. Tam selamete ermek, “Elhamdülillah-Allah’a hamd olsun” demeyi gerektirir. Bunun için mutluluk makamına erenler, son söz olarak: “Bütün övgüler âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” derler. Biz de: “Bütün övgüler bizi bu bahtiyarlığa eriştiren Allah’a yakışır..” diyor; kutlu İslam yolunda yürüyüp tam selamete erebilmek için o’ndan yardım diliyoruz.
GENEL TESPİTLER
Fatiha suresi, hem Kuran’ın sınırsız güzelliklerini, onun hidayet ve bereketini en özlü biçimde sunan bir başlangıç; hem de binlerce ayetten oluşan Kuran vahyinin özet bitişidir. İnsan, ilâhi kitabın sonsuz güzelliklerine ve hikmetlerine onun açtığı kapıdan girerek ulaşabilir.
Hamd, varlık dilinin Allah’ı öven sesidir. O, kişisel ve basit menfaatler karşılığında söylenen bir övgü sözü değil, Allah’ın sayısız nimetlerine ve evrensel nitelikli üstün değerlere duyulan hayranlığın ifadesidir. Bunun için hamd, Allah’ın dışında kimseye yöneltilemeyecek bir övgü türüdür.
Âlem, bütün varlık kategorilerinin genel adıdır. O, kendinden öte Yaratıcısını da gösterir. Ancak, insanın onun gösterdiği hakikate ulaşabilmesi için, bilgi vasıtalarını aktif ve olumlu biçimde kullanması gerekir.
Allah’ın, varlıkla ilişkisini ifadeye koyan temel kavram, rahmettir. Bu, Allah’ın hakim sıfatının rahmet olduğu mesajını verir. Gerçekten de mevcut nizam içinde gözümüze ilişen en bariz olgu rahmettir. Ayrıca rahmet tecellisi, Allah’ın rablığına en fazla yakışan, insanında kulluğuna en çok yarayan bir tecellidir. Çünkü Allah bağışlamak, kul da bağışlanmak ister. Demek ki Allah’la insan arasındaki ilişki, baskı ve şiddet ilişkisi değildir. Kuran’ın tanıttığı Allah, kullarıyla ve tüm varlıkla rahmet ilişkisi içindedir.
Kuran, insanın kendi özgür iradesiyle Allah’a inanmasını ister. Öyleyse insan mecbur kaldığı için değil, makul ve mümkün gördüğü için kendi isteğiyle Allah’a inanmalı ve O’nun dinine bağlanmalıdır.
İbadet, insanın Allah karşısında duyduğu iradeli ve erdirici bir saygıdır; iman kişiliğini yakalama çabasıdır. Bunun için “tapmak” kelimesi, “ibadet” kelimesinin manasını vermekten uzaktır. Çünkü tapmada tapanın kişiliğinin yok sayılması, tapılanın da kahır ve galebesi esastır. Halbuki ibadette sevgi ve istekle Allah’a koşmak, bu koşuşa da şefkatle kucak açmak söz konusudur.
Yücelme duygusunun zirvesi diyebileceğimiz ibadet, sadece belli zaman ve mekâna bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş ritüllerden ibaret değildir. Allah’a imandan O’nun iradesine uygun olarak yapılan her türlü ahlâki ve doğru davranış, ibadettir. Bu doğru davranış, günlük hayatın bütün alanlarında gerçekleştirilebilir. Bu yüzden, ister dini ister iktisadi isterse sosyal ve siyasi olsun her doğru hareket, İslam’da ibadet sayılır.
Müslümanların, Kuran’ın ilke ve hedefleri doğrultusunda fiilen birleşip bütünleşmelerine; İslam’a aktif biçimde bağlanıp kurtarıcı birliğe kavuşmalarına “vahdet” denir. Vahdet, İslam’ın dünyadaki etkinliğini ve hakimiyetini sağlayan en önemli vasıtadır. Bunun için o, sadece fonksiyonel bir zorunluluk değil, aynı zamanda ilâhi bir buyruktur. Şu halde insanın Allah’tan göreceği yardım ve destek, tevhidin kurtarıcı birliğinin (vahdetin) gerçekleşmesine bağlıdır. Bunun için, Fatiha’da kulun Allah’a hitabının yer aldığı ayette “ben” yerine “biz” ifadesi kullanılmış, böylece vahdet şuurunun sürekli canlı tutulması istenmiştir.
İslâmi yaşayışı, açık bir hayat gerçeği halinde ortaya koyabilmek için, tevhid inancına sahip fert ve kadrolara ihtiyaç vardır. Çünkü kendi temel prensipleriyle benimsenmeyen ve mensupları tarafından uygulanmayan bir dinin, hem hayatiyetinden hem de başkalarına etkili olmasından söz edilemez.
Günümüzde, Kuran’la ortaya konulan yaşayış tarzı, İslam’dan uzak fantezi davranışların labirentliğinde adeta kayboldu; İslami hayatın güzelliği de çağdaşlık tezinin ağında boğuldu. Bunun temel nedeni, çok sayıda insanın, Kuran’dan talimat alacağı yerde İslam dışı etkilenmelerden ilham alır olmasıdır.
İslam, kendisine giydirilmek istenen suni şekillerden arındırılıp kendi hakikatiyle yeniden ortaya konulmalıdır. Bu da, İslam’ı, topluma hakim sistemlerin telakkilerine göre değil, Kuran’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre anlayıp uygulamakla mümkün olur.
Kuran insanlığı şirkten tevhide, kötülükten iyiliğe, zulümden adalete ve tefrikadan vahdete çağırır. Dini bölmeden yaşamak tevhid, bölünmeden yaşamak da vahdettir. Din tevhidle, İslam toplumu da vahdetle diri kalır. Eğer Müslüman kitleler, İslam’ın birleştirici ve belirleyici ölçülerini kaybederlerse, her biri kendine İslam’dan başka bir isim bularak hizipleşme sürecine girerler. Sonunda her hizip, yalnız kendi sahip olduğu ilkelerle övünür. Bu şekilde başlayan hizipleşme ve tefrika, giderek kitlelerin tabiatı haline gelir.
Koyu bir taassup içine kapanıp katılaşan ve çeşitli isimler altında İslam dünyasını kuşatan doktriner uyuşmazlıklar, çağımızda hâlâ boy göstermeye devam ediyor. Bunun en önemli nedeni, sözde Kuran ve sünnet yolunu izlediklerini söyleyen kitlelerin, pratikte inanç birliğini bozup parça parça olmaları, bundan da öte her hizbin kendi benimsediği dar kalıplar içinde rahat soluk alır hale gelmeleridir.
Ey Rabbimiz! Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin, Kitab’ını doğru anlayıp uygulayanların, Din’inin ilke ve hedeflerinde fiilen birleşenlerin yoluna. Gazabına uğramışların ve sapmışlarınkine değil! (Âmin)

Hiç yorum yok: