9 Kasım 2007 Cuma

şii tabatabai tefsiri nde fatiha

Fâtiha Sûresi / 1-5 ......................................................... 51



52 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.



2- Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a özgüdür.



3- O, Rahmandır, Rahimdir.



4- Din (karşılık) gününün sahibidir.



5- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.



AYETLERİN AÇIKLAMASI



Yüce Allah, "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" buyurarak


sureye başlıyor. Kimi zaman insanlar bir iş yaptıkları zaman


veya bir işe başladıkları zaman, çok saygı duydukları ya da büyük


olarak kabul ettikleri bir kişinin adını anarlar, o kişinin adıyla hareket


ettiklerini belirtirler ki, işleri kutlu ve şerefli olsun. Bazen de


bunu, saydıkları büyüklerini anmak için bir vesile edinirler. Böyle


bir amaç, belli oranda isim koymada da söz konusudur. Yeni doğan


bir çocuğa, yaptıkları veya kurdukları ürettikleri bir şeye, örneğin


bir eve ya da bir kuruma ad verirken sevdikleri ya da saydıkları


bir kimsenin adını verirler ki, adlandırılan nesne varoldukça


isim kalıcı olsun, isim varoldukça da o ismin anısı kalıcı olsun. Anısı


hep taze kalsın, sürekli hatırlansın diye babasının adını çocuğuna


veren kişinin bu davranışının altındaki gerekçe budur işte.


Yüce Allah'ın bu sözü de buna benzer bir amaca yöneliktir. Söze


O'nun yüce ismiyle başlanmıştır ki, ifadenin içerdiği anlam O'-


nun adıyla bilinsin, O'nun adıyla bağlantılı olarak zihinlerde yer et-



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 53



sin. Bu şekilde söze başlamanın bir diğer amacı da, kulları söz, fiil


ve davranışlar hususunda eğitmek, onlara her şeye O'nun adını


anarak başlamaları ve O'nun adıyla hareket etmeleri yönünde bir


edep tarzı öğretmektir. Böylece yaptıkları işler, O'nun adıyla bilinir,


O'nun sıfatlarıyla tanınır, O'nun rızasını elde etmek amacıyla yapılır.


Böylece yaptıkları işler boşa gitmez, sonuçsuz kalmaz. Çünkü,


yokluk ve batıllığın asla kendisine yol bulmadığı yüce Allah'ın adıyla


yapılmıştır.



Nitekim yüce Allah birçok yerde bu gerçeğe dikkat çekmektedir.


O'nun birçok sözünden şu sonuçlar çıkmaktadır: O'nun yüce rızasına


yönelik olmayan şey, yok olucudur, boştur. Allah insanların


kendi rızasına dönük olmayan tüm amellerinin önüne geçecek ve


onları yele savrulmuş toz duman gibi boşa çıkaracaktır. Yaptıklarını


un ufak edip amellerini geçersiz kılacaktır. Hiçbir şey kalıcı


değildir, O'nun yüzü hariç. O'nun rızası için yapılan, O'nun adına


gerçekleştirilen şey ise kalıcıdır, yok olmaz. Her olgu, içinde Allah-


'a pay verildiği oranda kalıcılıktan pay alır. Peygamber efendimizden


(s.a.a) rivayet edilen ve hem Ehlisünnet, hem de Şia tarafından


sahih kabul edilen şu hadis de bu gerçeği dile getirmektedir:


"Bir işe Allah'ın adıyla başlanmasa, o işin sonu kesiktir." Hadisin


orijinal metninde geçen "ebter" ifadesi deyimi, sonu kesik, devamı


olmayan demektir.



Sözün de bir tür iş olduğunu göz önünde bulundurarak rahatlıkla,


besmelenin başındaki "ba" harfinin müteallakı "başlıyorum"


fiilidir, diyebiliriz. Yani, bir tür iş olması itibariyle yüce Allah söze


besmeley-le başlamıştır. Bu da sözde bir birleyici unsurun bulunmasını,


sözün birliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Sözün birliği ise, içerdiği


anlam, taşıdığı mesaj ve dile getirilişi ile elde edilmek istenen


nihaî amacın birliği ile olur. Kur'ân'ın bütününden ibaret olan


Allah'ın sözünün nihai amacı ise, şu şekilde belirlenmiştir:


"Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla


Allah doğru yola iletir." (Mâide, 15-16) Bunun gibi daha birçok ayet


vardır ve bu ayetlerde Kitabın indiriliş gayesi şu şekilde ifade ediliyor:


Allah'ın kitabının ve sözlerinin amacı, kulları doğru yola iletmektir.


Şu hâlde hidayet, "Rahman ve Rahim olan Allah' ın adıyla"


başlayan bir cümledir.



54 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



Buna göre O, kulların başvuru mercii olan Allah'tır. O, Rahman-


dır; mümini de, kâfiri de kapsamına alan genel rahmetine


giden yolu, kullarına gösterir. Bu yol, varoluşları ve hayatları için


bir hayır kaynağıdır. O, Rahim'dir; özellikle mümin kullarına özgü


kıldığı rahmetine giden yolu kullarına açıklar. Bu da onların


ahirette elde edecekleri mutluluktur, Rableriyle buluşma zevkidir.


Nitekim yüce Allah, "Rahmetim her şeyi kaplamıştır; onu, korunanlara


yazacağım." (A'râf, 156) Bu açıklamada Kur'ân-ı Kerim bir


bütün olarak göz önünde bulundurulmuştur.



Öte yandan yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde "sure"


kavramından söz etmiştir: "Ona benzer bir sure getiriniz." (Yûnus,


38) "Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin."


(Hûd, 13) "Bir sure indirildiği zaman..." (Tevbe, 86) "Bu, indirdiğimiz


ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir." (Nûr, 1) Bu ifadelerden


anlıyoruz ki, yüce Allah'ın parça parça ayırıp her bir parçasına sure


adını verdiği sözleri kendi içinde bir tür birliğe ve bütünlüğe sahiptir.


Bu bütünlük, ne bir surenin bölümleri, ne de iki ayrı sure arasında


söz konusu değildir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güdülen


amaç ve sağlanan sonuçlar sureden sureye farklılık gösterir. Her


bir surenin akışı özel bir anlamı vurgulamaya, özel bir sonuç elde


etmeye yöneliktir ve bu hedef gerçekleşmediği sürece sure bitmez.


Dolayısıyla her surenin başında yer alan "Besmele" o sureyle


güdülen özel hedefe dönüktür.



Şu hâlde Hamd suresinin başındaki besmele de, surenin hedefine


ve sureden çıkarılan anlama dönüktür. Bu surede ifade edilen


amaç ise, kulluk sunmak suretiyle Allah'a hamdetmektir; kulluğu


en geniş boyutlarıyla O'na özgü kılmak, ondan yardım ve hidayet


dileyerek onu fiilen övmektir. Bu sözleri yüce Allah kulları


adına dile getiriyor ki, kulluk sunma açısından Allah'ın öngördüğü


ve gösterdiği tavırlar içinde hareket etsinler.



Kulluğun ifadesi, kulun yerine getirdiği davranışlardır; kulluk


kas-tı taşıyan eylemlerdir. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla


başlamak, işte bu amaca yöneliktir. Bu durumda anlam şöyle olur:


"Senin adınla sana yönelik kulluğumu ifade etmeye


başlıyorum."



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 55



Bu açıklamaya göre de yine Hamd suresinin besmelesindeki


"ba" harf-i cerrinin müteallakı, "başlama" fiilidir. Bununla da karşılıklı


hitaplaşma suretiyle kulluk makamındaki içtenlik ve samimiyet


pekiştirilip ihlâs tamamlanmak isteniyor. "Ba" harf-i cerrinin


müteallakı "yar-dım isteme"dir de denilebilir. Böyle demenin bir


sakıncası olmamakla birlikte müteallakın "başlama" olması daha


uygundur. Çünkü sure "yar-dım isteme"yi açıkça içeriyor: "Yalnız


senden yardım dileriz."



"İsim" kavramına gelince; bu ifade, ad olduğu varlığı gösteren


bir sözdür. Ya işaret anlamına gelen "simet" kökünden ya da yücelik


anlamını ifade eden "sümüvv" kökünden türemiştir. Hangi kökten


türemiş olursa olsun, lügat ve örfte bu kelimenin bir varlığa işaret


ettiği ve ad olduğu varlıktan ayrı olması gerektiği bilinmektedir.


Yüce Allah'ın sıfatlarından biri göz önünde bulundurularak zatı


ifade eden "ism"e gelince; bu, lafızlar kategorisine girmeyen, zatlardan


olan bir isimdir. Bu, birinci anlamıyla ismin müsemmasıdır.


Örneğin; (yüce Allah'ın isimlerinden biri olan) "Âlim" ismi, müsemmasını


gösterir. O da ilim sıfatı itibariyle ele alınan zattır. Bu


bakımdan Allah'ın sıfatları, zatının isimleridir. Çünkü bu zatın durumu


ancak sıfatlarından biri veya niteliklerinden biri aracılığıyla


bilinebilir.



Bu kullanımın sebebi şudur: İnsanlar, "isim" lafzının "müsemma-"


yı gösteren kelime için kullanıldığını gördüler. Sonra baktılar


ki, sıfatlar da bir açıdan zatı gösteriyorlar. Onların durumu, "isim"


diye ad-landırdığımız lafzın durumunu andırır. Onlar da aynen


"isim" denilen lafızlar gibi dış âlemdeki zatlara işaret etmektedirler.


Bu yüzden zatlara işaret eden bu sıfatları da "isim" olarak adlandırdılar.


Sonuçta, "isim" lafzî bir şey olabileceği gibi, aynî bir


şey de olabilir, sonucuna varıldı. Sonra baktılar ki zata dolaysız işaret


eden "isim", tahlil sonucu elde edilen ikinci anlamdaki isimdir.


Birinci anlamdaki isim ise, ikinci anlamdaki ismin aracılığıyla


zata işaret etmektedir. Bu yüzden ikinci anlamdakine "isim", birinci


anlamdakine ise "ismin ismi" dediler. Ne var ki bütün bunlar,


aklî tahlil sonucunda varılan şeylerdir. Bunu lügate uyarlayamayız.


Dolayısıyla lügat açısından "isim" ilk başta dediğimizden ibarettir.



56 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



İslâm'ın ilk dönemlerinde, kelâmcılar arasında "İsim, müsemmanın


aynısı mıdır yoksa gayrisi midir?" sorusu etrafında uzun


tartışmalar meydana gelmiştir. Ne var ki, günümüzde bu tür


meseleler artık bedihîlik düzeyinde açıklığa kavuşmuştur. Dolayısıyla,


bu konuyla ilgili olarak ne dendiğini, ne denileceğini uzun


uzadıya anlatmak, sözlerin doğrusunu tespit edip onaylamak, yanlışını


bulup çürütmek artık gereksiz bir uğraştır. Kısacası meselenin


dışında kalmak en iyisidir.



"Allah" lafzına gelince, bunun aslı "el-ilâh"tır. Çok kullanıldığından


dolayı "ilâh"ın başındaki "hemze" düşmüştür. "İlâh" kelimesi,


"kulluk etti" anlamına gelen "eleh'er-recülü ye'lehu" kökünden


gelir. Ya da "hayret etti" anlamına gelen "elih'er-recülü" ya da


"veleh'er-recülü" kö-künden gelir. Bu kelime "mef'ul" anlamında


"fial" kipindendir. Tıpkı "mektup" anlamında "kitap" gibi. İlâh olarak


nitelendirilmesi; mabut, yani kulluk sunulan olmasından ya da


akılların zatını kavrama noktasında şaşkına düşmelerinden dolayıdır.


Görüldüğü kadarıyla "Allah" kelimesi, çok kullanma sonucu


özel isim olmuştur. Kur'ân'ın inişinden önce de bu anlamıyla kullanılıyordu


ve cahiliye Arapları onun ifade ettiği anlamı biliyorlardı.


Yüce Allah bunu şu şekilde ifade etmektedir: "Andolsun, onlara


'Kendilerini kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah.' derler."


(Zuhruf, 87) "Zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler."


(En'âm, 136)



Bu lafzın özel isim olduğunun bir kanıtı da, Allah'ın tüm güzel


isimleri ve bu isimlerden kaynaklanan fiillerle nitelendirilmesi,


ama bu lafzın hiçbir isme sıfat olmamasıdır. Söz gelimi; "Allah


Rahmandır, Rahimdir. Allah rahmet etti. Allah bildi. Allah


rızklandırdı." denir; ama "Allah" lafzının bunlardan birine sıfat olduğu


ya da bu lafızdan, bunlardan birine sıfat olacak bir kelimenin


türetildiği görülmemiştir.



Her şeyin ilâhı olarak O'nun yüce zatının varlığı, bütün kemal


sıfatlarıyla nitelendirildiğini gösterdiğinden bütün kemal sıfatları


"Allah" lafzının iltizamî manası olur. Dolayısıyla da "Allah lafzı, varlığı


zorunlu olan, tüm kemal sıfatlarını kendinde toplayan zatın


ismidir." sözü doğrudur. Yoksa bu lafız, çok kullanma sonucu özel



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 57



isime dönüşmüş ve "elehe" kökünün işaret ettiği anlamın dışında


başka bir husus bu isimlendirmede etkin olmamıştır.


Rahman ve Rahim sıfatları ise, "rahmet" kökünden gelirler.


Bu ni-telikse, bir şeyini yitiren veya eksiğini giderecek bir şeye ihtiyaç


duyan bir insanın görülmesi anında insan kalbini etkisi altına


alan, heyecan yönü ağır basan özel bir duygudur. Bu duygu insanın


içinde uyanınca eksiği olanın eksiğini gidermeye, ihtiyacını


karşılamaya yeltenir. Ancak bu anlam, tahlil sonucunda ihtiyacı


gidermek amacıyla ver-me, bağışta bulunma anlamına döner. İşte


yüce Allah, bu anlamda rahmet sıfatıyla nitelendirilir.


Rahman kelimesi, çokluk ifade eden "fe'lân" vezninden mübalağa


sıygasıdır. Rahim ise sıfat-ı müşebbehedir ve süreklilik, kalıcılık


ifade eder. Bu açıdan "Rahman" niteliğinin hem müminlere ve


hem de kâfirlere yönelik bol rahmeti ifade ediyor olduğu şeklindeki


yaklaşım yerindedir. Bu kavramın ifade ettiği rahmet genel


niteliklidir. Kavramın bu anlamda kullanıldığına Kur'ân-ı Kerim'de


çokça rastlanır: "Rahman arşa istiva etmiştir." (Tâhâ, 5) "De ki:


Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona mühlet versin." (Meryem, 75)


Aynı şekilde "rahim" sıfatının, müminlere yönelik sürekli nimetlere,


değişmez ve kalıcı rahmete işaret ediyor şeklindeki yaklaşım


da yerindedir. Nitekim yüce Allah'ın şu sözleri bu anlamı pekiştirir


niteliktedir: "Müminlere karşı çok merhamet edendir (rahimdir)."


(Ahzâb, 53) "Çünkü O, onlara karşı çok merhametlidir (rahimdir)."


(Tevbe, 117) Bu yüzden, "Rahman sıfatı hem kâfiri ve hem de mümini


genel olarak kapsadığı hâlde, rahim sıfatı sadece müminlere


yöneliktir." denilmiştir.



"Hamd Allah'a özgüdür." Denildiğine göre "hamd", bir insanın


özgür iradesiyle sergilediği güzelliklere yönelik övgüdür.


"Medh=meth" ise, bundan daha kapsamlıdır. "Hamedtu fulânen ev


medehtuhu li-ke-remihi" yani, "Falanı ikramından dolayı övdüm


veya methettim." denir. Aynı şekilde, "Medeht'ul-lu'lue alâ safaihi"


yani, "İnciyi saf oluşundan dolayı methettim" denir de,


"Hamadtuhu alâ safaihi" yani, "Onu saf oluşundan dolayı övdüm"


denmez. Hamd kelimesinin başındaki "el" takısı cins veya istiğrak


anlamına dönüktür. Her iki bakımdan da sonuç değişmez.



58 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



Zira bir yandan yüce Allah, "İşte Rabbiniz Allah budur, her şeyin


yaratıcısıdır." (Mü'min, 62) buyuruyor. Burada her şeyin Allah tarafından


yaratıldığını ifade ediyor. Sonra şöyle buyuruyor: "O'dur


ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) Böylece yaratılan


her şey için, O'nun yaratığı olması, O'na izafe edilmesi açısından


güzelliği ispat ediyor. Buna göre, güzellik yaratılışı ekseninde, yaratılış


da güzellik ekseninde dönmektedir. O hâlde, hiçbir yaratık


yoktur ki O'nun güzelleştirmesi ile güzel olmasın ve hiçbir güzel


yoktur ki O'nun yaratığı olmasın, O'na izafe edilmesin. Öte yandan


yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "O, tek ve kahredici Allah'-


tır." (Zümer, 4) ve "Bütün yüzler, O (ölümsüz) diriye, O (her şeyi ayakta


tutan) mutlak güce boyun eğmiştir." (Tâhâ, 111) buyuruyor.


Böylece yüce Allah, yarattıklarını herhangi bir gücün baskısıyla yaratmadığını, yaptıklarını bir zorlayıcının zoruyla yapmadığını; tam


tersine, yarattığı her şeyi ilmi ve özgür iradesiyle yarattığını bildiriyor.


Şu hâlde, varolan her şey, güzeldir ve onun isteği sonucu var


olmuştur. Bu, meselenin fiil yönüdür. İsim açısından meseleye


yaklaşacak olursak, yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Allah


ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O-nundur." (Tâhâ, 8)


Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. O


hâlde O'nu onlarla çağırın ve O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları


bırakın." (A'râf, 180) Buna göre yüce Allah hem isimleriyle,


hem de fiilleriyle güzeldir ve bütün güzellikler O'ndandır.


Böylece anlaşılıyor ki, yüce Allah hem isimlerinin güzelliğinden


ve hem de fiillerinin güzelliğinden dolayı övgüye lâyıktır ve övgüye


değer bir şey karşısında övgüsünü ifade eden bir insan gerçekte


yüce Allah'ı övüyordur. Çünkü övgüye neden olan güzellik O'ndandır.


Şu hâlde övgünün cinsi ve her türlü hamd yüce Allah'a özgüdür.


Ayrıca ifadelerin akışından ve "Yalnız sana ibadet ederiz."


ifadesindeki hitap değişikliğinden anlaşılan o ki, bu sure kulların


diliyle söylenmiştir. Yüce Allah bu surede, kuluna O'nu övmesini


ve bir kulun kulluk makamında takınması gereken edep tavrını


telkin ediyor. "Hamd Allah'a özgüdür." sözü bu anlamı pekiştirir


niteliktedir.



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 59



Çünkü hamdetme bir nitelendirmedir ve yüce Allah, bazı kullarının


kendisine yönelik nitelendirmelerinden kendisini tenzih etmiştir:


"Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir. Sadece


Allah'ın arındırılmış kulları hariç." (Sâffât, 159-160), İfade geneldir,


bir kayıtlandırma söz konusu değildir. Yüce Allah'ın kitabında, bazı


arınmış peygamberlerinden başka, herhangi bir kimsenin kendisine


yönelik hamdını naklettiğine rastlanmaz. Yüce Allah Hz. Nuh-


'a (a.s) hitap ederken şöyle buyuruyor: "De ki: Bizi zalimler topluluğundan


kurtaran Allah'a hamdolsun." (Mü'minûn, 28) Yine bir ayette


İbrahim Peygamberin (a.s) diliyle şöyle buyuruyor: "İhtiyarlık


çağımda bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun." (İbrâhîm,


39) Yüce Allah bazı yerlerde Peygamber efendimiz Hz. Muhammed'e


(s.a.a) şöyle hitap eder: "De ki: Allah'a hamdolsun."


(Neml, 93) Bir ayette de Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın diliyle şöyle


buyuruyor: "Dediler ki: Allah'a hamd-olsun." (Neml, 15) Bir de cennet


ehlinin O'na yönelik övgülerini aktarmıştır. Çünkü onlar da göğüslerdeki


kin ve kıskançlıktan, boş ve günah sözden arındırılmışlardır.


Şu ayette olduğu gibi: "Dualarının sonu, 'Âlemlerin Rabbi


olan Allah'a hamdolsun.' sözleridir." (Yûnus, 10)



Bunun dışında her ne kadar yüce Allah yaratıklarının büyük


çoğunluğunun ve hatta tümünün kendisine yönelik övgülerini birçok


ayette dile getirmiştir; meselâ, "Melekler Rabblerini hamd ile


tesbih ederler." (Şûrâ, 5) veya "Gök gürültüsü O'nu övgüyle tesbih


eder." (Ra'd, 13) veya "O'nu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."


(İsrâ, 44) buyurmuştur; ancak ne var ki, yüce Allah bütün bunlarda


kendisine yönelik övgülerini tesbih (tenzih etme) ile birlikte


zikrediyor. Hatta asıl olarak tesbihi naklediyor, bunun yanında da


övgülerini aktarıyor.



Bunun nedeni şudur: Yüce Allah'tan başkası, O'nun fiillerinin


güzelliğini ve kemalini kuşatamaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın fiillerinin


güzelliğinin kaynağı olan sıfatlarının ve isimlerinin güzelliğini


de tam anlamıyla O'ndan başka kimse kavrayamaz. Yüce Allah


şöyle buyuruyor: "Onlar bilgice O'nu kuşatamazlar." (Tâhâ, 110) Kullar


O'nu neyle nitelendirirlerse, O'nu onunla kuşatmış olurlar. Bu


nitelik onların kavrayışlarının kapasitesiyle sınırlanmış, algılayışları


oranında belirlenmiş olur. Dolayısıyla O'nu, düşünceleriyle neden


oldukları sınırlandırma ve değerlendirmeden tenzih etmedik-



60 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



leri sürece, O'nu bu nitelendirmeden dolayı tesbih etmedikleri sürece,


O'na yönelik övgüleri hedefine ulaşamaz, doğruluk niteliğini


kazanamaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiç kuşkusuz Allah bilir,


siz ise bilmezsiniz." (Nahl, 74)



Onun arındırılmış kullarına gelince; onların kendisine yönelik


övgülerini kendi kendini övmesi ve onların kendisini nitelendirmelerini


de kendi kendisini nitelendirmesi gibi değerlendirmiştir. Bu,


onların Allah'ın arındırılmış kulları olmalarından geliyor. Bundan


da anlaşılıyor ki, kulluğun öngördüğü edep, bir kulun Rabbini, O'-


nun kendisini övdüğü gibi övmesini ve bunun ötesine geçmemesini


gerektiriyor. Hem Ehlisünnet'in, hem de Şia'nın Peygamber efendimizden


(s.a.a) rivayet ettikleri hadis de bunu gösteriyor: "Ben


senin övgülerini sıralayamam. Sen, kendini övdüğün gibisin..." Şu


hâlde surenin başındaki "Hamd, Allah'a özgüdür." ifadesi, kulluğa


yaraşır bir edep tavrını edindirme amacına yöneliktir. Eğer yüce Allah,


ne şekilde övülmesi gerektiğini öğretmek için kullar adına bu


sözü söylememiş olsaydı, kul kendi kendine bunu söyleyemezdi.



"...âlemlerin Rabbi... O, Rahmandır, Rahimdir. Din gününün sahibidir." (Büyük bir çoğunluk "Meliki yevm'id-dîn" şeklinde okumuştur.) "Rab", sahip bulunduğu varlıkların işlerini düzenleyen maliktir. Dolayısıyla bu kavram, mülkiyet anlamını da içermektedir. Mülkiyet, içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar çerçevesinde bir şeyin


bir kimseye özgü olmasının özel bir türüdür. Yani, tasarruf yetkisine


sahip olunacak şekilde bir şeyin bir kimseye ait olmasıdır. Söz


gelimi, "Falan şey bizim mülkümüzdür." dediğimiz zaman, o şey


bir şekilde bize özgü kılınmış ve bu sayede onun üzerinde tasarrufta


bulunma hakkına sahibiz demektir. Eğer bu özgü kılınmışlık


olmasaydı, böyle bir tasarruf yetkimiz de olamazdı.


Toplumsal çerçevede bu, gerçekliği bulunmayan sözleşmeli ve


itibarî anlamdır. Bu itibarî anlam, gerçekliği olan diğer bir anlamdan


alınmıştır ki, ona da mülkiyet deriz. Bu mülkiyet, vücudumuzdaki


organların ve güçlerin bizimle var olmaları şeklindeki mülkiyettir.


Bizim gözümüz, kulağımız, elimiz ve ayağımız vardır, bunlara


malikiz. Bunun anlamı şudur: Bunların varlığı bizim varlığımıza


bağlıdır ve bunlar bizden bağımsız değiller, bizim bağımsızlığımızla


bağımsızdırlar ve biz onların üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta


bulunma yetkisine sahibiz. İşte gerçek mülkiyet budur.



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 61



Yüce Allah'a gerçeklik noktasında izafe edilebilecek mülkiyet,


ger-çek mülkiyettir, sözleşme ve itibarın ortadan kalkmasıyla geçersiz


olan itibarî mülkiyet değildir. Bilindiği gibi gerçek maliklik,


tedbir ve yönetim olgularından ayrı düşünülemez. Çünkü bir şey


varlığı açısından başka bir şeye muhtaç ise, varlığı açısından o


şeyden bağımsız değilse, varlığının sonuçları açısından da o şeyden


bağımsız olamaz. Yüce Allah, her şeyin Rabbidir ve Rab, yönetici


malik (sahip) demektir. İşte yüce Allah'ın rablığı ve malikliği


bu niteliktedir.



"Âlemîn=âlemler" kelimesi, "âlem"in çoğuludur. Bir şeyin bilinmesine


aracı olan şey demektir. Kaaleb, hâtem ve tâbe' gibi. Birincisi,


bir şeye belli bir şekil vermeye yarayan şey; ikincisi, bir şeye


son vermeye aracı olan şey; üçüncüsü ise, bir şeyin nakşedilmesine


aracı olan şey demektir.



Bu kavram, bütün varlıklar için kullanıldığı gibi bireylerin ve


parçaların bir araya gelmesinden oluşan her topluluğu, her bütünlüğü


de ifade eder. Cansız varlıklar âlemi, bitkiler âlemi, hayvanlar


âlemi ve insanlar âlemi gibi. Belli niteliklere sahip bireylerden oluşan


topluluklar için de kullanılır. Arap âlemi ve Acem âlemi gibi.


Burada ikinci anlamın daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Çünkü


"Malik-i yevm'id-dîn" ifadesine kadar sayılan yüce Allah'ın güzel


isimleri hep bu kavramla bağlantılı olarak dile getiriliyor. Din ise,


kıyamet günündeki karşılık demektir. Bunun ise sadece insanları


ya da sadece insanları ve cinleri ilgilendiren bir durum olduğunu


kabul edersek, "âlemler" ifadesiyle insanlar ve cinler âleminin,


topluluğunun kastedildiği sonucu ortaya çıkar. Bu kavramın


Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetinde belirgin biçimde bu anlamı ile


kullanılmış olması da bizim bu yaklaşımımızı pekiştirmektedir:


."Seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." (Âl-i İmrân, 42) "Âlemlere


uyarıcı olsun diye" (Furkan, 1) "Siz, sizden önce âlemlerde hiç kimsenin


yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?" (A'râf, 80)



"Din gününün sahibidir." Bilindiği gibi "malik" kelimesi, "milk"


kökünden gelir. "Melik" ise, "mülk" kökünden gelir ve ulusal düzene


egemen olan ve onları idare eden kimse demektir. Diğer bir


ifadeyle, onlar üzerinde emir ve hüküm yetkisine sahip kimse


demektir.



62 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



Bu ifadenin hem "melik" ve hem de "malik" şeklinde okunduğuna


ilişkin açıklamalar yapılmış, her birini pekiştiren kanıtlar ileri


sürülmüştür. Şu kadarı var ki, saltanatın, egemenliğin her iki anlamı


da yüce Allah için geçerlidir. Ancak Arapça'yı ve Arap geleneğini


bilen bir insan "mülk" kavramının "zaman" olgusuyla bağlantılı


olduğunu bilir. Örneğin; "Falan dönemin meliki (kralı)" denir,


ama "Falan dönemin maliki (sahibi)" denmez. Denirse bile zorlama


olduğu anlaşılır. Yüce Allah, "melik-i yevm'id-dîn" buyurarak,


deyimi "gün"e izafe etmiştir. Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Bugün


mülk kimindir? Bir ve ezici güce sahip Allah'ındır." (Mü'min, 16)



AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



el-Uyûn ve el-Meanî'de "Bismillah" ifadesiyle ilgili olarak İmam


Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yani kendimi Allah'ın


alâmetlerinden biriyle alâmetlendiriyorum ki o da ibadettir." [Uyûnu


Ahbar'ır-Rıza, c.1, bab:26, h: 19. el-Meanî, s.3]



Ben derim ki: Bu anlam, bizim işaret ettiğimiz anlamdan elde


edilebilecek bir sonuçtur. Biz demiştik ki, besmelenin başındaki


"ba" harfi, başlama anlamını ifade eder. Çünkü kul, ibadetini Allah'ın


adıyla alâmetlendirdiği zaman, ibadeti izafe ettiği nefsini de


Allah'ın alâmetlerinden biriyle alâmetlendirmesi gerekir.



et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s), el-Uyûn ve Tefsir'ul-


Ayyâşî'de ise İmam Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir:


"Besmele, Allah'ın ism-i a'zamına gözbebeğinin gözakına


yakınlığından daha yakındır." [et-Tehzib, c.2, s.289, h: 15. el-Uyûn, c.2,


bab:30, h: 11. Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.21, h: 13]



Ben derim ki: İleride ism-i a'zamla ilgili açıklamamızda bu hadisi


anlamına değineceğiz.



el-Uyûn'da Emir'ül-Müminin'in (a.s) şöyle dediği anlatılır:


"Besmele Fatiha'dan bir ayettir. Resulullah besmeleyi okur ve onu


Fatihadan bir ayet sayardı. 'Fatiha suresi tekrarlanan yedidir.'


derdi." [c.1, s. 235, bab:28, h: 59]



Ben derim ki: Bu görüşü destekleyen benzeri rivayetler Ehlisünnet


kanallarınca da aktarılmıştır. Örneğin, Darekutnî Ebu


Hureyre'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Fatiha


suresini okuduğunuz zaman, besmeleyi de okuyun. Fatiha



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 63



Kur'ân'ın anası ve tekrarlanan yedidir, bismillahirrahmanirrahim


de onun bir ayetidir." [Sünen-i Darekutnî, c.1, s.236, h: 28]



el-Hisal adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:


"Ne oluyor şunlara? Allah canlarını alasıcalar, Allah'ın kitabında


yer alan en büyük ayetlerden birini bilerek terk ettiler ve


onu açıkça okumanın bid'at olduğunu ileri sürdüler."



İmam Bâkır'ın (a.s) da şöyle dediği rivayet edilir: "Allah'ın kitabındaki


en şerefli ayeti, yani besmeleyi çaldılar. Büyük-küçük


her işin başında besmeleyi söylemek gerekir ki, o iş bereketlensin."


[Bihar'ul-Envar, c.92, s.238, h: 39]



Ben derim ki: Bu anlam doğrultusunda Ehlibeyt İmamlarından


çokça rivayet aktarılmıştır. Bunlar da gösteriyor ki, Tevbe suresi


hariç, her surenin başında yer alan "besmele" o sureden bir ayettir.


Ehlisünnet kanallarınca da bu görüşü pekiştiren hadisler rivayet


edilmiştir.



Örneğin; Sahih-i Müslim'de Enes, Resulullah'ın (s.a.a), "Az önce


bana bir sure indirildi." dediğini ve besmeleyi okuyarak başladığını


rivayet eder. [c.4, s.112]



Ebu Davud'un bildirdiğine göre İbn-i Abbas (bu hadisin rivayet


zinciri sahih kabul edilmiştir) şöyle demiştir:


"Bismillahirrahmanirrahim inmedikçe, Peygamber efendimiz


(s.a.a) surelerin aralarını (bir rivayete göre sonlarını) bilmezdi."


[Sünen-i Ebu Davud, c.1, s.209, h: 788]



Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren açıklamalar, Şiî kanallardan


İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir.



el-Kâfi, et-Tevhit, el-Meanî ve Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın


(a.s) şöyle dediği anlatılır: "Allah her şeyin ilâhıdır, tüm yarattıklarına


karşı Rahman'dır ve özellikle müminlere karşı da Rahim'dir."


[El-Kâfi, c.1, s.114, h: 11. et-Tevhit, s.230, h: 1. el-Meanî, s.3, h: 1. Tefsir'ul- Ayyâşî, c.1, s.22, h: 19-20]



Bir rivayete göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Rahman,


genel nitelikli özel isimdir; Rahim ise, özel nitelikli genel isimdir."


[Mecma'l-Beyan, c.1, s.21]



Ben derim ki: Yukarıdaki açıklamalarda Rahman sıfatının


hem mümine ve hem de kâfire yönelik genel bir sıfat olduğuna,


Rahim sıfatının da sırf müminlere yönelik olduğuna işaret etmiş-



64 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



tik. Rahman'ın genel nitelikli özel bir isim oluşu ve Rahim'in de


özel nitelikli genel bir isim oluşu ile de Rahman sıfatının dünya


hayatına özgü olup hem kâfiri ve hem de mümini kapsaması, Rahim


sıfatının ise hem dünya hayatını ve hem de ahireti kapsamakla


birlikte sadece mümine yönelik olmasını kastediyor olsa gerektir.



Diğer bir ifadeyle: Rahman sıfatı, tekvinî bağış ve lütuflara özgüdür


ve bu hem kâfiri ve hem de mümini kapsıyor. Rahim ise,


hem tekvinî [varoluşla ilgili] ve hem de teşrii (yasamayla ilgili) olanı


kapsar. Bu ise, hidayet ve mutluluk kategorisine girer. O da


sadece mümine özgüdür. Çünkü süreklilik ve kalıcılık müminlere


özgü bağışlar için geçerlidir. Çünkü akıbet, Allah'tan korkanlarındır.



Keşf'ül-Gumme adlı eserde İmam Sadık'm (a.s) şöyle dediği


belirtilir: "Babamın katırı kaybolmuştu. Eğer Allah onu bana geri


döndürürse, hiç kuşkusuz onun hoşnut olacağı bir şeyle ona


hamdedeceğim, dedi. Çok geçmeden katırı eğeriyle ve gemiyle


birlikte getirildi. Şöyle bir doğruldu, elbiselerini toparladı. Sonra


göğe başını kaldırarak, 'Allah'a hamdolsun.' dedi ve başka da bir


şey söylemedi. Ardından şöyle dedi: Geride hiçbir şey bırakmadım,


bütün hamtları Allah'a kıldım. Çünkü bu ifadenin içine girmeyen


hiçbir hamt yoktur." [c.1, s.118]



el-Uyûn adlı eserde belirtildiğine göre, bu ifadenin tefsiri


hakkında İmam Ali'den (a.s) bir soru sorulmuş o da şöyle cevap


vermiştir: "Yüce Allah kullarına ancak nimetlerinin bir kısmını


detaysız biçimde bildirmiştir. Çünkü bunların hepsini ayrıntılı biçimde


bilemezler. Bu nimetler sayılmayacak ve bilinmeyecek


kadar çokturlar. Öyleyse, 'Bize verdiği nimetlere karşılık Allah'a


hamdolsun.' deyin." [c.1, s.220, h: 30]



Ben derim ki: İmam (a.s) bu sözleriyle, yüce Allah kullarına


kulluğa yaraşır edep tavrını göstermek ve onlara öğretmek amacıyla


onlar adına hamdı dile getiriyor, şeklindeki açıklamamıza işaret


ediyor.



FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA



Aklî kanıtlar, malûlün bağımsızlığını ve kendisiyle ilgili her


hususun illetine dayandığını göstermektedir. Malûlde olan her


kemal gerçekte illetinin varlığının bir uzantısıdır. Dolayısıyla eğer



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 65



gerçekte illetinin varlığının bir uzantısıdır. Dolayısıyla eğer varlıkta


güzelliğin bir gerçekliği varsa, onun kemali ve bağımsızlığı varlığı


zorunlu olan yüce Allah'a aittir. Çünkü O, bütün illetlerin kaynağı


olan tek illettir. Hamd ve övgü ise, herhangi bir varlığın kendi varlığıyla


bir başka varlığın kemalini göstermesidir. O başka varlık da


onun illetinden başkası değildir. Bilindiği gibi her kemalin kaynağı


yüce Allah'tır. Şu hâlde, her övgünün ve her hamdın gerçekliği O'-


na dönüktür. Öyleyse hamd, âlemlerin Rabbı olan Allah' a mahsustur.


* * *



"Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz..." Ayetin


orijinalinde geçen "na'budu" kelimesinin kökü olan "abd" kelimesi,


sahip olunan insan veya -anlamı soyutlarsak- tüm bilinçli varlıklar


anlamında bir kavramdır. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünde bu


soyutlanmış anlamda kullanılmıştır: "Göklerde ve yerde bu-lunan


herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) İbadet kavramı


da bu kelimeden türemiştir. Yerlerine göre farklı köklerden


gelmiş veya farklı anlamlarda kullanılmıştır da denebilir. Cevherî'-


nin, es-Sihah'ta; "Ubudiyet (kulluk) kavramının aslı boyun eğmedir."


şeklideki sözüne gelince; boyun eğmenin ubudiyetin gereklerinden


olduğundan dolayı bu sözü söylemiş olsa gerek. Yoksa, boyun


eğme anlamına gelen "huzu" kelimesi ancak "lam" harf-i cerri


ile geçişli olabiliyor, ibadet ise, yapısı itibariyle geçişlidir.


Kısacası; ibadet, kulun kendini Rabbinin mülkü yerine koyması


ve öyle görmesidir. Bu yüzden kulluk büyüklenmenin karşıtıdır,


böyle bir duyguyu yok eder; ama şirk koşmanın karşıtı değildir.


Yani, kölenin köleliği ve kulun kulluğu üzerinde birden fazla kişinin


ortaklığı söz ko-nusu olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:


"Bana ibadet etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme


gireceklerdir." (Mü'-min, 60) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Ve


Rabbine ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (Kehf, 110) Bu ayete,


şirk koşmanın mümkün olduğu varsayılarak yasaklanıyor. Yasaklama


ancak mümkün ve güç yetirilebilen şeyler için geçerlidir. Oysa,


Allah'a ibadet etmeye tenezzül etmeyip büyüklük taslama,


böyle bir durumu içermiyor.



66 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



Kulluk, ancak kölelerle onlara sahip olan efendiler arasında,


efendilerin mülkiyeti altındaki hususlarda geçerli olan bir ilişki biçimidir.


Kölenin varlığıyla ilgili olup da sahip olmanın kapsamına


girmeyen hususlar, yani kölenin falanın oğlu olması ve boyunun


uzun olması gi-bi hususlar ise ibadetle, kullukla ilintili değildir. Ne


var ki, yüce Allah'ın kulları üzerindeki sahipliği bu tür bir ilişkiden


farklıdır. O'nun sahipliği başkalarının sahipliğine benzemez. O'nun


karşısında kulun konumu bölünme kabul etmez. Yani O'nun kulun


bazı kısımlarına sahip olması, buna karşın bazı kısımlarına sahip


olmaması mümkün değildir. Onun için, kul üzerindeki bazı tasarrufların


caiz, bazılarınınsa caiz olmaması söz konusu değildir.


Nitekim insanlar arasındaki kölelik ilişkilerinde kölelerin kimi


nitelikleri efendilerin mülkiyeti altındadır, kendi isteklerine bağlı


olan fiilleri gibi; bazı nitelikleri de bu mülkiyetin kapsamına


girmez, doğuştan gelen zorunlu nitelikleri gibi. Aynı şekilde köleler


üzerinde bazı tasarruflarda bulunmak caizdir, işlerinden yararlanmak


gibi; onlarla ilgili bazı tasarruflar da caiz değildir, onları


suçsuz yere öldürmek gibi.



Yüce Allah kayıtsız ve şartsız olarak maliktir, mülkiyeti sınırsızdır.


Onun dışındakilerse, kayıtsız ve şartsız olarak mülktürler.


Onların Allah karşısındaki mülklükleri bölünme kabul etmez. Burada


her iki açıdan da bir sınırlandırma vardır. Maliklik, sahiplik


Rabb'e özgüdür, kulluksa kula özgüdür. İşte yüce Allah'ın şu sözü


buna işaret etmektedir: "Yalnız sana ibadet ederiz." Burada meful


öne geçirilmiş ve ibadet kavramı da mutlak tutularak hiçbir kayıtla


kayıtlandırılmamıştır.



Daha önce de açıkladığımız gibi mülk ancak maliki ile varolabileceği


için, ne malikini perdeler, ne de malikinden perdelenir.


Söz gelimi, sen Zeyd'in evine baktığında oraya herhangi bir ev gözüyle


bakarsan, Zeyd'i göz ardı edebilmen mümkündür. Ama eğer


oraya Zeyd'in mülkü gözüyle bakarsan, onun sahibi olan Zeyd'i göz


ardı etmen mümkün değildir.



Ancak Allah'ın dışındaki varlıklar sadece mülk oldukları ve bu


ger-çeklik onların hakikatini oluşturduğu için varlıklar âleminde


hiçbir şey Allah'tan gizlenemez. Varlığa bakan bir göz yüce Allah'ı


görmeden edemez. O her zaman hazırdır. Yüce Allah şöyle buyu-



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 67



ruyor: "Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? İyi bil ki onlar,


Rablerine kavuşmaktan kuşku içindedirler. İyi bil ki O, her şeyi


kuşatmıştır."(Fussilet, 53-54) Durum bundan ibaret olduğuna göre,


gerçek ibadet, hakkı her iki tarafın da hazır bulunduğu bir ortamda


gerçekleştirilen ibadettir.



Bu, yüce Allah açısından, O'na hazır bulunan bir mabut gibi ibadet


edilmesiyle olur. "Yalnız sana ibadet ederiz." ifadesindeki


üçüncü şahıstan ikinci şahsa yönelik hitap değişikliğini gerektiren


husus da budur.



Kul açısından ise, şöyle olur: İbadetini, hazır olan bir kulun ibadeti


gibi yerine getirir, ibadetinde mabudundan gaflet etmez.


Aksi takdirde, ibadeti sadece anlamdan yoksun bir şekle ve ruhsuz


bir cesede benzer. Ya da ibadetini böler, hem Rabbiyle ve hem


de başkalarıyla açıkta ve gizlide ilgilenir. Tıpkı hem Allah'a ve hem


de putlarına ibadet eden putperestler gibi. Ya da kulluğunu gizlice


bir başkasına yöneltir. Çeşitli amaçlar için Allah'a ibadet ediyor


görünen kimseler gibi. Böyle bir insan Allah'a ibadet eder ama, ilgisi


bir başkasına yöneliktir. Ya da cennet arzusuyla veya cehennem


korkusuyla Allah'a ibadet eder. Bütün bunlar, ibadet açısından


şirktir ve Kur'ân-ı Kerim'de yasaklanmıştır. Yüce Allah şöyle


buyuruyor: "Dini yalnız kendisine has kılarak Allah'a kulluk et."


(Zümer, 2) "İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler


edinenler, 'Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.'


derler. Şüphesiz ki Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri


şeyde hükmünü verecektir." (Zümer, 3)



Kul içten davranınca ve tüm benliğini bu işe verince, ancak o


zaman ibadet gerçek ibadet niteliğini kazanır. Bu da sözünü ettiğimiz


gibi ibadet anında, mabudundan gaflet etmemekle mümkündür.


Bununla da anlaşılıyor ki kul, amelinde Allah'tan başkasıyla


ilgilenmediği zaman ibadeti eksiksiz olur. Eğer başkasıyla ilgilenirse,


ibadetinde, ilgilendiği kimseye Allah'ın ortağı niteliğini


kazandırmış olur. Şayet kulun kalbi bir umuda veya bir korkuya


takılı değilse, yani ibadetinin amacı cenneti elde etme veya ateşten


korunma değilse, o zaman bu ibadet sırf Allah rızası için yerine


getirilmiş olur. Kişi ibadet esnasında kendisiyle de meşgul olmamalıdır.


Çünkü bu duygu, kulluk pozisyonuna ters düşer. Kulluk,


benliği ve büyüklenmeyi içinde barındırmaz. "ibadet ederiz",



68 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



ifadesinin birinci çoğul şahıs kipiyle dile getirilmiş olması da, bu


noktaya işaret etme amacına yönelik olabilir. Çünkü bu takdirde


kişinin şahsı söz konusu değildir. Dolayısıyla bencillik ve bağımsızlık


duygusuna kapılmaz, kişisel belirginlikleri, izleri topluluk içinde


kaybolup gider.



Bu açıklamaların tümünden çıkan sonuç şudur: "Yalnız sana


ibadet ederiz." sözüyle ifade edilen kulluk, anlam ve ihlâs açısından


özünde bir noksanlık barındırmaz. Ancak; "Yalnız sana ibadet


ederiz." derken kul, ibadeti kendine izafe etmiş oluyor. Bu da derken


varlık, güç ve irade bağımsızlığı olduğu zannını uyandırıyor.


Hâlbuki kul, mülktür ve başkasının mülkü olan bir kimse bir şeye


malik olamaz. Bu yüzden bu zannın ortadan kalkması için olsa gerek,


ardından hemen, "ve yalnız senden yardım dileriz."


buyuruluyor. Yani, biz ibadeti ken-dimize izafe ediyor ve bunu biz


yapıyoruz diyorsak, ancak senin yardımın olmadan bunu yapamayacağımızın da bilincindeyiz. Bu yüzden sana ibadet ederken de


senden yardım diliyoruz.



Şu hâlde, "Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım


dileriz." sözü bir tek anlamı vurgulama amacına yöneliktir. O da


sırf Allah'a yöneltilmiş samimî ibadettir. İbadet ile yardım istemenin


aynı ahenk içinde zikredilişinin amacının da bu noktayı vurgulamak


olması mümkündür. Nitekim, "Yalnız sana ibadet ederiz ve


yalnız senden yardım dileriz." buyurulmuştur, "Yalnız sana ibadet


ederiz. Bize yardım et, bizi doğru yola ilet." denmemiştir.


"Bizi doğru yola hidayet et." ifadesiyle birlikte surenin akışının


ahenksel değişikliğe uğramasına gelince, inşaallah ileride bununla


ilgili açıklamalarda bulunacağız.



"Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz."


sözünün açıklaması esnasında; üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilmesinin


sebebi, mef'ulün öne geçirilmesiyle ifade edilen hasrın


amacı, "ibadet ederiz" ifadesinde, ibadet kavramının hiçbir kayıtla


sınırlandırılmamış olmasının nedeni, birinci çoğul şahıs lafzının


tercih edilişinin sebebi, birinci cümlenin ardından ikinci cümlenin


getirilişi ile verilmek istenen mesaj ve surenin akışı içinde bu iki


cümlenin aynı ahenk içinde oluşlarının amacı gibi hususlar açıklık


kazandı.



Fâtiha Sûresi / 1-5 ............................................... 69



Bu ayetle ilgili olarak tefsir bilginleri, başka hususlara da dikkat


çekmişlerdir. Dileyen bu bilginlerin kitaplarına başvurabilir.


Yüce Allah kullarından alacaklardır, O'nun borcunu ödemek gücümüzün


üstünde bir yükümlülüktür.



70 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1




Fâtiha Sûresi / 6-7 ...................................................



6- Bizi doğru yola hidayet et.



7- Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramamış ve de sapmamış


kimselerin yoluna.



AYETLERİN AÇIKLAMASI



"Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine nimet verdiğin... kimselerin


yoluna." Hidayet kavramının anlamı, "sırat=yol" kelimesini açıklarken


açıklık kazanacaktır. Sırat, tarîk ve sebil, anlam olarak birbirine


yakın kavramlardırlar. Yüce Allah, sıratı (yolu) müstakim (doğru)


olmakla nitelendiriyor. Sonra bunun, Allah'ın nimet verdiği


kimselerin izlediği yol olduğunu açıklıyor. Şu hâlde, niteliği bu olan


ve kulların iletilme (hidayet) isteğine konu olan yol, ibadetin hedefidir.


Yani, kul Rabbinden istiyor ki, kulluğu sırf bu yolun sınırları içinde


kalsın.



Bunun açıklaması şöyledir: Yüce Allah, kitabında insan türü için,


daha doğrusu tüm varlıklar için, kendisine doğru yol alırlarken


izleyecekleri yolu belirlemiştir. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak


şöyle buyuruyor: "Ey insan, muhakkak sen, Rabbine doğru varan


bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacaksın."


(İnşikak, 6) "Dönüş O'nadır." (Teğâbun, 3) "Dikkat edin, bütün işler


sonunda Allah'a döner." (Şûrâ, 53) Bunun gibi daha birçok ayet


açıkça gösteriyor ki tüm varlıklar, bir yolu kat etmekte ve yüce Allah'a


doğru yol almaktadırlar.



Sonra şu gerçeği ortaya koymuştur: Tek bir özelliğe sahip tek


bir yol söz konusu değildir. Yol, ikiye ayrılmaktadır. Nitekim yüce


Allah şöyle buyuruyor: "Ey Âdem oğulları! Ben size, 'Şeytana tapmayın,


o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın, doğru yol budur.'


diye? bir-dirmedim mi" (Yâsîn, 60-61)



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 71



Şu hâlde, bir doğru yol var, bir de onun ötesinde başka bir yol.


Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ben pek yakınım. Bana dua ettiği


zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da benim


çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki


doğru yolu bulmuş olurlar." (Bakara, 186) Bir diğer ayette de şöyle


buyuruluyor: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk


etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir."


(Mü'min, 60) Böylece yüce Allah, kendisinin kullarına yakın olduğunu


ve kendisine en yakın yolun kendisine yönelik ibadet ve


dua yolu olduğunu açıklamıştır. Sonra inanmayanları nitelendirirken


de şöyle buyurmuştur: "Onlar uzak bir yerden çağırılıyorlar."


(Fussilet, 44) Burada, inanmayanların izledikleri yolun hedefe çok


uzak olduğu belirtilmiştir.



Bununla anlaşılıyor ki, Allah'a giden iki yol vardır: Biri yakın; ki


bu, müminlerin yoludur. Diğeri de uzak; ki bu da başkalarının yoludur.


Bu, bir yol ayrılığıdır. Bir başka yol ayrılığı daha var ki, yüce


Allah şu ayette ona işaret etmektedir: "Bizim ayetlerimizi yalanlayan


ve onlara inanmaya tenezzül etmeyenlere, göğün kapıları


açılmayacaktır." (A'râf, 40) Hiç kuşkusuz, yolcuların yürüdükleri bir


yol olmasaydı, kapı bir anlam ifade etmezdi. Şu hâlde, aşağıdan


yukarıya doğru giden bir yol vardır.



Yüce Allah, bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Kimin üstüne


gazabım inerse, artık o düşmüştür." (Tâhâ, 81) İfadenin orijinalinde


geçen "heva" fiili, aşağı doğru düşmek anlamını ifade eder.


Şu hâlde, bir de aşağıya doğru yuvarlanırken de izlenen bir yol


vardır. Sonra yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim küfrü imanla değişirse,


artık dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara, 108) Burada yüce


Allah "sapıtmıştır" diyerek doğru yoldan ayrılmayı şirk olarak nitelendirmiştir.



Bu durumda, insanlar tuttukları yol itibariyle üç grup hâlinde


değerlendirilmektedir:



a) Yukarıya doğru yol alanlar. Bunlar, Allah'ın ayetlerine inanan,


ona kulluk sunmada büyüklenmeyen kimselerdir.



b) Aşağı doğru yol alanlar. Bunlar, Allah'ın gazabına uğramış


kimselerdir.



72 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



c) Yoldan sapmış olanlar. Bunlar şaşkındırlar, nereye gideceklerini


bilmezler, sapıktırlar. "Kendilerine nimet verdiğin, gazaba


uğramamış ve de sapmamış kimselerin yoluna." ifadesinin bu sınıflandırmaya yönelik bir işaret içerdiğini söylemek mümkündür.


Doğru yol, kesinlikle diğer iki yol değildir. Bununla gazaba


uğramışların ve sapmışların yollarını kastediyorum. Şu hâlde


doğru yol, sözü edilen ilk yoldur. Yani büyüklük taslamayan


müminlerin yoludur. Ancak yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor:


"Allah inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle


yükseltir." (Mücâdele, 11) Bu da gösteriyor ki, müminlerin yolu da


kendi içinde derecelere ayrılmaktadır.



Bunun izahı şöyledir: Her sapıklık şirktir, bunun tersi de doğrudur.


Yüce Allah'ın şu sözü bu gerçeği dile getirmektedir: "Kim


küfrü imanla değişirse, artık dümdüz yoldan sapmış olur." (Bakara,


108) Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı pekiştirir niteliktedir:


"...'Şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın,


doğru yol budur.' Nitekim o, sizden birçok nesilleri saptırdı." (Yâsîn,


60-62) Kur'ân-ı Kerim şirki zulüm, zulmü de şirk olarak nitelendirir.


Kıyamet koptuktan sonra her iş sonuca bağlanınca, şeytanın


itirafını bize aktaran ayet-i kerime de bu anlamı destekler mahiyettedir:


"Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da tanımamıştım


zaten. Doğrusu zalimler için acı bir azap vardır." (İbrâhîm,


22)



Aynı şekilde şu ayet-i kerimede olduğu gibi zulüm de sapıklık


olarak nitelendirilir: "İnananlar ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar,


işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır."


(En'âm, 82) Bu anlamı, doğru yolu bulma ve sapıklık veya sapıklığı


izleyen azaptan güvende olmanın zulmün bertaraf edilmesi ve


imanın zulümle karıştırılmamasına bağlanmasından algılamak


mümkündür. Kısacası sapıklık, şirk ve zulmün konumu birdir. Bunlar


birbirlerinin vazgeçilmezleri, birbirlerinin pekiştiricileridirler. İşte,


"Bunların her biri diğerini tanımlar veya her biri aynı zamanda


diğeri demektir." derken bunu kastediyoruz. Ancak şunu da vurgulamak


gerekir ki bu, anlam aşamasında değil, mısdak aşamasında


böyledir.



Bunu bildikten sonra kesin olarak anlarsın ki, sapıkların yolundan


ayrı bir yol olan "doğru yol"da kesinlikle şirk ve zulüm söz



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 73



konusu olmadığı gibi, yine aynı kesinlikte sapma da söz konusu


olmaz. Kalplerin derinliklerinde bir küfür veya yüce Allah'ın hoşnut


olmadığı bir düşünce barınmaz. Bedenin organlarıyla bir günah fiili


veya itaatte bir kusur işlenmez. İşte teori ve pratik olarak gerçek


tevhit budur. Bu ikisinin arasında bir üçüncü yol yoktur. Haktan


sonra, sapıklıktan başka ne var ki?



Yüce Allah'ın şu sözü de bu açıklamayı pekiştirir niteliktedir:


"İnananlar ve imanlarını bir zulümle karıştırmayanlar, işte güven


onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) Bu ayette,


doğru yolun güvenli olduğu vurgulanıyor, tam hidayet vaat ediliyor.


Çünkü burada ism-i fail [muhtedûn=doğru yolu bulanlar] ifadesi


kullanılmış ve ism-i failin geleceğe delâlet ettiğini söylüyorlar.


Dikkat edilsin! Kuşkusuz, bu da doğru yolun niteliklerinden biridir.


Daha sonra yüce Allah, doğru yolun sahipleri olan bu kendilerine


nimet verilen kimseleri şöyle tanımlıyor: "Kim Allah'a ve Resul'e


itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği


peygamberler, sıddîkler (gerçekler, dosdoğru kullar), (amellere


olan) şehitler ve sa-lihlerle birlikte olur ve onlar ne de güzel arkadaştır!"


(Nisâ, 69)



Yüce Allah bu ayette sözü edilen iman ve itaati, bu ayetten


önce şöyle tanımlamıştır: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında


çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin


hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla


kabullenmedikçe inanmış olmazlar. Eğer biz, kendinizi öldürün


yahut yurtlarınızdan çıkın, diye bunu onlara farz etmiş olsaydık,


içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Hâlbuki kendilerine


verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem daha hayırlı,


hem de (imanlarını) daha pekiştirici olurdu." (Nisâ, 65-66)


Burada yüce Allah onları söz, davranış, iç ve dış görünüm olarak


kulluk açısından sağlam ve noksansız olarak nitelendiriyor. Bu


açıdan hiçbir hususu bu genellemenin dışında tutmuyor. Bununla


beraber, bu son ayette niteliklerine işaret edilen müminleri, kendilerine


nimet verilmiş olanların izleyicileri ve bağlıları olarak tanıtıyor


ve onların safından aşağıdaki bir safta yer aldıklarını belirtiyor.


Bunu "birlikte olur" tabiri ile "onlar ne de güzel arkadaştır!" ifadesinde


anlıyoruz. Çünkü aynı derecede olmaları söz konusu olsaydı,



74 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



"onlar, şu kimselerle birlikte olur." değil de, "onlar, şu kimselerdendir."


buyurulması gerekirdi.



Yüce Allah'ın şu sözü de bu ayetin bir benzeridir: "Allah'a ve


Resulüne inananlar, Rableri yanında onlar, sıddîkler ve şehitlerdir.


Onların mükâfatları ve nurları vardır." (Hadîd, 19) Bu ayette


müminlerin ahiret gününde şehitlere ve doğrulara ilhâk edilecekleri


dile getiriliyor. "Rableri yanında" ve "Onların mükâfatları" sözleri


bu sonucu öngörüyor.



Şu hâlde, doğru yolun sahipleri, kalpleri ve amelleri sapıklıktan,


şirkten ve zulümden arınmış müminlerden daha üstün bir konuma


ve daha yüksek bir dereceye sahiptirler. Bu ayetler üzerinde


düşünüldüğü zaman, zorunlu olarak, durumları ve konumları bundan


ibaret olan müminlerde de bir eksiklik olduğu anlaşılıyor. Eğer


bu eksikliği gider-miş olsalardı, onlar da kendilerine nimet verilen


kimselerden olurlardı. Yani onlarla arkadaşlık etme derecesinden,


onlardan olma derecesine yükselmiş olurlardı. Belki de bu


ayrıcalıklarının sebebi, Allah hakkındaki derin marifetleri, ileri bilgileridir.


Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah, inananları


ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir."


(Mücâdele, 11) Şu hâlde doğru yolun sahipleri, kendilerine kâmil


iman nimetinden daha üstün bir nimet verilen kimselerdir. Bu da


doğru yolun niteliklerinden biridir.



Yüce Allah "yol" anlamına gelen "sırat" ve "sebil" kelimelerini


Kur'ân-ı Kerim'de defalarca kullanmıştır. Fakat bir tek "sırat-ı


müstakîm"den fazlasını kendisine izafe etmemiştir. Ama "sebil"


olarak kendisine giden birçok yolun bulunduğunu vurgulamıştır:


"Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza


(sebillerimize) iletiriz." (Ankebût, 69) Aynı şekilde, şu ayet-i kerimeden


başka da "sırat-ı müstakîm"i yaratıklarından hiç kimseye izafe


etmemiştir: "Kendilerine nimet verdiğin... kimselerin yoluna


(sıratına)." Fakat "sebil" anlamında yol kavramını kendisinden


başkasına da izafe ederek kullanmıştır: "De ki: İşte benim yolum


(sebilim) budur: Allah'a basiretle davet ederim." (Yûsuf, 108) "Bana


yönelen kimsenin yolu (sebili)." (Lokmân, 15) "Müminlerin yolu" (Nisâ,


115)



Bununla da anlaşılıyor ki "sebil", "sırat-ı müstakîm"den farklıdır


ve izleyicilerin, kulluk sunanların sayısına ve çokluğuna göre



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 75



farklılık gösterir, değişir, çok olur. Fakat "sırat-ı müstakîm" tek ve


değişmezdir. Yüce Allah'ın şu sözü buna işaret etmektedir: "Gerçekten


size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla,


rızasına uyanları esenlik yollarına (sebil) iletir, onları kendi


ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola (sırat-ı


müstakîme) iletir." (Mâide, 15-16) "Sebil" birden fazla olarak nitelendirilirken, sırat" bir tek olarak nitelendirilmiştir. Bu durumda


sırat-ı müstakîm ya sebillerin tümünden ibarettir ya da sebillerin


birleşmesi ve sırat-ı müstakîmle aynılaşması sonucu oluşan ana


yoldur.



Aynı şekilde yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onların çoğu, Allah'a


ortak koşmadan inanmazlar." (Yûsuf, 106) Bununla da anlaşılıyor


ki, şirk (ki bir sapıklıktır) imanla birlikte bulunabilir. İşte bu "sebil"


dir. Dolayısıyla "sebil"in şirk ile bir araya gelebileceği anlaşılıyor.


Fakat "sırat-ı müstakîm" sapıklıkla bir araya gelmez. Nitekim,


"ve de sapmamı kimselerin" buyurulmuştur.



Bu ayetler üzerinde kapsamlı bir şekilde düşünüldüğü zaman,


bu "sebil"lerin her birinin "sırat-ı müstakîm"in aksine, kimi noksanlıklar


ve kimi ayrıcalıklarla bir arada olabilecekleri anlaşılmaktadır.


Yine anlaşılmaktadır ki, bu sebillerden her biri sırat-ı müstakîm


olmakla birlikte diğerinden ayrıdır. Sırat-ı müstakîm de bu


sebillerin her biriyle birleştiği gibi, her birinin muhalifiyle de birleşmektedir.



Böyle bir sonuca, sunduğumuz ayetlerden varmak mümkün


olduğu gibi, diğer bazı ayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir.


Örneğin: "Bana ibadet edin; doğru yol (sırat-ı müstakîm) budur."


(Yâsîn, 61) "De ki: Rabbim, beni doğru yola (sırat-ı müstakîme) iletti.


Dosdoğru dine, Allah'ı bir bilen İbrahim'in dinine." (En'âm, 161)


Bu ayetlerde, hem ibadet, hem de din, "sırat-ı müstakîm" olarak


nitelendirilmiştir. Bu ikisi ise, bütün "sebil"lerin ortak özellikleridir.


Buna göre, Allah'ın sebillerine oranla "sırat-ı müstakîm" bedendeki


ruh gibidir. Nitekim bedenin hayatı boyunca geçirdiği değişik


evre-ler vardır. Beden her evrede öncekinden farklıdır. Bebeklik,


çocukluk, delikanlılık, gençlik, yetişkinlik, yaşlılık ve ihtiyarlık


gibi. Fakat her evrede ruh aynı ruhtur, bedenden ayrılmaz bir


bütündür. Yine bedenin çeşitli hâlleri olabilir ki, ruhun isteklerine



76 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



ve gereklerine ters düşebilir. Ama ruh öyle değildir. Bu, Allah'ın


değişmez fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Bununla


birlikte beden ruhtur, yani insandır.



Aynı şekilde, yüce Allah'a giden "sebil" de "sırat-ı müstakîm"


dir. Ancak müminlerin sebili, tövbe edenlerin sebili, Peygamberi


izleyenlerin sebili vs. gibi çoğaltabileceğimiz Allah'ın sebillerine


dışarıdan bir afet veya noksanlık musallat olabilir. Fakat bunlar


kesinlikle "sırat-ı müstakîm"e bulaşamazlar. Nitekim bir "sebil"


olan imana, şirk ve sa-pıklığın karışabileceğini gördün. Ne var ki,


bunların hiçbiri "sırat-ı müstakîm"in bünyesinde barınamaz. Şu


hâlde arılığı, bulaşmışlığı, yakınlığı ve uzaklığı açısından sebilin


dereceleri vardır ve bunların tümü sırat-ı müstakîm üzerindedir ya


da bizzat onun kendisidir.



Yüce Allah hak ve batıla örnek verirken bu gerçeği açıklamıştır.


Kastettiğim, hepsi de "sırat-ı müstakîm"den olmakla birlikte


Allah'a giden "sebil"lerin faklılık gösterebilecekleridir. Yüce Allah


buyuruyor ki: "Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce o


su ile çağlayıp aktı. Sel üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. Süs


yahut eşya yapmak için ateşte yakıp erittikleri madenlerde de


bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hak ile batılı böyle bir benzetme


ile anlatır. Köpük yok olup gider. İnsanlara yararlı olan ise


yeryüzünde kalır. İşte Allah, böyle meseller verir." (Ra'd, 17) Burada


yüce Allah, bilgi ve olgunluk edinmede kalplerin ve kavrama


yeteneklerinin farklı kapasitelere sahip olmakla beraber, her birinin


tek bir semavî rızka dayandığını, oradan beslendiğini


vurguluyor. Bu örnekle ilgili yeterli açıklamaya Ra'd suresinde yer


vereceğiz. Kısacası, bu da sırat-ı müstakîmin, yani doğru yolun niteliklerinden bir diğeridir.



Doğru yolun (sırat-ı müstakîm) nitelikleri üzerinde düşündüğün


zaman, onun Allah'a giden tüm yollara, tüm sebillere egemen olduğunu


görürsün. Şöyle ki, bir yol sırat-ı müstakîm gerçeğinden


barındırdığı oranda Allah'a ulaştırır. Oysa sırat-ı müstakîm kayıtsız


ve şartsız olarak mutlak şekilde Allah'a ulaştırır. Bu yüzden yüce


Allah onu "sırat-ı müstakîm" olarak nitelendirmiştir.


"Sırat", açık yol demektir. Bu kelime, "yutmak" anlamına gelen


"serete" fiilinden türemiştir. Sanki bu yol, yürüyenlerini yutuyor



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 77



da, kendisinden ayrılmalarına, midesinden çıkmalarına izin


vermiyor gibi. "Müstakîm" ise, ayağının üzerine dikilip kendine ve


kendisiyle ilgili şeylere egemen olmak isteyen kimsedir. İşinin idaresini


ele alan kimse gibi. Sonuç itibariyle "müstakîm", durumu ve


konumu değişmeyen, demektir.



Buna göre, "sırat-ı müstakîm", izleyicisini amacına ve maksadına


ulaştırmaktan geri kalmayan hedefe ulaştırıcı yoldur. Nitekim


yüce Allah şöyle buyuruyor: "İşte Allah'a inanıp O'na sımsıkı


tutunanları, kendi katından bir rahmetin ve lütfun içine alacak ve


onları kendisine (varan) doğru bir yola iletecektir." (Nisâ, 175) Yani


bu hidayet değişmeyecek ve böylece sürüp gidecektir.


Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah kimi hidayet etmek isterse,


onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun


göğsünü, göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah,


inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir. İşte Rabbinin


doğru yolu budur." (En'âm, 125-126) Yani, onun değişmeyen ve hedefe


ulaştırmaktan geri durmayan yolu budur.



Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah dedi ki: İşte bu, benim


üstlendiğim dosdoğru yoldur. Şüphesiz, sana uyan sapıtmışların


dışında, senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün


yoktur." (Hicr, 41-42) Yani bu, benim değişmez yolumdur, yürürlükten


kaldırılmaz yasamdır. Bir bakıma bu ifade, yüce Allah'ın şu sözüne


çağrışım yapmaktadır: "Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın.


Allah'ın kanununda bir sapma bulamazsın." (Fâtır, 43)



"Sırat-ı müstakîm" kavramının anlamına ilişkin olarak yaptığımız


açıklamalardan şu hususlar belirginlik kazanıyor:



1- İslâm, iman, ibadet, ihlâs ve tevazu gibi Allah'a giden yollar


(sebiller), gerçeğin kaynağı olan "sırat-ı müstakîm"e yakınlıkları


oranında kâmillik ve eksiklik, pahalılık ve ucuzluk bakımından


birbirlerinden farklıdırlar. Bunların karşıtları olan küfür, şirk, inatçılık,


azgınlık ve günahkârlık için de aynı durum söz konusudur. Nitekim


yüce Allah şöyle buyuruyor: "Her birinin yaptıklarından ötürü


dereceleri vardır. Allah, onlara yaptıklarının karşılığını verir;


asla kendilerine haksızlık edilmez." (Ahkaf, 19)


Akılların yüce Allah'tan algıladıkları ilâhî bilgilerin durumu da


tıpkı buna benzemektedir. Yeteneklerin farklılığı oranında bu bilgi-



78 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



ler farklılık arzeder, kapasitelerin çeşitliliği oranında çeşitli algılama


biçimleri ortaya çıkar. Yüce Allah'ın verdiği şu örnek de bunu


vurgulamaktadır: "Gökten bir su indirdi de dereler kendi ölçüsünce


o su ile çağlayıp aktı..." (Ra'd, 17)



2- Sırat-ı müstakîm, bütün yollara egemen olduğu gibi, sırat-ı


müs-takîmin izleyicileri de öyledir. Yüce Allah onları bu yolda yerleşik


ve kalıcı kılarak onların işlerini üzerine almış ve onları da kullarının


doğru yola iletilmesinde yetkili kılmıştır. "Onlar ne de güzel


arkadaştır!" (Nisâ, 69) "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve


namazı kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide,


55) derken, yüce Allah bunu kastetmiştir. Bu son ayetin müminlerin


emiri Hz. Ali (a.s) hakkında indiği mütevatir hadislerle sabittir.


O, bu ümmet içinde bu kapıyı açan ilk kişidir. Yeri gelince bu ayetle


ilgili olarak geniş açıklamalarda bulunacağız.



3- Yola hidayet etmenin anlamı, yolun anlamının


belirginleşmesiyle belirginleşir. es-Sihah adlı sözlükte belirtildiğine


göre "hidayet", "göstermek, delâlet" demektir. Yine aynı sözlükte


belirtildiğine göre, bu fiil Hicazlıların lehçesinde iki mef'ulü birden


etkilemektedir. Diğer lehçelerde bu fiilin ikinci mef'ulü da etkilemesi


için "ilâ" harf-i cerrine başvurulur. Bize göre de doğru olan


görüş budur. Ancak bir görüşe göre de "hidayet" kökünden türeyen


fiil, "ilâ" harf-i cerri olmaksızın ikinci mef'ulü etkilediğinde


"hedefe ulaştırma" anlamını ifade eder. Ama "ilâ" harf-i cerriyle


geçişli kılındığı zaman "yol gösterme" anlamını ifade eder. Buna


örnek olarak da şu ayet-i kerime gösterilir: "Sen, sevdiğini hidayet


edemezsin, fakat Allah dilediğini hidayet eder." (Kasas, 56)


"Yol gösterme" anlamında "hidayet" Resulullah (s.a.a) için sabit


olduğuna göre burada nefyedilen "hidayet", "hedefe ulaştırma"


anlamındaki "hidayet"tir. Nitekim şu ayetlerde, birinci anlamda


"hidayet" Allah'a, ikinci anlamda "hidayet" ise Peygambere izafe


edilmiştir: "Ve onları dosdoğru yola iletirdik." (Nisâ, 68) "Ve şüphesiz


ki sen, doğru yola götürüyorsun." (Şûrâ, 52) Şu hâlde "hedefe


ulaştırma" anlamındaki "hidayet" kökünden türeyen fiil, ikinci


mef'ulü doğrudan etkiler, "yol gösterme" anlamındaki "hidayet"


kökünden türeyen fiil ise, "ilâ" harf-i cerriyle geçişlilik kazanır.



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 79



Ne var ki, bu görüşe kanıt olarak gösterilen ayette bizim sözümüz


vardır. Şöyle ki, ayette nefyedilen hidayet, hidayetin gerçekliğidir


ki bu, yalnızca Allah'ın elindedir. Yoksa bu gerçekliğin


bazı dereceleri kesinlikle Peygamber için sabittir. Diğer bir ifadeyle;


nefyedilen, hidayetin cinsi değil, kemal derecesidir. Ayrıca bu


açıklama, Firavun hanedanı arasında yer alan bir müminin sözlerini


içeren ayetin işaret ettiği anlamla çelişki arzetmektedir: "Ey


kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." (Mü'min, 38) Çünkü


bu ayette "hidayet" kökünden türeyen fiil, "ilâ" harf-i cerri olmaksızın


mef'ulü etkilediği hâlde "yol gösterme" anlamını ifade


etmektedir.



Buna göre bizce "ilâ" harf-i cerri ile kullanılıp kullanılmamasına


göre "hidayet" kökünden türeyen fiilin anlamında bir değişlik


meydana gelmez. Bu fiilin "ilâ" harf-i cerri olmaksızın ikinci


mef'ulü etkilemesinin "dahalt'ud-dâre=eve girdim" cümlesindeki


kurala bağlı olması da mümkündür.



Kısacası hidayet; işaret etmek, yolu göstermek suretiyle hedefi


göstermektir. Bu da bir çeşit "hedefe ulaştırmak" demektir. Allah'ın


düzeni, sebepler düzeni olduğuna göre, bunun gerçekleşmesi


için yüce Allah bir sebep oluşturur. Bu sebep hedefin belirginleşmesini


ve sonuçta kulun bu hedefe ulaşmasını sağlar. Yüce


Alah bu düzene şu şekilde işaret etmektedir: "Allah kimi hidayet


etmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar." (En'âm, 125)


Şu ayet-i kerime de buna bir örnektir: "Sonra derileri ve kalpleri


Allah'ın zikrine (meylederek) yumuşar. İşte bu, Allah'ın hidayetidir;


dilediğini bununla doğru yola iletir." (Zümer, 23) İfadenin orijinalinde


geçen "telînu=yumaşar" fiilinin "ilâ" harf-i cerriyle geçişli


kılınmasının sebebi, eğilim ve güven gibi bir anlamı içermesini


sağlamaktır. Kalbin yumuşaması, yüce Allah'ın kalpte, Allah'ın


zikrini algılamasını, ona yönelmesini ve onunla güven bulmasını


sağlayacak bir netlik meydana getirmesidir. Allah'ın yolları (sebilleri)


farklı olduğu gibi, yol-larının farklılığı oranında hidayeti de farklılık


gösterir. Şu hâlde her yolun karşılığında ona özgü bir hidayet


vardır.



Yüce Allah'ın şu sözü bizim vurguladığımız bu yol ve yol göstericilik


farklılığına işaret ediyor: "Bizim uğrumuzda cihat edenleri,



80 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



biz elbette yollarımıza iletiriz. Hiç şüphe yok, Allah mutlaka iyilerle


beraberdir." (Ankebût, 69) Nitekim kulun Allah yolunda cihat etmesi


ile Allah uğruna cihat etmesi arasında fark vardır. Birinci


amaç için cihat eden kişi, yolun güvenliğinin sağlanmasını ve yoldaki


engellerin bertaraf edilmesini istemektedir. İkinci amaç için


cihat eden kişi ise, sadece Allah'ın rızasını elde etmek istiyor. Bunun


sonucunda yüce Allah onu özel yeteneklerine ve kapasitesine


uygun bir yola iletir. Sonra ilettiği bu yolun ardından onu bir diğer


yola iletir ve nihayet onu kendine yakın, özel biri kılar.



4- "Sırat-ı müstakîm" farklı derece ve mertebeleri bulunan Allah


yollarının (sebillerinin) tümünü kapsadığına göre, yüce Allah'ın


insanı sırat-ı müstakimde olduğu hâlde yine sırat-ı müstakîme hidayet


etmesi olası ve doğrudur. Yani Allah, insanı sırat-ı müstakimden


yine sırat-ı müstakime hidayet edebilir, iletebilir. Şöyle ki,


onu önce yollarından (sebillerinden) birine hidayet eder, iletir; sonra


ona yönelik hidayetini artırır ve onu bir üst yola (sebile) iletir. Nitekim


yüce Allah'ın hidayete erdirdiği kulları adına dile getirdiği


"bizi doğru yola hidayet et." ifadesi, bu tür bir istek içermektedir.


Bu açıklamayla, "Fiilen hidayete ermiş bir kimsenin hidayet


istemesi, elde edilen bir şeyi elde etmeye yönelik bir istektir ve bu


muhaldir." veya "Kulun sırat-ı müstakîmde yürümesinden sonra


sırat-ı müstakîmde yürüme isteğini dile getirmesi, elde edilmiş olanı


elde et-me isteğidir ki, bu tür bir istekte bulunmak anlamsızdır."


şeklindeki soru ve eleştirilerin cevabı da verilmiş oldu.


Aynı şekilde, "Bizim şeriatımız bütün yönleriyle eski milletlere


indirilen şeriatlardan daha geniş ve noksansızdır. Şu hâlde, yüce


Allah'tan bizi onlardan nimet verdikleri kullarının yoluna iletmesini


istemek ne anlam ifade eder?" şeklindeki eleştiri de geçersizdir.


Çünkü bir şeriatın bir diğer şeriattan daha geniş ve noksansız olması


ayrı, bir şeriata bağlı olan bir kimsenin diğer bir şeriata bağlı


olan bir kimseden daha kusursuz, daha olgun olması da ayrı bir


meseledir.



Söz gelimi; Hz. Muhammed'e (s.a.a) indirilen şeriata (en mükemmel


ve en geniş kapsamlı şeriat olmasına rağmen) inanan


normal bir mümin, şeriatları eski ve geçkin olmasına rağmen Hz.


Nuh'tan ve Hz. İbrahim'den (selâm üzerlerine olsun) daha kusur-



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 81



suz ve daha olgun olamaz. Çünkü şeriatların ve bu şeriatlara göre


amel etmenin hükmü, bu şeriatları özümseyip onu karakter hâline


getirmekten doğan velâyet makamının hükmünden farklıdır.


Şu hâlde, eski şeriatlara bağlı olup da şirkten arı, katışıksız


tevhit makamına ulaşmış bir insan, en kusursuz ve en geniş kapsamlı


şeriat olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatına göre amel


etmekle beraber tevhit makamını kazanmayan, bilgiye dayalı hayat,


ruhuna egemen olmayan, ilâhî hidayetin ve Rabbanî yol göstericiliğin


nuru kalbine yerleşmeyen bir insandan daha kusursuzdur,


ondan üstündür. Dolayısıyla kusursuz şeriatın ehlinden olmakla


beraber makamı daha aşağıda olan bir insan, daha aşağı


bir şeriatın ehlinden olan bir insanın ulaştığı yüksek makama ulaşmayı


Allah'tan isteyebilir.



En ilginç olanı da, bazı tefsir bilginlerinin söz konusu kuşkuyu


bertaraf etmek amacıyla yaptıkları açıklamadır. Şöyle ki: Allah'ın


dini birdir, o da İslâm'dır. Tevhit, peygamberlik ve ahiret gibi temel


bilgiler ve bunların ayrıntıları olan genel bilgiler tüm şeriatlar açısından


birdir. Bu şeriatın önceki şeriatlara karşı tek ayrıcalığı, hayatın


tüm meselelerine ilişkin ayrıntı niteliğindeki hükümlerin bu


şeriatta daha geniş ve daha kapsamlı tutulmuş olmasıdır. Bu şeriat


kulların çıkarlarının korunmasına diğerlerine oranla daha fazla


özen gösteriyor.



Ayrıca bu şeriatın temeli, hikmet, öğüt ve güzel diyalog gibi


kanıtlama yollarına dayanır. Ne var ki, din bir de olsa, bütün şeriatlardaki


temel bilgiler aynı da olsa, onlar bizden önce Rablerinin


yoluna girdiler. Bu hususta bize göre önceliklidirler. Bu yüzden yüce


Allah onların durumlarını göz önünde bulundurmamızı, onların


tutumlarından olumlu dersler çıkarmamızı emretmiştir.


Ben derim ki: Bu açıklama dayanak olarak tefsir biliminin zorunlu


gördüğü temellerden farklı bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayışa


göre, temel bilgilerin hakikatleri gerçekte birdirler ve aralarında


derece ve düzey farklılığı söz konusu değildir. Batınî ve manevî dereceler


de öyle.



Buna göre seçkin bir peygamberle en basit bir mümin, varlık


ve dış âlemde gerçekliği olan olgunluk açısından aynı düzeydedir.


Aralarındaki üstünlükse, gerçek olgunluğa dayanmayan yasama-



82 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



nın öngördüğü makamlar açısından söz konusudur. Tıpkı bir kral


ile onun tebaası olan halk arasındaki makamsal üstünlük gibi.


Böyle bir üstünlük sözleşmeli ve atamayla belirlenmiş makamlar


itibariyledir ve insanın varlığıyla bir ilgisi yoktur.


Bu temelin de dayandığı bir diğer temel söz konusudur. Buna


göre, asıl olan maddedir ve madde ötesi, bir değer ifade etmez.


Madde ötesi, kanıtı olan bir istisna ile sadece yüce Allah'a özgüdür.


Birçokları bu büyük yanılgıya düşmüşlerdir. Bunun iki nedeni


vardır: Ya maddî bilimlere dayanarak somut verilerle yetinmek ya


da Kur'ân tefsirine ilişkin genel anlayışla yetinerek ayetler üzerinde


etraflıca düşünmemek.



Bu meseleyle ilgili olarak söylenecek çok şey vardır. İnşaallah


ileride yeri geldikçe bilimsel araştırmalara ilişkin bölümlerde daha


geniş açıklamalarda bulunacağız.



5- "Sırat-ı müstakîm"in sahiplerinin başkalarından farklı olan


tarafları ve yollarının başkalarının yollarına olan üstünlüğü bilgiden


ileri gelir, amelden değil. Onlar, Rablerinin makamına ilişkin


olarak başkalarının yoksun olduğu bilgiye sahiptirler. Nitekim yukarıdaki


açıklamalarda, sırat-ı müstakîm ehli dışındakilerin sebillerinde


de tam ve noksansız amelin gerçekleşebileceğini vurguladık.


Şu hâlde sırat-ı müs-takîm ehlinin tek ayrıcalıkları bilgidir. Ancak,


nedir bu bilgi? Ve nasıl bir şeydir? İnşaallah, "Gökten bir su


indirdi de dereler kendi ölçüsünce o su ile çağlayıp aktı." (Ra'd, 17)


ayetini ele alırken bu konuda ayrıntılı bilgi vereceğiz.


Yüce Allah'ın şu sözü de bu anlamı çağrıştırmaktadır: "Allah


sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir."


(Mücâdele, 11) Şu ayet de bu anlamı pekiştirir niteliktedir:


"Güzel söz ona çıkar, iyi amel onu yükseltir." (Fâtır, 10) Buna göre


yüce Allah'ın katına çıkan, güzel sözdür. Yani, inanç ve ilimdir. Salih


amelin fonksiyonu ise, güzel sözü yükseltmek, Allah katına


çıkmasında ona yardımcı olmaktır. Söz konusu ayeti ele alırken,


konuya ilişkin geniş bilgiye yer vereceğiz.



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 83



AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



el-Kâfi'de "ibadet" kavramının anlamı ile ilgili olarak İmam Sadık'ın


(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Üç tür ibadet şekli vardır:


Bazı insanlar korktukları için Allah'a ibadet ederler. Bu, kölelerin


ibadetidir. Bazıları sevâp kazanmak amacıyla Allah'a ibadet ederler.


Bu, ücretlilerin ibadetidir. Bazıları da sevdikleri için Allah'a ibadet


ederler. Bu da, özgürlerin ibadetidir ve bu, en üstün ibadet


şeklidir." [c.2, s.84, h: 5, İbadet babı]



Nehc'ül-Belâğa'da şöyle bir ifade yer alır: "Bir kısım insanlar,


bir beklentiyle Allah'a ibadet ederler. Bu, tüccarların ibadetidir.


Bazıları korkudan dolayı Allah'a ibadet ederler. Bu, kölelerin ibadetidir. Bazıları ise, sadece şükürlerini ifade etmek için Allah'a ibadet ederler. Bu da özgür insanların ibadetidir." [Feyz'ül-İslâm,


s.1192, h: 229]



el-İlel, el-Mecalis ve el-Hisal adlı eserlerde İmam Sadık'ın (a.s)


şöyle buyurduğu anlatılır: "İnsanların Allah'a yönelik kullukları üç


gerekçeye dayanır: Bir kısım insanlar, sevap beklentisiyle O'na ibadet


ederler. Bu, ihtiraslıların ibadetidir ve bu hırstır, tamahtır.


Bazıları da cehennem ateşinden korktukları için O'na kulluk sunarlar.


Bu ise, kölelerin ibadetidir ve bu ibadet şekli korku niteliklidir.


Ama ben O'nu sevdiğim için O'na ibadet ediyorum. İşte bu,


şerefli ve saygın insanların ibadetidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor:


'Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar.' [Neml, 89] Bir diğer


ayette de şöyle buyuruyor: 'De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız


bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.' [Âl-i İmrân, 31] Kim Allah'ı severse,


Allah da onu sever ve Allah'ın sevdiği kimse de güvenli kimselerden


olur. İşte bu, saklı ve koruma altında bulunan bir makamdır,


ona arınmışlardan başkası ulaşamaz." [İlel'üş-Şerayi, c.1, s.12, h:


8. el-Hisal, s.188]



Ben derim ki: Daha önce yaptığımız açıklamalardan, bu rivayetlerin


içerdikleri anlamları açıklık kazanmış oldu. İmamların (selâm


olsun onlara) özgür insanların ibadetini bir keresinde sevgi,


bir keresinde de şükür olarak nitelendirmeleri, her ikisinin de sonuçta


aynı anlamı ifade etmesinden dolayıdır. Çünkü şükür, insanın,


kendisine nimet olarak verilen şeyi yerli yerine koymasıdır.


İbadetin şükrü ise, zatı hasebiyle onu hak eden yüce Allah'a yöne-



84 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



lik olmasıdır. Yani yüce Allah'a Allah olduğu için, yani bütün güzellik


ve ululuk (cemal ve celâl) niteliklerini zatında topladığı için ibadet


edilir. O, zatı itibariyle güzeldir ve bu yüzden zatı itibariyle


sevilendir. Çünkü sevgi güzelliğe ilgi duymanın, çekiciliğe kapılmanın


ifadesidir. Bu yüzden; "O, zâtı itibariyle mabûttur. O, mabuttur;


çünkü güzeldir, sevilendir. O, mabuttur; çünkü nimet verendir,


ibadet edilerek şükrü yerine getirilendir." derken, bütün bu sözlerimiz


bir tek anlamı ifade etmiş olurlar.



Ehlisünnet kanalıyla İmam Sadık'ın (a.s), "Yalnız sana ibadet


ederiz..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani


senden, senin dışında bir şey istemiyoruz. Karşılık ve bedel beklentisiyle sana ibadet etmiyoruz. Senin makamına ilişkin bilgiden


yoksun olan cahiller gibi kulluk sunmuyoruz."



Ben derim ki: Bu rivayet, yukarıda "ibadetin, ibadet anında hazır


bulunmayı ve samimiyeti gerektirdiğini, bununsa karşılık beklentisine


ters düştüğünü" ifade ettiğimiz açıklamamıza yönelik bir


işaret içeriyor.



Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği anlatılır:


"İdrak ile değil, sıfat ile ibadet ettiğini ileri süren kişi, gaip


olan (hazır bulunmayan) bir şeye yönelmiş olur. Sıfata ve mevsufa


birlikte ibadet ettiğini ileri süren kişi tevhit inancına ters düşmüş


olur. Çünkü sıfat mevsuftan ayrı bir şeydir. Mevsufu sıfata izafe ettiğini


ileri süren kişi, büyüğü küçültmüş olur. Allah'ı O'nun şanına


yaraşır şekilde tanımlayamadılar..." [s.242, Necef Baskısı]



"Bizi doğru yola hidayet et." ifadesiyle ilgili olarak el-Meanî


adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yani,


bizi senin sevgine ulaştıracak, senin cennetine kavuşturacak,


kendi heva ve hevesimize uyup da bozulmamıza ya da kendi görüşlerimize


göre hareket edip de helâk olmamıza engel olacak


yolda sebatlı olmaya ilet." [s.33, h: 4]



Yine bu ayetle ilgili olarak el-Meanî adlı eserde İmam Ali'nin


(a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Yani, geçmiş günlerimizde bize


bahşettiğin kolaylaştırıcı desteğini sürdür ki, ömrümüzün gelecekteki


kısmında da aynı şekilde sana itaat edelim." [s.33, h: 4]


Ben derim ki: Bu iki rivayet, hidayete ermiş kişinin hidayet istemesi


ile ilgili olarak, elde olan bir şeyin elde edilmesini isteme-



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 85



nin lâzım geldiği şeklindeki kuşkuya verilebilecek cevabın iki farklı


yönünü ifade ediyor. Birinci rivayet, hidayetin derecelerinin farklılığına;


ikincisi ise, bunların anlamsal birliğine işaret ediyor.



el-Meanî adlı eserde İmam Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:


"sırat-ı müstakîm dünyada aşırılığa kaçmayan, kusur ve ihmalkârlıktan uzak olup dümdüz devam eden, ahirette ise müminleri


cennete götüren yoldur." [s.33, h: 4]



Yine aynı eserde İmam Ali'nin (a.s), "Kendilerine nimet


verdiklerinin yoluna" ifadesiyle ilgili olarak şöyle buyurduğu


rivayet edilir: "Yani, bizi dinine ve itaatine muvaffak olma nimeti


verdiğin kimselerin yoluna ilet, mal ve sağlık nimeti verdiğin


kimselerin yoluna değil. Çünkü mal ve sağlık nimeti verdiklerin


kâfir ve fasık da olabilirler. Yüce Allah nimet verdiği kimseler


hakkında şöyle buyuruyor: Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse,


işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler,


sıddîkler, şehitler ve salihlerle birlikte olur ve onlar ne güzel


arkadaştır!" [Nisâ, 69] [s.36, h: 9]



el-Uyûn'da İmam Rıza'nın (a.s), ataları kanalıyla Hz. Ali'nin


(a.s) şöyle buyurduğunu aktardığı belirtilir: "Resulullah'ın (s.a.a)


şöyle dediğini duydum: Allah diyor ki: Fatiha suresini kendimle kulum


arasında paylaştırdım. Fatiha'nın yarısı benim ve yarısı da kulumundur. Kulumun istediği kendisine verilecektir. Kul,


'Bismillahirrahmanirrahim' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benim


adımı anarak başladı. Bu yüzden onun işlerini eksiksiz olarak


sonuçlandırmam, durumunu bereketlendirmem gerekli oldu.' der.


Kul, 'Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a özgüdür.' dediği zaman, yüce


Allah, 'Kulum beni övdü, elindeki nimetlerin benim katımdan olduğunu ve kendisine yönelen belâların benim lütfumla savıldığını


bildi. Siz şahit olun ki, ben dünya nimetlerine ek olarak, ona ahiret


nimetlerini de vereceğim ve dünya musibetlerini başından savdığım


gibi, ahiret musibetlerini de başından savacağım.' der. Kul,


'Rahmandır, Rahimdir.' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benim


Rahman ve Rahim olduğuma tanıklık etti. Siz şahit olun ki, ben


rahmetimden onun payına düşen kısmı genişleteceğim, ona yönelik


bağışlarımı arttıracağım.' der. Kul, 'Din (karşılık) gününün sahibidir.'


dediği zaman, yüce Allah, 'Nasıl ki o, benim 'din (karşılık)


gününün sahibi' olduğumu itiraf etti, siz şahit olun ki, ben de he-



86 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



sap günü onun hesabını kolaylaştıracağım, onun iyiliklerini kabul


edeceğim, işlediği kötülükleri sileceğim.' der. Kul, 'Yalnız sana ibadet


ederiz' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum doğru söyledi, sadece


bana ibadet ediyor, siz şahit olun ki, bu ibadetine karşılık


ona öyle bir sevap vereceğim ki, bana yönelik ibadetinde ona ters


düşen herkes, ona gıpta edecektir.' der. Kul, 'Ve yalnız senden


yardım dileriz.' dediği zaman, yüce Allah, 'Kulum benden yardım


istedi ve bana sığındı. Siz şahit olun ki, işinde ona yardım edeceğim,


dara düştüğü zamanlarda imdadına yetişeceğim, felâketlere


uğradığı zaman elinden tutacağım.' der. Kul, 'Bizi doğru yola hidayet


et.' diye surenin sonuna kadar okuduğu zaman, yüce Allah, 'İşte


bu, kulumun hakkıdır, onun istediği verilecektir. Kulumun duasını


kabul ettim ve onun arzuladıklarını verdim. Korktuğu şeyden


güvene kavuşturdum.' der." [s.234, bab:28, h: 59]



Ben derim ki: Buna yakın bir açıklamayı, Saduk el-İlel adlı eserinde


İmam Rıza'dan (a.s) rivayet eder. [c.2, s.315, h: 1] Görüldüğü


gibi bu rivayet, namazda okunan Fatiha suresini, defalarca vurguladığımız


tarzda açıklamaktadır. Şöyle ki: Yüce Allah bu sureyi kulları


adına dile getiriyor. Bu sure kulluk makamının ve Allah'a yönelik


övgü ve ibadetin ifadesidir. Şu hâlde, bu sure ibadet için indirilmiş


bir suredir ve bu hususta Kur'ân-ı Kerim'de ona benzer bir


başka sure yoktur. Bunu derken vurgulamak istediğim noktalar


şunlardır:



1- Bu sure baştan sona kadar, yüce Allah tarafından dile getirilen


kulların sözlerinden ibarettir. Kullar, kendilerini kulluk makamına


koyup O'nun Rablık makamına yöneldikleri zaman bu sözleri


ifade etsinler diye.



2- Bu sure iki kısımdır; bir kısmı Allah'a, bir kısmı da kula aittir.



3- Bu sure Kur'ân'ın içerdiği bilgileri kısaca ve özet olarak kapsamaktadır.


Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in temel bilgiler ve bunlara bina


edilen ahlâk, hukuk, ibadet, insanlar arası ilişkiler, siyaset, toplumsal


ilişkiler, vaat ve tehditler, kıssa ve ibret tabloları ile ilgili


akıllara durgunluk veren kapsamlılığı, bütünüyle tevhide, peygamberliğe,


ahirete ve bunların ayrıntılı açıklamasına, kulların


dünya ve ahiretleri için elverişli olan yola iletilmesine dönüktür.



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 87



Görüldüğü gibi bu sure, söz konusu gerçekleri öz, ama derin anlamlı


ifadelerle içermektedir.



Dilersen yüce Allah'ın Müslümanların namazlarında okumalarını


emrettiği bu surenin güzelliğini, Hıristiyanların namazlarında


okuduk-ları ve Matta İncili'nde yer alan şu sözlerle karşılaştırabilirsin:


"Ey gökteki babamız, ismin kutsansın, egemenliğin gerçekleşsin,


göklerde olduğu gibi yerde de senin iraden yürürlükte olsun.


Bizim azığımız ekmeğimizdir, bugün bize ver. Nasıl ki biz, bize


karşı suç işleyenleri bağışlıyoruz, sen de bizim günahımızı bağışla,


bizi denemeye tâbi tutma, bizi kötülüklerden koru. Amin!" [Matta


İncili: Bap: 6 : 9-13]



Semavî olduğu ve kulluk tavrını içerdiği iddia edilen şu sözler


üzerinde biraz durduğumuzda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor. Birincisi:


Babaları (hâşâ, bununla yüce Allah'ı kastediyorlar) göklerdedir!


Sonra, babanın hakkında adının kutsanması, egemenliğinin


gerçekleşmesi ve göklerde olduğu gibi iradesinin yerde de yürürlüğe


girmesi için dua ediliyor. Fakat daha çok siyasal partilerin


sloganlarına benzeyen bu duayı kim kabul edecektir?! Ardından


yüce Allah'tan bugünün ekmeği ve bağışlamanın karşılığı bağışlama


isteniyor, bir hakkı görmezlikten gelme, bir diğer hakkı


görmezlikten gelmenin karşılığı olarak öngörülüyor. Eğer Allah onlara


böyle bir hak vermezse, onların ne gibi bir hakları olabilir ki?!


Ayrıca burada, kendilerini sınamaması ve kötülüklerden kurtarması


isteniyor. Bu ise, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir istektir.


Çünkü dünya imtihan yurdudur, eksikliklerin giderileceği


yerdir. Bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra Batılı bilginlerden bazı


oryantalistlerin1 ve onlara uyan bazı sözde Müslüman bilginlerin


şu sözlerine şaşmadan edemeyeceksin: "Temel bilgiler konusunda


İslâm'ın diğer dinlere herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü Allah'tan


gelen bütün şeriatlar tevhide ve nefsi güzel ahlâk ve salih


amel ile arındırmaya çağırıyorlar. Dinler arasındaki tek üstünlük


toplumsal meyvelerinin kökleşmesinden ileri gelir." (!!)


-------


1- Piskopos Gustaw Lebon, "İslâm Medeniyet Tarihi"



88 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



HADİSLER IŞIĞINDA "SIRAT-I MÜSTAKÎM"İN AÇIKLAMASI



Men La Yahzuruh'ul-Fakih'te ve Tefsir-ul-Ayyâşî'de İmam Sadık-


ın (a.s), "Sırat-ı müstakîm, Emir'ül-Müminin Ali'dir (a.s)." dediği


rivayet edilir. [Tefsir'ul-Ayyâşî, c.1, s.24, h: 25]



el-Meanî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Bu


(sırat-ı müstakîm), Allah'ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun iki yönü


vardır; biri dünyada, biri de ahirette. Dünyadaki yol, itaat edilmesi


zorunlu olan imamdır. İmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol


alan bir kimse ahiretteki yoldan, yani cehennem üzerinde kurulan


köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin de,


ahirette ayağı kayar ve cehenneme yuvarlanır." [s.32, h: 1]



Yine el-Meanî adlı eserde İmam Seccad'ın (a.s) şöyle dediği rivayet


edilir: "Allah ile hücceti arasında bir hicap, hüccetini Allah'-


tan alı koyacak bir perde yoktur. Biz Allah'ın kapılarıyız. Biz doğru


yoluz. Biz Allah'ın bilgisinin mahalleriyiz, O'nun vahyinin tercümanlarıyız, birliğinin temel rükünleriyiz ve sırlarının saklı bulunduğu heybeleriz." [s.35, h: 5]



İbn-i Şehraşub Vekî b. Cerrah'dan, o da Sevrî'den, o da


Süddî'den, o da Esbat ve Mücahid'den, o da İbn-i Abbas'tan, "Bizi


doğru yola hidayet et." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder:


"Ey kullar topluluğu, şöyle deyin: Bizi Muhammed (s.a.a) ve Ehlibeyti'nin (a.s) sevgisine ilet." [el-Menakıb, c.3, s.73]



Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren birçok rivayet vardır. Bu tür


rivayetler, ayetin anlamını değil, mısdakını, somut örneğini belirlemeyle


ilgilidir. Bu Ehlibeyt İmamlarının dilinde "cery" (genel bir


mefhumu, somut mısdaklarına, örneklerine tatbik etmek) kavramı


ile ifade edilmiştir.



Örneğin, Tefsir-ul-Ayyâşî'de Fuzayl b. Yesar'ın şöyle dediği rivayet


edilir: "İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) 'Kur'ân-ı Kerim'de


bulunan her ayetin bir zahiri, bir de batını vardır. Kur'ân'daki tüm


harflerin bir sınırı vardır, her sınırın da bir çıkış noktası vardır.' şeklindeki rivayette yer alan 'zahir ve batın' kavramlarının ne anlama


geldiğini sordum, bana şu cevabı verdi: Ayetin zahiri, vahyedilen


orijinal metnidir; batını ise, bu metnin te'vilidir. Bu te'villerin bir


kısmı geçmiştir, bir kısmı da henüz gerçekleşmemiştir. Ayetler



Fâtiha Sûresi / 6-7 ............................................... 89



güneş ve ay gibi akıp giderler, te'villerinden birinin zamanı gelince,


gerçekleşir..." [c.1, s.11, h: 5]



Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet vardır. Bu, Ehlibeyt


İmamlarının izledikleri bir yöntemdir. Onlar, Kur'ân-ı Kerim'de


yer alan bir ayeti, o hususta inmemiş olsa bile, tatbik edilebilecek


bir somut örneğe tatbik ederlerdi. Bu yöntemi, akıl da desteklemektedir.


Çünkü Kur'ân âlemlere yol gösterici olarak inmiştir. İnsanlara


gerekli olan inancı, zorunlu olan ahlâkı ve yerine getirilmesi


kaçınılmaz olan ameli öğretir. Kur'ân'ın ortaya koyduğu teorik


bilgiler, gerçeği ifade ederler ve sadece bir zamana ve bir duruma


özgü kılınarak değerlendirilemezler. Kur'ân'ın dile getirdiği


üstün nitelikler veya aşağılık huylar ya da pratik bir duruma ilişkin


hükümler, sadece bir fertle veya bir dönemle sınırlandırılamazlar.


Çünkü Kur'ân'ın öngördüğü yasal sistem, tüm zamanları kuşatıcı


evrensel niteliktedir.



Ayetlerin inişiyle bağlantılı olgulara (bir kişi veya bir olayla ilgili


olarak bir veya birkaç ayetin inişini ardından getiren durum veya


olay) gelince; bir hükmü belli bir olayla sınırlandırmak, olayın ortadan


kalk-masıyla hükmün yürürlükten kalktığına ya da şahsın


ölümüyle birlikte ona ilişkin hükmün de geçersiz olduğuna inanmak


doğru bir tutum değildir. Çünkü açıklama geneldir ve ardındaki


gerekçe de mutlaktır.



Dolayısıyla mümin fertlerden bazıları hakkında inen övgülerin


ve başkaları hakkında inen yergilerin gerekçesi, onların sahip bulundukları


niteliklerdir. Böyle nitelikler daha sonra başka insanlar


için de söz konusu olabileceği hâlde, bu yergi ve övgüleri indikleri


dönemlerdeki kişilere özgü kılmak tutarlı bir davranış değildir.


Kur'ân-ı Kerim bu noktaya da dikkat çekmektedir: "Allah onunla,


rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." (Mâide, 16) "O, öyle bir kitaptır


ki, ne önünden, ne de ardından ona batıl gelmez." (Fussilet,


41-42) "O zikri biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz."


(Hicr, 9)



Kur'ân ayetlerinin Ehlibeyt İmamlarına (a.s) ya da düşmanlarına


tatbiki ile ilgili "cery" rivayetlerinin sayısı yüzleri bulmaktadır.


Bu kısa değiniden sonra hadisler ışığındaki incelemelerimizde, bu


tür rivayetlere yer vermeyeceğiz. Çünkü bu tür rivayetler amacımı-



90 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1



zın dışında kalır. Fakat meseleyi doğrudan ilgilendiren bir husus


varsa ona da değineceğiz.



Hiç yorum yok: