7 Kasım 2007 Çarşamba

tefsirül münir de fatiha (vehbe zuhayli)


FATİHA SÛRESİ 2


Sûrenin Muhtevası: 2


İsimleri: 2


Sûrenin Fazileti 2


İ'rab: 3


Belagat: 3


Kelime ve İbareler: 3


Âmîn: 4


"Amîn'in Açık veya Gizli Söylenmesi ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri: 4


Açıklaması 4


Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 6


1- Allah'a Hamd Etme Şekli: 6


2- Namazda Fatiha Suresinin Okunması: 6


3- Fatiha'nın Anlamlarını Hatırda Tutmak: 8


4- Arap Olmayan Kimsenin Kıraati: 8


5- Namaz Kılan Kimsenin "Âmîn" Demesi: 8



Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla.



FATİHA SÛRESİ



(Mekke'de el-Müddesir sûresinden sonra inmiştir. Yedi ayettir.)



1- Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla


2- Hamd' â1emlerin Rabbi Allah'ındır


3- Rahman ve Rahim (dir)


4- Din gününün sahibi (dir)


5- Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.


6- Bizi dosdoğru yola ilet;


7- Kendilerine nimet verdiğin kimsele- rin yoluna; gazaba uğrayanların ve yo- lunu sapıtanlannkine değil.



Sûrenin Muhtevası:



Bu sure Kur'an-ı azîmin manalarını ihtiva etmekte, dinin usûl ve furû-unu kapsamakta, akideyi, ibadeti, teşrii; öldükten sonra dirilişe ve Allah'ın gü­zel sıfatlarına imanı, yalnızca O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım dileyip O'na dua etmeyi ihtiva etmekte, kişinin Allah'tan kendisini hak dine ve dos­doğru yola iletmesini ve hidayetinden sapmış kişilerin yolundan da uzak tut­masını nasıl isteyeceğini göstermektedir. [1]



İsimleri:



Kurtubî'ye göre bu surenin on iki tane ismi vardır. Bu isimlerinden birisi "es-Salat (namaz)" dır. Bu ismin veriliş sebebi: "Ben namazı kendim ile kulum arasında iki yarıya böldüm" W şeklindeki kudsî hadistir.


Diğer bir ismi "Hamd" dir. Çünkü bu surede hamdden söz edilmektedir. Di­ğer bir ismi Tatihatül-KitabMır. Çünkü tertip açısından Kur'an'daki ilk sure olup ayrıca namaza da kendisiyle başlanmaktadır. Cumhurun görüşüne göre diğer bir adı da "Ümmül-Kitab"dır ve yine cumhurun görüşüne göre "Ümmü'l-Kuran"da bu sûrenin adıdır. (Bu lafızlar kitabın anası ve Kuranın anası anlam­larına gelir.) Çünkü Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Elhamdülillah, Üm-mü'l-Kur'an, Ümmü'l-Kitap ve es-seb'u'l- mesânî'dir" [2] Bir başka adı ise "el-Mesânî"dir. Çünkü bu sûre her bir rekatte tekrarlanır. Ona "Kur'an-l Azîm" de denilmiştir. Zira Fatiha suresi Kur'an-ı Kerim'in bütün ilimlerini ve temel mak­satlarını ihtiva etmektedir Hz. Peygamber (s.a.)'in şu buyruğu sebebi ile Fatiha Suresinin bir adı "eş-Şifa"dır: "Fatihatü'l-Kitap her bir zehire karşı şifâdır." [3]


Başka bir adı "er-Rukye"dir. Çünkü Peygamber (s.a.) Fatiha suresini oku­yarak bir kabile reisini rukye yapan (okuyarak tedavi eden) kimseye: "Bunun rukye olduğunu nereden bildin?" W diye sormuştur.


İbni Abbas'ın: "...Kitapların esası Kur'an, Kur'an'ın esası Fatiha, Fâtiha'nın esası ise Bismillahirrahmanirrahim'dir.'' sözü sebebiyle "el-Esas" da Fa-tiha'nın isimlerinden birisidir.


Fatiha'mn bir ismi de Mel-Vafiye"dir. Çünkü Fatiha suresi ikiye bölünmez. Bir kimsenin Fatiha'yı iki ayrı rekatte yarımşar olarak okuması caiz değildir.


Fatiha sûresi başkasının yerini tuttuğu ve kafi geldiği halde başkası onun yerini tutmadığından dolayı "el-Kafiye" diye adlandırılır.


İşte bunlar Fatiha sûresinin isimleridir. Bu isimlerin en önemlileri ise "Fatiha", "Ümmül-Kitab" ve «es-Seb'ul Mesânf isimleridir.


Sure; üç ve daha fazla ayetten oluşan ve sabit rivayet yoluyla bilinen bir adı olan, Kur'an-ı Kerim'in bir bölümünün adıdır. [4]



Sûrenin Fazileti



Bu surenin fazileti sahih hadislerde sabit olmuştur. Bunlardan bir tanesi Peygamber (s.a.)ın şu hadisi şerifidir: "Allah Tevrat'ta da İncil'de de Ümmü'l-Kur'an gibisini indirmiş değildir. O es-Sebu'l Mesanîdir o -aziz ve celil olan Al­lah'ın kudsî hadiste buyurduğu gibi- "Benim ile kulum arasında pay edilmiştir ve kuluma dilediği verilecektir" [5]


Yine Peygamber (s.a.)'ın Ebû Said b. el-Mualla'ya söylediği şu hadis-i şerif de sûrenin faziletini göstermektedir: "Sana Kur'an-ı Kerim'in en büyük suresi olan bir sureyi öğreteceğim. Bu el-Hamdülillahirabbilâlemîn süresidir. es-Se-bu'l-Mesani (tekrarlanan yedi ayetli sûre) odur. Bana verilen Kur'an-ı Kerim de odur." [6]


Bu iki hadisi şerifte Yüce Allah'ın: "Andolsunki biz sana tekrarlanan ye­di (ayetli sûre) yi ve şu Kur'an-ı Azimi verdik" (Hicr, 15/87) ayetine işaret et­mektedir. Çünkü Fatiha sûresi namazda tekrarlanagelen yedi ayetli bir su­redir. [7]



İ'rab:



aBismillah=Allah'ın adıyla" buyruğu Basralı dil alimlerine göre: Başlayı­şım Allah'ın adı iledir, takdirinde; Kûfeli dilcilere göre ise; Allah'ın adı ile baş­ladım, takdirindedir. "Bizi ilet" Yüce Allahtan bir istek ve bir talebin ifadesidir. "Amin" lafzı ise sûrenin sonunda söylenen bir duadır. Kur'an-ı Kerim'den bir ayet değildir. Fiil-isim olup Allah'ım kabul buyur, anlamındadır. [8]



Belagat:



"Hamd... Allah'ındır" buyruğu lafız itibariyle bir haber cümlesi olmakla birlikte "Elhamdülillah deyiniz" anlamında bir inşa cümlesidir. Bu ifade ham-din yalnızca Yüce Allah'a yapılacağını da açıklamaktadır.


"Yalnız sana ibadet ederiz." Bu buyrukta gaib ifadeden hitaba geçiş (iltifat sanatı) vardır "iyyake" lafzının öne alınması yalnızca O'na ibadet edildiğini an­latmaktadır; yani senden başka hiç kimseye ibadet etmeyiz, demektir.


"Bizi dosdoğru yola ilet." O yolun üzerinde kalmak üzere bize sebat ver de­mektir. Bununla anlatılmak istenen böyle bir isteğin sürekli kılınması ve de­vamlı yapılmasıdır.


"Gazaba uğrayanların... değil." buyruğunda hazf (söylenmemiş bazı keli­meler) vardır. Bunun takdirî ifadesi; Kendilerine gazab edilenlerin yoluna bizi iletme! anlamındadır. [9]



Kelime ve İbareler:



Hamd: İhtiyari olarak yapılan bir işe karşı güzel övgüde bulunmak de­mektir. Şükür'den daha genel ve kapsamlıdır. Çünkü şükür, verilen nimet kar­şılığında yapılır.


"Allah": Yüce kudsî zatın özel adıdır. Anlamı, hakkıyle kendisine ibadet edilendir. Yüce Allah'ın İsm-i a'zam'ı olduğu da söylenmiştir. Bu isim ondan başka kimseye verilmemiştir. "el-İlah" ise hak veya bâtıl olarak kendisine iba­det olunandır. Hem Allah hakkında hem de başka mabûdlar hakkında kullanı­lır.


"Rab": Mâlik, ibadet olunan efendi, işleri düzelten, düzenleyen, cebreden ve işleri çekip çeviren demektir. Bu kelimede hem rubûbiyet, hem terbiye, hem de mahlukata karşı gösterilen ilgi ve ihtimam anlamı vardır.


"Âlemîn (alemler)": Âlem kelimesinin çokluk şeklidir. Âlem ise yüce Allah dışında kalan her türlü varlıktır, insanlar âlemi, hayvanlar, bitkiler ve cinler âlemi gibi çeşitleri vardır. "Âlem" lafzı, kendi kökünden teklik şekli olmayan bir cins isimdir; "raht ve kavm" kelimeleri gibi.


"Rahman ve Rahim": Rahmet kökünden türetilmiş Allah'ın iki sıfatıdır. Bunların herbirisi ile muayyen bir mana gözetilmiştir. Rahman rahmeti çok büyük anlamında bir mübalağa kipi olup bütün rahmet türlerini kapsayan ge­nel bir isimdir. İlim adamlarının çoğunluğuna göre "er-Rahmân" aziz ve celil olan Allah'a has özel bir isimdir. Bir başkasına bu ismin verilmesi caiz değildir. "er-Rahîm" ise rahmeti devamlı ve sürekli olan demektir. Şanı Yüce Allah'ın "Alemlerin Rabbi" diye nitelendirilişi insanı korkuya düşürdüğünden dolayı, hemen akabinde "Rahman ve Rahim" sıfatları da gelmiştir,


"Din gününün sahibi", amellerin hesabınm görüleceği mükâfat ve karşılık­larının verileceği günün mâliki anlamındadır. Kıyamet gününde bütün işler O'nun elindedir. Yüce Allah'ın din gününün mâliki olduğunu bilen kimse, O'nu güzel isimleriyle ve eşsiz sıfatlarıyle bilmiş olur.


"Yalnız sana ibadet ederiz". İbadetimizi yalnız sana tahsis ederiz; senden başkasına ibadet etmeyiz. İbadet etmek, itaat etmek, itaat ve zilletle boyun eğ­mek anlamındadır. "Ve yalnız senden yardım dileriz". Yardımı, destek ve başa­rıyı sadece senden isteriz. Yardımın lütuf ve ihsanın kaynağı sensin. Senin dı­şında hiç kimse bize yardım edemez.


"İbadet ederiz ve yardım dileriz" fiilleri teklik şekli ile değil de çokluk şekli ile kullanılmıştır. "Yalnız sana ibadet ederim ve yalnız senden yardım di­lerim" denilmemiştir. Böylelikle kulun tek başına Allah'ın huzurunda durma­sının bir kusur olduğu kabul edilmektedir. Sanki şöyle denilmektedir: Sana yalvarıp yakarmak için huzuruna tek başıma çıkamıyorum, günahlarımdan, ibadetlerimdeki kusurlarımdan dolayı utanıyorum. Bundan dolayı diğer mü­minlerin arasına giriyor, onların arasına gizleniyorum. Onlarla birlikte benim duamı da kabul buyur. Biz hepimiz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.


"Bizi dosdoğru yola ilet". Hakka götüren yolu bize bildir ve o yolu bize gös­ter. Bizi ona yönelt, sana yaklaştıran, sana ulaştıran hidayetinin yolunu bize göster!


Dosdoğru yol: (es-Sırâtu'l-Mustakîm): İtidal üzere olan yoldur. Bu yol ise Peygamberleri, Rasûllerini gönderdiğin İslam yoludur. Onların risaletlerini son Peygamberin risaletiyle sona erdirdin. Bu yol dünya ve ahirette mutluluğa gö­türen şeylerin hepsidir: Akaid, ahkâm, âdâb, dinî yasamalar, Allah'ı dosdoğru bir şekilde bilmek, peygamberlik ve toplum hallerini bilmek gibi.


"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna". Yani Peygamberlerden, sıddîklardan, şehitlerden, daha önce gelmiş salihlerden olup kendilerine nimet ihsan ettiğin kimselerin yoluna. Arkadaş olarak onlar ne güzeldir!


"Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil!" Yani sen bizleri dosdoğru yoldan sapan, Allah'ın rahmetinden uzaklaşan, en ağır şekilde ceza­landırılan -çünkü onlar hakkı bildikleri halde terkettiler ve yolu sapıttılar- o kimselerle birlikte bulundurma! Cumhurun görüşüne göre gazaba uğrayanlar, Yahudiler, sapıtanlar ise Hristiyanlardır. Doğrusu gazaba uğrayanlar Yüce Al­lah'ın kulları için teşriî buyurduğu hakk kendilerine ulaştığı halde, onu kabul etmeyen kimselerdir. Sapıtanlar ise hakkı bilmeyen veya gerçek anlamıyla hakkı tanıyamıyan kimselerdir ki, bunlar da kendilerine herhangi bir risâletin ulaşmadığı yahut eksik bir şekilde ulaştığı kimselerdir. [10]



Âmîn:



Âmîn kelimesi bir duadır. Bizden kabul buyur, duamızı kabul eyle, demektir. Bu söz Kur'an-ı Kerim'den değildir. Bizden önce yalnızca Hz. Musa ile Hz. Harun'a verilmiştir. "Veladdâllîn" deyip sustuktan sonra Fâtiha'nın so­nunda bu kelimeyi söylemek sünnettir. Sustuktan sonra bu kelimenin söylen­mesi, Kur'an'dan olan ile olmayanın ayırdedilmesi içindir. Bu lafzı Fâtiha'nın sonunda söylemenin delili ise İmam Mâlik'in ve cemâatin (İmam Ahmed ve Kutüb-i Sitte sahiplerinin) rivayet ettikleri hadis-i şeriftir. Ebû Hureyre'den gelen bu hadise göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmam âmin dediği vakit siz de amin deyiniz. Çünkü âmin demesi meleklerin âmin demesine tesa­düf eden bir kimsenin geçmiş (küçük) günahları af olunur".[11]



"Amîn'in Açık veya Gizli Söylenmesi ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:



Bu konuda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır: Hanefîler ve tercihe de­ğer olan görüşlerinde Malikîler'e göre gizli veya içten âmîn demek açıktan söyle­mekten daha uygundur. Çünkü bu bir duadır. Yüce Allah: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua ediniz" (A'râf, 7/51) diye buyurmuştur. İbni Mesud şöyle demiştir: "Dört şey vardır ki imam onları içten gizlice söyler: Bunlar istiâze, besmele, âmin demek ve tahmîd yani Rabbena lekel hamd sözünü söylemektir."


Şafiî ve Hanbelîlerin görüşüne göre de "âmîn" kıraati gizli namazlarda gizli söylenir, açıktan okunan namazlarda ise açıktan söylenir. İmama uyan kimse de imamın "âmîn" demesiyle birlikte "âmîn" der. Buna sebep ise az önce geçen Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen: "İmam "âmîn" dediği takdirde siz de âmin deyiniz." hadisi şerifidir. Bu şekilde ayırım gözetmelerinin delili ise Ebû Hureyre tarafindan rivayet edilen bir başka hadis-i şeriftir: "Resulullah (s.a.): Ğayrilmağdûbi aleyhim veladdâllîn'i okudumu âmin derdi. O kadar ki ilk safta onun arkasında bulunanlar onun sesini işitirlerdi" [12] Bir diğer delilleri de Vâil b. Hucr tarafından rivayet edilen şu hadis-i şeriftir: Peygamber (s.a.)'ın "Ğayrilmağdûbi aleyhim veladdâllîn"i okuduğunu ve sesini uzatarak "âmîn" dediğini duyduk" [13]



Açıklaması



Yüce Allah bizlere bütün iş ve sözlerimize besmele ile başlama yolunu gös­termektedir. Bu bizatihi istenen bir şeydir. Kendi büyük ismiyle Allah'tan yar­dım istemedir. Yüce Allah ayrıca bizlere bize yaptığı ihsan ve verdiği nimetleri­ne karşılık ne şekilde hamd edeceğimizi öğretmektedir. Çünkü O gerçek mana­da öğülme hakkına sahip olandır. Bütün övgüler yalnız O'nundur. Çünkü mül­kün mutlak mâliki, bütün âlemlerin ve varlıkların Rabbi O'dur. Onları var eden, terbiye eden, onlara inayet eden (gözeten) O'dur. Sürekli ve kapsamlı rahmetin sahibi O'dur. Kullar arasında mutlak adaleti gerçekleştirmek üzere ceza ve hesap gününün de maliki O'dur. İyilik yapan kimseye sevabını, kötülük işleyene de cezasını verecektir. İşte bu sıfatlar bizim ibadetimizi yalnızca Al­lah'a tahsis etmemizi, yardımı yalnızca O'ndan istememizi, tam ve eksiksiz bir şekilde O'na boyun eğmemizi, O'ndan başka hiçbir kimseden yardım istememe­mizi, O'ndan başkasına güvenmeyip O'ndan başkasına ibadet etmememizi, di­nimizi yalnızca O'na halis kılmamızı gerektirmektedir. Çünkü her türlü tazimi hak eden yalnızca O'dur. Faydaları var eden, zararları bertaraf eden yalnızca O'dur.


Bazen şiddetli bir şekilde heva ve heves fırtınaları eser, nefisleri etkisi al­tına alır, kalpleri haktan uzaklaştırır. İşte bu durumda şehvetlerin ve sapma­nın uçsuz bucaksız uçurumlarına düşmekten Allah'tan başkası koruyamaz. Bundan dolayı Cenabı Hak bizlere hidayeti ve tevfiki kendisinden nasıl isteye­ceğimizi göstermiştir. Ta ki hak ve adalet yolu üzerinde yürüyelim, istikamet ve kurtuluş yolundan ayrılmayalım. Bu ise şanı Yüce Allah'ın kendisiyle Pey­gamberlere, sıddîklara ve salihlere, nimet ve ihsanda bulunduğu kadim İslam yoludur. Kendisinin ne olduğu ve ne olacağını bilen, ibadet eden ve aklını kul­lanan kulun yapacağı iş bu iştir. Sapkın ve inkarcı kâfirin durumu ise böyle değildir. Bunlar ya inatla veya nefislerinin arzularına uyarak veya bilgisizlik ve sapıklık sonucu dosdoğru yoldan yüz çevirmişlerdir. İlahi gazabı hak eden, dosdoğru yoldan sapıp hidayet yolundan uzaklaşanlar ne kadar da çoktur!


Allah'ım, hidayet yolunda kalmayı bize nasib et! Devamlı olarak bizim öv­gülerimizi, dualarımızı kabul buyur! Sapıklıktan, azgınlıktan bizleri koru!


Bununla insanların iki grup olduğu ortaya çıkmaktadır. Birisi hidayet bu­lanlar, diğeri ise dalâlette kalanlar. [14] Yüce Allah kendileri aracılığıyla mutlu­luğa ulaşabilecek beş tür Jıidayeti, doğru yolu bulma yöntemini insana lütfet­miş bulunmaktadır. [15]


1- Fıtri ilhamın yol göstermesi: Bu doğumundan itibaren küçük çocukta bulunan bir hidayettir. O yemeye, içmeye ihtiyaç duyar, o bakımdan anne ve babası onu unutacak olurlarsa bunları istediğini açıklayacak şekilde ağlar, fer-yad eder.


2- Duyuların yol göstermesi: Bu bir önceki hidayeti tamamlamaktadır. Bu iki tür hidayette insan ve hayvan ortaktır. Hatta başlangıçta bunlar hayvanda insana göre daha mükemmeldir. Çünkü hayvanın ilhamı doğumundan kısa bir süre sonra kemal derecesine ulaşırken bu, insanda tedricî bir şekilde mükem­mele doğru gider.


3- Aklın yol göstermesi: Bu önceki iki hidayetten daha üstündür. İnsanın tabiatında diğer insanlarla birlikte yaşama arzusu vardır. Toplumsal bir hayat için ise dış duyular yeterli değildir. O bakımdan hayat yolunda kendisini yön­lendirecek, yanlışlık ve sapmaktan koruyacak, duyuların yanlışlıklarını düzel­tecek, nefsin arzularının etkisinde kalarak ayağını kaymaktan önleyecek bir akla sahip olmak, insan için gerekli bir şeydir.


4- Dinin yol göstermesi: Bu yanümayan bir hidayettir. Akıl hata edebilir, nefis zevk ve arzuların etkisi ardından sürüklenip gidebilir ve nihayet bunlar nefsi helake götürebilir. O bakımdan insan nefsin arzularının tesiri altında kalmayan, doğruya ileten, doğruyu gösteren, yanıldığında doğrultan bir şeye muhtaçtır. İşte bu noktada dinin hidayeti, insanın yardımına koşmaktadır. Bu, insanın ya hataya düşmesinden önce olur veya sonra olur. Bu hidayet hayrın anahtarlarını elde etmek, şerri kilitlemek için, insanın sığındığı güvenilir bir koruyucudur. Böylelikle insan tökezlemekten kurtulur, emniyette olur, kurtu­luşa erer, nefsinin derinliklerinde kendisine boyun eğdiği Allah'ın yüce hakimi­yetine karşı yerine getirmesi gereken, uyması gereken sınırlan ona tanıtır; in­san kendisinin en güzel şekilde yaratan ve nimetler ihsan eden yüce egemenli­ğin sahibine karşı içten içe ısrarla ihtiyaç duyar. O bakımdan bu hidayet, mut­luluğunun gerçekleşmesi için insanın en çok muhtaç olduğu bir hidayettir.


Kur'an-ı Kerim bu tür hidayetlere birçok ayet-i kerimede işaret buyur­muştur. "Ve biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 90/10) ayeti bunlardan bir tane­sidir. Yani biz ona hayrın ve şerrin, mutluluk ve bedbahtlığın yollarını açıkla­dık.


Bir diğer ayet-i kerime: "Semûd'a gelince; biz onlara hidayet verdik; fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler" (Fussüet, 41/17). Yani biz onlara hayır yo­lunu da kötülük yolunu da gösterdiğimiz halde onlar ikincisini tercih ettiler.


5- Hayır ve kurtuluş yolunda yürümek için ilahî yardım ve tevfıkin yol göstermesi: Bu, din hidayetinden daha özel bir hidayettir. İşte Yüce Allah'ın: "Bizi dosdoğru yola ilet" buyruğunda devamlı istememizi emrettiği hidayet bu­dur. Bunun da anlamı şudur: Bizi dosdoğru yola öyle bir ilet ki, bununla bir­likte senin katından bizi sapmaktan ve hatadan gaybî bir yardım bize eşlik etsin.


Bu hidayet, şanı yüce Allah'a hastır. Mahlukatından hiçbir kimseye böyle bir imkanı vermemiştir. Hatta şu buyruğunda Peygamber (s.a.) in dahi böyle bir hidayete sahip olmadığını belirtmektedir: "Şüphesiz ki sen sevdiğin kimsele­ri hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir". (Kasas, 28/56); uOnları hidayete erdirmek sana düşen bir iş değildir. Fakat Allah dilediği kim­seye hidayet verir". (Bakara, 2/272). Yüce Allah şu buyruğunda da bu tür hi­dayetin yalnız kendi zatma ait olduğunu belirtmiştir: "İşte bunlar Allah'ın ken­dilerine hidayet verdiği kimselerdir, O halde sen de onların hidayetine uy" 'En'am, 6/90).


Hayra ve hakka delâlet anlamında hidayete gelince; Yüce Allah şu buyru­ğunda bunun Peygambere ait olduğunu tespit etmektedir: "Muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin" (Şura, 42/52).


Özetle: Hidayet, Kur'an-ı Kerim'de iki türlüdür: Genel hidayet: Bu, kulun iki dünyada da menfaatlerini göstermektir; sözü geçen bu hidayet türü, az önce işaret ettiğimiz dört türü kapsamaktadır. Özel hidayet ise doğru yolu göster­mekle birlikte hayır ve kurtuluş yolundan yürümek için gereken yardım ve ba­şarıyı da ihsan etmektir ki bu da beşinci hidayet türüdür.


Saptırmak (idlal) da iki türlüdür[16]:


1- Bunun sebebi sapıklık olabilir. Ya sen birşeyi kaybedersin, bu durumda; Onu kaybettim, anlamında (idlâl) kökünden gelen bir fiil kullanırsın, ya da onun dalâletine hüküm verirsin. Bu iki halde dalâlet, idlâlm (kaybetmenin yi­tirmenin ve sapmanın) sebebidir.


2- İdlâlın dalalete sebep teşkil etmesi. Bu da batılın insana onun sapması için süslü gösterilmesi şeklinde olur.


Yüce Allah'ın insanı saptırması ise iki şekildedir: Ya onun hakkında dala­let hükmünü veya dalâlette kalmak imkânını vermesiyle olur.


Birincisinin sebebi sapmak yani insanın sapmasıdır. Bunun üzerine de Al­lah, onun hakkında dünyada buna dair bir hüküm verir. Ahirette artık cennete giden yoldan uzaklaşır, cehenneme giden yolu tutar. Böyle bir şekilde saptır­mak haktır ve adalettir. Çünkü sapan kimse hakkında verilen bu hüküm, onun sapması dolayısı iledir; aynı şekilde bu kimsenin cennet yolundan uzaklaşıp ce­hennem yoluna yönelmesi de adalet ve haktır.


İkincisinin sebebi ise insanın tercihidir. Bu da insanın sapma yolunu seç­mesi ile olur. Allah da sapıklığında onu bırakır, azgınlığında kalma gücünü ve­rir; küfür ve fesadında devam etme imkânını onun için halkeder. Bundan dola­yı şanı yüce Allah, saptırmayı kâfir ve fâsıka vesile ederken, mümine vesile et­memiştir. Aksine mümini saptırmayacağını beyan etmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah bir topluluğa hidayet verdikten sonra... on­ları saptıracak değildir" (Tevbe, 9/115); "... Amellerini asla boşa çıkartmaz ve onlara hidayet edecektir." (Muhammed, 47/4-5).


Kafir ile fasık hakkında ise şöyle buyurmaktadır: "Onlar yüzleri üzere dü­şüp helak olsunlar ve onların amellerini (Allah) boşa çıkartmıştır" (Muham­med, 47/8); "Onunla fasıklardan başkasını saptırmaz" (Bakara, 2/26); "İşte Al­lah kafirleri böylece saptırır" (Mümin, 40/74); "Allah zalimleri saptırır" (İbra­him, 14/27).


Yüce Allah'ın: "Onların kalplerini öyle bir çeviririz" (En'am, 6/110) buyru­ğunda kalplerin evrilip çevrilmesi; "Allah onların kalplerine mühür vurmuş­tur" buyruğunda kalbin üzerine mühür vurulması; "Kalplerinde hastalık var­dır. Allah onların hastalıklarını artırmıştır" (Bakara, 2/10) buyruğunda da has­talığın arttırılması işte bu türdendir. Sapıklığı seçen kimseyi Allah sapıklığı içerisinde bırakır ve hidayetin kalbine nüfuz etmesini -ilahî bir ceza olmak üze­re- engeller. [17]



Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler



Kur'an-ı Kerim'de manasız, faydasız, hikmetsiz veya hüküm bildirmeyen tek bir ayet-i kerime dahi bulunmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Allah'ın mu'ciz kelâmıdır. İnsanlık hayatının anayasasıdır. Buna göre Kur'an ayetleri ile insa­nın dinî, dünyevî ve uhrevî hayatında birtakım faydaların gerçekleştirilmesi maksad olarak gözetilir ve bunlar insanı hayata bağlar. Buna bağlı olarak ayetlerin manalarından çıkartılan hükümler ya akide üe ya ibadetle yahut ah­lak ve yaşayışla ya da ferd ve toplum hayatını düzenleyen yasamalar ile ilgili­dir. İşte Kur'an-ı Kerim'deki hayat fıkhı ile kastettiğim, bu genel anlamdır.[18]


Fâtiha'da öğrendiğimiz anlamlar yahut hükümler, insanın Allah ile ilişkile­rini kapsar, ona dua etmenin yolunu gösterir, hayatta izleyeceği yolu çizer, en doğru yöntem ve en uygun yolu izlemekle yükümlü kılar. Bu yolda dosdoğru gi­dişten bir kıl payı kadar dahi sapma sözkonusu olamaz. Sapıklığın, sapkınlığın ve sapmanın herhangi bir türü kabul edilemez Fâtiha'da besmelenin anlamı şudur: Kur'an-ı Kerim'de vurgulanan bütün hükümler ve başka hususlar Allah'a aittir ve ondandır. Hiçbir kimsenin bu Kur'an içerisinde herhangi bir payı yoktur. [19]



1- Allah'a Hamd Etme Şekli:



İnsanın Allah üe ilişkisini sağlayan ve Fatiha adını taşıyan "bu marşı" bi­ze Allah öğretmiştir. Mümin namaz veya başka sebeblerle her münasebette bu marşı okur. Çünkü bu marşın başlangıcı şu anlamı ifade eder: Hamd alemlerin Rabbi Allah'ındır, deyiniz... Böylece Yüce Allah'ın bize hamd etme işini yerine getirmemizi emrettiğini, kendisine ne şekilde hamdedeceğimizi, ne şekilde se­na edeceğimizi, ne şekilde dua edeceğimizi öğrettiği ortaya çıkar. Ayrıca kabul edilebilir nitelikte olabilmesi için, Allah'a hamd ü sena ile duaya başlamanın, duanın âdabından olduğu da anlaşılmaktadır. [20]



2- Namazda Fatiha Suresinin Okunması:



Namazda Fatiha suresinin okunmasının vücubu konusunda ilim adamla­rının iki ayrı görüşü vardır.


Birinci görüş, Hanefîlere aittir. Bu da Fatiha okumanın vacib olmadığı şek­lindedir. İmam için olsun tek başına kılan için olsun vacib olan, kayıtsız ve şart­sız olarak Kur'an okumaktır. Bu da Kur'an-ı Kerim'den bir ayet-i kerime kadar­dır. Ebu Hanife'ye göre ise ayetin asgarî miktarı altı harftir; mesela "sümme na­zara (sonra baktı)" (Müddesir, 74/21) ayeti gibi. Takdiri dahi olsa bu yeterlidir "Lem Yelid = (O doğurmadı) " ayetinde olduğu gibi" (İhlâs, 112/3). Çünkü "Lem yelid"in aslı "Lem yüled" şeklindedir. Ebû Yusuf ile Muhammed ise farz olan kı­raat üç kısa ayet veya bir uzun ayet kadardır, demişlerdir.


Görüşlerine Kitap ve Sünnet'ten delil getirmişler, ayrıca aklî olarak da de­lil göstermişlerdir. Kitap'tan delilleri Yüce Allah'ın: "Kur'andan kolayınıza ge­leni okuyunuz" (Müzzemmil, 73/20) ayetidir. Burada mutlak olarak Kur'an okumak emri verilmektedir. O bakımdan kendisine "Kur'an" adı verilebilecek as­garî miktar ile bu gerçekleşir.


Sünnetten delilleri ise namazını doğru dürüst kılamayan kimsenin duru­munu anlatan hadis-i şerifte yer alan şu ifadelerdir: "Namaz kılmak üzere kalktığında iyice abdest al, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra da ez­berinde bulunan Kur'an-ı Kerim'den kolayına geleni oku." [21]


"Fâtihatü'l-Kitâbı okumayanın namazı yoktur" [22] hadisine gelince; bu fazi­leti yoktur, şeklinde açıklanır. Yoksa namazı sahih değildir, denilemez. Yani bu­nun anlamı, namazı kâmil olmaz şeklindedir.


Aklî delillerine gelince: Zannî olan vâhid habere dayanarak Kur'an-ı Ke-rim'deki kat'î delil ile farz olduğu sabit olan şeye fazladan bir ilavede bulun­mak caiz değildir. Şu kadar var ki vahid haber onun gereğince amel etmeyi ge­rektirir; farz olmasını gerektirmez. O bakımdan yalnızca Fatiha'yı okumanın vacib olduğunu kabul ederler; yani onu okumaksızın kılman namazın tahrimen mekruh olmakla birlikte sahih olduğunu söylerler.


Kılınan namaz ister gizli okunan namaz olsun, ister açıktan okunan bir na­maz olsun, Hanefîlere göre imama uyan kimsenin mutlak olarak Kuran okuması gerekmemektedir. Yine buna dair Kitap, Sünnet ve kıyastan delil göstermişlerdir.


Kitaptan delilleri yüce Allah'ın'. "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun olur ki rahmet olunasınız" (A'râf, 7/204) buyruğudur. Bu ayet-i kerime, Kur'an-ı Kerim okunurken susup dinlemeyi emretmektedir. Dinlemek, açıktan okunan (cehri namaza) hastır; susmak ise hem gizliden okunan hem de açıktan okunan namazları kapsamına alır.


Sünnetten delilleri ise Peygamber (s.a.): "Kim bir imamın arkasında na­maz kılarsa imamın Kur'an okuyuşu onun için de okuyuştur" [23] hadisidir. Bu ise hem gizli okunarak kılınan namazları hem de Kur'an'm açıktan okunarak kılındığı namazları kapsar.


Kıyastan delillerine gelince: Eğer imama uyan kimse için Kur'an okumak vacip olsaydı, diğer rükünlerde olduğu gibi, imama sonradan yetişenin de Fati­ha okumaktan muaf tutulmaması gerekirdi. Böylelikle onlar imama uyanın kı­raatini imama sonradan yetişenin kıraatine -namazdaki hükmü açısından- kı­yas etmişlerdir. Buna göre imamın arkasında Kur'an okumak, meşru değildir.


İkinci görüş, Mâlikî Şafiî ve Hanbelîlere aittir. Bu da hem imam için, hem tek başına namaz kılan için namazda bizzat Fatiha'yı okumanın vâcib olduğudur. Çünkü Peygamber (s.a.): "Fâtihatü'l kitabı okumayanın namazı yoktur" diye bu­yurmuştur. Onlar buradaki nefyi hakikat olarak almışlardır. Çünkü aslolan ve da­ha güçlü olan nefyin genel olduğudur. Yani Fatiha okunmadan namaz sahih olmaz demektir. Namazın sıhhatinin nefyedilmesi ise, hakikatin nefyedilmesine daha ya­kın bir açıklamadır. Yine Hz. Peygamberin: "Fatihatü'l-Kitabın okunmadığı bir namaz yeterli olmaz" [24] hadisini de delil gösterirler. Ayrıca Buhari'de yer alan ri­vayet ile birlikte Müslim'in rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamberin uygulama­sı da bu şekildedir. Hz. Peygamber: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördü iseniz siz de öyle namaz kılınız" diye buyurmuştur. Kurtubî der ki: Bu görüşler arasında sa­hih olan görüş, Şafiî'nin, Ahmed'in ve son görüşünde Malik'in görüşü olan genel olarak herkes için her rekatte bizzat Fatihayı okumayı öngören görüştür.


Şafiî mezhebine göre ise, imam için de cemaat için de tek başına namaz kı­lan için de, her bir rekatte Fatiha'nın bizzat okunması gerekir. Namaz ister kı­raati açıktan olan bir namaz olsun, ister gizli okunan bir namaz olsun, ister farz, ister nafile olsun, fark etmez. Buna sebep ise "Fâtihâtü'l-Kitâb'ı okuma­yan kimsenin namazı yoktur" hadisiyle şu hadisi şeriftir: "Resulullah (s.a.) sa­bah namazını kıldırdı. Bu esnada Kur'an okumak ona ağır geldi; namazı biti­rince şöyle dedi: "Ben sizin imamınızın arkasında Kur'an okuduğunuzu görüyo­rum". Onlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin ederiz ki evet! Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır! Ümmü'l-Kur'an (yani Fatihayı okuma­nın) dışında böyle bir şey yapmayınız. Çünkü namazda (Fatiha'yı) okumayan kimsenin namazı yoktur" [25] Bu ise farz olduğunu gösteren ve imama uyan kimsenin kıraatini özel olarak açıklayan, açık bir nasdır. Nefyin zahiri yeterli olup olmamaya yönelik olur. Bu da Fatiha okunmadan namazın olmayacağını ifade eden bir nefiydir. Fatiha'nın okunması ise Kur'an-ı Kerim'i susup dinle­mek emrini veren Kuran nassından istisna edilir.


Malikîlerle Hanbelîlerin görüşü de şöyledir: İmama uyan kimse açıktan kılınan namazlarda Fatiha'yı okumaz. Bununla birlikte okumanın gizli olduğu namazlarda Fatiha'yı okuması müstehaptır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in, Kur'an'ı susup dinlemeyi buyuran emri, kıraati açıktan olan namaza hastır, bunun delili ise şudur: Peygam­ber (s.a.) açıktan Kur'an'ı okuduğu bir namazım bitirdikten sonra, "Az önce sizden herhangi bir kimse Kur'an okudu mu?" diye sorar. Adamın birisi: Evet, ey Allah'ın Rasulü! deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Niye Kur'an konusunda benimle anlaşmazlık çıkartılıyor?". Bunun üzerine ashab-ı kiram Kur'an'ın açıktan okundu­ğu namazları Resulullah (s.a.) ile birlikte kıldıkları vakit, Kur'an okumaktan vaz­geçtiler, [26] Bu hadis-i şerif imamın açıktan okuması halinde imama uyan kimselerin Kur'an okumalarının mekruh olduğunu açıkça ifade etmektedir.


İmamın gizli okuma halinde cemaatin Kur'an okumasının müstehap oldu­ğuna dair delilleri ise Peygamber (s.a.)'in: "Ben kıraatimi gizliden okuduğum takdirde siz de Kuran okuyunuz" [27] hadis-i şerifidir. [28]



3- Fatiha'nın Anlamlarını Hatırda Tutmak:



Namaz kılan kimse namazı esnasında Allah'ın bütün herşeyden daha aza­metli ve daha büyük olduğunu; bütün güzel övgülerin sadece yüce Allah'a ait olduğunu hatırında tutmalıdır. Çünkü bütün âlemleri yaratan ve idare eden Rab O'dur. Allah'ın rahmeti hesap gününde onun tek başına mutlak mâlik ol­ması, egemen olması, tasarruf sahibi olması ve azameti ile birliktedir. O ba­kımdan ibadeti hak eden yalnız O'dur. İbadet hususunda ve bütün işler için yardım yalnız O'ndan istenir. O tevfik ve yardımı ile ilim ve amel hususunda hak ve hayır yoluna iletendir. Yüce Allah'a yakarmalarında müminin uyacağı güzel örnekler vardır. Bunlar ise yüce Allah'ın kendilerine iman ve salih amel nimetlerini verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerdir. Nitekim müminlerin önünde batılı hakka tercih ettikleri, şerri hayra üstün tuttukları için Allah'ın kendilerine gazap ettiği kimseler ibret numunesi olarak durmak­tadır. Bilgisizlikleri dolayısı ile hak yoldan sapan o sapkınlar, kendilerinin gü­zel bir iş yaptıklarını zannetmekle birlikte, dünya hayatından ellerine bir şey geçmemiştir. Bunların akıbeti cehennemdir; o ne kötü bir dönüş yeridir!


Cahiliye dönemindeki fetret halkı gibi Peygamberlerin ardının kesildiği bir dönemde yaşayanlar ise, Cumhurun görüşüne göre belli bir şeriate uymak­la mükellef değildirler ve bunlar ahirette azap edilmezler. Çünkü yüce Allah: "Bizler bir rasûl göndermedikçe azap ediciler değiliz" (İsrâ, 17/15) diye buyur­muştur. Bir grup ilim adamı ise şöyle demiştir: Bu durumda olanlar mükellef­tirler ve azap edilirler. Çünkü teklif için tek başına akıl yeterlidir. İnsanın ken­disine verilen akü dolayısıyla göklerin ve yerin melekûtuna dikkatle bağlan­ması, kâinatı yaratan hakkında ve onun hakkı olan ibadet ve tazim üzerinde aklının elverdiği, gayretinin yettiği oranda tefekkür etmesi, düşünmesi gerekir. Ancak bunu yapmakla azaptan kurtulabilir. [29]



4- Arap Olmayan Kimsenin Kıraati:



Fukahâ (namazda) Kur"an'ın ancak Arapça okunabileceği üzerinde icmâ etmiştir. Kişinin Kur'an'ı güzel okuyup okuyamaması durumu değiştirmez. Çünkü Yüce Allah: "Arapça bir Kur'an olarak..." (Yusuf, 12/2) ve: "Apaçık Arap­ça bir dil ile..." (Şuarâ, 26/195) diye buyurmuştur. Diğer taraftan Kur'an-ı Ke­rim, lafız ve manasıyla bir mucizedir. Onda bir değişiklik yapılacak olursa, Al­lah tarafından indiren söz düzeni bozulur, dolayısıyla Kur'an olmaz, onun ben­zeri de olmaz. Olsa olsa onun bir tefsiri olur; tefsir ise tefsir edilenden ayrı bir şeydir. Tefsir, bir suresinin benzerini getirilmesi ile ilgili meydan okunan muciz Kur'an gibi olmaz.


Maliki Mezhebine mensub Kurtubî, Arapça okumaktan âciz olan bir kim­senin Kur'an okuması gereken yerde mümkün olduğu kadar tekbîr, tehlîl, tah-mid, teşbih, temcid, veya "La havle velâ kuvvete illa billah" söylemesini caiz kabul etmiştir. Kasânî ise Arapça okumayan bir kimsenin Fatiha'yı Arapça dı­şında bir dille okumasını caiz kabul etmektedir. [30]



5- Namaz Kılan Kimsenin "Âmîn" Demesi:



Tek başına namaz kılanın "âmîn" diyeceği ittifakla kabul edilmiştir. İmam ise Ebû Hanifeye göre ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre, gizlice "âmîn" der. Çünkü âmîn bir duadır. İmam Mâlik'ten şöyle dediği de rivayet edilmiştir; İmam "Âmîn" demez, ancak onun arkasında namaz kılanlar âmîn der. Şâfiîler-le Hanbelîler ise şöyle demektedir: İmam açıktan okunan namazlarda -az önce ifade ettiğimiz gibi- açıktan "âmîn" der. İbnul Arabî ve Kurtubî ise şöyle de­miştir[31]: Sahih olan, imamın açıktan "âmîn" demesidir. Çünkü İbni Şihâb ez-Zuhrî şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.) "âmîn" derdi. Bunu da Buhari, Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. Buharî'de de: "O kadar ki mescid insanların "âmîn" demelerinden dolayı yüksek sesle dolardı" denilmektedir. İmama uyan kimse ise Hanefîlerle Mâlikîlere göre Kur'an'ın açıktan okunduğu namazlarda gizliden de açıktan da "âmîn" diyebilir. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre ise kıraatin gizli olduğu namazlarda gizlice "âmîn" der. [32]









[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/45.

[2] Tirmizî, Ebû Hureyre'den rivayet etmiştir.

[3] Darimi, Abdulmelik b. Umeyr'den "Fatihatü'l-Kitap her türlü hastalıktan şifadır" lafzı ile rivayet etmiştir.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/45-46.

[5] Hadis imamları, Ebû Said el-Hudrî'den rivayet etmişlerdir.

[6] Tirmizî, Ubey b. Ka'b'dan rivayet etmiştir. Aynı şekilde İmam Ahmed de ondan Müsned'inde şu lafzıyla rivayet etmiştir: "Nefsim elimde olana yemin olsun ki Tevratta da İncilde de Zebur'da da Furkan'da da onun benzeri (bir sure) indirilmemiştir. O bana verilen es-Seb'u'1-Mesânî ve Kur'an-ı Azîm'dir".

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/46-47.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47.

10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/47-49.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49.

[12]

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49

[14] "Dalâlet" dosdoğru yoldan sapmak demektir, onun zıddı "hidâyeftir.

[15] el-Menar, 1/62; Merâğî Tefsiri, 1/35.

[16] Ragıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 307.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/49-52.

[18] Tefsir boyunca "Ayetlerden çıkan hüküm ve hikmetler" olarak çevirdiğimiz bölüm başlıklarının Arapça aslı Fıkhu'l-hayat evi'l- ahkam Av [Yayıncı].

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53.

[21] Buhârî ve Müslim, Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet etmiştir. Mütevâtir bir hadistir.

[22] Altı hadis imamı Ubade b. es-Samit (r.a)'den rivayet etmişlerdir.

[23] Bunu Ebû Hanife, Hz. Câbir'den rivayet etmiştir. Kurtubî'nin de belirttiği gibi zayıf bir hadistir. (Kurtubî, 1/122).

[24] Hadisi İbni Huzeyme ve İbn Hibbân, Sa/u/ı'lerinde rivayet etmişlerdir.

[25] Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ve İbni Hibbân rivayet etmişlerdir.

[26] Ebû Dâvûd, Nesâî ve Tirmizî, Ebu Hureyreden rivayet etmiş; Tirmizî, hasen bir hadistir, demiştir.

[27] Darekutnî ve Tirmizî rivayet etmiştir.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/53-55.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/56.

[30] Kurtubî, 1/126; el-Bedâî, 1/112.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/56.

[31] İbnu'l-Arâbî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/7; Kurtubî, 1/129.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/57..

Hiç yorum yok: