10 Kasım 2007 Cumartesi

fatiha suresi (suat yıldırım)

Bu süreye, muhteşem Kur'an sarayının kapısını açan hüviyeti dolayısiyle "Fatiha" isminin ve harika Kur'an ağacının dallan, budakları, çiçek ve meyvelerinin asıl ve kökü olması itibariyle de <"Ümm'ül-Kur'ân';"Ümm'ül-Kitab"ve"el-Esâs" isimlerinin verilmesi pek münasip düşmüştür. Sure, harflerinin seçimi, duraklarında ki ahenk, iç musikisindeki uyum ve mânâ derinliğindeki üstünlükle tam bir hârikadır. Bu surenin ayetleri ve cümleleri hatta kelimeleri arasındaki mantıkî bağın güzelliği dikkatle takip ederek elle tutulur şekilde fark edenler için çok cazip ve çok çarpıcıdır. Bu yazıda, inci gibi incelik dizilmiş ve işlenmiş edebi nakışlar, enginlesen mânâ derinlikleri imkân nisbetinde gösterilmeye çalışılmıştır.Bazen (na'büdü'nün nun'unun elife tercihinde olduğu gibi) harf tercihlerinden doğan incelikler, ifade ettikleri mânâlar itibariyle nefes kesecek hüviyetdedir. Sırât-ı müstakim'in mâhiyetinin izahı ise, tutum ve davranış olarak bütün faaliyetlerimize ölçü getirecek seviyededir. Hidayet ve dalâlet in, keza gazaba uğramanın Kur’an'da veciz şekildeki ifadesi altında yatan gerçekler, değişik yönleri ile birer birer ele alınmıştır.

Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerimin ilk süresidir. "Bir yeri veya bir şeyi açan" mânâsına _elen fâtih sıfatından isme nakledilmiştir; sonundaki nakl veya mübalağa belirtir, yoksa te'nîs alâmeti değildir. Kur'ân'ın tabiri caizse mukaddimesi durumunda olduğundan Fâtihatu'l-Kitâb veya el-Fâtiha. bu mübarek sûrenin adı olmuştur (1) Yirmiden fazla ismi, daha doğrusu vasfı vardır. Bu da onun pek şerefli olduğunu gösterir(2). Diğer sûrelerin aslı, kökü, tohumu ve Kur'ânın hülâsası durumunda olduğundan Ümmü'l-Kur'ân, Ümmü'l-Kitâb el-Esâs; başlı basına yeterli olduğundan el-Vâfİye, el-Kâfiye; Arş-ı İlâhînin altındaki hazineden indirilip(3) kelimenin tam mânâsiyle ulvî mânâlar hazinesi olduğundan el-Kenz; namazın her rek'atinde ve daha bir çok vesile ile tekrarlanan yedi ayetli bir sûre olması itibariyle es-Seb'ul-mesânî, namazda okunması vacib olduğundan Süretu's-Salât, hastalıklara şifâ olması itibariyle eş-Şifâ, eş-Şâfiye
bu sûrenin isimleri arasındadır.

Tam olarak inen ilk sûre olup Mekke'de ve risaletin başlangıç döneminde nazil olmuştur(4). 7 ayettir. Besmeleyi müstakil bir ayet saymayanlar kısmını bir ayet sayarlar. (Ayrıntılı bilgi için derginin nüshasına bakınız) İmam Şafiî'nin de aralarında bulunduğu birçok zevata göre Kur'ân'da sûrelerin başında yazılı besmeleler hem Fatiha'da hem de diğerlerinde sûrenin ilk ayetini teşkil eder, dolayısıyle namazda cehren okunur. Hanefiyyeye göre sûre başlarındaki besmeleler sûrelerden birer cüz olmaksızın, Kur'ân'ın müstakil bir ayetidir, namazda sirren (içten) okunur. İmam Mâlike göre. Nemi sûresinin 30. ayeti dışında, Kur'ân'dan olmadığından namazda sirren dahi okunmaz(5). İslâm ibâdet hayatının esası olması hasebiyle müminler bu sureyi her gün en az onyedi defa okumakla mükelleftirler, "Fâtihasız namaz olmaz" (6).

Fasılası “mim” ve “nun” harfleridir. Ayet sonlarında durulduğunda, yüksek bir mûsiki değeri olan bu harfler, medd-i arız sebebiyle, yâ harf-i meddin 2 ilâ 4 elif miktarı uzatılması sayesinde, şevk verici bir ahenk sağlarlar. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Fatihayı, her ayet sonunda durarak okurlardı 7).

Biz, bu konuların tafsilatını tefsir kitaplarına havale ederek sûrenin, her müminin mutlaka bilmesi gereken veya bilmesinde fayda bulunan mânâ tarafı üzerinde, makale çerçevesinin imkân verdiği ölçüde durmak İstiyoruz.

Besmeledeki rahman ve rahîm vasıflarının delâlet ettiği nimetlere biz kullar “elhamdülillah”
"hamd Allah'a mahsustur" diyerek şükürle mukabele ediyoruz (8). Bazı müfessirler “elhamdülillah” dan önce "şöyle deyiniz" anlamına gelen bir “Kûlû” fiilinin mukadder olduğunu belirtirler.(9) Hamd için zaman ve mekân zarfı zikredilmeyip istimrar İfade eden isim cümlesi kullanılması ve istiğrak lamı. bütün hamdlerin evvelen ve bizzat O'na ait olduğunu gösterir.

Müteakiben bu hükmün delili olarak "Hamd Allah'a mahsustur; çünkü Rabbul âlemindir; çünkü rahman rahimdir ve çünkü dîn gününün mâlikidir" buyurulur. Hüküm vasfa terettüb ettiğinden burada sıfatlar, bu istihkaka liyakatinin sebebini bildirirler (10) . Böylece bütün mekânlar, bütün zamanlar, bütün mahlûklar ve bütün nimetler O'nun olduğundan, bütün hamdlerin de O'na ait olması gerektiği vurgulanmış olur. "Allah" lafz-ı celâli diğer bütün esmây'-ı hüsnânın mânâlarını gerektirip kendinde toplayan Ulûhiyyetin alem-i hassıdır. Bununla beraber, bu icmali bir nebze açıklamak üzere Ulûhiyyetin başlıca hususiyetlerini ihtiva eden belli başlı vasıflar gelir. Rabb: O'nun fiili sıfatlarına, hükmünü yürütmesine, bütün mahlukları yaratıp ihtiyaçlarını vermesine, onları kemale erdirip idare etmesine delâlet eder. Rabbu'l-âlemîn: bütün eczasiyle bütün âlemlerin ve hususiyle, hepsine üstün olan akıllı varlıkların yegâne Rabbi demektir. Rabb: bir şeyi. kademe kademe kemâline eriştiren, yani terbiye eden" anlamınadır. Rabbu'l-âlemîn denince, her insan, kendi görebildiği kadar olsun, zihninden bütün âlemlere bir resmi geçit yaptırınca, terbiye kanununun ve muazzam bir rubübiyyetin asarını müşahede eder. Sadece şunu düşünse ki. kendisi, gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücre iken, halden hale geçirilerek, rubübiyyet mucizesi olarak yeryüzünün halifesi makamına getirilmekte, matlub olan geçit resminden sonra, dünya sahnesinden kaybolmaktadır. İradesiyle gelmeyen, iradesiyle varlığını sürdürmeyen ve iradesiyle gitmeyen insanlar ve diğer mahluklar, mütemadiyen her gün akıp akıp gidiyorlar. Rabbu'lsâlemîn, yarattığı her mahlûk İçin bir kemal noktası tayin etmiş ve oraya yükselmesi için ona bir meyi! vermiştir. Her mahlûk, o noktaya doğru giderken, o uzun seferinde kendisine yardı m eden, zararları giderip engelleri kaldıran, işte bu ilahî terbiyedir (11) .Halbuki "Rabb" yerine halik veya başka bir vasıf kullanılsaydı bu maksud hasıl olmazdı. Diğer taraftan, Hâlık'ı kabulde fazla ihtilaf yoktur, arna varlığı devam ettiren rubûbiyyeti, birçok insan inkâr etmektedir. Kur'ân ise rubübiyyeti vurgulamak istemektedir.(12)
İslâm geldiğinde dünya, çeşitli inanç, felsefe, efsane ve evham yığını ile dolu idi. Hakla batıl, dinle hurafe, efsane ile felsefe birbirine girmişti. Bu sebepten Kur'ân, Allah teâlâ’nın sıfatları ve O'nun mahlûklarla münasebetlerini vazıh bir şekilde bildirmeye büyük bir ihtimam göstermiştir. Halis tevhid, şümullü Rubübiyyet itikadı: gerçekliği, güzelliği, sadeliği ve insan fıtratına münâsip düşmesiyle, kalb için olduğu kadar akıl için de büyük bir rahmet olmuştur(13)

Rahman: ihsan, kerem, şefkat ve lütfa dair esmaya delâlet eder. Rahim ise, zatî rahmetin, mahlûklara taallukunu belirtir (14). Adalet, hâkimiyet, kimsenin hakkını kimsede koymama, dilediği gibi tasarruf ve yönetme fiillerine İse Mâlik (veya öbür kıraatteki Melik) ismi delâlet eder. Bu dört kudsî vasfın muktezaları iyice düşünülürse yaratma, öldürme, rızıklandırma, lütuf, kahr, adalet, mağfiret vb. bütün fiilî sıfatlara delâlet ettiği anlaşılır (15). Cenâb-ı Allah, böylece tazim sebeplerinin tamamına sahip olarak âdeta: "Ey akıl sahipleri! Ulûhiyyetimi ikrar, ubûdiyyetinizi ilan ederek, sırat-ı müstakim isteyiniz ki Ben de cennete yerleştirince-ye kadar sizi koruyup felaha kavuşturayım" buyurmaktadır.

Mâlik-i yevmi'd-din, ilahî rahmeti ifade eden bir önceki vasfın neticesidir. Zira kıyametin koparılıp ebedî saadetin gelmesine en büyük delil rahmettir. Nimeti nimet yapan, ancak âhiret hakikatidir. Daha başka mânalara da gelen dînkelimesinin Fatihada iki muteber mânâsı vardır: "işlerin karşılığı" ve "mâruf dîn". Böylece dîn günü, işlerin karşılığının verileceği veya dînin bildirdiği hallerin gerçekleşeceği zaman parçasıdır. Allah, hem dünyanın hem de âhiretin Rabbi olduğu halde, "dîn gününün mâliki" vasfındaki tahsis söyle izah edilir: 1 - O gün, dinin bildirdiği hakikatler tam mânâsiyle zuhur edeceği için Allah'ın, izzetini perdelemek gayesiyle hikmeti icabı yarattığı zahiri sebepler nizâmı kaldırılıp her şeyin gerçek mahiyeti ortaya çıkarılacağından" dîn gününün tek mâliki" buyurulmuştur.

2- Maksad, o günün ehemmiyetine dikkat çekmektir
3- Dünyada insanların da zahirî malikiyetleri vardır. Ama o gün bu da zail olacak. Allah'ın hükümranlığı tam bir zuhurla müşahede edilecektir (16). Dünyada yapılan işlerin mükafat ya da ceza olarak ahirette karşılığını verecek Mâlik-i yevmi'd-dîne inanmak, insanları, geçici hayatın ilcaatının esiri olmaktan kurtaran pek mühim bir esastır. İnsanlık Hakka ve halka hizmet külfetinde, uğrunda fedakârlığa değen bir saadet diyarını her gün seyretmedikçe, yeryüzünde, Allah'ın emrettiği 1mükemmel nizâma göre bir toplum hayatı kurulması mümkün değildir (17).

Sûredeki ilk vakf-ı tâmma kadar bu hakikatler bildirildikten sonra, muhataba şevk veren bir iltifat üslûbu ile (18) gaibden hitaba geçilerek kuldan: "yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden medet umarız" demesi istenir. Bu, zımnî (mahzûf) "şöyle deyiniz" emriyle olur (19). Bir tefekkür silsilesi neticesinde yüce vasıflarını anladıktan sonra, Allah'ı, âdeta görüyorcasına, kul, O'na hitâp etme makamına çıkarılır. İyyeke n’abudu demekle insan, dünyada mevcut her türlü şirk çeşidini terk ettiğini ilan eder (20)

Rubûbiyyetin matlub sıfatlan zikrolunduktan sonra, mükemmel ubudiyetin nasıl olması gerektiği böylece formülleştirilir. İbadet, hudû ve tezellünün en ileri derecesidir. (21) Şer"î ubûdîyyet, insanın, ruhen ve cismen, zahiren ve batınen. bütün mevcudiyetle yalnız Allah’a yaptığı, şuurlu bir taat ve kurbettir (22)



Bu ayeti iyi anlayıp yaşamak, insanın en mühim tarafı olan kalb hayatını şifaya kavuşturur. Bu tedavi şu altı cüzden oluşur: 1- Yalnız Allah'a kulluk 2- O'nun emri ve İzniyle hareket 3- Başka heva ve heveslerle hareket etmemek 4- İnsanların re'y ve tahakkümleriyle hareket etmemek 5- 0'na kullukta Kendisinden yardım istemek 6- Şahsının veya mahlûkların güç ve kuvvetine dayanmamak. Şifa bulmayanın, bunlardan birinde noksanlığı var demektir (23). Bu ayet. kul ile Rabbi arasında bir
akit durumundadır. Kendisine halis bir ubûdiyyet ve teslimiyet gösteren insana Allah, dünyada yardım ve hidayeti, ahirette İse cenneti, hikmet ve rahmet eseri olarak taahhüt etmektedir. Bu ayet, insanı, mahlûklara esaretten kurtaran hürriyetin kaynağı olduğu gibi toplum hayatına da büyük bir önem vermektedir. Zira akit, "ibadet ederim, yardım dilerim" diye insanlardan tek tek değil, "ederiz" şeklinde cemi sîgasiyle istenmektedir. Bu ayette cemaatle ibadetin faziletine İşaret edilmektedir. Fakat bu sevaba ermek için cemaatin teşekkül etmiş olması lazımdır. Halbuki cemaat, kuru kalabalık değil, aynı ruhla hareket edebilen muntazam bir birlik demektir, (24). Binaenaleyh cemaatin
teşekkülü bir ruha ve içtimaî bir mîsaka bağlıdır. Allah her namazda bu içtimaî vicdanı eğitmek ve pekiştirmek istiyor. Bu mîsak da mezkûr ayetteki mukavele ile teşekkül edecektir. Hak teala vicdanlarda bu içtimaî ruhu geliştirmek için, cemaatin her bir ferdini diğerlerini temsilen konuşturuyor. Cemaatte temsil özelliği bulunmalıdır. Herkesin “ben" "ben" diye bağırdığı yerde, cemaat değil, kendi başına buyruk kimseler vardır. İnsan tek başına namaz kıldığında da, melaike ve mü'min insanlar cemaatine vekâlet ettiğini hatırlamalıdır. Tefekkürünü biraz daha derinleştirirse mümin, içice şu üç dairenin merkezinde olarak bütün kâinatın ubudiyetini Rubûbiyyet dergâhına arz ettiğini tasavvur edecektir:!-Vücudundaki bütün âza ve zerreler cemaatinin 2- Melaike dahil bütün muvahhitler cemaatinin 3-0'-nun Rabbu'l-âlemîn olmasına mukabil bütün âlemlerin teşkil ettiği muazzam cemaatin: sözcüsü olarak küllî bir ubudiyet gerçekleştirecektir. (25). Cemaat namazına dahil olan mümin, kendi cüzi, mütevazi ve kusurlu ibadetini, reddolunmayacak melaike, enbiya ve evliyanın niyazına ilhak ederek sunmaya cesaret ederken, o salih kulları da kendisine bir nevi şefaatçi yapmaktadır (26). “İyyeke neste’ în”
cümlesi, fiilin müteallakı göz önüne alınmaksızın veya müteallakı umumî takdir edilerek tefsir edilip şu mânâya gelir: "Ya Rabbi biz gerek Sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer bütün işlerimizde ancak Senden medet umarız. Senden başka kimseden yardım dilenmeyiz. Seni tanımayan kâfirlerdir ki başkasından İstiane ederler". Cenâb-ı Allah. Resulünün (a.s.m.) lisâniyle de. mümine yaptırdığı bu duayı kabul buyurduğunu söyle bildirmektedir: "Namazı (yani namaz sûresi olan Fâtiha’yı O kulumla paylaştım, yarısı Bana diğer yansı ona aittir. (Daha sonra ilk üç âyetin Allah'a, son üç ayetin kula ait olduğu bildirilip ortadaki bu ayet
hakkında:) Kul “İyyeke na’budu ve iyyeke neste’în"
deyince Allah: "İşte burası Benimle kulum arasında müşterektir (İlk yansı Bana, ikinci yansı kuluma aittir) ve kuluma da istediği verilecektir" buyurur (27).

İşte böylece Fatiha, Yüce Allah'ın zât, sıfat ve ef'âlini bildirdiği gibi O'nun kudsî ahlâkının da büyük bir numunesini gösteriyor: Yoktan yarattığı bu mahlûkunu muhatap alıp. dünyada muvakkaten ihsan buyurduğu emanetlerini, o nimetlerin gerçek sahibi imiş gibi, yine onun için ebedileştirmek üzere-ona taraf muamelesi yapıp hukuk tanıyarak mübadele ediyor (28).

Kul, Allah'ın razı olduğu ubudiyeti yapıp dua makamına gelince, en mühim matlaba, yani sırât-ı müstakime hidayet istemesi bildiriliyor ki "hiçbir eğrilik ve meyil bulunmayan cadde, işlek geniş yol" olan Kur'ân yoludur. Bu tabirle, her türlü bozuk din ve ideoloji mücmel olarak reddedilir. Zira sırât-ı müstakim, hakkı bilmeyi, onu her şeye tercih etmeyi, ona teslim olup imkân nisbetinde onu hakim kılmak için gayret ve cihad etmeyi İhtiva eder (29). Sırat-ı müstakim, ifrat ve tefrît aşırılıklarından uzak, hayatın her sahasında muvazeneli hükümlere sahib olan islam dinidir. İslâm metodu, insanlığın râci olduğu şu üç ternel faaliyeti, fert ve toplum plânında dengede tutmakla, sırât-ı müstakimi gerçekleştirir: İnsana, menfaatlerini sağlamak üzere verilen kuvve-i şeheviyyenin (yani yemek, uyumak, cinsî hayat) ifratı fücur, yani helal haram demeden her şeyden istifade; tefriti humûd (isteksizlik), vasatı iffettir (helale isteği olup harama girmemek). Zararları savmak için verilen kuvve-i gadabiyenin ifratı tehevvür, hiçbir şeyden korkmamaktır ki.bütün istibdat ve zulümler bunun eseridir. Tefriti cebanet. korkaklıktır. İtidali ise şecaattir ki dînî ve dünyevî haklan İçin canını feda edip meşru olmayan şeylere karışmamaktır. Kuvve-i akliyenin ifratı cerbeze, yani hakkı batıl,batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâdır. Tefriti gabavet, hiçbir şeyden haberi olmamaktır. İstikameti ise hikmettir ki hakikati bilip uymak, batılı bilip kaçmaktır. Demek ki sırât-ı müstakim, ideal faziletler mihrakı olan iffet, şecaat ve hikmetin mezcinden hasıl olan istikamettir. (30),

Nazarî kalmayıp, realitedeki tezahürünü göstermek için sırat ı müstakimin. Allah'ın, hidayet nimetine erdirdiği nebîler (a.s.), sıddîkler. şehidler ve salihlerin yolu olduğu (krş. Nisa sûresi. 69) bildirilir. Mahûd şeyler hakkında kullanılan İsm-i mevsûl " onların. Hz. Âdem (a.s.) dan beri her zaman tarih sahnesinde çoklukla mevcut olup. beşerî karanlıklar içinde elmas gibi parlayan nuranî zatlar olduğunu ifade eder ve o cemaatin ittifakına kulak verip, sağda solda oyalanmadan onları hak yoluna girmeye teşvik eder. Ayetteki ”en’amte”
in'âm ettiğin" fiili, doğru yol nimetine eriştirmekten Kinayedir. Demek bu nimet, mutlak nimettir. Bunu elde edince, diğer nimetler gölge gibi onu takib ederler. Böylece anlaşılır ki sırât-ı müstakime erdirmek: hem en mühim yardım, hem de en büyük nimettir. Hem de o zâtlara izafe edilen bu cadde, onların kendi vaz’ları olmayıp ilahî bir vaz' ve nimettir, ama ona mazhariyet ve o yola girmeleri itibariyle "onların yolu" sayılmaktadır. Böylece insanları eğitmekte pek mühim bir yeri olan örnek İhtiyacı tatmin edilmektedir. Sırat-ı müstakimin ne olduğu belirtildiği kadar ne olmadığı da sûrenin son kısmında bildirilerek bu yolun, yahudiler misüllü mağdûb, hristiyanlar misüllü dallîn (sapkın) (31) olan yakın zıtlar gibi, öteki uzak zıtlann da aşırılıklarından uzak olduğu gösterilmiştir.

Bazı âlimlerimizin ciltlerle tefsir yazdığı, Hz. Alînin ise "isteseydim Ummu'l-Kur'ân’ın (Fatihanın) tefsirine dair yetmiş deve yükü eser yazardım"(32) dediği bu bereket kaynağı sûrenin sunmaya çalıştığımız kısa tanıtmasından da anlaşılmış olacağı gibi Fâtiha-i şerife Kur'ân’ın hülâsasıdır. Kur'ân mükemmel bir vücud. Fatiha onun başı. Besmele ise o baştaki tacdır Hülasa oluşu, tabiînden beri hemen bütün tefsirlerce belirtilir). Fakat bu fikrin tatbiki hususunda, aralarında ufak farklılıklar bulunur. Biz şunu zikredelim: Kur'ân’ın esas maksadları tevhid, nübüvvet, âhiret ve istikamet (ibadet ve adalet) olmak üzere dörttür. “Elhamdülilah”
ve İyyeke na’budu” tevhîde, Sıratallezine en’amte aleyhim nübüvvete, “Mâliki yevmiddin” âhirete, “Sırata’l müstakim” ise istikamete işarettir (35). Fatihada bu dört maksada başka işaretler varsa da biz bu kadarıyla yetinelim.
Şu halde Fatiha sûresi, Kur'ân’ ın ve İslam’ ın mükemmel ve ilahî bir hülâsasıdır. Baş tarafında mebde' ve meada ait marifetullahı. İslâm dininin mevzusunu ve prensiplerini, ortasında Kur'ân ilminin asıl mevzu ve gayesini, yaratılışın en büyük kanunu olan "insanın, Allah'a müntesip ve ait olması" keyfiyetini, içtimaî ve hukuki prensipleri tebliğ ettikten sonra, üç ayette de hak yol olan İslam dininin efradını cami, ağyarını mâni bir tarifini yapmış ve bunların hepsini, başındaki bir “Elhamdülillah”
cümlesine dere edip mer'iyyetini, Allah namına ilan eylemiştir. İslam’ı şöyle tarif ediyor: "Gadaba uğratmadan dalâlete düşürmeden, doğruca ve selâmetle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "Elhamdülillah" dedirten ve bu safi nimetlere tam mânâsiyle ermiş, hakikaten mes'ud gayr-i mağdûb ve gayr-i dâll zevat tarafından takib edildiği tarihen sabit ve tecrübe ile bilinen, büyük, aşikâr hak yolu, istikamet yolu". Bu dîni benimsemenin ilk prensibi evvelâ Allah tealâyı tanımak, hakların, vazifelerin ve müeyyidelerin kaynağı olarak yalnız O'nun dînini bilmektir. Bu hususta amelî olarak tevfik taleb etmek sizden, hidayet Allah'tandır. (36).
Fatiha, bu prensiplerin insanlığı ıslah ettiğine vakıayı da şahit gösterir. Peygamber efendimizin (a.s.m.) ve ashabının, sırat-ı müstakim sayesinde mazhar oldukları ilahî nimet ise bunun en aşikâr şahididir. Onun günümüzü de aydınlatamayacağını düşünmek, dünü aydınlatan güneşin bu günü de aydınlatacağını inkâr etmekten farksızdır. Binaenaleyh, Fatiha hakkında Peygamberimizin "Her hastalığın şifası" (37), ve "Kur'ân’ın en büyük süresidir (38), buyurmasına hayret edilmemelidir.


DİPNOTLAR
1.ÂlÛsî,Rûrıu'l-ıneam. 1.34.
2.Süyutî, ei-h*an. 1.151-154.
3.a.g.e.. l.lll.
4.Beydavı. Envâru't-tenzfl. 1.4. Nesefi, Metiâ-
rtk. 1.4.
5.Elmalılı. Hak Dini.Kur'an Dili 1.15-17; F.
R3zî, Mefâtlhu'l-gayb. U 94; Bey d av./1.4
6.Bu mevzudaki hadisler için bkz. Ibn Kesir.
1.25-27; Cassâs. 1.13-17.
7.Suyûtî. e!-ltkan. l.lll'de Ebû Dâvud ve Tlr-
miiî'den.
8.S.Nursî. Işraratu'i-i'câz. s.I5.
9.M.Şenkltl. Eüvâu'l-beyan. 1.101.

10.Beydâvî. 1.12; S.Yıldırım, Fatiha sûresi tef
sin. s.21.
11.S.Nursî. Işârâtu'l-i'câz. s. 16 Krs -ıTaberî
Câmiül Beyan 1.62
12.F.Râzî. Mefâtîh. 1.180.
13.S, Kutub. Fi ZHâli'l-Kur'ân, 1.16-17.
14.Bu iki vasıf tık. farkların tafsilatı için
bkz.Alûsî. 1.58-66: S.Yıldmm. Kur'ânda Tan
rılık. s.103-10.
15.M.Abduh-R.Rıda.Tef.el-Uenâr, 1.75.

16.lşârâtu'1-ı 'eâz.s.17: S.Yıldırım. Fatiha sû
resi tefsiri, s.17-18.
17.S.Kutub. R Zılâlı'l-Kur'ân. 1.18.
18.Beydâvî, 1-13. 19. Taberî, 1.6!.

20.F.Râzî. Mefâtîh. 1.244-245.
21.Beydâvî. 1.14. 22. Elmalılı. 1,96.
23.Ibnu Kayyımı l-Cevziyye. et-Tefsûru'l-kayyim. s.47. 24. 24.Elmalılı. 1.110.
25.Isârâtu'l-i'câz. s.18.
26.F.Razî, L.248-249.
27.Sahmu Müslim. K.Salat 38 ve dürt ashâb-ı
Sünen.
28.Elmalılı. 1.104-105.
29.Ibnü Kayylmi'l-Cevziyye. et-tefsûru'l-
kayyim. s.49.
30.Işaratu'l-İ'câz. s.19-20: F.Râzî. 1,183.
31.Bu husustaki hadis-i şenf için bkz. Tlrmi-
zî.K.Tefsîr. Fatiha sûresinin tefsirinde.
M.A.Nâsıf. et-Tac, IV, 37' (Ahmed tbn Hanbel
ve sahih diyerek Ibnu Hibbân'dan), Taberi,
1.185; Tefsîru'l-Menâr. 1.97.
32.Süyütî. el-ltkân, IV.200.
33.Elmalılı. 1.56.
34.Suyûtî, el-[tkân, tll. 318'de tabiînden
Hasanu'l-Basrî (r.a. den.
35.lşâratu'H'Câz.s.11 36.Elmalılı.1.142-144

37.Suyûtî. el-ltkan, IV,l37'deSaîd Ibn Man-
sûr ve el-BeyhakTden.
38.Sahîlıu'l-Buhâri. Fedâilu'l-Kur'an. 9 ve dört
ashâb-ı Sünen.
BİBLİYOGRAFYA
1.Kütüb-l Sİtte.
2.Taberî, Câmiu'l-beyân an te'vîli'l-Kur'an. Ka
hire. 3.bas. 1378/1968. l.
3.Fahruddîn Râzî. Mefathu'l-9ayb. Tahran. 2.
bas., c.!.
4.Beydâvî, Envâru't-tenzTl. (Sirbînî'nin hami*
sinde). Kahire, 1311. c.l.
5.Neşen. Medarlku't-tenzîl, Kahire.
1385/1966. c.l.
6.lbnuKayımı'ı-Cevıiyye.et-Tefsîrıj.'i-kayyim
7.Suyûtî. el-ltkân fi ulu mi'l-Kur'ân. Njr.
M.E.Ibrahlm, Kah.. 1387,1-IV.
8.M.E.es-Senkîtl Edvâ'ul-beyân fi îdahl'l-
Kur'ân. Riyad. 1403. c.l.
9.S.Nursî. Isaratu'l-i'câı. (Türkçe trc,). Anka
ra. 1959. s.11-25.
10.M.Abduh-R.Rıdâ. Tefsüru'i-Menar. Kahire.
4.bas.1373/i954. Kahire, e.I.
11.Elmalılı. M.H.Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili.
istanbul. 1935.1,15-145.
12.âlüsî. Rühu'l-meânî. Beyrut, (ofset bas,),
l. 33-98.
13.S.Kütub. Fi Zılâin-Kur'an, Beyrut. S.bas..
tarihsiz, c.l.
14.Hasanu'l-Bennâ. Tefsîru Fâtlhati'l-Kitab,
Beyrut. 1391/1972, s.35-71.
15.Suat Yıldırım, Fatiha süresinin tefsiri, Er
zurum, 1979 (A.O.Islâmî ilimler Fak.). s.1 -26.

Hiç yorum yok: