9 Kasım 2007 Cuma

fatiha tefsiri (mutaharri)






Fatiha tefsiri


Sunuş


Bismillahirrahmanirrahim


"Kur'an'ı Tanımaya Doğru" mecmuası, Üstat Şehit Murtaza Mutahhari'nin Tahran'daki haftalık toplantılarında yapmış olduğu konuşmalar serisidir.


Üstat Mutahhari, Tahran'da bulunduğu yirmi beş yıl boyunca halkın çeşitli tabakalarıyla haftalık veya aylık olarak çok faydalı ve değerli toplantılar düzenliyordu. Bu haftalık toplantılardan biri "Kur'an tefsiri" üzerineydi ve bu toplantıya genelde halk kitlesi katılıyordu.


Şüphesiz, eğer Şehit Mutahhari ilmî bir toplantıda Kur'an'ı tefsir etseydi İslamî ilimler hakkındaki derinliği, kendine mahsus dikkat ve titizliği ve de Kur'an'a olan onca aşk ve isteğinden dolayı bu tefsir bambaşka bir boyut kazanmış olurdu. Ancak toplantıya katılanlar gözönünde bulundurulursa üstadın amacının sadece dinleyicilerini Kur'an'la tanıştırmak olduğunu anlayacağız.


Bu haftalık toplantıların ne zaman ve Kur'an'ın neresinden başladığı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak bazı konulara dayanarak bu tefsirin Meryem suresinden başladığını ve Kur'an'ın sonuna kadar devam ettiğini ve ikinci defa ise Kur'an'ın başından başlayıp Bakara suresinin 23. ayetine kadar sürdüğünü anlayabildik. Elinizde bulunan bu kitap, mevcut kasetlerden aktarılmış ve Kur'an'ın yirmi dokuz ve otuzuncu cüzlerinin (bazı sureler de eksiktir), Fatiha ve Bakara suresinin bir bölümünün tefsirinden ibarettir. Fatiha ve Bakara suresinin bir bölümünün tefsiri zaman açısından -belki de bir kaç yıl- yirmidokuzuncu ve otuzuncu cüzlerin tefsirinden yapıldığı ve bu surelerde daha yeni görüşler ortaya koyulduğu için bunları öne geçirdik. Diğer cüzler ise bu serinin sonraki bölümlerinde yer alacaktır.


Sapık ve şartlanmış mektepler maddi temellere dayanarak kendi görüş ve istekleri doğrultusunda Kur'an'ı tevil ve tefsir etmeye başladıkları bir dönemde Üstat Mutahhari bu tefsiri başlatmıştır. Üstat Mutahhari'nin, bu sapık akımı tespit edip bunun üzerinde duran, bunun çok tehlikeli olduğunu duyuran, yazılarında ve konuşmalarında fırsat buldukça bu yanlış düşünceler üzerinde duyarlılık gösteren ilk şahıs olduğu söylenebilir. Bu tefsir derslerinde de onların tahrif ve yanlış değerlendirmelerini yer yer alıp gereken cevabı vermiş, ciddiyetle Kur'an'ın hakikatlerini savunmuş ve sonunda da bu yol uğrunda canını feda etmiştir.


Üstadın ömrünün son yıllarında kasetten kağıt üzerine aktarılan bu tefsirinden herkesin yararlanabilmesi için defalarca kitap haline getirilerek basılmasının istenmesi üzerine Şehit Mutahhari nihayet böyle bir fırsatı bekleyen arkadaşlarından birini bu işle görevlendirdi ve bu derslerin fazlalıklarının atılıp, gerekli yerlerinin izah edildikten sonra basılmasını istedi.


Bunun üzerine Fatiha ve Bakara suresinin tefsir edilen kısmı istenilen şekilde düzenlenip Şehit Mutahhari'ye sunuldu ve o da gereken izahatı buna ekledi. Ancak Ayetullah Mutahharinin şehadete ermesi üzerine diğer kısımlar ve 29. ve 30. cüzün tefsiri öylece kaldı. Bu emaneti koruyarak ve -genelde konuşmada mevcut olan- bazı fazlalıklar ve tekrar sözler atılarak onlar da düzenlendi baskıya hazır bir hale geldi.


Her biri kendi konusunda eşsiz olan Şehid Mutahhari'nin bu değerli eserinin de diğer eserleri gibi faydalı olmasını ümid ediyoruz.



Şehid Mutahhari'nin Eserlerini Yayınlama Kurulu 15/1/1359 (Hicri Şemsi)




FATİHA SURESİ


Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla


"Hamd, alemlerin rabbi Allah'a: Rahman'dır, Rahim'dir, din gününün sahibidir. Ancak sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım dileriz. Bize doğru yolu göster, nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıkların-kine değil



Kur'an, yazıldığı günden beri, Beraat (Tevbe) suresi hariç her surenin başlangıcına "Bismillahir-rahmanir-ahim" yazılmıştır, yani her sure "Bismillah"la başlamıştır. Ama çok eski zamanlardan beri bu ayetin (Bismillahirrahmanirrahim) surelerin cüzü olup olmadığı hakkında Şia ile Sünni mezhepleri arasında ihtilaf olmuştur. Ehl-i Sünnet, onun hiç bir surenin cüzü olmadığına inanmakta ve her surenin "Bismillah"la başlamasını her işin "Bismillah"la başlaması türünden olup "Bismillah"ın surelerin cüzü olmadığı görüşündeler. Ancak bazen amelde surelere bismillah'sız başlıyorlar. Namazda Fatiha suresinden sonra okumak istedikleri herhangi bir sureyi bismillahsız okuyorlar.


Şia, Ehl-i Beyt İmamlarına (a.s) uyarak şiddetle bu meseleye karşı koymuşlar. Ehl-i Beyt İmamları bu hususta şöyle buyurmuşlar: "Kur'an'ın ayetlerinin en büyüğünü Kur'an'dan atanları Allah öldürsün." Eğer Bismillah'ı surelerin başından atarsak, artık bu ayet Neml suresi hariç Kur'an'da mevcut olmayacaktır. Neml suresindeki Bismillah'ı da Kur'an, Saba kraliçesinin dilinden nakletmiştir. Saba kraliçesi, Hz. Süleyman'ın (a.s) mektubunu okurken şöyle dedi: Bu mektup Süleyman'dandır ve "Bismillahirrahmanirrahim"le başlıyor.


Şia kesinlikle onu Kur'an'ın cüzü olarak biliyor, Kur'an'dan ayrı bir şey olmadığını savunuyor. Aynı şekilde onun, her işe Bismillah'la başlamak türünden olmadığına da inanmaktalar.[1]1]


İŞLERE ALLAH'IN ADIYLA BAŞLAMAK


Dikat ettiğiniz gibi bu ayet car ve mecrur'dan ibaret olup tam bir cümle değildir. Car ve mecrurun kendisine ait olduğu kelime de atılmıştır. Atılan bu kelimenin ne olduğu hakkında müfessirler muhtelif görüşler belirtmişler. Bu görüşlerden bazıları şunlardan ibarettir:


- Yardım diliyorum


- Başlıyorum


- İşaretliyorum, alamet bırakıyorum. Bu üçüncü ihtimal daha doğrudur.


İsim takmalarda amaç ve gayeler farklıdır. Bazen biri bir kuruluşa herhangi bir şahsın adını takar; bundan amacı bu isim sayesinde maddi hedefine ulaşmaktır. Veya malum olduğu gibi dünyaya gelen bir çocuğa eskiden sevdikleri birinin adını takarlar ve bununla da bu çocuğun adıyla o şahsı yeniden yaşatmayı ve bu çocuk var oldukça o şahsın da hatırasının yaşamasını amaçlarlar.


İnsanlara bütün işlerine Allah'ın adıyla başlamaları emredilmiştir; ama bunun sebebi nedir? Bundan gaye, insanın bütün işlerinin Allah'ın adıyla kutsallık, ibadet boyutu ve bereket kazanmasıdır.


Fıtrî açıdan Allah'ı tanıyan, Allah'ı mukaddes bir varlık bilen ve O'nu bütün hayırların kaynağı olarak tanıyan bir insan, işlerine Allah'ın adıyla başlamakla onun kutsallığı ve kerameti sayesinde bu işin de mukaddes olmasını amaçlıyor.


Birinin adıyla işe başlamak onu mukaddes bilmekten, bütün eksikliklerden münezzeh olduğuna inanmaktan ve bütün kemalların kaynağı olduğunu bilmekten kaynaklanıyor ve insan kendi işini ona isnat ederek bereketli olmasını amaçlıyor. Dolayısıyla işlere Allah'tan başkasının, hatta peygamberin bile adıyla başlamak doğru değildir. A'lâ suresinin evvelindeki emredilen "Allah'ın adını tesbih etmek" de bu anlamdadır.


Allah için tesbih etmek veya Allah'ı tesbih etmek gibi tabirler defalarca Kur'an'da işlenen tabirlerdir. ama "Allah'ın adını tesbih et" tabiri sadece A'lâ suresinin evvelinde kullanılmıştır. Allah, A'lâ suresinde şöyle buyuruyor: "Yüce Allah'ın adını tesbih et."


Bizce bu husustaki en güzel görüş, Allame Tabatabai'nin "el-Mizan" tefsirinde belirtmiş olduğu görüştür. Allame şöyle diyor: Allah'ı tesbih etmek, Allah'tan başkasını takdis etmemek ve Allah'ın adını anmak gerektiğinde başka birini anmamak demektir. Yani, Allah'ın adıyla birlikte başkasını anmak veya Allah'ı anmak yerine başkasını anmak, her ikisi de şirktir.


Son zamanlarda şirke karşı savaş açtıklarını savunan bir grup arasında, kendisi de şirk olan bir amel yaygınlaşmıştır. İşlerine Allah'ın adıyla başlayacakları yerde "Halkın adıyla" diyerek başlıyorlar. Kur'an Allah'ın adının daima tesbih edilmesini ve insanın işlerine O'nun adıyla başlamasını emretmiştir, başka birinin adıyla başlamasını değil. O halde Peygamberin adını da Allah'ın adının yanına ekleyerek işe başlamak şirk olursa, Allah'ın adı yerine halkın adıyla işe başlamak şirk olmaz mı? Allah'ın adıyla işe başlamak, onun adı sayesinde işlerin bereketli ve kutsal olmasını sağlar.


ALLAH


Allah, Allah'ın adlarından biridir. İnsanlara veya eşyalara isim takmak bazen alamet ve bazen de sıfat kabilindendir. Birinci kısım adlandırmada isimlerin kendilerine ait manaları varsa da onlar nazara alınmaz ve sadece onu belirlemek ve ayırt etmek için ona ad takılır ve bu yüzden aynen bir alamet gibidir. Çoğunlukla bu gibi yerlerde ismin manası, ismin sahibinin vasıf ve sıfatlarını andırmamakla kalmayıp hatta bazen onun aksine de olabilir. Mesala: Önceleri siyah kölelere "Kafur" adını takarlardı.


İkinci kısım adlandırmada ise, isim, sahibinin sıfatlarından birini hikayet eder.


Allah-u Teala'nın isimlerinin sadece alamet boyutu yoktur. Allah'ın isimlerinin her biri O'nun mukaddes zatındaki hakikatlerden birini gösterir.


Kur'an-ı Kerim'de yaklaşık Allah'ın yüz ismi zikredilmiştir, ama aslında bunlar yüz sıfattır ve bunların örnekleri bu surede (Fatiha) göze çarpmaktadır; örneğin: Allah, Rahman, Rahim ve kıyamet gününün sahibi. Ancak bu isimlerin hiçbiri "Allah" ismi kadar geniş kapsamlı değildir. Çünkü diğer isimlerin her biri onun kemallarından birini yansıtmaktadır. "Allah" ismi ise, bütün kemal sıfatlarına sahip olan zatın ismidir.


Allah kelimesi aslında "el-ilah idi ama çok kullanıldığı için "Allah" halini almıştır.


Allah kelimesinin kökü hakkında birkaç görüş mevcuttur. Bazıları onun "elehe" kelimesinden bazıları da onun "velehe" kelimesinden türediğini söylemişler. "İlah" kelimesi "fial" vezninde olup mef'ul manasında kullanılır. Aynen "kitab" kelimesinin "mektub" manasında kullanıldığı gibi.


"Allah" kelimesi "elehe" kelimesinden türemiş olsa "ebede" (ibadet etti) anlamına gelir. O halde "Allah" yani ibadete layık olan her yönden kamil bir zat demektir. Çünkü başka birinin mahluku olan veya eksikliği olan biri ibadete layık olamaz. O halde "el-İlah" yani, tapılması ve ibadet edilmesi gereken bir zat. Dolayısıyla bu kelime, "Bütün kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklikten beri ve münezzeh olan bir zat" anlamını ifade eder.


Ve eğer Allah kelimesi "velehe" kelimesinden türemiş olsa "hayrete düşmek" "hayran kalmak" anlamına gelir. "ilah" yani "kendisine hayran olunmuş şey. Aynı kelime maşuk manasına da gelir. Bu manaya göre, Allah'a, Allah denilmesinin nedeni, akılların onun mukaddes zatı karşısında hayrete düştüğü veya ona yöneldiği aşık olduğu ve ona sığındığı içindir.


Sibeveyh, arap edebiyatının sarf ve nahv alimlerinin imamlarından biridir. Hicretin ikinci asrının sonlarında ve üçüncü asrının başlarında yaşamıştır. Kendi ilim dalında bir dâhi sayılan ve "el-Kitab" diye tanınan kitabı kendi dalında Aristo'nun mantık dalındaki kitabı gibi ve Batlemyus'un astronomi dalındaki "Mecesti "si konumunda olan ve Arap edebiyatı hakkındaki sözleri bu dalda senet ve hüccet sayılan Sibeveyh, "Allah" kelimesinin "velehe" kelimesinden türeyip azamet karşısında hayrete düşmek veya aşık olmak anlamında olduğu görüşündedir.


Mevlana onun görüşünü kendi şiirinde nakletmiştir. Mevlana bu şiirinde insanın bir derdi olduğunu bu derdin onu zavallı bir duruma düşürdüğünü böyle bir durumda ister istemez bir noktaya doğru yönelip ona sığındığını söylüyor işte o yöneldiği şey Allah'tır diyor.


Başka bir şiirinde de şöyle diyor:


İhtiyaç duyduklarında sadece insanlar değil deniz dalgaları arasındaki balıklar, gökyüzünün enginliklerinde uçan kuşlar ve hatta denizin cansız dalgaları bile ona yönelir ve onun huzurunda inim inim inlerler.


"İlah" ve "veleh" kelimelerinin bir dilin iki lehçesi olması da büyük bir ihtimaldir. Yani, önce "velehe" idi, daha sonra "elehe" şeklinde kullanıldı. Ve böyle bir kullanım neticesinde tapmak, kulluk etmek manasını da kazanmış oldu. Buna göre, Allah kelimesi:


"Bütün varlıkların ister istemez aşık oldukları, hayran kaldıkları ve sadece onu ibadete lâyık gördükleri bir zât anlamına gelir."


"Allah" kelimesinin tamamen karşılığı olup onun anlamını tamamen içeren bir kelime Farsça’da yoktur denilebilir. Allah kelimesinin yerine Farsça’daki "Huda" kelimesi kullanılacak olursa yeterli olmayacaktır; çünkü "Huda" "Hud ay"ın kısaltılmış şeklidir ve bu da filozofların tabir ettikleri "Vacib-el Vücud" ıstılahının ve ya Kuran'da geçen "Gani" kelimesinin manasına daha yakındır. Aynı şekilde "Allah" kelimesinin yerine farsçadaki "Hudavend" kelimesi kullanılacak olursa yine bu manayı ifade etmez; çünkü "Hudavend" sahip anlamındadır. Sahiplik manası "Allah kelimesinde de mevcuttur, o halde "Hudavend" kelimesi "Allah" kelimesinin içerdiği manaların tümünden sadece sahiplik manasını beyan eder.


"er-Rahman er-Rahim"


Farsçada bu iki kelimenin yerini alacak aynı manayı içeren bir kelime yoktur. Genelde farsçaya "bahşeden ve mihriban" (bağışlayan ve şefkatli) diye yapılan çeviri yeterli değildir. Çünkü "bağışlayan" kelimesi "Cevad" kelimesinin ve "şefkatli" ise "Raûf" kelimesinin karşılığıdır ve bunların her ikisi de Allah'ın Kur'an'da geçen diğer iki sıfatıdır.


"Cevad" (bağışlayan), bir şeye sahip olup da onu karşılıksız olarak başkalarına bağışlayan şahısa denir. Ama "Rahman" ve "Rahim" kelimeleri "rahmet" kelimesinden türemiştir. "Rahmet" kelimesinde de ikinci bir mana gizlidir. O ise şundan ibarettir:


Bir varlık, bir takım yerlerde muhtaç ve müstahak olduğunu hissettiğinde, sözleriyle veya yaratılış diliyle el açar, kendine merhamet edilmesini ve bir şey verilmesini diler. Bu gibi yerler rahmet yeridir. Ancak insan, müstahak birinin haline bakıp acıdığında, duygulandığında ona rahmeder, merhamet gösterir. Ama bu acıma duygusu Allah hakkında geçerli değildir, çünkü; Allah, bu gibi duygulardan münezzehtir.


O halde, Rahman ve Rahim dediğimizde zihnimizde iki mana canlanır: Biri, mahlukatın bütün varlığını dolduran, her birini kendine özgü bir dille Allah'ın huzuruna el açıp yalvarmaya sevkeden ihtiyaçları; diğeri ise Allah'ın sonsuz rahmetini onlara göndererek ihtiyaçlarını gidermesidir.


İşte bu yüzden son zamanlarda bazı mütercimler bu manaları içeren bir kelime bulamadıkları için "Bismil-lahirrahmanirrahim" ayet-i kerimesini: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" diye tercüme etmişlerdir.


Rahman ile Rahim arasındaki fark nedir? Öncelikle şunu hatırlatmalıyım ki, Arapça’da "Fe'lan" vezninde olan kelimeler çokluğu bildirir. Mesela: "Etşan" kelimesi çok susuzluk anlamındadır. "Feil" vezninde olan kelimeler ise bir nevi kalıcılık ve devamlılığı bildirir. "Fe'lan" vezninde olan Rahman kelimesi çokluk ve yaygınlığı, Allah'ın rahmetinin her yere yayıldığını ve herşeyi içerdiğini bildirir.


Aslında herşeyin var oluşu Allah'ın o şeye rahmetiyle özdeştir. Çünkü varlık, rahmetten ayrı düşünülmez. özüdür. Bu mana A'raf suresinin 156. ayetinde "Rahmetim herşeyi kuşatmıştır" ve Kumeyl duasında "Herşeyi kuşatan rahmetine dayanarak senden diliyorum..." şeklinde konu edilmiştir.


Hakk'ın bu tür rahmetinde istisna yoktur. Bu rahmet sadece insanlara mahsus değildir, diğer varlıklar için de geçerlidir. Sadece mümin insanlara mahsus değildir. Hakkın rahmanlığı bütün dünyayı kapsamıştır ve hatta bütün evrende olan her şey Hakk'ın rahmetinden yararlanır.


"Bismillahirrahmanirrahim" cümlesinden şu dersi alabiliriz:


Allah, dünyaya hayır ve şer diye iki şey göndermez. Allah'ın gönderdiği her şey hayır ve rahmettir. Bu rahmet de cansızlar, bitkiler, hayvanlar ve insanların tümü hakkında geçerlidir; gerçekte mahlukatın varlığı Hakkın rahmeti ile başlamıştır.


"Feîl" vezninde olan Rahim kelimesi ise Hakk'ın sürekli ve devamlı rahmetini bildirir. Rahman kelimesi, Allah'ın rahmetinin her yeri kapsadığına ve bütün varlıkları içerdiğine delalet eder. Bu dünyadaki bazı varlıklar, var olduktan sonra yok olacaklar. Bu tür varlıklar Allah'ın rahmaniyetinin mazharı sayılırlar.) Rahim kelimesi bir nevi ebedî ve sonsuz rahmeti bildirdiği için, bu rahmet sadece iman ve salih amel yoluna adım mü'min kullar hakkında geçerlilik bulacaktır.


O halde, Allah'ın bir genel ve bir de özel rahmeti vardır. Allah, bu genel rahmetiyle bütün varlıkları yaratmıştır ve bunlardan biri de insandır.


Bir takım görevlerle yükümlü ve sorumlu bulunan insan, kendisine verilen görev ve vazifeleri yerine getirirse Allah'ın özel rahmetinin kapsamına girer. Kısacası, "Rahman" kelimesi, her mümin ve kafiri ve hatta insan, cansız, bitki ve hayvan demeden her şeyi kapsayan bir rahmettir. "Rahim" kelimesi ise Allah'ın özel rahmeti olup sadece kendisine itaat eden ve emirlerine uyan insanlara mahsus olan bir rahmettir.2]


"el- Hamdulİllah"


Yine, Farsça’da "Hamd" kelimesini de tam manasıyla açıklayan bir kelime yoktur. Hamd'ın manasına yakın olan iki kelime var, hamd kelimesi genelde bu iki kelimeyle açıklanıyor, ama bunların hiçbiri tek başına "Hamd" kelimesinin manasını iletememektedir. Bunların biri, karşılığı övmek ve sena etmek olan "medh" kelimesidir. İkincisi ise karşılığı teşekkür etmek olan "Şükr" kelimesidir


Medh kelimesi "Hamd" kelimesine çok yakındır ve hatta bazıları bunların, büyük bir ihtimalle aynı kelimenin iki talaffuzu olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun benzerleri Arapça’da birçok yerde göze çarpmaktadır; mesela "hols" ve "lohs" veya "eys" ve "ye's" bu kelimelerin harfleri aynıdır, ama harflerin yerleri değişiktir.


Medh, övme anlamındadır. Övme duygusu, insana mahsus duygulardandır. Yani, insan öyle bir idrak ve duygu seviyesine sahiptir ki kemal ve celal ile, güzellik ve üstünlükle karşılaştığında ister istemez onda övme duygusu uyanır ve bu güzelliği metheder. Bu duygu insana mahsustur, hayvanda olmaz. Hayvan, ne bu kemal, celal ve azameti idrak edebilir ve ne de bunları methedebilir.


Bazen de bu duygu insanda çirkin bir şekilde zuhur eder ve buna dalkavukluk denir; bu da çirkin sıfatlardandır. Aslı ve hakikati olmayan bir şeyi methetmek, dalkavukluktur. Allah'ın insana gerçek kemal, cemal, azamet ve güzellikleri övmesi için vermiş olduğu bu gücü insanın bir takım çıkarlar uğruna övgüye değmez asılsız ve değersiz varlıklar hakkında kullanması gerçekten de çok çirkin bir şeydir. Bu güç insanın o yüce duyguyu (kemali övmek ve methetmek duygusunu) tatmin etmesi içindir; bir nevi alçalmaya vesile olan tamah ve ihtiras duygusu doğrultusunda bu duyguyu kullanmak doğru değildir. Gerçek övgüler ihtirasa dayanmaz, insan bir güzellik sanatıyla karşılaştığında tabii ve fıtrî olarak onu över. Mesela, bir insan, yıllar önce Baysungur'un yazmış olduğu bir Kur'an sayfasını görünce onun güzelliği karşısında hayrete düşer ve ister istemez onu metheder. Şimdi biri, "Bu övgü karşısında hiç bir şey vermezler; o halde neden övüyorsun?" derse cevabımız ne olacak? "Bir şey vermeleri mi gerekir?" deriz. Ben insanım ve insan da insan olduğu için bir azamet, celal, cemal ve kemalı gördüğünde ister istemez ona karşı eğilir ve bu duygusunu överek dile getirir. İşte bu, medh kelimesinin anlamıdır, fakat hamd sadece bu değildir.


İnsanda tertemiz bir başka duygu daha vardır. Bu da insanın özelliklerindendir; bu duyguya "teşekkür etme" denir. İnsana birinden bir hayır dokunduğunda insan, insanlığının gereği ona karşılık memnuniyetini dile getirir. Otomobilinizle bir yerden geçtiğinizi düşünün; aynı yerden önce geçmeye hakkı olan başka bir otomobille karşılaşıyorsunuz böyle bir durumda eğer o durur sizin önce geçmenize müsaade ederse, insanın tertemiz fıtratından kaynaklanan insanlık vazifesi icabı "teşekkür ederim" diyerek veya başını veyahut da elini sallayarak memnuniyetinizi bildirirsiniz. Bu sıfatın bu seviyesi hayvanda olmaz; bu insana ait sıfatlardandır. Allah-u Teala'nın Kur'an'ı Kerim'de yönelttiği "İyiliğin karşısı iyilikten başka olur mu?" sorusunun muhatabı insanın sağlıklı fıtratıdır ve bunu yanıtlayacak olan da insanın tertemiz vicdanıdır.


"Kendini tanıyan herkes, Allah'ını da tanır" hadisi çok doğru ve derin içeriklidir. İnsanın kendisini tamamen tanıması Allah'ı tanımakla noktalanan bir yoldur. İnsanın kendisini tanımasının yollarından biri de teşekkür etme duygusudur. Buna emreden ise insanın vicdanıdır. Ve bu da toplumun eğitim ve öğretim kurallarıyla değişen bir şey olmayıp yöresel geleneklerden de kaynaklanmaz; özel bir bölge ve iklime de mahsus değildir. Bazı gelenekler zaman ve mekanın değişmesiyle değişir ve hatta bazen tamamen zıt bir şekil de alabilir. Mesela, insanın başından şapka çıkarması veya şapkayı başına takması her ikisi de saygı alametidir. Ama her biri bir yörenin geleneğidir. Bu gibi şeyler toplumdan topluma değişebilir. Ama iyiliğin karşısında kötülük edilmesi ve bunun da bir yöresel gelenek olarak yorumlanması hiç bir toplumda görülmemiş bir şeydir.


Hamd, ne sadece methetmektir ve ne de sadece teşekkür etmek. O halde "hamd" nedir? Bu kişinin bir araya getirilmesine hamd denilebilir. Yani, hem azamet, kemal, üstünlük ve güzellik açısından methetmeye lâyık olan ve hemde yaptığı ihsan ve iyiliklerden dolayı teşekkür edilmeye lâyık olan birisine karşı hamd kelimesi kullanılır.


HAMD ALLAH'A MAHSUSTUR


Hamd'ın manasında başka bir mananın da gizli olması mümkündür. O ise "ibadet etme" manasıdır. Buna göre Hamd kavramı üç unsurdan oluşmuş olur: Övme, teşekkür etme, ibadet etme. Başka bir deyişle, teşekkür ve ibadet edercesine övmek. Bu ayetin, "Hamd Allah'a mahsustur ve ondan başkasına hamdedilemez" demesi, hamdın ibadet boyutu olduğu için olabilir.


Bütün hamdların Allah'a mahsus olduğu hususunda müfessirler ittifak etmişlerdir. Eğer hamdın mefhumunda huşu ve ibadet boyutu olmasaydı ve sadece hamdın manası şükretmek olsaydı, Allah'ın insan için vasıta kıldığı insanlara şükretmenin ne gibi bir sakıncası olabilirdi. Allah bazı mahluklar vesilesi ile insana hayır iletir, onlara da teşekkür etmek gerek. Hatta bu hususta şöyle bir hadis de var: "Mahluka teşekkür etmeyen yaratan'a şükretmez." Baba, anne ve öğretmen gibi daima insana hayır ve ihsanda bulunan mahluklara da teşekkür etmek gerekir. Hiç kimse, ben Allah'a şükrederim ve kullarla işim yok deyip onları unutmamalıdır. Ancak şuna da dikkat etmek gerekir ki bu şükretmek, bir yerde hem kula ve hem de Allah'a şükretmek anlamına gelmez. İnsan bir kula teşekkür ettiğinde, o kulun müstakil bir varlık olmadığına ve onun yapmış olduğu iyilikten dolayı öncelikle Allah'a şükretmek gerektiğine dikkat etmelidir.


"Hamd, Allah'a mahsustur" ayetinden, hamdın manasında övmek ve ibadet etmek de saklı olduğu anlaşılmaktadır.


Kısacası; hamd, insanın tertemiz batinî duygularındandır bu duygu güzellik ve celalı methetmesi ve azamet karşısında huşu göstermesi için her insanın ruhunun derinliklerinden coşar bir duygudur. İşte bu yüzden de "Hamd" (Fatiha) suresi ilahi marifeti gerektirir. Yani, insan Allah'ı tamamen tanımadıkça "Hamd" suresini hakkıyla ve doğru-dürüst bir şekilde okuyamaz.


Şimdi çok yüce bir ruha, çok iyi alışkanlıklara ve faziletlere sahip olan bir insanla karşılaştığınızı düşünün. Böyle birine ihtiyaç duyuyorsunuz ve ihtiyacınızı gidermede hiç bir çıkar gütmeden, ihtiyacınızı gidereceğini ve hakkınızda ihsanda bulunacağını anlamış bulunuyorsunuz. Şimdi ruhunun yüceliği karşısında huşu etmiş olduğunuz böyle bir şahsın adı bir toplantıda anıldığında, gülü gören bülbül gibi aşıkçasına onu methetmeye, içtenlikle onu övmeye başlarsınız. İşte bu övgü duygusu ruhunuzun derinliklerinden coşar, hatta onu övmekle rahatlarsınız ve övmekten zevk alırsınız.


İnsan da namaz kılarken böyle bir hal alır. Defalarca dediğimiz gibi, biz şuna inanıyoruz ki ibadet etmek Allah'ı tanımanın bir gereğidir ve insan tamamen Allah'ı tanımadıkça ibadeti yücelmez, zirveye ulaşmaz.


Burada şuna da değinmek zorundayız ki, "el-hamdu lillah" cümlesinin peşinden şu dört sıfat sıralanmıştır: "Rabb-ul âlemin, er-Rahman, er-Rahim, Malik-i yevmid din". Bu sıfatların her biri Allah'ı tanımaya doğru açılan kapılardır. Bunların hepsini kendi yerinde açıklayacağız. Ancak o sıfatlar bu cümleden sonra söylenmiştir ve bu cümle ise hamdın Allah'a -ibadet ve övgüye layık olan zâta- mahsus olduğunu ve bunun da çok yüce bir makam olduğunu bildirmektedir. Yani, bu zatın sonrada açıklanan diğer sıfatlarını ve hakkımızdaki ihsanlarını göz ardı etsek bile, kendimizin ve bu koskoca dünyanın yaratılışını göz önünde bulundurmasak dahi bu zat hamd edilmeye lâyıktır ve bu yüzden de onu övmeliyiz.


Tabii ki, kimse bu dereceye vardığını iddia edemez. Bunu ancak Ali ibn-i Ebi Talib (a.s) gibi bir kimse söyleyebilir:


Allah'ım! Senin cennetine girmek veya cehenneminin azabından korktuğum için sana ibadet etmiyorum. Cennet ve cehennemi yaratmasaydın bile, ibadet edilmeye lâyık olduğun için ben sana ibadet ederdim.


Beni yarattığın için değil, bana ihsanda bulunduğun için değil, ahirette ibadet eden kullarına cennette yer vereceğin için değil, ibadete lâyık olduğun için sana tapıyor ve kulluk ediyorum.[3]


Sa'di bu hususta şöyle diyor:


Dostunun özüne değil ihsanına göz dikmişsen


Dosta boyun eğmemişsin kendinden kopmamışsın sen


Bu evliyanın yolu değil evliyalar böyle yapmaz


Allah'tan, Allah'tan gayri katiyen hiçbir şey ummaz.[4][4]


"Rabb-ul âlemİn"


"Rabb" kelimesi hakkında da şunu hatırlatmak zorundayız: "Rabb" kelimesinin tam karşılığı farsçada mevcut değildir. Bazen bu kelimeyi terbiye eden, eğiten diye mana ederler. Ancak şuna dikkat etmek gerekir ki, "Rabb" kelimesi "Rabebe" maddesinden türemiştir, "Rabeye" maddesinden değil. "Terbiye eden" mürabbi kelimesinin karşılığıdır ve mürabbi kelimesi de "Rabeye" maddesinden türemiştir. Bazen de onu "yetki sahibi" diye tercüme ederler. Resulullah (s.a.a)'in büyük babası Abdulmuttalib de bu kelimeyi bu manada kullanmıştır:


"Ben develerin sahibiyim ve evin (Kâbe) de bir sahibi var elbet."


Kısacası bu kelimelerin hiçbiri tekbaşına "Rabb" kelimesinin manasını vermemektedir. Bu iki sıfatın herbiri ayrı ayrı Allah'ın sıfatlarındandır; ancak, "Rabb" kavramında hem yetki sahipliği manası vardır, hem de eğiten manası. Allah hem tüm âlemin yetki sahibidir ve hem de bütün âleme kemal verendir.


Her şeyi bilen Allah Teala daha başka alemler de yaratmıştır ki, o âlemlerin varlıkları bir takım özel nedenlerden dolayı, sahip olabilecekleri her kemal ve olgunluğa, ta var oldukları andan sahiptirler.


Başka bir deyişle, o varlıkların bütün istidat ve yetenekleri fiiliyete geçmiştir. Yani, yaratıldıkları andan itibaren mümkün mertebe kemal seviyesinde yaratılmışlardır. Başka bir deyişle, başlangıç ve sonları aynıdır. Onlar, yaratılış yönleriyle Allah'ın yetki, terbiyet ve eğitimi altındadırlar. Allah da onların yaratıcısı ve varedicisi olduğundan ötürü onların Rabbidir.


Ama, bizim yaşadığımız bu alem, yani dünya alemi veya madde alemi ise tedric alemidir. Yani, bu dünyaya hüküm süren kural ve düzen, varlıkların eksikten kemale doğru ilerlemelerinden ibarettir.


Bu alamdeki yaratıkların başlangıç ve sonları aynı değil. Tam aksine farklı ve değişiktir. Onlar, bir açıdan Allah'ın mahluku ve başka bir açıdan da onun yetki ve eğitimi altındadırlar.


Tabiat âleminin kendisi bir mecmua olarak diğer âlemlerden farklı bir alemdir. Çünkü muhtelif kısım ve bölümlere sahiptir ve bu bölümlerin herbiri de özel bir düzen ve nizam ile hayatlarını sürdürüyorlar. Hakikatte her bölümün de kendine ait bir dünyası var. Cansızlar alemi, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi, insanlar âlemi ve gökler âleminin hepsi eksiklikten kemala doğru hareket etmektedirler. Bunların hiçbiri yaratıldıkları zaman kamil olarak yaratılmamışlardır. Bu alemlerin tümündeki varlıkları kemalin son merhalesine iletecek olan da Allah'tır. O Rabb-ul alemindir.


Kur'an'ı Kerim'den bu dünyanın eğitim dünyası olduğu anlaşılıyor. İyiler ve kötüler diye çeşitli gruplara ayrılan insanların hepsi eğitim ve terbiye halindedirler. Daha ilginç olanı, bu dünyanın çiftçilik için elverişli bir tarlaya benzemesidir ki, bu tarlada her çeşit tohum ekilip yetişiyor, gelişiyor. Bu dünyada iyilerin tekamül ettiği gibi, kötüler ise (kötü tohum eken kimseler) de bu dünya düzenindeki kendi aşamalarını katederler. İsrâ suresinde şöyle buyrulmuştur: "Kim, şu hemencecik, pek tez geçen dünyayı dilerse biz de dilediğimize, dilediğimiz şeyi hemencecik veririz orda, sonra biz, cehennemi de onun için halkettik, oraya kınanmış, kovulmuş bir halde girer. Ve kim, inanarak ahireti diler ve bu hususta adamakıllı çalışıp çabalarsa bu çeşit kimseler, çalışmalarının mükafatını mutlaka görürler. Onlara da, bunlara da, hepsine, rabbinin lutuf ve ihsanından yardımda bulunuruz, bağışlar dururuz ve rabbinin ihsanı, kimseden menedilemez."[5][5]


Kısaca ayetlerin içeriği şöyledir: Her kim dünyayı isterse ve dünya için tohum ekerse biz de kendi istediğimiz kadar dilediğimize yardım eder ve tohumunun ürün vermesini sağlarız. Yani, bu hususta herkesin istediği peşin ürünü illa da vereceğiz diye kesin ve değişmez bir kural yoktur.


Dünya isteyenlerin tohumunun ürün vermesi yüzde yüz kesin değildir. Bu ise dünyanın bu tohumlar için elverişsiz ve verimsiz olmasından kaynaklanmıyor. Bunun nedeni dünyanın afet, engel ve belalarla dolu olmasıdır.


Ayetin devamında ise şöyle buyruluyor: Bütün amaç ve gayesi dünya olan ve insana lâyık olan yoldan sapan bu kişilerin sonu kesinlikle cehennem olacaktır.


Ama hedefi dünya olmayıp ahiret tohumu eken ve bu yolda da çalışıp çaba harcayan birinin ameli asla zayi olmayacak ve ürün verecektir. "Onlara da, bunlara da, hepsine, rabbinin lutuf ve ihsanından yardımda bulunuruz, bağışlar dururuz ve rabbinin ihsanı, kimseden menedilemez." [6][6]


Kısacası bu dünya öyle bir yapıya sahiptir ki herkesin ektiği tohumu yeşertir ve geliştirir. Ancak bazı tohumlar yüzde yüz yeşerip ürün verir, işte onlar sırat-ı müstakim doğrultusunda ekilen tohumlardır. Bazı tohumların yeşerme imkanı olsa bile, hepsinin ürün vermesi beklenemez. İşte bu yüzden planlı bir şekilde kötü işleri yapıp bir sonuca varanlar "yaptığımız iş kötü olsaydı sonuç elde edemezdik." diyerek işlerinin kötülüğünü gizleyemez, tevil edemezler. Hayır! Herhangi bir teorinin pratikte gerçekleşmesi ve bir netice vermesi, onun hak olduğunu göstermez. Çünkü bu dünyanın düzeni budur. Ekilen her tohum yeşerir ve bazen de beklenen sonucu verir.


"er- Rahman-İr Rahİm"


Bu iki kelime hakkında önceden de yeterince bahsetmiştik; şimdi ise şunu eklemek istiyoruz ki, Allah'ı bu iki sıfatla vasıflandırmak çok kamil bir marifet ister. Çünkü Rahman, yani çok merhametli. Sadece "çok" kelimesinden anladığımız çokluk miktarı değil, bütün varlık Allah'tandır ve Ondan gelen herşey de rahmettir. Rahim, yani daima insanlara ihsanda bulunan.


Bu iki sıfatın birincisi dünya düzeni hakkındadır, ikincisi ise insanların özel dünyasına aittir. Allah'ı birinci sıfatla (Rahman) vasıflandırmak için, insanın öyle derin bir irfan merhalesine sahip olması gerekir ki dünyanın her zerresinin rahmetle dolu olduğunu görebilsin, dünyadaki olayları hayır ve şer diye ikiye ayırmaktan kaçınsın ve bütün evren Allah'tan kaynaklandığı için onun her şeyinin rahmet olduğunu bilsin. Bu konu adl-i ilahi'de ele alınmış olan bir mevzudur.


Bir kul daima, Allah'tan kaynaklanan her şeyin rahmet olduğunu anmalıdır. Masum Ehl-i Beyt imamlarından rivayet edilen dualarda da bu noktaya dikkat etmek tavsiye edilmiştir. (Namaza başlarken beş defa tekbir getirmek sünnettir) Beşinci tekbirden sonra okunması sünnet olan bir duada Namaz kılan bir kul, kendilerine Allah'ın seslendiği evliyadan biri olduğunu düşünüp şöyle der: "Geldim, geldim. Senin rızana geldim, her şeyimle koşarak geldim. Hayır sadece senin elindedir ve senden şer gelmez."


Allah'ı "Rahman" sıfatıyla tanımak, ilahi hikmetin kamil örneği olan dünyayı tanımak anlamındadır. Allah'ı bu sıfatla andığında ise; evrenin hayır, rahmet ve nur ile dolu olan bir düzen olduğu görüşünde olmalıdır. Şer, bela ve fenalıklar ise hakiki olmayan nisbî şeylerdir. Belli ki her kes böyle bir dünya görüşüne sahip olduğunu iddia edemez. Yine, kendini zorlayarak da böyle bir görüş elde edemez. Kur'an'ın, Allah'ı bu sıfatla anmamızı isteyerek, Allah'ı ve dünyayı bu şekilde. Ve böyle bir görüşe sahip olmamız, akıl ve burhan yoluyla önemli bazı konuları idrak etmemize bağlıdır. Bütün bunları, dolaylı olarak felsefî konular hakkında düşünmeye davet etmek sayılır ve bu gibi marifetlerin mümkün olabileceğini teyid etmektedir.


"Rahim" sıfatı hakkında da şunu demeliyiz ki, Allah'ı bu sıfatla tanımak, insanın, dünyadaki varlıklar arasındaki kendi yer ve makamını kamil bir şekilde tanımasına bağlıdır.


İnsanın varlıklar arasındaki özelliği, onun, bu dünyanın olgun ve kamil evladı olmasıdır. İnsan, baba ve annesinin nezareti altında olan buluğ çağına ermemiş bir evlat değildir. Çünkü, akıl ve düşünce açısından kendi yolunu seçebilecek bir olgunluk ve kemale sahiptir. Diğer varlıklar ise dünyadaki etkenlerin zorunlu yönlendirmesine tabidirler. Aklî olgunluğundan dolayı özgürlük ve ihtiyara sahip olan ve iki yoldan birini seçemekte serbest olan tek varlık insandır.


"İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik."[7][7]


Hem doğru, hem yanlış her iki yol insanın önüne konmuş, eğer insan doğru yolu seçip sırat-ı müstakim yolunda haraket ederse Allah'ın özel inayet ve rahmetini kazanmış olur. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, dünyanın sadece Allah'ın yolunda yürümek için yaratıldığını ve Allah'ın da kendisine yardım ettiğini ve onu hidayete kavuşturduğunu (uğrumuzda Cihad edenleri kendi yolumuza hidayet ederiz. Allah iyilik edenlerle birliktedir),[8][8] kalbinin nur ile dolduğunu ve güçlendiğini farkeder. Yolu için gerekli sebep ve vesileleri Allah'ın hazırladığını ve kendine onun rızık verdiğini* idrak etmiş olur. Ve nitekim öyle bir makama ulaşır ki, kendi Allah'ıyla muamelede bulunur. Çünkü ne kadar ihlasla amel etse Allah'ın lütfunun daha da çoğaldığını görür. İşte böyle bir durumda olan bir kul, rıza ve teslim makamına varmış olur.


"Malİk-İ Yevmİddİn"


İlmihal kitaplarında da okumuş olduğunuz gibi bu ayet namazda iki şekil okunabilir: Malik-i yevm-iddin ve ya Melik-i yevm-id din. Ayetin bu iki şekilde okunması, iki değişik mana ifade eder mi?


Günlük konuşmalarda "Melik" ve "Malik" kelimelerinin herbiri farklı manalar ifade eder, birincisi siyasî ve ikincisi ise iktisadî bir deyimdir. Melik kelimesi kullanıldığında, daha üst yetkiye sahip olan birinin varlığı, onun tebdir ve siyaset hakkına sahip olduğu anlaşılır. Malik dendiğinde ise, bir kimsenin, bir şeye sahip olduğu ve onu kullanabileceği anlaşılır.


Ama, her iki yerde de bu kavramlar (Objektif) bir gerçeği ifade etmezler ve insanlar arasında bir nevi sözleşme sonucu oluşan göreli manalarda, kullanılırlar. Yani, filan şahıs bu evin sahibidir dendiğinde, o evin şimdilik bu şahsa ait olduğuna dair bir sözleşmenin olduğu anlaşılır. Filan adam filan bölgenin melikidir dendiğinde de bir toplumsal sözleşme sonucu o şahsın bu mevkiye getirildiği anlaşılır. Ve bu yüzden de eğer bu sözleşmeler değişirse artık o kavramlar da yok olur. Yani, o evin malikinin veya o bölgenin melikinin bir anda değişip başka şahıslarla aktarılması düşünülebilir.


Bu gibi yerlerde kullanılan "Melik" ve "Malik" kelimeleri tamamen farklı manalar ifade etmektedirler. Yani "Melik", "Malik"in işlerini ve "Malik" de "Melik"in işlerini yapamaz. "Malik", mülkiyetle bağlantılıdır; "Melik" ise saltanatla.


Ancak bazı yerlerde bu kavramlar hakiki bir ilişkiyi ortaya koyarlar. Mesela; biri, "ben bedenimin güçlerinin malikiyim" dediğinde bunun manası "ben vücüdumdan yararlanabilirim ve buna hakkım var" demektir. Yani vücudumda öyle bir güç var ki dilediğimde ondan yararlanıp, örneğin konuşabilirim ve dilediğimde ise bu gücü kullanmam. İşte bu tür yerlerde gördüğünüz gibi "Melik" ile "Malik" kullanıldığı yer açısından aynı manayı ifade ederler. Yani, biz hem vücudumuzun sahibiyiz ve hem de ona egemeniz diyebiliriz. Çünkü bu gibi ilişkileri ifade etmek için kullanılan malik (sahip) veya melik (egemen ve Sultan) olma kavramları objektif bir ilişkiyi ifade ederler. Bütün âlemi yaratan ve iradesi bütün aleme hakim olan Allah'ın hakkında da "Melik" ve "Malik" aynı manayı ifade eder. İşte böyle bir yerde "Malik" ile "Memluk" arasındaki ilişki hakiki bir ilişkidir. Mülkiyetin kıyamette kime ait olduğu hususunda Kur'an şöyle buyuruyor:


"O gün, saltanat ve tedbir kimindir, tek ve herşeye üstün olan Allah'ın."[9]9]


Bunun yanısıra başka bir ayet şöyle buyuruyor: "De ki, ey mülkün maliki (herşeyin sahibi) Allah'ım". Bu ayette kullanılan "lam" harfi, mülkiyet ve saltanatı ifade eder. Ayet şunu anlatmak istiyor ki "Malik kimdir?" sorusuna "Malik Allah'tır" cevabı verilir. Bundan anlaşılıyor ki, saltanat ve mülkiyet o kadar da birbirlerinden farklı şeyler değil ve bunların alanı da değişmez.


Allah sadece kıyametin mi malik ve melikidir? Dünyanın da maliki ve saltanat sahibi değil mi?


Allah, hem dünyanın ve hem de ahiretin gerçek malik ve melikidir. Ancak şu farkla ki insan, dünyada hakikatı göremediği için bir takım mecazî malik ve melikler görür. Kendisini veya başka birini eşyaların malik ve meliki bilir, işte bu yüzden de "ben bu evin sahibiyim" der. Ama âlemin hakikatlarının üzerindeki perdeler kalktığında ve insan, âleme gerçekçi bir gözle baktığında, önce malik ve melik bildiği şahısların gerçek malik ve melik olmadığını ve âlemdeki hakiki malik ve melikin Allah olduğunu anlayacaktır.


"Şüphesiz gözündeki perdeleri kaldırdık, bu gün gözün apaçık görmektedir."


Aşağıdaki rivayet de bu husustadır:


Cabir, İmam Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet etmiştir: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: Hem dünya hem de ahiret tümüyle Allah'a mahsustur. Ey Cabir, kıyamet gününde hakimler helak olacak, Allah'tan başka hiçbir hakim kalmayacak.


"İyyake Na'budu ve İyyake Nestaİn"


"Allah'ım, ancak ve ancak sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz."


İnsan bazen, tevhidi, İslamî meselelerden sadece biri ve tevhidin yanısıra da binlerce İslamî meselenin var olduğunu düşünür; ama, biraz daha derinden baktığında, İslam'ın bütünüyle tevhid olduğunu anlar. Yani, gerek temel inançlar hakkındaki, gerek ahlak ve terbiye hususundaki hükümler ve gerekse günlük muamelelere bağlı hükümlerin tümü tevhiddir.


Mantık ilminde "tahlil" ve "terkib" diye iki ıstılah var. Mantıkda düşünme hakkında kullanılan bu iki ıstılah tabii ilimlerden alınmış kelimelerdir. Bunlardan kastedilen de şudur: Madde aleminde tecziye ve terkib (bölüp birleştirme) mevcut olduğu gibi fikir ve düşüncede de tecziye ve terkib mevcuttur. Yani, âlemdeki mevcut mürekkeblerin ilk unsurlara bölünüp ve bu unsurlar birleştiği takdirde de yeniden mürekkebin oluşması gibi düşünceler de böyledir. Filozoflar, insanın fikir ve düşüncelerinin tümünün, çelişiksizlik kuralına dayalı olduğunu, yani, tahlil ve tecziye edildiği takdirde kesinlikle bu kurala döneceğini söylüyorlar.


İslam'da da böyle bir kural mevcuttur, o da tevhid kuralıdır. Yani, İslamî temellerin tümünü tahlil ettiğimizde, onların tevhide dayalı olduğunu görürüz.


Usul-u dinden ikisi olan nübüvvet ve meadı veya imamet inancını tahlil ettiğimizde tevhidi görürüz. Aynı şekilde İslam'ın ahlakî düsturlarını veya içtimaî hükümlerini incelediğimizde onların da tevhidi ifade etttiğini görürüz.


Bu hususta bu kadarla yetiniyor ve ayrıntılı incelemeyi başka bir yere bırakıyoruz. el-Mizan tefsirinin bir çok yerinde bu konu ele alınmış ve açıklığa kavuşturulmuştur.




"NAZARİ VE AMELİ TEVHİD"



İslam'da tevhid inancı nazarî ve amelî diye iki boyuta sahiptir. Nazarî tevhid, fikir ve düşünce âlemine aittir. Yani, Allah'ın tek olduğuna inanmak ve O'nu böyle tanımak. Amelî tevhid ise, insanın kendi amelini tek eksene dayalı olarak yerine getirmesidir. Başka bir deyişle; nazarî tevhid, yani Allah'ın tek olduğuna inanmak ve ameli tevhid ise insanın amelde tek eksene dayalı hareket etmesidir.


Şu noktayı hatırlatmak istiyorum ki, Fatiha suresinin ilk ayetinden bu ayete kadar sadece nazarî tevhid ele alınmıştır. Amelî tevhid ise bu ayetten itibaren başlıyor. İşte burada insan, bu küçük surenin eşsiz azametini anlar ve Kur'an'ı Kerim'in mucizeliğinin apaydın bir örneğini bu küçük surede bulabilir. Gerçekten de insan hayretini gizleyemiyor; nasıl olur da okuma yazmadan, ilim ve kültürden haberdar olmayan bir bölgede yaşayan, ders okumamış biri, mefhum ve derinlik açısından en büyük ilahi filozofları düşünce âlemine daldıran ve de tatlılık ve akıcılık açısından insanın asla doyamayacağı böyle güzel sözler söyleyebilir. İşte bu Kur'an'ın mücize olduğunun delilidir.


Yani, Fatiha suresinin ilk ayetinden üçüncü ayetine kadar kullanılan kelime ve cümleler, Allah'ı tanımak hakkındaki önemli nazari konuları içermektedir.


Mesela: O, Allah'tır, Rahman'dır, Rahim'dir, Rabb-ul âlemin'dir ve O, kıyamet gününün sahibidir. Ayrıca O, mutlak hamdedilen bir zattır; yani bütün hamd ve şükürler O'na mahsustur.


Gerçekten de ilahiyatın tümü bu bir kaç kelimeye sığdırılmış, ilahi konuların en önemlileri bu birkaç kelimeyle açıklanmıştır.


İslam alimleri ve filozofları, bundan şu gerçeğe varmışlardır: Kur'an'ı Kerim bu konuları ele almasıyla, bu hakikatler hakkında derinden düşünmeye davet etmiştir. Kur'an, bu konulara değinmekle, bunları sadece dil ile söylememizi değil, gerçekten bunlar hakkında düşünmemizi ve bu hakikatleri idrak etmemizi istemiştir.


Namazda Allah'ı bu sıfatlarla anan kimse, hakikatte Allah'ı bu isim ve sıfatlarla tanıdığını iddia etmiş bulunmaktadır.


O'nun "Allah" olduğunu tanımak, âlemdeki varlıkların fıtrî olarak O'na yönelip O'nu kamil ve ibadete lâyık bir zat bilmeleri anlamınadır. Başka bir deyişle, hiç bir eksikliği, yokluğu ve ihtiyacı olmayan mutlak kamil olan bir varlığı tanımak ve bunu itiraf etmek demektir. Mutlak kamil olduğu için de herşey ondan kaynaklanmış, ona yönelmiş ve ona dönecektir.


Gerçekten de insanın (önce de değindiğimiz gibi) Allah'ın Rahman olduğunu bilmesi için çok zarif ve dakik bir düşünceye sahip olması gerekir. Allah'ın "rahman"iyetini bilmek, varlıkların her zerresinin Allah'ın rahmaniyeti ile dolup taştığını idrak etmek demektir. O'ndan kaynaklanan her şeyin hayır ve rahmet olduğunu anlamaktır. Her varlık varlık olduğundan ve Allah'ın zatına isnat edildiğinden her şeyiyle hayır ve rahmettir. Kötülük ve bela ise eşyaların hakiki boyutlarından değil, izafî ve nisbî (itibarî) boyutlarındandır.[10][10]


Bir kulun Allah'ı rahim olarak tanıması, sadece Allah'ın tecelligâhı olan varlık aleminin ve her şeyin O'ndan kaynaklandığının değil, her şeyin Allah'a dönecek olmasının da büsbütün hayır ve rahmet olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Yani, bütün varlıkların rahmetten kaynaklandığını ve yeniden rahmete döneceğini iddia etmek demektir.


Bu da rahmetin, gazap ve beladan önce olduğu anlamınadır. Başka bir deyişle, azap ve gazap da gerçek bir şekilde tanınırsa, onlarında gazap kalıbında rahmet olduğu anlaşılır.


Ayrı bir ibaretle: Allah-u Teala "Cemal" ve "Celal" diye iki çeşit sıfata sahiptir. "Cemal" sıfatlarına; ilim, kudret, hayat, cömertlik ve rahmet sıfatlarını, "Celal" sıfatlarına ise kuddus, cabbar ve muntakim (intikam alıcı) gibi sıfatları örnek olarak gösterebiliriz.


Allah-u Teala kendi zatında ikiliğe sahip değil. Yani, zatının yarısı rahmet, hayır, cömertlik ve rububiyet, diğer yarısı ise kudsiyet, cabbariyet ve intikam alıcılık şeklinde değildir. Yine Allah-u Teala hayır, cömertlik ve rahmete sahip olması açısından cabbar ve muntakimdir denemez; yani, Allah böyle değildir. Allah'ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir.


Hikmet ve marifet ehli bu hususta çok iyi ve derin tahkikler yapmışlardır. Bunlar, insanî düşüncenin en değerli ürünleridir. Yılmak-yorulmak bilmeyen çok güçlü bir zihine, azim ve iradeye sahip olan kimseler bu hakikatlerin derinliklerine vakıf olabilmişler ancak.


Evet; Allah'ın isimleri ve sıfatları arasında bir nevi öncelik ve sonralık hüküm sürmektedir. Yani Allah'ın bazı isim ve sıfatları diğer bazılarından meydana gelmiştir. Cemal sıfatlarının tümü celal sıfatlarından önce gelir. Celal sıfatları, cemal sıfatlarından türemiştir. Cabbariyet ve intikamı her şeyden önce gelen tanrı, yahudilerin uydurduğu "Yahova" tanrısıdır; alemin gerçek yaratıcısı olan ve Kur'an'ın tanıttığı Allah değil.


Kur'an'daki "Bismillah"ın neden Cabbar ve Muntakim sıfatıyla değil de Rahman ve Rahim sıfatıyla birlikte kullanıldığını böylece daha iyi anlayabiliriz. Çünkü Kur'an açısından evren Rahman ve Rahim olan Allah'ın mazharıdır. Hatta cabbarlık ve intikam alıcılık sıfatı bile bir açıdan Allah'ın rahmanlık ve rahimliğini ortaya koyar.


Tabii ki, Rahimlikten kaynaklanan rahmet yani, varlıkların Hakk'a doğru döndüklerinde meşmul oldukları rahmet, ilk derecede iman ehline nasib olacaktır. Yani, ancak bunlara iletilen herşey zahir ve batında rahmettir; hem de mutlak rahmettir, nisbî rahmet değil.


Rahman ile rahim arasındaki fark şudur: Rahman dünya ile ilgilidir; rahim ise ahiret ile ilgilidir. Başka bir ifadeyle rahman, hem kafir ve hem mümin bütün insanlar için geçerlidir, rahim ise sadece müminler hakkındadır. Rahman ile rahim arasında söylenen bu farktan maksad da önce açıkladığımız manayla aynıdır.


Dünyanın; rahmeti, Rahman'dan alması, ahiretin ise rahmeti, Rahim'den alması veya birinin, rahmeti, kafir ile mümin arasında ortak olan bir rahmetten alması; diğerinin ise rahmeti, müminlere ait olan özel rahmetten alması, karara bağlı bir farklılık değildir.


Bu gibi farazi bölmeler, varlık âlemi hakkında geçerli değildir. Varlık âlemi rahmet açısından şöyle bölünebilir: Âlemin "gelişi" ve "dönüşü". Âlemin "O'ndan kaynaklanması" ve "O'na dönmesi". Allah Rahman'dır, yani dünya "O'ndan kaynaklanmıştır." Neticede bu dünya O'nun rahmetinin mazharı ve tecelligâhıdır. Allah Rahim'dir, yani âlemin "dönüşü" ve "O'na doğrudur." Ve bu dönüş onun rahmetinin diğer bir mazharıdır. Hatta Allah'ın cabbarlığının ve intikamının mazharı olan cehenem ve ilahi azap da Allah'ın rahimliğinden kaynaklanır. Burada bundan fazla açıklama yapamayacağız.


"O, din gününün ve kıyamet gününün sahibidir". Burada başka bir tanıma ve marifet de sözkonusudur.


Bu ayeti okurken insan, dünyanın sonunun nasıl olacağını bildiğini ifade eder. Yani hesap gününün olacağını ve böyle bir günde hiçbir sebep ve vesilenin bir gerçeklik taşımadığının ve asıl "Melik" ve "Malik"in Allah olduğunun ortaya çıkacağını bilmesi demektir.


Bunların tümü ve önceki tefsirlerimiz nazarî tevhid hakkındadır. Yani, insanın taşıması gereken bilinç ve inançlar aşamasındaki tevhid hususundadır ve bu bilinci kazanmak da çok gerekli ve zaruri bir şeydir. Hiç kimse, "bu merhale zihnî bir merhaledir ve bir zarureti yoktur" diyemez. Kesinlikle bu söylenemez. İslam'da bilinç ve marifetin kendisinin de asaleti vardır. Bu merhale olmadıkça insan amelde ilerleyemez.


Bu merhale yeterli midir acaba? Yani, insan sadece Allah'ı tanımakla ve tevhidi bilince sahip olmakla muvahhid sayılır mı?


Hayır; bu tanıma ve bilinç sadece amelî tevhidin mukaddimesidir. Yani amelî tevhid merhalesine ulaşmak için tanımak ve anlamak gerekir.


"Ancak ve ancak sana ibadet ederiz" dediğimizde amelî tevhide başlamış oluyoruz. Böylece hayatımızda tek bir eksen tanıdığımızı olduğumuzu duyurmak istiyoruz.


İBADET KELİMESİNİn KÖKÜ


Bir şeyin, sınırını aşmayacak, direnmeyecek ve baş kaldırmayacak kadar ram, yumuşak ve itaatkâr olmasına Arapçada "taabbüd" denir.


Çok önceleri yollar, bu günkü gibi yol yapmada kullanılan aletlerle değil, herhangi bir yerden çok gidip gelmekle ve yürümekle yol şeklini alıyordu. İşte bu yüzden de yani hol olarak kullanılan bir yerde bulunan çakıl ve dikenler ilk günler gidip gelmeye engel oluyordu. Ama gidiş gelişin yoğunlaşmasıyla o yerde bununan çakıllar, insanların gidip gelmesi karşısında dayanamıyor ve eziliyorlardı. Böylece de ezildikleri ve yumuşadıkları için insanların ve hayvanların ayağını incitmiyordu. Oysaki fazla gidip gelmekle yol şeklini almayan diğer yerlerin çakılları ayaklar altında ezilmemişti. İşte bu yüzden araplar, çakılları ezilmiş yola "taabbüt etmiş yol" derlerdi.[11][11]


Hiçbir şekilde günah işlemeyen, ram ve teslim olan ve itaat eden bir insana "abd" ve "muabbid" denir. Böyle olmak, ram ve itaatkâr olmak, bir zerre bile masiyet etmemek demektir. İnsan ancak ve ancak Allah'ına karşı böyle olmalıdır. Allah'ın abdi (kulu) olmak, Allah'ın zatı ve emirleri karşısında böyle bir teslimiyete sahip olmak demektir. Abd (kul) olmak ve ibadette tevhid, Allah'tan başka hiçbir varlığın karşısında ve Allah'ın emirlerinden başka emirler karşısında bu duruma düşmemek hatta Allah'a karşı çıkan emir sahiplerine baş kaldırmak anlamına gelir.


İnsan, birbirinin zıddı olan bu iki duruma daima sahip olmalıdır: Allah'ın karşısında tamamen teslim olmalı, Allah'tan başkasına karşı ise tamamen isyan etmeli. "Allah'ım ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesinin manası da işte budur.


Şuna da dikkat etmek gerekir ki; Allah'ın baba, anne ve bütün şartlara sahip imam ve öndere vb. itaat etmeği emrettiği kimselere itaat, hakikatta Allah'a itaat etmektir. Çünkü Allah emrettiği için onlara itaat ediyoruz ve kökü bu temele dayanan her itaat gerçekte, Allah'a ibadet etmek demektir. Allah'ın emirleri karşısında başkalarına yapılan bir itaat ise şirktir.


ŞİRK VE TEVHİD


Kur'an-ı Mecid'de "Şirk"e muhtelif örnekler verilmiştir. Bunların bazılarına değinerek amelî tevhidin manasını Kur'an'da yeraldığı şekilde, aydınlatmaya çalışacağız:


1- "Gördün mü dileğini mâbut yapanı?"[12][12]


Bu ayet, şehvetperest olan insanı müşrik olarak tanımlıyor. Mesnevi şöyle diyor:


Nefsinizin putu putların anasıdır


Çünkü o put yılan, buysa ejderhadır


Demirdir, taştır nefs, kötülükler putudur


Kötülüklerse su ile huzur bulur


Taş ve demir su üstünde durur mu?


Varken bu ikisi, insan güvencede olur mu?


"Allah'ım sadece sana kulluk ederiz" demekle, Allah'tan başkasının mabudluğunu reddederek, sadece Allah'ın emirlerine teslim olduğumuzu ve kendi meyil, istek, heves ve şehvetlerimizi ayaklarımız altına aldığımızı iddia etmiş oluyoruz.


2- Kur'an-ı Kerim'de, yahudiler ve hıristiyanlar kınanarak şöyle deniliyor:


"Allah'ı bırakıp bilginleriyle rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih'i rab edinmişlerdir."[13][13]


Yahudiler ve hıristiyanların kendi alim ve rahiblerine, putperestlerin putlara ibadet ettikleri gibi ibadet etmediklerini hepimiz biliyoruz. Yani, mesela, onlara secde etmiyorlardı; sadece Allah tarafından izin gelmeden onlara teslim olmuş ve onlara itaat ediyorlardı; hakikatta onların meyillerine ve nefsanî isteklerine itaat ediyorlardı. Onların meyil ve nefsanî isteklerine uyarak dedikleri herşeyi kabul ediyorlardı. Böylece Allah, itaat etmenin Allah'a özgü haklardan olduğunu ve sadece Allah'ın emrettiği kimselere itaat edilebileceğini bildirerek, Allah emretmediği halde neden alim ve rahiplere itaat ediyorsunuz diye buyuruyor.


"Allah'ım sadece sana ibadet ederiz" demekle şunu ifade etmek istiyoruz ki, Allah'ım, din adamı, papaz veya herhangi bir adla hiç bir gruba ibadet etmeyeceğiz, körükörüne itaat etmeyeceğiz. Senin "itaat edin" dediğin kimselere itaat edeceğiz, emretmediğin kimselere değil.


Eğer Resulullah'a (s.a.a) itaat ediyorsak, bu, senin emrettiğin ve onun emirlerini farz kıldığın içindir.


Eğer Masum İmamlar'a ulul emr (emir sahipleri) diye itaat ediyorsak, bu, senin emrin içindir. Eğer bütün şartlara sahip olan alim, takvalı, adil ve bilinçli müctehidlerin emirlerine itaat ediyorsak, bu da emirlerine uymamızı senin farz kıldığın Peygamber ve İmamlar'ın bizlere verdiği emirlerden dolayıdır.


3- "De ki: Ey kitab ehli, gelin aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah'a kulluk edelim, ona hiçbir şeyi eş ve ortak etmeyelim, Allah'ı bırakıp birbirimizi tanrı edinmeyelim."[14]14]


Resulullah (s.a.a) bu ayeti hicretin beşinci veya altıncı yılında bir genelge olarak dünya devletlerinin yöneticilerine gönderdi.


Bu da Kur'an'daki amelî tevhidin bir başka örneğidir. Kur'an diyor ki, hiç bir insan başka bir insanı rab edinmesin ve hiç bir insan da başkasını kendine kul etmeye kalkışmasın. O halde, "Sadece sana kulluk ederiz"in anlamı şudur: Allah'ım sadece seni rab edinip emirlerine itaat ederiz. Hiçbir toplumsal veya ferdi mabudumuz yoktur. Hiçbir insana ve hiçbir insanın emrine, senin ve senin emirlerine rağmen itaat etmeyiz.


4- "Ey Musa Firavun'a de ki acaba, İsrail oğulları'nı kendine kul edindiğinimi bir nimet olarak başıma kalkıyorsun."[15]15]


Musa b. İmran Firavun'la karşılaşıp onu Allah'ın yoluna davet ettiğinde, Firavun sinirli bir şekilde şöyle dedi: Evimizde kalan, ellerimizde büyüyen ve o kıbtiyi öldürmekle çirkin bir iş yapan, büyük bir suç işleyen sen değil miydin? Musa şöyle cevap verdi: İsrailoğulları'nı kendine kul etmenimi başıma kalkıyor ve İsrailoğulları'nı kendine kul etmenin karşısında susmamı mı bekliyorsun?


Gördüğünüz gibi Hz. Musa (a.s), Firavun'un tavırını, yani tahakkum ve zulümü "kul etmek" diye tanımlıyor. Oysa İsrailoğulları kesinlikle Firavun'a secde etmiyorlardı. Firavun onları aşağılamış, itaat etmeye mecbur etmişti. Onları çalışmaya zorluyarak onlardan yararlanıyordu. Onların özgürlüklerini ellerinden almıştı. Onlar amelen Firavun'a karşı ram ve itaatkâr olmuşlardı. Bu açıklamaya göre "Ancak ve ancak sana ibadet ederiz" ayeti şu anlama gelir: Allah'ım başkalarına kul olmayacağız, aşağılanmayacağız, kimseye zorla da olsa itaat etmeyeceğiz, başkalarının bize tahakkum etmesine fırsat vermeyeceğiz, kimsenin ihtiyar hakkımızı almasına ve özgürlüğümüzü kısıtlamasına veya görmezlikten gelmesine izin vermeyecek ve teslim olmayacağız.


Kur'an'da zikredilen bu örnekler, amelî tevhidin manasını aydınlatmaktadır. İslam alimleri amelî tevhidi, ibadette tevhid diye tanımlamaktadırlar. Bundan ise pratikte gerçekleşen tevhid kastedilmektedir. Böylece insanın varlığının hakikatı da tek ve tek mihverli olur.


Bir Müslümanın sadece fikir ve düşünce aleminde muvahhid olması, Allah'ın zatî, sıfatî ve ef'alî tevhidini bilmesi ve bunlara inanması yeterli değildir. Böyle birine "Allah'ı tanımak hakkında sohbet et" diye önerildiğinde, altı ay boyunca bu hususta konuşma yapabilir belkide; fakat böyle biri tevhidin ancak yarısına sahiptir. Diğer yarısı da hayatını tek bir mihver üzerine kurmakla gerçekleşir. Bir insan ancak, Allah'ı ve sıfatlarını tanıyıp itaat ve teslim hususunda da Allah'a yöneldiğine ona kul olduğu zaman muvahhid olabilir.


Önceden de değindiğimiz gibi, ancak yukarda açıklanan bu kavramlara dikkat ettiğimizde, Fatiha suresinin ne kadar azametli olduğunu anlayabiliriz. Ömrü boyunca asla ders okumamış birinin, getirmiş olduğu kitabın ilk suresinde bütün mektebini küçük bir bölüme sığdırması, nazari tevhidi kısa bir cümlede hem de böyle bir yücelik ve azametle beyan etmesi ve amelî tevhidi ise "Ancak ve ancak sana kulluk ederiz" gibi kısa bir cümleyle açıklaması gerçekten de her akıl sahibini hayrete düşürmektedir.


İBADETTE sInIr


Arap edebiyatı açısından "ancak sana ibadet ederiz" cümlesindeki "sana" zamiri, "ibadet ederiz" fiilinin tümlecidir. Arap edebiyatı kurallarına göre "sana" zamirinin "ibadet ederiz" fiilinden sonra söylenmesi gerekirdi. Zamirin fiilden sonra zikredildiğini farz etmiş olursak cümlenin manası şöyle olur "Allah'ım; sana kulluk ederiz".


Ancak, Arap edebiyatçıları şöyle diyorlar: Sonra söylenmesi gereken bir şeyin öne geçirilmesi "sınırlamayı" ifade eder. Bu kural sadece Arapça’ya mahsus değil, Farsça’da da böyledir. Zamir fiilden öne geçirildiği için ayetin manası şöyle olur: Allah'ım; ancak sana kulluk ederiz, senden başka kimseye itaat etmeyiz. Ve "itaat edin" demediğin kimselere boyun eğmeyiz, itaat etmeyiz. O halde, "Allah'ım; ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesi iki cümle yerine kullanılmıştır: "İsbat cümlesi:" Allah'ın karşısında teslimiz, "Nefy cümlesi:" Allah'tan başkasının karşısında asla teslim olmayız.


Tevhid şiarından anlaşılan iman ve küfür böylece bu cümleye sığdırılmış bulunmaktadır. "Lailahe-illallah" diyen bir Müslüman aynı anda iki şeyi ifade eder: Allah'a iman, Allah'tan başka bir ilahı inkar.


Ayet-el Kürsi'de şöyle okuyoruz:


"Dinde zor yok. Gerçekten de doğru yolla azgınlık apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa şüphe yok, öyle sağlam bir kulpa yapışmıştır ki hiç kopmaz o. Ve Allah her şeyi duyar, bilir." 16]


İslam açısından iman, küfür olmaksızın gerçekleşemez. İmanın kamil olması için bir insan daima Allah'a teslim olmanın yanında her çeşit tuğyanı ve tağuta boyun eğmeyi de inkar etmelidir.


ÇOĞUL ZAMİRİ:


Amelî tevhid ve insanın amelde muvahhid olması merhalesinde çok önemli bir nokta vardır o da "ibadet ederiz" fiilin de tekil yerine çoğul zamirinin kullanılmasıdır. Yani, "Allah'ım, sadece sana kulluk ederim" yerine "Allah'ım, sadece sana kulluk ederiz" cümlesi kullanılmıştır. Bunun hikmetini şöyle açılayabiliriz: İnsanın, Allah'tan gaflet ederek değil de Allah'ı tanıyarak ve O'na teveccüh ederek insan olabileceği ve sadece düşünceyle değil, amel ederek, faaliyet göstererek insan olabileceği gibi, aynı şekilde içtimaî amel ederek, tevhidî bir toplumla beraber hareket ederek olgunlaşır ve insan olur; tevhid kafilesinden ayrı hareket etmekle hiçbir yere varamaz. İnsan; fikrî, ilahî, amelî ve içtimaî bir varlıktır. Düşünmeyen, Allah'ı ve dini tanımayan bir insan, hakiki bir insan değildir. Allah'tan kopan, O'ndan gafil olan bir insan, gerçek bir insan olamaz. İlahî düşünceye sahip olup da amel etmeyen bir insan da hakiki bir insan değil, eksik bir insandır. Yine, ilahi düşünceye sahip olup amel eden, ama tevhidi toplumdan kopan insan da eksik bir insandır. O halde; hakikatte, "Ancak ve ancak sana kulluk ederiz" cümlesinin manası şudur: "Allah'ım, biz tevhidî bir toplumda beraberce, toplu olarak sana doğru hareket ediyor ve hep beraber senin emirlerine itaat ediyoruz."


"Sadece senden yardım dileriz"; Senden başkasına el açmaz, yardım istemeyiz.


Bu cümle yardım dileme hususunda tevhidi ifade eder. Yardım dilemede tevhid, sadece Allah'tan yardım dilemek, sadece Allah'a el açmak ve sadece O'na itimat etmek demektir. Burada bir soru söz konusudur. Ve bu soru iki şekilde yöneltilebilir. Birinci şeklinde yardım dileme hususu nazara alınıp "Neden hiç kimseden yardım istememek gerekir?" sorulabilir.


Eğitim, öğretim ve ahlak bilginleri diyorlar ki, insan kendine itimat etmelidir. İnsanın başkasına itimat etmesi, başkasından yardım istemesi, onun başkasına dayalı ve güçsüz bir varlık olduğunu gösterir. İnsanın kendisine itimat etmesi ise insanın güç ve kudretini uyandırır ve canlandırır.


Bu kural gereğince insan kendisine itimat etmelidir; ne Allah'a ve ne de başka birine itimat etmemelidir. Bu nedenle bazı pozitivist bilginler, Allah'a itimat etmek ve insanın kendisine güvenmesini nefyetmek olan "tevekkül" konusunu anlamakta zorluk çekip tevekkülü reddetmeğe kalkışmışlardır. Bu sorunun cevabını vermeden önce ikinci soruyu da nakledelim ve bunun ahlak dışı bir şey olduğunu söylüyorlar.


İkinci şeklinde ise soru şöyle yöneltilebilir: Neden Allah'tan başkasından yardım dilememek gerekir? "Allah'tan başkasına ibadet etmemek gerekir" sözü mantıklı bir sözdür; ancak "Allah'tan başkasından yardım istememek gerekir" sözünün mantıkî yönü nedir? Allah, bu alemi sebep ve sonuç alemi olarak yaratmıştır. Biz insanları da, başka insanlara veya başka eşyalara muhtaç kılmıştır. Biz de yaşantımızdaki ihtiyaçlarımızı gidermek için diğer insanlardan veya eşyalardan yardım istemek zorundayız.


Bu soruların cevabında şöyle diyebiliriz: Bu ayetin anlatmak istediği şey bu değil. Yani, başkasından yardım istemek veya başkasına itimat etmek kötü bir şey değildir. Çünkü, Allah insanları birbirlerine muhtaç olarak yaratmıştır. Yani, insan toplumu öyle bir yapıya sahiptir ki, bu toplumun her bir ferdi başkasına muhtaçtır. İslamî tavsiyelerde daima yardımlaşma ve dayanışmaya dair verilen emirler de bu hakikati aydınlatmaktadır.


Kur'an'ı Kerim şöyle buyuruyor:


"İyilik ve takva üzerine birleşin, yardımlaşın"[17]


Ayette geçen yardımlaşma anlamında olan "Teavenu" kelimesi "Avn" kökünden türemiştir. Eğer Allah'tan başkasından yardım istemek hiç bir surette câiz olmasaydı, Allah yardımlaşmaya emretmezdi. Hatta bu ayet, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını ve bu yüzden de birbirleriyle yardımlaşmada bulunmaları gerektiğini bildirmektedir.


Biri, Hz. Ali'nin (a.s) yanında "Allah'ım beni kendi kullarına muhtaç etme" diye dua etti.


Hz. Emir-ul Müminin (a.s): "Bir daha böyle söyleme" buyurdu. Adam, "peki ne diyeyim" diyince Hz. Ali (a.s), "De ki, Allah'ım beni kötü kullarına muhtaç etme" buyurdu. Çünkü, önceki söz mümkün olmayan bir şeydir. Çünkü insan muhtaç olarak yaratılmıştır ve hayatını sürdürebilmesi için de başkalarından yardım alması gerekir. O halde, "Ancak Senden yardım dileriz" ayeti, insanın başkasından yardım dilememesi gerektiğini söylemek istemiyor. O halde, ayetin beyan etmek istediği şey nedir?


Ayet şunu demek istiyor: İnsanın asıl ve hakiki dayanağı Allah olmalı ve dünyada yardım dilediği herşeye vesile gözüyle bakmalıdır. İnsan, vücudundaki bilek gücünün, beyin gücünün ve diğer tüm güçlerin, Allah'ın yarattığı ve insanın ihtiyarında bıraktığını vesileler olduğunu bilmelidir. İşte bu yüzden de insan dünyada nice vesilelere itimat etmiş ve daha sonra beklediği yardımı onlarda bulamamıştır. Hatta bazen insan kendi güçlerine itimat eder, güvenir ama umduğunu onlarda da bulamaz. İnsanın, umduğunu bulabilmesi ve türlü endişeden kurtulabilmesi için itimat edeceği ve yaşamını ona göre ayarlayacağı tek dayanak Allah'tır.


Tarihte şöyle geçer: Resulullah (s.a.a) savaşların birinde ordudan ayrılarak ordugahın yakınlarındaki bir tepeye çıkıp uyudu. Tesadüfen çok şecaatli bir düşman askeri dolaşırken Resulullah'ı (s.a.a) görüp tanıdı, onu yalnız görüp öldürme fırsatını bulduğunu düşünerek çok sevindi.


Peygamber uykudayken onun başının ucuna dikilip bağırdı: "Muhammed, sen misin?" Peygamber ona bakarak "Evet, benim" buyurdu. Adam, "Şimdi seni kim benim elimden kurtarabilir?" dedi. Peygamber hiç tereddüt etmeden hemen "Allah kurtarır" dedi.


Bunu beklemeyen düşman askeri "Şimdi sana gösteririm" diyerek çok etkili bir darbe vurabilmek için bir adım arkaya atmak isterken aniden ayağı bir taşa takılıp sert bir şekilde yere düştü. Resulullah (s.a.a) hızla yerinden kalkıp onun başının üstünde durdu ve "Şimdi seni kim elimden kurtaracak" dedi. O da kurnazlık ederek, "Senin keremin" dedi. Böylece Resulullah (s.a.a) onu affetti.


Ayet, insan dünyada hiç bir vesileden yardım almasın, yardım istemesin demek istemiyor; ayetin anlatmak istediği şudur: İnsan başkasından yardım istese dahi sebepleri vareden Allah'ı unutmamalı, vesile ve sebeplerin O'nun elinde olduğuna inanmalıdır. Ayet bunu anlatmak istiyor:



"İHDİNAS SIRATAL mUSTAKİM ..."



(Allah'Im bİzİ doğru yola, hİdayet et)


"Sırat-ı mustakim'in" tamamen aydınlanması için birkaç konuya değinmek zorundayız:


1- Bütün varlıklar, varlık aleminin kesin kuralı gereğince gayri ihtiyarî ve tekvinî olarak Allah'a doğru hareket halindedirler.


"Bilin ki bütün işler Allah'a doğru hareket halindedirler."


"Şüphesiz ki Rabbinle son bulur herşey."


İnsan da bu varlıklardan ve mahlukattan biri olarak bu hükmün dahilindedir.


"Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın sonunda O'na vararaksın"[18][18]


2- Yollar arasında sadece bir yol doğru yoldur ve sadece bir yol saadet yoludur. Yani, insanın seçmesi gereken yol bu yoldur.


3- İnsanın seçtiği şey bir yol olduğu için belirlediği bir hedefe doğru giden bir hareketi seçmiş olur. Yani, kendi kemaline doğru hareket etmek ister. O halde, insan tekamüle varabilen bir varlıktır. "Bizi doğru yola hidayet et" ayetinin manası da şudur: Allah'ım, bizi doğru tekamül yoluna hidayet et.


4- Tekamül yolu; icad edilecek bir yol değil, keşfedilecek bir yoldur. Bu da egzistansiyalizm görüşüyle çelişmektedir. Egzistansiyalizm şu görüşü savunmaktadır: Hiç bir yol ve hiçbir hedef mevcut değildir; insan kendisi için hedef ve değer yaratır. Yol yaratır. Hedefi yaratan, yolu yaratan ve kemali yaratan insandır. Yani, kendi kemalinin kemalliğini ve kendi değerlerinin değerliliğini yaratan insanın kendisidir. Buna karşı Kur'an şu görüşe sahiptir: Hedef, yol, hedefin kemalliği ve değerlerin değerliliği varlık ve yaratılış aleminde mevcuttur. İnsan onları keşfetmeli, hedefi aramalı ve o yolu yürümelidir.


5- Doğru yol, başından beri yönü belirlenmiş olan bir yoldur. Fakat, eğri bir yol, kıvrım ve kesik kesik bir yol olup (sonunda insanı hedefe götüreceğini düşünsek bile) belirli bir yöne sahip değildir, çok yönlüdür ve çoğu kez veya daima yön değiştirmek gerekir. O halde, insanın takip ettiği kemale doğru giden yol, zıtlar arasından geçen, bir zıttan geçip diğer bir zıtla karşılaşan bir yol değil. Diyalektikler ise bunun aksini savunmaktalar.


6- Tekamül yolunun, icad edilecek bir yol olduğunu değil, keşfedilecek bir yol olduğunu söylemiştik. Bu yayaların gidip gelmesi sonucu oluşan ve insanın bu yolu yürümesi gereken mekani yollar gibi bir yol anlamına gelmez. Bunun manası şudur: İnsanın vücudunda gerçek kemala doğru uzanan bir yol vardır ve bu yol insanı Allah'a yaklaştırır. Yani, bir hurma çekirdeğinin bir hurma ağacı olmaya istidadı olduğu gibi insanda da gerçek kemala ulaşmak için fıtri bir istidat vardır.


7- İnsanda böyle bir fıtri istidadın olmasına rağmen tekamüle ulaşması için bir de kılavuz ve hidayetçiye ihtiyacı vardır. Çünkü insanın, kendi kemallerine ulaşmaları için tabii istidatları olan diğer varlıklarla temel bir farkı vardır. Diğer varlıkların tümünün yolları tabiatta belirlenmiştir ve her biri belirli bir yoldan dışarı çıkamazlar; ama bu insan için geçerli değildir. Bugünkü felsefi tabirle: "Her varlık tabiata sahiptir, ancak insan tabiattan yoksundur." Egzistansiyalistler bu hususta insanın mahiyetsiz ve tabiatsız bir varlık olduğunu savunmaktalar. Biz bu konuyu kendi yerinde bütün ayrıntılarıyla ele almış ve meselenin onların dediği şekilde olmadığını isbat etmişiz.


İnsan, zıt tabiatlara sahip olup kendi yolunu ulvi ve süflî (yüce ve alçak) tabiatlar arasından seçmesi gereken bir varlıktır. Diğer canlılar ise seçenek hakkına sahip değillerdir. At, koyun, kedi, köpek vb. hayvanların her biri bir takım içgüdülere sahip olarak yaratılmışlardır ve onların yolunu bu içgüdüler belirler. İşte bu yüzden de tarih boyunca onların her birinin kendilerine mahsus özelliklere sahip olduğunu ve hepsinin belirli bir şekilde hareket ettiğini; balarılarının veya karıncaların hepsinin yuva yapmada ve yiyecek bulmada birbirleriyle aynı olduklarını ve işlerinde hiç bir değişikliğin olmadığını görüyoruz.


Ancak, insan için böyle bir şey söz konusu değildir. İnsanın karşısında birbirinden farklı yüzlerce yol mevcuttur ve insan istediği herhangi bir yolu seçebilir. Allah-u Teala "Leyl" suresinde şöyle buyurmaktadır: "Siz insanoğullarının işleri ve çalışmaları farklı ve muhteliftir." Tabii ki bu da insanın zaafını değil, kemalini gösterir.


Şimdi bakalım acaba bu söz, insanın belli bir yönelişi olmayan bir varlık olmasını mı gerektirir?


Materyalistler özellikle de egzistansiyalistler böyle düşünmektedirler, ancak Kur'an bu görüşü reddedip şöyle diyor: İnsanda Allah'a doğru uzanan bir yol vardır, o da insanın kemali için belirlenen yoldur. İnsanın karşısında mesela bin yol varsa, bunlardan sadece biri doğru yoldur. Bu yol, insanı Allah'a götüren ve Allah ile sonuçlanan bir yoldur. İnsan, bu yollardan istediğini seçebilir. Seçtiği yol sırat-ı mustakim ise, bu doğrudur; aksi halde diğer yolların tümü yanlıştır.


Bir gün Resulullah (s.a.a) bir yerde oturmuş ve bir grup da etrafına toplanmıştı. Peygamber biri düz ve doğru, diğerleri ise eğri olan birçok çizgi yere çizdi. Daha sonra düz yolu göstererek, bu yol benim yolumdur, diğer yolların hiçbiri benim yolum değildir buyurdu. Bu meşhur hadis de bizim anlattığımız şeyi aydınlığa kavuşturmaktadır.


Kur'an'ı Kerim'de "karanlık" kelimesinin çoğul ve "nur" kelimesinin ise tekil olarak kullanılmasının da sebebi budur.


"Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan nura götürür."[19][19] Yanlış yollar çoktur, doğru ve hak yol ise sadece bir tanedir.


Bundan dolayı enbiyanın hidayet ve kılavuzluklarına muhtacız. Çünkü, insanı nihai kemale götüren doğru yol, peygamberlerin kılavuzluğu olmadan teşhis edilemez. Bu yolu bulmak için ilahi elçilerin hidayet ve kılavuzlukları şarttır.


Bu hususta el-Mizan tefsirinde çok önemli bir nokta zikredilmiştir: "Sebil" kelimesi Kur'an'da yol manasına kullanılmıştır, ama bu kelimeyle "sırat" kelimesi anlam bakımından farklıdır. Çünkü, "Sebil" kelimesi bazen çoğul olarak kullanılır, ama "Sırat" kelimesi daima tekil olarak kullanılmıştır. "Sebil", ana yol ile birleşen fer'i yollara denir. "Sırat" ise ana yol anlamınadır.


Bir yere gitmek için birden fazla ana yol olmayabilir, ama etraftan uzanarak ana yol ile birleşen birden fazla tali yol olabilir.


Biz insanlar aynen kemal yolunda hareket eden bir kervana benzemekteyiz; nihai kemala kavuşmak için ana yoldan geçmeliyiz. herbirimiz bir ferî yolda hareket edip kendimizi ana yola iletebiliriz. Eğer herkes, bulunduğu makam ve mevkisinde insanî, ahlakî ve şerî vazifesine amel ederse, başlangıçta yollar birbirleriyle farklı görünse bile hakikatte insanı asıl yola götürecek yolu seçmiş olur. Yani, biri doktor, biri işçi, başka biri tüccar vb. olabilir, ancak bunların her biri birer yoldur ve insan bu yolları katederek sırat-ı mustakime yaklaşabilir.



"SIratallezİne ..."


(Nİmet verdİklerİnİn yoluna, gazaba uğrayanlarIn ve sapIklarInkİne değİl)


İnsanlar, ubudiyet makamında ve yol seçimi hususunda üç kısımdır:


1- Bazı insanlar ubudiyet yolunda hareket eder, Allah'ın özel rahmetine kavuşurlar, sürekli olarak nimetlenir ve gayb aleminden bir elin uzanıp ellerinden tuttuklarını hissederler. (Bunu "Rahim" kelimesinin tefsirinde ele almıştık.) Bu insanlar Allah'a yakın kullardır. Bunlar ilk derecede enbiya, evliya ve daha sonra da tekamüle varmış olan insanlardır. İnsan, daima onları örnek edinip onları izlemelidir. İnsan işte bu yolu Allah'tan taleb eder.


2- Bazı insanlar da var ki birinci kısmın tam tersine Allah'a değil de başkasına ibadet eder ve Allah'a karşı da günah işlerler. Bunların amellerinin netice ve tesiri birbiri ardınca vücutlarında aşikâr olur ve aynen gayıptan uzanan bir el gibi daima bunları doğru yoldan uzaklaştırır. Bunlar, birinci grup gibi Allah'a doğru yükselip peş-peşe Allah'ın nimetlerine kavuşacaklarına Allah'ın gazabına uğrar ve tamamen kemal yolundan uzaklaşır, rezalet ve kötülüğün korkunç uçurumuna yuvarlanırlar. Böyle insanlar, insanlık yolunu yürümeleri gerekirken hayvanî yollarda yürürler. Bunlar, insanlıklarını kaybeden, ilerleyeceklerine gittikçe gerileyen insanlardır. Kur'an'ı Kerim bunların hakkında "Gazaba uğrayanlar" tabirini kullanmıştır.


3- Bazı insanlar da vardır ki ne birinci grup gibi ubudiyet yolunu seçerler, ne de ikinci grup gibi günah yolunu. Bunlar belirli bir yolu seçmiş değillerdir, hayret içinde bocalayan ve ne yapacaklarını bilmeyen insanlardır. Her an bir yolu seçip o doğrultuda hareket ederler ama bir yere varamazlar. Kur'an'ı Kerim bunlara ise "Sapıklar" diye hitap etmiştir.


"Allah'ım; bizi doğru yola hidayet et, evliyanın, doğru kişilerin ve dergahında hürmeti bulunan kimselerin yoluna. Sürekli olarak senin nimetlerinden nasiplerini alan kimselerin yoluna; insanlıklarını ve kendilerini unutup senin gazabına uğrayanların, ne yapacaklarını bilmeyen ve her an bir şekke giren insanların da yoluna değil."











[1]- Bu mesele hakkında Şiiler arasında görüş ittifakı var. Ama Ehl-i Sünnet arasında ise görüş ayrılığı var. Bazıları Şiilerle aynı görüşteyken, bazıları buna kesinlikle karşı ve diğer bazıları ise orta bir yol seçmişler.


İbn-i Abbas, İbn-i Mübarek, Asım, Kesaî, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, İbn-i Hüreyre, Atâ, Tavus ve İmam Fahr-ı Razi Tefsir-i Kebir'inde ve Celaleddin Suyuti de İtgan kitabında "Bismillah"ın Kur'an'ın cüzü olduğu görüşündeler ve bu husustaki rivayetlerin mütevatir olduğunu savunmaktalar.


Malik, Ebu Amr ve Yakub gibi bazıları Bismillah'ın Kur'an'ın cüzü olmadığını ve surelerin başlarında inmesinin nedeni de kutlu olması ve sureleri birbirinden ayırmasıdır.


Fakat Şafii ve Hamza'nın izleyicilerinden bazıları Bismillah'ın sadece Fatiha suresinin cüzü olduğuna inanmaktalar.


Bazıları Ahmet b. Hambel'in birinci görüşte olduğunu (Tefsir-i İbn-i Kesir, c:1, s:16) ve bazıları ise üçüncü görüşte olduğunu (Tefsir-i Alusi, c:1, s:39) söylemişler.


Sünnü fakihler arasında Bismillah'ın namazda okunması hakkında şu görüşler var:


1- Hanefi: İmam ve namazını tek olarak kılan Bismillah'ı sessiz bir şekilde okuyabilir. 2- Maliki: Farz namazlarda "Bismillah"ı okumak mekruhtur. 3- Şafii: Besmele Fatiha suresinin cüzüdür. Onu Fatiha'yla okumak farzdır. 4- Hambeli: Besmeleyi okumak sünnettir ancak Fatiha suresinin ayeti değildir. (el-Fıkhu ala-l Mezahib-ul Arbaa kitabından özetle naklen). Ancak şia Ehl-i Beyt'ten rivayet edilen hadislere ve de müslümanların siretine dayanarak besmelenin Kur'an'ın cüzü olduğuna ve onu okumanın da farz olduğuna fetva vermişler. Bu hadisleri bulmak için bkz. Furu-u Kafi, Kur'an okumak babı, s:86, İstibsar, Besmeleyi sesli okumak babı, c:1, s:311, Tehzib ul Ahkam, Namazın keyfiyeti ve sıfatı babı, s:152, Vesail-uş Şia, Besmele Fatiha'nın cüzüdür babı, c:1, s:352.



[2]- Rahman ile Rahim'in farkı İmam Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadiste şöyle belirtilmiştir: Allah, her şeyin ilahıdır. Bütün mahlukat için Rahman ve sadece müminler için Rahim'dir.


(Usul-u Kafi, Tavhid-i Saduk, Tefsir-i Ayyaşi)



[3]- İbadet eden kulların ibadet anlayışları Nehc-ül Belağa'da üçe bölünmüştür: Bazıları, Allah'ın nimetleri için O'na ibadet ederler. Onlar hakikatte tüccardırlar (ticaret yapıyorlar). Bazıları korktukları için O'na ibadet ederler; onlar hakikatte köledirler. Bazıları da şükür etmek amacıyla Allah'a ibadet ederler. İşte bunlar özgür ve hür insanlardır.



[4]- Sadi'nin Bostan'ı



[5] -İsra/18-19-20.



[6] -İsra/20.



[7]- İnsan/3.



[8] -Ankebut/69.



-Hiç ummadığı yerden rızkını verir.



[9- Mümin/16.



[10]- Daha ayrıntılı bilgi için şehid Murtaza Mutahhari'nin "Adl-i İlahi" kitabına bakınız.



[11]- Müfredat-ı Ragıb:



[12]- Furkan/43.



[13]- Tevbe/31.



[14]- Al-i İmran/64.



[15]- Şuara/22.



[16]- Bakara/256.



[17]- Maide/2.



[18]- İnşikak/6.



[19]- Bakara/257.

Hiç yorum yok: