FATİHA SURESİ VE TÜRKÇE NAMAZ..
Önsöz
FATİHA SURESİ
İndirilişi
Surenin Onemı
İstiaze.
Besmele.
Allah:
Er-Rahmanfr-Rahîm:
Surenin Meali 7
Surenin Açıklaması 8
1. Hamd, Âlemlerin Rabbi Olan Allah'adır. 8
Alemlerin Rabbi 8
2. O, Rahmanadır, Rahîm'dir. 11
3. O, Din Gününün Sahibidir. 11
4. (Rabbim), Yalnız Sana İbadet Eder, Yalnız Senden Yardım Dileriz. 12
5. Bizi Doğru Yola İlet. 13
6-7. Nimet Verdiğin Kimselerin Yoluna. Gazaba Uğrayanların Ve Sapmışların Yoluna Değil. 14
Allah'ın Nimet Vediği Kimseler 14
Gazaba Uğrayanlar Ve Sapmış Olanlar: 15
Yahudi Sapması 15
Hıristiyan Sapması 17
Dinden Sapma. 17
A. Allah İle Kul Arasında Aracılık: 17
B. Dinin Bölünmesi: 18
C. Müslümanlar Arası Bölünme Ve İhtilaf: 19
D. Cehalet 19
E. Taklit 19
Ruhçu Sapma. 20
Türkçe Namaz. 21
Kur'an Mealleri Ve Protestanlaşma İddiası 27
FATİHA SURESİ VE TÜRKÇE NAMAZ
Prof. Dr. M. Sait Şimşek
M. SAİT ŞİMŞEK 1951 yılında Mardin'de doğdu. 1968 yılında Diyarbakır İmam-Hatip Lisesini, 1973 yılında Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdi. 1977 yılında Konya Yüksek islam Enstitüsüne Arapça Araştırma Görevlisi olarak girdi.
1984 yılında Tefsir anabilim dalında Doktor, 1987 yılında aynı anabilim dalında Doçent, 1994 yılında da Profesör oldu. Halen Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.
Arapçadan birçok tercümesinin yanısıra değişik dergilerde makaleleri yayınlandı.
Eserleri:
1. Günümüz Tefsir Problemleri
2. Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele
3. Kur'an Kıssalarına Giriş
4. imam Malik (biyografi)
5. İbnu Teymiyye (biyografi)[1][1]
Önsöz
Fatiha, namazın her rekâtında tekrar edilen bir sûredir. Gerek bu önemi, gerek sûrenin faziletine dair rivayetler sebebiyle sadece Fatiha sûresini konu alan müstakil eserler yazılmıştır. Hatta sûreyi müstakil olarak ele almayan müfessirler de diğer sûrelere nazaran bu sûreye daha geniş y-er vermişlerdir.
Namaz kılan kişinin, namazda okunması zorunlu olan Fatiha sûresinin anlamını bilmesi gerektiğini şahsen çeşitli vesilelerle yıllardır gündeme getirmekteyim. Günde beş vakit namaz kılan bir kimsenin namazının her rekâtında tekrar ettiği Fatiha sûresinin anlamım bilmemesi gerçekten izahı mümkün olmayan bir durumdur. Bu nedenle sûrenin, halkın da rahatlıkla anlayabileceği bir tefsirini yazmayı düşünüyordum.
Geçen Ramazan ayında Türkçe namaz konusunun yoğun bir şekilde gündeme getirilmesi söz-konusu düşüncemi bir an önce eyleme sokmama neden oldu.
Çalışmamda akademik meselelere derinlemesine dalmadan herkesin anlayabileceği bir üs-
lûp ve dil kullanmaya gayret ettim. Ümit ederim bu çalışmamla 'anlayarak namaz kılma' işine bir katkıda bulunmuş olurum.
M. Sait Şimşek
6 Mart 1998 KONYA[2][2]
FATİHA SURESİ
İndirilişi
Fatiha sûresi Mekke'de bir bütün halinde indirilmiştir. Çünkü Mekke'de namaz farz kılınmıştır ve Fatiha'sız namazın olamayacağını Peygamber (s.a.v.) buyurmaktadır. Rivayetler de Mekke'de indirildiğini bildirmektedir. Medine'de indirildiğine dair bir rivayet varsa da, bu rivayet sahih değildir.
Bazı müfessirler Medine'de indirildiğini bildiren rivayeti gözönünde bulundurarak rivayetler arasında uzlaşma sağlansın diye bir kere Mekke'de, bir kere de Medine'de indirildiğini söylemektedirler. Başka bazı sûreler hakkında da bu tür iddialar ileri sürülmüştür. Tabi bu iddialar, konuyla ilgili rivayetleri uzlaştırma uğruna yapılmaktadır. Halbuki iki kere indirilmiş olsalardı, i-ki kere Mushafta yer almaları gerekirdi. Nitekim benzeri lafızlarla tekrar indirilmiş olan âyetler Mushafta tekraren yer almaktadırlar.
Hem bir sûrenin iki kere indirilmesinde ne gibi bir fazilet var ki?Kur'an'dan her indirilen, Allah tarafından Peygamber (s.a.v.)e ezberletiliyor bunun yanında kâtipler tarafından yazılıyordu da. Kur'an'm korunması, Allah'ın himayesine alınmış bir husustur- Eğer unutma sözkonusu değilse, tekrar indirilme ihtiyacı da yoktur demektir. Özellikle Fatiha sûresi namazın her rekâtında tekrar edildiğine göre diğer müslümanlar tarafından unutulması da sözkonusu değildir.
Bir sûrenin Mekke'de veya Medine'de indirildiğinin bilinmesi bazı açılardan önemlidir. Hatta Mekke veya Medine'de kaçıncı yılda ve hangi sûreden sonra indirildiğinin bilinmesinde de birtakım faydalar vardır. Bu durum:
a. Kur'an'm indiriliş kronolojisini ve müslü-manlarm Kur'an'a verdikleri önemi,
b. İslamm topluma kabul ettirilmesinde takip edilen aşamaları,
c. Müslüman toplumun eğitilme kadamele-rini gözler önüne serer.
Çünkü İslam evrensel bir dindir. Başka toplumlarda yayılması hatta daha önce müslüman olup İslâmdan uzaklaşmış ve tekrar İslama dönmek isteyen toplumlara yeniden hakim olması her zaman için sözkonusudur. İslamın ilk dönemde takip ettiği süreç, sonraki dönemler için de bir örnektir.
d. Ayrıca İslamm önceliklerini tespit etme bakımından da Mekke'de ve Medine'de indirilen sûreleri bilmenin yararı vardır. Örneğin Fatiha sûresinin, Mekke'de ilk dönemlerde indirilmiş olması, Fatiha sûresinde vurgulanan konuların önceliğine de işaret etmektedir. Bu sûrede en çok vurgulanan konu, tevhid akidesidir. Tevhid, dinde temel bir konudur ve diğer konulara önceliği vardır. Sûrede ayrıca Allah'ın rahmetinin kuşatı-cılığı, insanın bu dünya hayatında yaptıklarının karşılığını âhirette göreceği, sadece Allah'a kulluk edip yardımın sadece kendisinden isteneceği, doğru yola ulaştırması için Allah'a dua edilmesi ve hak yolunda olanlar örnek alınarak bu yoldan sapmış olanların peşinden gidilmemesi gerektiği konuları yer almaktadır. Sûrede yer alan bu konular önceliği olan konulardır. [3][3]
Surenin Önemi
Kaynağı itibariyle Kur*an'ın bir bölümü diğerinden üstün ya da faziletli değildir. Çünkü o-nun tamamı Allah kelamıdır. Ancak kimi zamanlarda ya da hayatımızın genelinde bir sûreye, diğer bir sûreden daha fazla ihtiyaç duyarız. Bazı sûreler diğer sûrelere nazaran hayatımızın daha önemli bir yönüne hitap ederler. Bu nedenle o sûreler bizim açımızdan daha önemli bir konuma otururlar. Bu duruma göre bir sûrenin fazileti, bizim ona duyduğumuz ihtiyaçla yani o sûrenin anlattıklarıyla ilgilidir. İşte bu sebeple bir sûre, başka sûrelere nazaran hayatımızın daha önemli bir yönüne hitap ediyor ve bize rehberliği daha fazla ise, o sûre daha faziletlidir demektir. Bu anlamıyla Fatiha sûresi, Kur'an'm en faziletli sûrelerin-dendir. Hatta en faziletlisidir, denilebilir. Namazın her rekâtında tekrar edilmesi, bu öneminden dolayıdır.
Hicr süresindeki: 'Yemin olsun ki biz sana tekrarlanan yedi ve bu büyük Kur'an'ı verdik"[4][4] ayetiyle bu sûreye işaret edilmektedir. Ayette Kur'an'la birlikte bu sûrenin ayrıca zikredilmesi, onun önemine işarettir.
Buhârî'nin naklettiği bir hadiste Fatiha sûresinden bahisle şöyle denilmektedir:
"Peygamber (s.a.v.), Ebu Said b. el-Mual-la'ya şöyle dedi: 'Sana öyle bir sûre öğreteceğim ki o, Kur'an'daki sûrelerin en büyüğüdür. Bu sûre, elhamdu lillahi Rabbi't-âlemin diye başlayan Fatiha süresidir. O, tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'dır." [5][5]
Yukarıda da değindiğimiz gibi sûrenin bu fazilet ve üstünlüğü, kaynağı itibariyle değil, anlattıkları ve bizim bu anlatılanlara duyduğumuz ihtiyaç ile hayatımızda bu anlatılanların rehberliğindeki önem itibariyledir. Nitekim müfessirler bu sûrenin, Kur'an'ın bir nevi özeti olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü sûre ilk âyetlerinde tevhid konusunun bir özetini, ardından gelen âyetlerde ibadeti ve son kısmında ise, iyilerle dinden sapmışları sözkonusu ederek bir bakıma Kur'an'daki kıssaların bir özetini vermektedir. Ancak buradaki özet sadece bir işaret anlamındadır. Yoksa, Kur'an'm diğer kısımları indirilmemiş olsaydı, bu özet yeterliydi anlamında değil.
Bu arada bazı tefsirlerde nakledilen ve Ha-san-ı Basrî'ye nisbet edilen bir rivayete değinmek istiyoruz. Sözkonusu rivayette Kur'an'm Fatiha sûresinde, Fatiha sûresinin Besmele'de, Besme-le'nin ise başındaki "bâ" harfinde özetlendiği anlatılmaktadır. Buna göre "bâ" harfi Kur'an'm özetinin özetinin özeti olmaktadır. Özellikle hurûfîli-ğe kaçan eserlerde buna benzer pek çok görüş vardır. Ne yazık ki bu tür esrarengizlikler bazen ciddî kitaplarda bile yer almaktadır. Böyle sözlerle Kur'an'ın övüldüğü ve dinin daha da kutsallaş-tınldığı zannedilmektedir. Yine buna benzer olarak bazı eserlerde "Kur'an'ın her bir kelimesinin hatta her bir harfinin yüzbinlerce anlam taşıdığı" iddia edilmektedir. Bu gibi iddiaları ileri sürenler bununla Kur'an'a hizmet ettiklerini ve Kur'an'ı övdüklerini zannederler. Oysa bu tür ifade ve iddiaların Kur'an'a hiçbir hizmeti yoktur, olsa olsa dini esrarengizliklere boğup hayattan uzaklaştırmaya hizmet ederler.
Din sadece entellektüellere değil, toplumun her kesimine hitap eder. Bu nedenle indirilmiş dinî metinler genellikle anlaşılır ve sade metinlerdir. Kur'an-ı Kerim de böyledir. Nitekim birçok âyette anlaşılarak öğüt alınması için kolaylaştırıldığı ifade edilmektedir. [6][6]
Bir rivayette Peygamber (s.a.v.) Fatiha sûresinin ikiye bölündüğünü; ilk bölümünde Allah'ın övüldüğünü, ikincisinde ise kulun Rabb'in-den isteklerinin sıralandığını ifade etmektedir. Bu ikinci bölümde kul Allah'a dua etmektedir. D-ua ise, müminin manevi silahıdır.
"De ki: Duanız olmazsa, Rabb'im size ne diye değer versin." [7][7]
Kur'an'ın başında yer alması sebebiyle "Fatiha" diye isimlendirilen sûrenin başka isimleri de vardır. Sözkonusu isimlerin tamamı sûrenin önemine işaret etmektedir. [8][8]
İstiaze
Şeytanın insanoğluna düşmanlığı, insanoğlunun yaratılmasıyla başlar. O, Hz. Adem'in yaratılışına ve insanın yeryüzünde halife oluşuna karşı çıkmış, Allah tarafından Hz. Adem'e secde etmesi emredildiği halde bu sebeple Adem'e secde etmemiştir. Bu olaydan sonra artık onun görevi insanları aldatmak, onları doğru yoldan saptırmaya çalışmaktır. Adem'e secde etmemesi üzerine Allah'ın rahmetinden koyulmuştur. Rahmetten kovulmasının gerçek nedeni kendisidir. Allah'ın emrine o muhalefet etmiştir. Ama o, buna sebep olarak Adem'i görmüş ve bu yüzden insanı hak yoldan saptırma görevine talip olmuştur. Allah, bu talebini kabul etmiştir. Çünkü Adem'in ve dolayısıyla bütün insanların yaratılışı imtihan edilmeleri sebebiyle idi. Kur'an-ı Kerim'de olay şöyle ifade edilmektedir:
"Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: 'Adem'e secde edin' dedik; hepsi secde ettiler, yalnız iblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. (Allah) buyurdu: 'Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten alıkoyan nedir?' (İblis): 'Ben, dedi, ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.' (Allah) buyurdu: 'Öyle ise oradan in, orada büyüklük taslamak senin had-din değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.
(İblis) dedi: '(Bari) bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar süre ver.'
(Allah) buyurdu: 'Haydi sen süre verilmişlerdensin.'
'Öyle ise, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve çoklarını şükreden-lerden bulmayacaksın.'[9][9]
Bu son âyette dile getirilen sözleriyle şeytan insanları saptırmak için her yola başvuracağını ifade etmektedir. O, fısıldamak, vehim ve hayaller ekmek suretiyle insanı saptırmaya çalışır. O halde şetandan sığınılması gereken şeylerin başında "dosdoğru yol" olan Kur'an'ın okunduğu an gelmektedir.
Bu nedenle yüce Allah Nahl sûresinde: "Kur'an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın"[10][10]
buyurmaktadır.
Bazı âlimler bu âyete dayanarak Kur'an okumaya başlarken kovulmuş şeytandan Allah'a sığınmak vaciptir, demişlerdir. Bazıları ise buradaki emrin nedb ifade ettiğini; kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınmanın vacip olmayıp hoş bir davranış olduğunu söylerler. Namazda bunu yapmanın vacip olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Ebû Hanife'ye göre namazın ilk rikâtında isti-âze'nin okunması gerekir. Diğer rekâtlardaki Kur'an kıraati birinci rekâtın devamı olduğu için istiâze getirmeye gerek yoktur.
Istiâze, kötülükten korunmak için bir şeye sığınmak anlamındadır. O, Kur'an'dan bir âyet değildir. Hz. Peygamber'den gelen rivayetlerin en kuvvetlisine göre sözleri: "Eûzu billah mineşşay-tani'r-racîm" şeklindedir.
Eûzu, sığınırım anlamındadır.
Arap dilinde şeytan, cin olsun, insan olsun, hayvan olsun azgın ve zararlı olan herşeye denir. Allah'ın dergahından kovulmuş olması ve zarar vermesi nedeniyle İblis'e şeytan denilmiştir.
er-Racîm ise, taşlanmış, kovulmuş anlamındadır.
Buna göre istiâze: "Dinim konusunda şeytanın bana zarar vermesinden ve beni haktan alıkoymasından Allah'a sığınırım" demektir. [11][11]
Besmele
Sûre başlarındaki besmelelerin birer âyet olup olmadıklarında da ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler onların birer âyet olduklarını söylerken bazıları âyet olmadıklarını söylemişlerdir. Ayet olduklarını söyleyenlerin bir kısmı, herbirinin, o sûrenin âyeti olduğunu, diğer bir kısmı ise, kendi başına müstakil bir âyet olduğunu ve her sûrenin başında müstakil olarak indiğini söylemektedir.
Sûre başlarındaki besmelelerin âyet olmadıkları varsayılsa bile bilindiği gibi Nemi sûresinde bir âyetin bir parçası "bismillahirrahmanirra-him" şeklindedir. [12][12] Ancak sahabenin Kur'an dışı hiçbir şeyi Kur'an'a yazmadıkları gozönünde bulundurulduğunda sûre başlarındaki besmelelerin ya o sûrenin bir âyeti veya sûre başlarında müstakil olarak yazılan bir âyet oldukları fikri tercihe şayandır.
Buna göre Kur'an-ı Kerim, "Rahman ve Ra-hîm olan Allah'ın adıyla" başlamaktadır. Rahmet Peygamberi'ne[13][13] gelen vahyin rahmetle başlaması gayet tabiîdir.
Sûre başlarındaki besmelelerin o sûrenin birer âyeti olduğunu söyleyenlere göre o, Fatiha sûresinin de bir âyetidir. [14][14]
Allah:
Kök harflerinin elif-lam M'dan mı vav-lam, elif, hâ mı, yoksa lam-elif-hâ mı olduğunda ihtilaf edilmiştir. Ancak elif-lam-hâ kök harflerinden tü-retildiği, yani ilâh kelimesinden geldiği görüşü yaygındır. "Allah" kelimesi sadece Allah hakkında kullanılırken "ilah" kelimesi hem Allah ve hem de Allah dışında diğer tapınılan varlıklar hakkında kullanılmaktadır.
Abdullah İbnu Abbas'a göre, herşeye ilah olan ve bütün yaratıkların kendisine taptığı, anlamındadır.
Peygamberlerin dine davet ederken yaptıkları ilk iş, Allah'ı gerçeği üzere tanıtmak olmuştur. Her ne kadar Allah'a iman, insanlarda fıtrî olup Allah'ın varlığını inkâr eden hemen hemen yok ise de, Allah'ı gerçeği üzere tanıma, ancak peygamberlerin getirdikleri vahiyle mümkün olmaktadır. Bununla birlikte peygamberlerin düzelterek yerleştirdikleri bu inanç da bir müddet sonra bozulmaya yüztutmuştur: "Allah'ı şanına yaraşır biçimde tanıyamadılar." [15][15]
Yüce Allah, kendisinden başka ilahlar edinenlerin düşüncelerini bize anlatmaktadır. Bu konuda pekçok âyet vardır:
"Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler." [16][16]
"Belki kendilerine yardım edilir dîye Allah'tan başka ilahlar edindiler." [17][17]
Bu iki âyetten anlaşılıyor ki müşrikler, kendileri için ilâhlar edinirken bunların kendilerinin dostları, musibet ve sıkıntı anlarında kendilerinin koruyucuları olduklarına ve himayelerine girdikleri takdirde korkulardan ve felaketlerden güvenlik içerisinde olacaklarına inanıyorlardı. [18][18] Musibet gelip çattığında bu ilahların onlara herhangi bir yardımları olmadığı halde Allah'a ortak koşmaya da devam ediyorlardı:
"Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'tan başka yalvardıkları ilahları, kendilerine hiçbir yarar sağlamadı ve onların ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı." [19][19]
Bu konuda yine şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'tan başka kendilerine dua ettikleri, hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmaktadırlar. Onlar ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." [20][20]
Ayette geçen "onlar ölüdürler" sözünden, edindikleri ilâhlar arasında ölmüş kimselerin de bulunduğunu anlıyoruz. Ancak onlar bu ölülerin kendilerini duyduklarına inanıyorlardı.
Müfessir Mevdûdî bu hususa dikkat çektikten sonra şöyle demektedir:
"Okuyucunun burada dua kavramını ve kisinin bir ilâhtan yardım isteme konumunu iyi anlaması gerekir. Örneğin kişi susayıp hizmetçisinden kendisine su isteyecek olsa ya da hastalanıp kendisini tedavi etmesi için doktor çağıracak olsa, hizmetçisinden bu isteği ya da doktordan isteği dua" kavramının çerçevesine girmez. Bu sebeple de o kimseye hizmetçiyi ya da doktoru ilâh edindi denilemez. Burada adamın yaptığı, sebep ve illetler kuralının çerçevesi içerisinde olan bir davranıştır. Ama hizmetçi veya doktor yerine bunu bir veli ya da puttan isteyecek olsa, bu, sıkıntının giderilmesi için bir duadır ve o veli ya da putu ilâh edinmiş olur. O, kendisinden yüzlerce mil uzakta kabrinde yatan bir veliden istemektedir. O velinin kendisini duyup gördüğüne ve sebepler âlemine bir hakimiyetinin bulunduğuna; suyu kendisine getirecek ve hastalıktan kendisine şifa verecek güçte olduğuna inanıyor, demektir." [21][21]
Müşrikler, herhangi bir nedenle ilâhlarını kızdırmaktan korkuyor ve bunun kendilerine felaket getireceğine inanıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim, kişinin kendi hevasını ilâh edinmesinden de sözetmektedir. [22][22]
Kişinin kendi hevasını ilâh edinmesi, yukarıda sözkonusu ettiğimiz dua meselesi ya da ilâh olarak edindiklerinin tabiatüstü güçlere sahip oldukları düşüncesinin dışında bir olaydır ve onlara benzememektedir. Buradaki ilâh edinme, kişinin kendi hevasını ya da ilâh edindiği kimsenin emrini her türlü emrin ve bu arada Allah'ın emrinin üstünde görmesidir. Bu sebeple kişinin, İslâmî hükümleri kastederek: "Gökten gelen yahut on-dört asır önce çöl bedevilerine çekidüzen vermek üzere gelen emir ve yasaklar beni bağlamaz" vs. gibi sözler sarfetmesi, kendi hevasmı ilâh edinmesi anlamındadır. Ya da kişi, İslâmî hükümlere karşın bu yetkiyi hangi kişi veya kuruma tanıyorsa, onu ilah ediniyor, demektir.
Besmelede adıyla başladığımız Allah, herşe-yi yaratan, gücü ve bilgisi için bir sınır bulunmayan, hertürlü eksikliklerden münezzeh, her varlık kendisine ihtiyaç duyduğu halde kendisi hiçbir varlığa ihtiyaç duymayandır.
Peygamber (s.a.v.): "Kendisine besmeleyle başlanılmayan her önemli iş, bereketsizdir." buyurmaktadır. [23][23]
Er-Rahmanfr-Rahîm:
İşe başlarken insanın hissettikleri, olaya bakışı, azmi ve o iş hakkındaki umutları önemli şeylerdir.
Allah'ın Rahman ve Rahim olduğunu anarak işe başlayan kişinin gözünde zor iş kolaylaşır. Kişinin, Allah'ın rahmetinin kendisiyle birlikte olduğunu hissetmesinden daha büyük bir destek olamaz. Yer ve göklerin mülkü Allah'ındır, O'nun mülkünde O'nun Rahman ve Rahîm olduğunu anarak işe koyulmak, bir anlamda o işe başlama konusunda Allah'tan izin almakla birlikte O'nun yardım ve desteğini de istemektir. Böylece kişi, "bu işi yaparken onu Allah'ın izniyle yapıyorum ve şayet Allah bana bu gücü vermeseydi, ben bu işi yapamazdım" demekte, o işi başarma konusunda da Allah'ın yardımının kendisiyle birlikte olduğunu hissetmektedir.
Allah'ın Rahman ve Rahim, olduğunu anarak işe başlamak, hayata olumlu bir bakıştır. Kur'an'ın, Allah'ın Rahman ve Rahim olduğunu anmakla başlaması, dinî anlatımda takip edilecek üslûbun nasıl olması gerektiği konusunda da bir bilgi vermektedir.
Dinî anlatımın korkutma temeli mi yoksa sevgi temeli üzerine mi kurulu olması gerektiği, hatta dinin bizatihi kendisinin korkudan mı yoksa sevgiden mi kaynaklandığı zaman zaman tartışma konusu yapılmaktadır.
Bir nazariyeye göre insanoğlu tabiatta birtakım zorluklarla karşılaşmış, üstesinden gelemediği varlıkla nn tanrı olduğunu sanmış, yanıla yanıla Tann'ya ulaşmıştır. Mesela ateşin herşeyi yaktığını görmüş ve buradan hareketle onun tanrı olduğunu sanmış, ateşin suyla söndürüldüğünü görünce de onun tanrı olamayacağını anlamıştır vs. Bu nazariyeye göre dinin kaynağı korkudur. İnsanoğlu korkusunu dinleştirmiştir. Dinin sevgiden kaynaklandığını söyleyenler ise, genelde insanı ve evreni tanrının -bir parçası olarak gören felsefî akımlardır.
Bunun sonucu olarak dine çağıranların bir kısmı korkutmayı esas alırken bir kısmı da sevgiyi dile getirmeyi esas almışlardır.
İnsanlığın yanıla yanıla tevhidi bulduğu nazariyesine katılmak mümkün değildir. Biz biliyoruz ki her peygamber Tevhid inancıyla gelmiştir. Ama aradan bir müddet geçtikten sonra o peygambere iman edenler ya da onların torunları zamanla tekrar şirke kaymışlardır. Eğer iddia edildiği gibi bu alanda insanlık sürekli bir gelişme içerisinde olsaydı, peygamberlerin Tevhid inancını yaymalarından sonra insanlar tekrar şirke dönmezlerdi.
Sürekli sevgiyi gündeme getiren ve evrenin Tanrının bir parçası ya da insanın, Tanrı'nm bir cüz'ü olduğunu ileri süren nazariyeye gelince buna da katılmak mümkün değildir. Eğer insan gerçekten Tanrı'nın bir parçası olsaydı, Tanrıyı unutup O'na ortaklar koşması düşünülemezdi. Yaratan ile yaratılan birbirlerinin aynısı olamazlar. Tanrı ayrıdır, yaratıkları ayrıdır.
Sevgiyi sürekli gündeme getirenlerin öne sürdükleri hususlardan biri de mümin-kâfîr ayırımı yapmaksızın herkesin sevilmesi gerektiğidir. Buna dinî bir kılıf da giydirir ve "yaratılanı sev yaratandan ötürü" tekerlemesini sık sık tekrar ederler. Bu iddiayı ileri sürenlerin sevgi iddiasında samimi olup olmadıkları bir tarafa gerçekten dinin sevgi anlayışı bu mudur? Ayrıca böyle bir şey mümkün müdür?
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir topluluğun babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. "[24][24]
Sevgi dostluktan da öte birşeydir. Eğer dostluk yapılamıyorsa sevgi de olmaz. Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Allah'a ve Rasule itaat edin.' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez." [25][25].
Başka âyetlerde Allah'ın zalimleri[26][26] müte-kebbirleri[27][27] günahkâr hainleri[28][28] israf edenleri[29][29] haddi aşanları[30][30] fesat çıkaranları[31][31] sevmediği belirtilmektedir. Allah'ın sevmediklerini mümin de sevemez. Müminin kalbi çöp sepeti değildir ki ayırım yapmaksızın herkesi içine alsın. Ancak sevgi ile iyi ve yumuşak davranmayı, âdil olmayı biribirine karıştırmamak gerekir. Mümin kişi kâfire de iyi davranır, onun hakkını yemez; herkese karşı âdildir.
Dinî anlatımın ya da dine çağrının sevgi veya korkutma temeli üzere kurulu oluşunu, dinin kaynağı ile irtibatlandırmak da tutarlı değildir. En azından bunun tümden dinin kaynağıyla ilgili olduğunu söyleyemeyiz. Bu, kişinin din konusundaki birikimi, deneyimi ve karakteriyle ilgili bir durumdur.
İslama göre dinin kaynağı Allah'tır; O'nun gönderdiği vahiydir. Hz. Adem, Allah'tan birtakım talimatlar alarak dünya hayatına başlamıştır. [32][32] Böylece insanlık dünya hayatına Tevhid inancıyla başlamış olmaktadır. Dinlerin bozulması ve Tevhid inancından uzaklaşarak şirke düşme sonradan ortaya çıkmış birşeydir.
Din anlatımında sevginin mi; korkutmanın mı esas olacağı konusuna gelince, islam dini sevgi ve müjdelemeyi öne çıkarmakla birlikte korkutma unsurunu da kullanmaktadır. Bir işe başlarken "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlanılmasının istenmesi, sevgi ve müjdelemenin öne çıkarıldığını göstermektedir. Yine yüce Allah: "Rahmetim her şeyi kapsamıştır"[33][33] buyurmaktadır.
Bir hadiste de "Rahmetim gazabımı geçmiştir"[34][34] denilmektedir.
Ayrıca peygamberlerin müjdeleyeci ve uyarıcı olarak gönderildiklerini bildiren âyetlerin ikisi hariç[35][35]
tamamında müjdeleyici oluşları, uyarıcı oluşlarından önce zikredilmektedir. [36][36]
Peygamberlerin müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderildiklerini bildiren âyetler, dinî anlatımın hem sevdirme ve hem de korkutmanın yalnız başına olamayacağını gösterir.
Yüce Allah inancın, inanan kişi ile Allah arasında güçlü bir sevgi bağını oluşturduğuna dikkat çeker:
"İnsanlardan kimi, Allah'tan başkadarını Allah'a) eş tutar, Allah'ı sever gibi onları severler. İnananlar ise en çok Allah'ı severler." [37][37]
Başka bir âyette Allah ile kul arasında karşılıklı sevgi bağının oluşması için O'nun Peygam-ber'ine tabi olmanın gerekliliği anlatılır:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." [38][38]
Bu anlamda yine şöyle buyurulmaktadır:
"Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, yakında öyle bir kavim getirecek ki (O) onları sever, Onlar da O'nu severler. [39][39]
Kuşkusuz Kur'an, insan eğitiminde örnek alınacak bir kitaptır. Onun anlatımında karşılıklı anlatım esastır. Cennetin nimetlerini anlatmasının ardından cehennem azabının şiddetini anlatır. Müminlerin mükâfatlarını anlattıysa ardından inanmayanların uğrayacakları cezaları sıralar. Müminlerden sözedecekse ardından müşrikleri ve bunun da ardından Ehl-i Kitabı anlatır. Yerine göre şunu veya diğerini öne alır ama bunları peşpeşe sıralar. Böylece hem insan eğitiminde dengeli bir şahsiyetin oluşumunu sağlar ve hem de bilgilendirirken karşılaştırma yapılması imkânım verir.
"Rahman" sıfatı Allah'tan başkası için kullanılmaz. Bunun bir sonucu olarak Rahman sıfatının Rahîm sıfatıyla bir arada kullanılması da yalnızca Allah'a aittir. Bu iki sıfat rahmetin anlam ve alanlarının tamamını kapsamaktadır.
O halde Besmele ile başlayan kişi, bütün kapsam ve genişliğiyle Allah'ın rahmetini istemektedir.
Müfessirlerin büyüklerinden Taberî (öl. 310 h.) besmeleyle ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:
"Yüce Allah, güzel isimlerini anmakla işe başlama edebini Peygaberine ve Peygamberi vasıtasıyla da bütün insanlara Öğretmiştir. Besmelenin başındaki "bâ" harfi, kendisinden önce bir fiilin varlığını gerektirir. Bu fiil mahzuftur. Kişi, neyi yapmaya azmediyorsa besmelenin başında o fiil var gibidir. Mesela kişi bir sûreyi okumaya başlamadan besmeleyi söylediğinde bunun anlamı: "Rahman ve Rahim, olan Allah'ın adıyla şu sûreyi okuyorum" demektedir. Kalkmadan önce besmeleyi söylediğinde bunun anlamı: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla kalkıyorum" demektir vs. [40][40]
Ardarda zikredilen "Rahman" ve "Rahim" kelimelerinin ne anlamda kullanıldıklarına dair farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı müfessirler her iki kelimenin aynı anlamda olduğunu ve ikincisinin, birincisinin anlamını pekiştirdiğini söylerler. Bazıları, "Rahman" kelimesinin, Allah'ın dünya hayatındaki rahmetini ifade ettiğini ve bu nedenle kelimenin inananlarla birlikte inanmayanlara Allah'ın rahmetini içerdiğini, "Rahim" lafzının ise âhirete yönelik olduğunu ve muhatabının sadece inananlar olduğunu söylemektedirler.
Çağımız müfessirlerinden Muhammed Ab-duh bu iki kelime hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:
"Rahman lafzı Allah'ın kendisinden bilfiil rahmet eserlerinin ortaya çıktığına delalet eder. Mânâsı da, nimet ve ihsanları bol bol vermektir.
Rahîm lafzı ise Rahman lafzının menşeine ve bu sıfatların sabit ve zorunlu olduğuna delalet eder.
Bu manada bu iki vasıftan biri diğerinden bağımsız kalamaz. İkincisi de birinciyi onaylamaz. Şayet bir Arap, Allah'ın Rahman sıfatını duyarsa bundan, Allah'ın fiilî olarak nimetler verdiğini anlar. Hiçbir zaman Rahmet sıfatının devamlı ve zarurî olduğunu düşünmez.. Çünkü fiil eğer sürekli ve sabit bir sıfatın eseri değilse kesilebilir. Çoğunlukla Rahim lafzını duyduğunda Allah'ı razı edecek ve O'na layık olacak şekilde itikadını tamamlar. "[41][41]
Surenin Meali
1. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.
2. O, Rahman'dır, Rahîm'dir.
3. O, din gününün sahibidir.
4. (Rabbim), yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.
5. Bizi doğru yola ilet.
6. Nimet verdiğin kimselerin yoluna.
7. Gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil. [42][42]
Surenin Açıklaması
1. Hamd, Âlemlerin Rabbi Olan Allah'adır.
Allah'a hamdetmek, fazilet ve üstünlüğünden dolayı O'nu övmektir. Hamd, şükretmekten daha geneldir. Çünkü şükretmek, belli bir iyiliğe karşı takdir duygularını dile getirmektir. Allah'ın üzerimizdeki nimetleri öyle sürekli ve sınırsızdır ki bu, ancak hamd ile ifade edilir. Bizi yaratan ve yaşatan O'dur. Hatta başkaları vasıtasıyla bize ulaşan nimet ve iyiliklerin temelinde de O vardır. O dilemediği takdirde hiçkimse bize bir iyilikte bulunamaz. Öyleyse O'na hamdimiz de sürekli olmalıdır. Hamdimiz, bize verdiği nimetlere denk olmasa da, bu hamdimizden dolayı yüce Allah bize ayrı mükâfatlar vermektedir.
Allah'a hamdeden kişi bununla Tevhid inancını da dile getirmiş olur. Çünkü Allah'a hemdeden kişi, bütün nimetlerin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın herşeyin sahibi ve hakimi olduğunu da kabul ediyor demektir. Nitekim hamdte-ki tevhid inancı, "âlemlerin Rabbi" ifadesiyle pekişmektedir. O halde bu âyet aynı zamanda tevhidin de bir ifadesidir.
Hamdeden mümin gönlünde bir ferahlık duyar. Çünkü o, yaratıcısının kendisine verdiği nimetlerin biiincindedir ve bu nimetler karşısında şükretmektedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi kişinin şükretmesi, Allah'ın kendisine verdiği nimetlere denk değildir ama kulun elinden gelen budur ve o da görevini yerine getirme çabası içerisindedir. Yüce Allah, Peygamberine sıkıntılı anlarında hamdetmesini öğütlemektedir: "And olsun ki, söyledikleri şeylerden gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamdederek an, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et" [43][43]
Sıkıntı gibi görünen birşey haddizatında insanın iyiliğine de olabilir. Çünkü bizler sadece olayların görünen kısmını biliyoruz, oysa işin bir de görünmeyen arkaplanı var ki onu görme imkânımız olsaydı belki sıkıntı olarak algıladığımız şeyin, bizim için hayırlı olduğunu anlayabilirdik. Yüce Allah kullarına zulmetmez. Kehf sûresinde anlatılan Hz. Musa'nın Salih Kul ile yaptığı yolculukta anlatılan olaylar bu konuda bize bir açılım getirmektedir. Burada Hz. Mûsâ olayların arkaplanı konusunda eğitilmektedir. Bu yolculukta o Salih Kul bir gemiyi delmekte, bir çocuğu öldürmekte, kendilerini misafir etmeyen ve kendilerine bir yiyecek de vermeyen bir kasabada yıkılmaya yüztutmuş duvarı hiçbir karşılık almadan onarmaktadır. Bu olayların her birinde Hz. Mûsâ feveran etmekte; yapılana karşı çıkmaktadır. Üçüncü olaydan sonra seyahat sonbulmakta ve Allah'ın emriyle bu şekilde davranan o Salih Kul, karşılaşılan olayların gerekçelerini şöyle açıklamaktadır:
"O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı.
Çocuğa gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından (isyanıyla onları şerre sürüklemesinden, yahut onların imanına kendi azgınlık ve inkârını bulaştırmasından veya onları da kendisi gibi azgınlığa ve küfre sürüklemesinden) korktuk. istedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli (ana babasına iyilik e-den) birini versin.
Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler de Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.
Bunları ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." [44][44]
Kuşkusuz Hz. Musa'yı eğitmek üzere yapılan bu yolculukla ilgili olarak anlatılan bu olaylar bizim de ibret alacağımız şeylerdir. Kur'an'da bunların yer almasının nedeni de budur. Değilse Kur'an'da bu kıssanın yer almasının bir anlamı olmazdı.
Kısacası mümin kişi, nimetle karşılaştığında da, bir sıkıntıyla karşılaştığında da Rabbine hamdeder.
Fatiha sûresi, namazın ayrılmaz bir parçasıdır. Hamd ile başlayan bu sûre namazla bütün-leşince, hamdetmek fiilî olarak somutlaşmakta; namaz kılan kişi Allah'ın huzuruna durmak, rukûa ve sucuda gitmekle hamdini fiilen dile getirmektedir. [45][45]
Alemlerin Rabbi
"Rab" kelimesi, sahip, yönetici, terbiye eden, İslah eden gibi anlamlarda kullanılır. Kelime yalnız başına ve "el" takısı ile "er-Rab" şekli sadece Allah hakkında kullanılmaktadır. Başkası hakkında ise, ancak isim tamlaması şekliyle kullanılabilir. Bu da mutlak rablığın Allah'a ait olduğunu gösterir.
"Alemin" kelimesi ise, kimi dilcilere göre Allah dışındaki bütün varlıklara kullanılırken bazı dilcilere göre sadece akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılmaktadır. Bu ikincilerin görüşüne göre insanlar, melekler ve cinler bu kelimenin kapsamı içerisine girmektedir.
Yüce Allah kullarını yetiştirme ve eğitme işinde kimi kanunlarını zorunlu, kimisni de ihtiyarî kılmıştır. Zorunlu olanlar evrene hakim kıldığı kanunlarıdır. Kimse çocuk olarak kalma ya da yaşlanmama gücüne sahip değildir. İhtiyarî olanları ise, yüce Allah'ın emir ve yasaklarıdır. Kul dilerse bunlara uyar, dilerse uymaz. Ancak uyduğunda da uymadığında da karşılığını âhirette mutlaka görecektir. İşte ihtiyarî konularda Rabbin emirlerine uyan, Rubûbiyet tevhidini gerçekleştirmiş olur.
Allah'ın, yaratan, yağmuru yağdıran, evrene düzen veren yani evrene hakim tabiat kanunlarını düzenleyen olduğunda mümin-kâflr herkes müttefiktir. Allah'ın varlığım tümden inkâr eden bir topluluk insanlık tarihinde ve günümüzde hemen hemen yok gibidir.
İmandan sapma, genellikle insanların ihtiyaçlarını giderme ve yardımlarına koşma konusunda peygamberleri, melekleri, evliya veya cinleri Allah'a ortak kılma şeklinde veya sosyal hayatı düzenleme yetkisini Allah dışında kişi veya kurumlara verme şeklinde olur. Çünkü bu iki husus ibadet yani kulluk kapsamına girmektedir ve böyle davranan kişi Allah'a ibadet konusunda şirk koşmuş olur. Bu sebeple yüce Allah, peygamberlerinin niçin gönderildiğini belirtirken şöyle buyurmaktadır: "And olsun ki her ümmete: Allah'a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının' diyen peygamberler göndermişizdir.'[46][46] Kur'an-ı Ke-rim'den anlaşıldığı kadarıyla peygamberler direkt olarak Allah'ın varlığının delilleri üzerinde durmamış, Allah'a ortak koşma konusunu ele almış; tevhidin (Allah'ı birlemenin) delillerini anlatmışlardır.
Şeytan da Allah'ın varlığını kabul ediyordu. "Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecekleri güne kadar ertele[47][47].
"Rabbim! Beni saptırdığın için andolsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; hâlis kıldığın kulların hariç hepsini saptıracağım[48][48] şeklindeki sözleri bunun delilidir. Onun Allah'ın rahmetinden kovulması, yeryüzüne kimin hakim olması konusunda Allah'ın verdiği karara karşı çıkması nedeniyle olmuştu. Aynı şekilde müşrik olarak nitelenen ca-hiliye dönemi Arapları da rızık verenin, yağmuru yağdıranın ve Öldüren ile diriltenin Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim bu durum Kur'an-ı Kerim de de dile getirilmektedir:
"(Ey Muhammed), de ki: 'Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulak ve gözlerin sahibi kimdir? Diriyi Ölüden çıkaran, ölüyü de diriden çıkaran kimdir? Her işi düzenleyen kimdir?' Onlar: 'Allah'tır' diyeceklerdir. 'O halde O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' de. işte gerçek Rab-biniz Allah budur. Öyleyse nasıl olup da döndürülüyorsunuz. "[49][49]
O halde müşrikler, Allah'ın varlığını inkâr etmiyor, ibadetlerinde O'na ortak koşuyorlardı. Nakledilen bir rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Husayn el-Huzâi'ye: "Ey Husayn, kaç kişiye ibadet ediyorsun? diye sormuş, Husayn: Yedi kişiye; bunların altısı yerde biri de göktedir, karşılığını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : Peki arzularının yerine getirilmesi ile korku anlarında kime yöneliyorsun? diye sormuş, o da: O zaman göktekinden istiyorum, demiştir."
Bu husus Kur’an ayetlerinde de dile getirilmektedir:
"Denizde size bir sıkıntı (boğulma korkusu) dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvar-dıklarınız kaybolur. (Artık o zaman Allah'tan başka kimseden yardım istemezsiniz. Çünkü O'ndan başka sizi kurtaracak kimse yoktur.) Fakat (O) sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine (Allah'ı bir tanımaktan) yüz çevirirsiniz. Gerçekten insan nankördür. [50][50]
Nitekim Firavun da boğulmakla yüzyüze geldiğinde: "Gerçekten israil oğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım"[51][51] Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:
"İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, yahut otururken ya da ayakta bize yalvarır; ama biz onun darlığını giderdiğimizde sanki kendisine dokunan darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir. [52][52]
O halde önemli olan yalnız sıkıntılı anlarda değil sair zamanlarda da Allah'ı tanıyıp O'na ibadet etmek ve bu ibadete ortak koşmamaktır.
Netice olarak Allah'ın "Rab" olduğunu kabul eden kişi, insanların eğitilip İslah edilmeleri ve sosyal hayatlarının düzenlenmesinde O'nun emirlerinin üstünde herhangi bir emri kabul etmeyen kişidir. Allah'ın izin ve emri olmaksızın yaratılmış birinin emir ve düzenlemelerini benimseyerek onlara uymak o kişiyi 'rab' edinmektir. Velev-ki o kimse bir din büyüğü olsun. Yüce Allah bunu şöyle ifade etmektedir:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlar di. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir," [53][53]
Müfessır Râzî, bu âyetin tefsirinde şöyle demektedir:
"Müfessirlerin çoğu şu görüştedir: Buradaki 'rabler'den maksat, rab edindikleri bu kimselerin âlemlerin ilâhları olduklarına inanmaları değildir. Bilakis kastedilen, rab edindikleri kimselerin emir ve yasaklarına uymalarıdır.
Nakledilir ki, Adiy b. Hatem -ki hristiyan i-di- Peygamber (s.a.v.)in yanına gitmişti ve o sırada Peygamber (s.a.v.) Berâe (Tevbe) sûresini okuyordu. Adiy diyor ki: Rasûlüllah bu âyete geldiğinde, 'biz onlara ibadet etmiyoruz ki' dedim. Rasûlüllah: 'Allah'ın helal kıldığını, (rahipler) haram kıldıklarında siz de haram kabul etmiyor musunuz, Allah'ın haram kıldığını onlar helal saydıklarında siz de helal kabul etmiyor musunuz?' dedi. 'Evet, öyledir' dedim. İşte bu, onlara ibadet etmektir' buyurdu.
er-RabV dedi ki: İsrailoğullannda rubûbiye-tin nasıl olduğunu Ebu'l-Aliye'ye sordum. Dedi ki: Herhalde Allah'ın kitabında din âlimlerinin görüşlerine aykırı şeyler gördüler de, alimlerinin görüşlerini aldılar, Allah'ın Kitabındaki hükmü ise reddettiler.
Hocamız, efendimiz, muhakkik ve mücte-hidlerin sonuncusu (Allah kendisinden razı olsun) dedi ki: 'Fakihlerin mukallitlerinden bir grupla karşılaştım, onlara bazı konularla ilgili Allah'ın Kitabından birçok âyet okudum. Ayetler, mezhep-lerindeki görüşlere aykırıydı. Ne o ayetleri kabul ettiler, ne de onlara ilgi gösterdiler; şaşkınlık içerisinde bana bakıyorlardı. Demek istiyorlardı ki: Bu âyetlerin zahirleri geçmişimizden gelen görüşlere aykırıdır. Geçmişimizden gelen görüşlere aykırı düşen bu âyetlerin zahirleriyle nasıl amel edebiliriz ki. Hakkıyla düşünecek olursan, bu hastalığın, dünya ehlinin pek çoğunda yaygın bir şekilde bulunduğunu görürsün.'
Din bilginlerine itaatleri sebebiyle yüce Allah niçin onları kâfirler sınıfına sokuyor ki. Eğer bu doğru olsaydı, o zaman Haricîlerin iddia ettikleri gibi şeytana itaat eden fasık'ın da kâfir sayılması gerekmez mi? denilecek olursa cevap olarak deriz ki:
Fasık kişi her ne kadar şeytanın çağrısına icabet ediyorsa da, şeytanı yüceltmiyor, bilakis ona lanet okuyor ve onu küçümsüyor. Oysa bunlar, din alimlerinin, Allah'ın kitabına aykırı sözlerini kabul ediyor ve onları yüceltiyorlar. Böylece aralarındaki fark ortaya çıkmış oluyor.
Buradaki "Rubûbiyet'in tefsirine dair ikinci bir görüş şudur:
Cahillerle Haşevîler şeyh ve liderlerini yüceltme konusunda aşırıya kaçtıklarında hulul ve ittihad görüşüne meyledebilirler. Bu durumda şayet şeyhleri dünya ehlinden biri olup dinden uzak ise, durumun aynen iddia ve inandıkları şekilde olduğunu onlara empoze edebilir. Nitekim bizzat kendim dinden uzak bu tür müfterilerden biriyle karşılaştım; tabilerinden, kendisine secde etmelerini istiyor ve onlara, benim kullanırısınız diyor; onlara hulul ve ittihad'a dair bazı şeyler anlatıyordu. Belki de etbaından ahmak olanlarla başba-şa kaldıklarında, ilah olduğunu bile iddia ediyordur. Bu ümmet içerisinde böyleleri varsa, geçmiş ümmetlerde Allah bilir daha neler neler söylenmiştir." [54][54]
Elmalılı da âyetin tefsirinde şöyle demektedir:
"Hahamlarını (Yahudiler) ve ruhbanlarını (Hıristiyanlar) Allah dışında rabler edindiler. Allah'ın emrine, hakkın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular, onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emrine, kitabın görüşüne, hakkın icabına açıktan açığa aykırı olan hususlarda Allah'a isyan ettiler de onların arzularına ve emirlerine itaat ettiler. Allah'ın yasakladığı şeyleri onların emriyle helal gördüler. Allah'ın yapmayın dediği şeyleri yaptılar, yapın dediğini yapmadılar da bunun hilafına onların yasaklamalarını dinlediler. Eğer hahamlarla papazlar, Allah'ın emirlerini hedef edinerek ilâhî metinlerden ne kastedildiğini ortaya çıkarma çabası içerisinde olsalardı, ilmî ve meşru bir tavır olurdu, halbuki bunlara tabi olanlar, onları direkt olarak hüküm ortaya koyan ve yasama yetkisine sahip kimseler olarak gördüler. Böylece onları rabler edindiler. Onların heva ve arzularına uydular. Nitekim bu âyetin manası hakkında meşhur Hatimi Tat'nin oğlu Adiy demiştir ki: Rasulallah'a geldim boynumda altundan bir haç vardı -ki Adiy o zaman henüz hristiyan idi- Resulüllah, Berae sûresini okuyordu. 'Ya Adiy şu boynundaki putu at' buyurdu, ben de attım. 'Hahamlarını ve rahiplerini Allah dışında rabler edindiler' âyetine geldiğinde 'ya Rasulüllah onlara ibadet etmezlerdi', dedim. Aleyhissalatu vesselam buyurdu ki: 'Allanın helal kıldığını yasaklıyorlardı, siz de onu yasak tanımıyor muydunuz, Allah'ın yasak kıldığına helal diyorlardı ve siz de bunu helal saymıyor muyudu-nuz?' Ben de: 'Evet' dedim. 'İşte o, onlara ibadet etmektir' buyurdu." [55][55]
Şehit müfessir Seyyid Kutub da âyeti tefsir ederken, önceki müfessirlerden benzeri nakiller yaptıktan sonra şöyle demektedir:
"Ne demek istediği apaçık olan Kur'an nas-sıyla ve kesin tefsir olarak kabul edilen Peygamber (s.a.v.)in tefsiriyle önceki ve sonraki müfessir-lerin tefsirlerinden açıkça ortaya çıkan, inanç ve din konusunda önemli gerçekleri özetlemek istiyoruz:
"İbadetin, yasalara itaat etmek demek olduğu Kur'an'ın nassı ve Peygamber (s.a.v.)in tefsiriyle sabittir. Çünkü ne yahudiler ve ne de hıristi-yanîar, Hanlıklarına inanma ya da dinî ayinleri kendilerine yapma anlamında din alimlerini rabler ediniyor değillerdi. Bununla birlikte bu âyette müşrik olduklarına, müteakip âyette ise kâfir olduklarına hükmediliyor. Böyle olduklarına hükmedilmesi, salt koydukları yasalara kabul ederek bu yasalara itaat ederek onlara tabi olmaları nedeniyledir." [56][56]
2. O, Rahmanadır, Rahîm'dir.
Besmele Fatiha sûresinden ise, Allah'ın Rahman ve Rahim oluşu ikinci defa tekrarlanmış olmaktadır. Besemele'yi açıklarken Allah'ın rahmetini bütün yönleriyle kapsayan bu iki sıfatın O'nun rahmetinin herşeyi kapsadığına ve gazabının önünde gittiğine delalet ettiklerine değinmiştik.
Burada siyak içerisinde "Rahman ve Ra-him'in kazandığı bir anlama dikkat çekmek isteriz. "Rab" kelimesinin anlamlarından birinin "terbiye edici, eğitici" olduğuna dikkat çekmiştik. Ku-şusuz yüce Allah'ın insanları eğitmesinde de O'-nun Rahman ve Rahim oluşunun Önemli bir etkisi vardır. Kullarının dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmaları için peygamberler göndermesi, kullarına olan merhametinin bir sonucudur. Genelde dinin âhiret mutluluğunu sağladığına dikkat çekilir ama dünya mutluluğunu sağladığına pek dikkat çekilmez. Oysa din, âhirette olduğu gibi dünya hayatında mutluluk getirir. Peygamberimizden bahisle yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." [57][57]
3. O, Din Gününün Sahibidir.
"Din günü", âhirette hesap verme günüdür. Ahirete ve orada hesap vermeye iman etmek, dünya hayatına da derin etkileri olan bir inançtır. Kişinin, bu dünya hayatında yaptıklarının âhirette hesabını vereceğine iman etmesi kadar davranışları üzerinde etkisi olan başka birşey yoktur. Kişi bu inançla ancak süfli arzularının baskısından kurtulabilir.
Burada bir noktaya değinmek gerekir: Allah'a hesap verme anlayışı, korkutan ve cezalandıran bir Allah'a iman etme şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü hesap sonucunda ceza görmek sözkonusu olduğu gibi büyük mükâfatlara kavuşmak da sözkonusudur. Dünya hayatı bir imtihandır ve bu dünya hayatında kişi ne ekmişse, âhi-rette onu biçecektir. Sahih din anlayışında Allah sevgisi ile Allah'tan korkma dengelenmiştir. Mümin, büyük bir sevgi ile Allah'ı sever, ancak azabından da korkar ve bu azaptan korunmaya çalışır. Bu dengeyi yakalamayanlar sahih bir inanca kavuşamazlar.
Cennete girmek de, cehenneme girmek de kişinin elindedir. Cennet de kişinin işlediklerinin bir sonucudur, cehennem de:
"Herkes kendi kazandığına bağlıdır." [58][58]
"Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır." [59][59]
Kur'an'ı kerim, cennete girenlerin cennete girmelerinin, cehenneme, girenlerin de cehenneme girmelerinin, kendi amellerinin bir sonucu olduğunu özenle vurgular. Çoğu zaman vaizler, cennete girmenin, amellerimizin bir karşılığı olmadığını, bizi cennete götürecek olanın amellerimiz değil, Allah'ın lûtfu ve merhameti olduğunu söylerler. Allah'ın lütuf ve merhameti elbette küçümsenecek şeyler değildir. Ancak aslolan kişinin kendi amelidir. Zaten Allah'ın lütuf ve merhametini istemek de bir ameldir. Bununla birlikte cennetin yolu, sahih bir iman ve Allah'ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.
Kuşkusuz Allah, bütün günlerin sahibi ve hakimidir. Hatta bu dünya hayatında da insan yaptıklarının bir kısmının karşılıklarıyla karşılaşmaktadır. Din, sadece âhiret mutluluğunu elde etmeyi sağlamaz, dünyada da insanları mutlu eder. Dünyanın mümin kişi için bir zindan olduğu anlayışı yaygındır. Eğer bununla, mümin kişinin âhirette elde edeceği mükâfat ve nimetler yanında dünya hayatında karşılaştığı mükâfat ve nimetlerin çok sönük kaldığı anlatılmak isteniyorsa doğrudur. Ama mümin kişinin, inanmayanlara nazaran dünyada hep sıkıntı çekeceği anlatılmak isteniyorsa doğru değildir. Bilakis din, dünyada da mutluluk nedenidir. Herşeyden önce inançlı kişi, içinde huzur ve mutluluk duyar. İnanan toplumda adalet vardır. Haksızlıklar-asgarî düzeye indirilmiştir. İnanan toplumun fertleri birbirlerini sever ve birbirlerinin yardımına koşarlar. Karşılaşılan zorluk ve problemlere karşı elbirliği ederek karşı koyarlar. Günümüz insanın çektiği sıkıntıların başında yalnızlık duygusu gelmektedir. Halbuki inanan bir toplum canlı bir organizma gibidir. Kişi kendisini içinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak hisseder. İnsanı yalnızlık duygusundan kurtaran şey, kişinin kendisini toplum fertleriyle sıkı bir bağla bağlı olduğunu hissetmesidir.
Sebep-sonuç ilişkisine takılan ve bunun üzerinde bir gücün bulunduğunu hesaba katmayanlar Allah'ın, dünya-ahiret bütün zamanların hakimi olduğunun farkına varamazlar. Halbuki Allah sonuçların hakimi olduğu gibi sebeplerin de hakimidir. O, dünya hayatında insanı serbest bırakmıştır. Bu durum, O'nun bu dünyadaki sahiplik ve hakimiyetinin herkes tarafından görülmesini engelleyebilir. Halbuki hesap verme günü bütün perdeler ortadan kalkacaktır.
Yüce Allah sûrenin başında Rahman ve RaJ him olduğunu belirtmekle kalblerimizi coşku sevgiyle doldurak kendisine yöneltiyor. Ne var insanlar her zaman sevginin yönlendirmesiylı yönlenmiyorlar. İnsan eğitiminde sevdirmemi yanında cezalandırmanın da yeri vardır. Yüce lan "din gününün sahibi olduğunu" hatırlatmakla^ azap ve cezasını da hatırlatmış oluyor. Allah'ındı merhameti bol olduğu gibi azabı da çetindir. [60][60]
4. (Rabbim), Yalnız Sana İbadet Eder, Yalnız Senden Yardım Dileriz.
İbadet, son derece sevgi ve o derecede boyun eğip itaat etmeyi ifade eder. Sözkonusu itaat öyle' bir itaattir ki kişi kime ibadet ediyorsa onun emir ve yasaklarına tam olarak teslim olur; emir ve yasaklarına karşı gelmez ve onun emir ve yasaklarını her türlü emir ve yasağın üstünde tutar. Arap dilinde köle anlamına gelen "abd" kelimesi de aynı köktendir. Buna göre Allah'a ibadet, Allah'ın sevdiği sözlerin, zahir ve bâtın amellerin tamamını kapsamaktadır. Bu sebeple müfessirler ibadet ederiz anlamına gelen "na'budu" kelimesini açıklarken: "Emir ve yasaklarını hakim kılar; kabul ederek ve isteyerek onlara itaat ederiz" anlamını vermişlerdir. [61][61]
"Sana" anlamına gelen "iyyâke" kelimesinin "ibadet ederiz" anlamına gelen "na'budu" kelimesinden sonra getirilmesi, ibadetin sadece Allah'a yapıldığını ifade etmek içindir. Yüce Allah başka bir ayette de şöyle buyurmaktadır: "Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi buyurmuştur." [62][62] Buna göre "yalnız sana ibadet ederiz" diyen kişi, Allah sevgisi ile başka herhangi bir şeyin sevgisi çatıştığında Allah sevgisini başka herhangi birinden korkma ile Allah korkusu çatıştığında Allah'tan korkmayı tercih edeceğini, Allah'a itaat ile başkasına itaat çatıştığında da Allah'a itaat etmeyi tercih edeceğini; hatta başkasını ancak Allah için seveceğini ve başkasına da ancak Allah'ın emri sebebiyle itaat edeceğini söylemektedir. Yine bu sözü söyleyen kişi, Allah'ın emirlerini kabul ederek ve severek yerine getireceğini, yasaklarından da aynı şekilde uzak duracağını ifade etmektedir.
"Yalnız Allah'tan yardım dilemeye" gelince, burada da "iyyâke" kelimesinin, yardım dileriz anlamına gelen "nesteîn" kelimesinden önce zikredilmesi, yardımın sadece Allah'tan olduğu ve sadece O'ndan isteneceğini ifade etmek içindir.
"Allah sana sıkıntı verirse, O'ndan başkası o sıkıntıyı gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. O, kullarının üstünde yegane tasarruf sahibidir.[63][63]
"De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." [64][64]
Başkasının yardımı, hatta kişinin kendi kendisine yardımı bile Allah'ın iznine bağlıdır.
O halde başkasından bir yardım dileyen kişi, o kimsenin kendisine yardım edebilmesinin Allah'ın iznine bağlı olduğunu bilmelidir.
Bir de başkasının yardım konusunda aracılık bile yapamayacağı durumlar vardır. Bunlar, yaratılmış birini aşan hususlardır. Bu gibi şeylerin Allah'tan başka birinden istenmesi, o kimseyi Allah'ın makamına yükseltme anlamı taşımaktadır. Gaybı bileceğinden hareketle gıyabında birinden yardım istemek böyledir. Gaybın sadece Allah tarafından bilindiği müteaddit âyette dile getirilmektedir:
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir." [65][65]
"De ki: Gaybı bilmek Allah'a mahsustur." [66][66] "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir." [67][67]
"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler," [68][68]
Peygamber bile gayb bilgisine sahip değildir:
"De ki: Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.'[69][69]
"De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim... Gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana herhangi bir kötülük de gelmezdi." [70][70]
Yartılmışlardan hiçkimse gaybı bilmediğine göre mesele Allah'ın gaybı herhangi bir kimseye bildirip bildirmeyeceği ve bildirdiği takdirde kimlere bildireceğidir. Yüce Allah bu konuya da Kur'an-ı Kerim'de değinmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçip, ona gaybı bildirir." [71][71]
"Gaybı bilen Allah, gaybını kimseye açıklamaz. Acak peygamberlerden bildirmek istedikleri bunun dışındadır."[72][72]
Ayetlerde de açıkça bildirdirildiği üzere yüce Allah peygamberlerden başka kimseye gaybı bildirmeyeceğini Kur'an'da haber vermektedir. Kuşkusuz peygamberlere bildirilen gayb da sınırsız değildir. Allah, dilediği peygambere dilediği gayb bilgisini verir.
Gayb meselesini misal olarak seçmemizin sebebi, Kur'an'da konu çok açık bir şekilde ifade edildiği halde kimi çevrelerde çeşitli gerekçeler ileri sürülerek gayb bilgisinin peygamberler dışında bazı kimselere verildiğinin din adına iddia edilmesidir. Kimi, yüce Allah'ın gaybın tamamını sevgili peygamberinden gizli tutmasının mümkün olmadığını, hatta Peygamber efendimizin kıyametin ne zaman kopacağını bildiğini, ancak tavazu-undan dolayı bunu bilmediğini söylediğini, hatta Peygamber'in hizmetçileri durumunda olan evliyanın da kıyametin ne zaman kopacağını bildiklerini; çünkü hizmetçilerin, efendilerinin sırlarına vakıf olduklarını ileri sürmektedir. Aslında bu iddiaları ileri sürenlerin açıkça ifade edemedikleri, kendilerinin de kıyametin ne zaman kopacağını bilenlerden olduklarını söylemek ve çevreleri üzerinde hegemonya kurmaktır. Nice tavazuda tekebbür ve nice dinî görüntü çabasında sahtekârlık vardır.
Gaybın ne olduğuna gelince, Kur'an-ı Kerim Arap diliyle indirilmiştir ve Arap dilinde "gayb" kelimesi ne anlama geliyorsa Kur'an'da geçen gayb kelimesiyle o şey kastedilmektedir. Buna göre gayb, geçmiş ve gelecek ile kişinin beş duyu ile ulaşamadığı halihazırdır. Gelecek, bütün yaratılmışlar için bilinmezdir. Geçmiş ve içinde yaşanılan ana gelince, ilim yollan sayılabilen hususlarla bilinenler dışında kalanlar gayb kapsamı içerisindedir.
Günümüz müslürrianları arasında yaygın kanaatlerden biri de, ölülerin insanların yardımına koştuklarıdır. Buna gerekçe olarak da şunlar ileri sürülmektedir: İnsan ruh ve bedenden meydana gelmektedir; ruh ilahîdir, beden ise maddî olup dünyevîdir. Bu sebeple de süflî âleme aittir. Süflî âleme ait olan beden, ruh için bir kafes mesabesindedir. Ruh kafesten kurtulduktan sonra özgürlüğüne kavuşur, daha önce beceremediği birçok şeyi yapabilecek güce kavuşur. Bu inancı ileri süren mezarperestler bir de şöyle bir hadis uydurmuşlardır: "Bir sıkıntı ile karşılaşırsanız mezardakilerden yardım isteyiniz"
Öncelikle insanın cesed-ruh şeklinde bir ayırıma tabi tutulması ve bu ayırım sonucunda yapılan bu değerlendirme üzerinde duralım.
İnsanı ruh ve beden şeklinde ayırıp her birini diğerinden bağımsız hatta biribirleriyle çatışan birer varlık olarak değerlendirmek, ruhçu felsefenin uzantılarmdandır.
İslam da insanın ruh ve bedenden oluştuğunu kabul eder. Ne var ki insanın bir kimlik/kişilik sahibi olması, ruh-beden birlikteliğine bağlıdır. Ne ruh yalnız başına bir kimliğe sahiptir ve ne de beden. Kimlik birleşmeleriyle ortaya çıkar. Ayrıca ruh da yaratılmıştır, beden de. Bu dünya hayatında birlikte yaptıkları amellerin karşılığını ahiret-te birlikte göreceklerdir.
Kaldı ki ruh eğer ayrı bir kimliğe sahip olsaydı bile ruhtan yardım istemek yine mümkün olmazdı. Yardım sadece Allah'tan istenir ve Allah'tan yardım istenirken başkası araya konulamaz:
"Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan olma; sana fayda da zarar da veremeyecek, Allah'tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun. Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O'nun nimetini engelleyecek yoktur. Onu kullarından dilediğine verir. O, bağışlayandır, merhametlidir.'[73][73]
"Allah sana bir sıkıntı verirse, O'ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik verirse başkası onu engelleyemez. "[74][74]
5. Bizi Doğru Yola İlet.
Ayetin orjinalinde geçen "hidayet", 'yol gösterme, kılavuzluk'anlamındadır.
Kur’an’ın basından başlayarak okuyan kim- Allah'tan ük isteği hidayettir. Bu site ardından verilmektedir: Hidayeti an' denilmektedir. Dosdoğru yol Fafciha suresinden sonra gelen Bakara suresi şöyle başlamaktadır:
Mim" Bu doğruluğu şüphe götür- ozobından kendilerini sakınanlara yol gösteren Kitab'tır. [75][75]
Kur’an’ın tamamım dikkatlice okumayanlar bakı§aÇısıyla kaderci bir anlayışa kahı°Syetin' ki§inin hiçbir etkisi olmadan tarafindan takdir edildiğini zan-
Allah'a inanan her mü'min lnİn her türlü badenin üstünde oldu n dilemesinin önünde hiçbir engel!maîaCağın kesin olarak inanır İnsan da da Mlah'a muhtaçtırlar. Yaratıl-?den kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur, heosi de' yararlandığı şeylerin de veren OMur tarafindftn ylmıştır. Hidayeti hidayeti dileyen bir kimseye Allah va ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı, ya aa hidayeti bulmak istemeyeni Allah zorla hi-" surukler mi? Daha açık bir ifade ile yüce Allah kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezalandırmak için başka şeylere yönlendirir mi?
Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mümin, durup dururken Allah'ın kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O'nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır.
"Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir." [76][76]
"Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asla zulmetmez." [77][77]
"Melekler, inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, 'yakıcı azabı tadın, bu, kendi ellerinizle yaptığınızın karşılığıdır' diyerek canlarını alırken bir görseydin! Yoksa Allah kullara asla zulmetmez. [78][78]
İnsanda üç çeşit hidayet vardır. Bunlardan birincisi içgüdüdür. Hayatının ilk safhasında sadece içgüdüler ona kılavuzluk eder. İkinci safhada beş duyu devreye girer. Ancak içgüdü hidayeti de devam eder ve içgüdü yanıldığında duyuların hidayeti onları düzeltir. Bu iki çeşit hidayet hayvanlarda da vardır. Üçüncü hidayet ise, muhakeme yani akıl hidayetidir. Akıl, içgüdülerle duyuların yanılgılarını düzeltir ve onlara hakemlik yapar. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran bu hidayete sahip olmasıdır. Acaba akıl hidayeti yanıldığında hangi hidayet insana kılavuzluk eder. Çünkü akıl insana kılavuzluk ederken ilk iki hidayetin topladıkları malzameyi kullanır. Bu sebeple eksik malzame her zaman için sözkonusu olabilir ve akıl hidayeti yanılabilir. Ayrıca insan sevgi, kin ve nefret gibi duyulara da sahiptir ve aklın muhakemesine bunlar olumsuz etkilerde bulunabilirler. İşte bu sırada yanılmaz ve mutlak doğru olan hidayet gündeme gelir ki o da VAHÎYdir. Fatiha sûresinde kulun Allah'tan istediği hidayet işte budur.
Ayette sözkonusu edilen doğru yol (sıratı müstakim) hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya uluştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler aynı yola davet etmişlerdir. Bu nedenle sözkonusu edilen yol ile kastedilenin, Muhammed (s.a.v.)in yolu olduğunu söyleyenler de elbetteki isabet etmişlerdir. Bazı nıüfessirler bununla Kur'an'm, bazıları İslamm kastedildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslam da, Kur'an da Hz. Muhammed'in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tamamı arasında bir ihtilaf sözkonusu değildir. [79][79]
6-7. Nimet Verdiğin Kimselerin Yoluna. Gazaba Uğrayanların Ve Sapmışların Yoluna Değil.
Fatiha'nın, bir bütün olarak sûre halinde indirilen ilk sûre olduğuna dikkat çekmiştik. Yani Fatiha sûresi indirildiğinde henüz Kur'an-ı Ke-rim'in çok büyük bir çoğunluğu indirilmemişti. Bu nedenle bazı müfessirler, "Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler" ifadesiyle önceki peygamberlerin kastedildiğini söylerler. Allah'tan bu yola hidayeti isteyenler müslümanlar olduğuna göre, bu yolun, kendilerinden önceki peygamberlerin yolu olduğunda bir sakınca yoktur, hatta akla iik gelen de budur. Ancak burada şu hususa da dikkat çekmemiz gerekir ki, bütün peygamberlerin yolu birdir ve bu sebeple de Peygamberimizin yolu da aynı yoldur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimize hitaben şöyle buyurulmaktadır:
"İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy." [80][80]
Burada üç sınıf insandan sözedilmektedir:
a. Allah'ın nimet verdiği kimseler
b. Gazaba uğramış olanlar
c. Sapmış olanlar. [81][81]
Allah'ın Nimet Vediği Kimseler
İbnu Abbas ve müfessirlerden pek çoğu Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerin peygamberler, sıddîkler, şühedâ ve salihler olduğunu söylemiş ve bu görüşlerini şu âyetlere dayandırmışlardır:
"Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi olurdu. O zaman onlara kendi katımızdan büyük bir ecir verir ve onları doğru yola eriştirirdik. Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, sıddîkler, şühedâ ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar. [82][82]
Bazı müfessirler burada kastedilenlerin, İs-railoğullarının iman edenleri olduklarını söylerken bazıları bunların Peygamberimizin ashabı olduklarını söylemektedir.
Müfessir İbnu Atiyye'nin de belirttiği gibi bütün bu görüşler haddizatında aynı şeyi anlatmaktadır. [83][83]
Bazıları da bunların sadece peygamberler olduklarım söylemişlerdir.
Peygamberliğin insanoğluna verilen nimetlerin en büyüğü olduğunda şüphe yoktur. Çünkü insanlar ancak onun sayesinde dünya ve âhiret mutluluğuna erişebilirler. Ayrıca peygamberlikle şereflenenler diğer müminler için de Örnektirler. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu ayetler insanları üç sınıfa ayrılmaktadır ve Allah'ın kendilerine nimet verdiklerinin dışında kalanlar, gazaba uğramışlarla sapanlardır. Peygamberler dışında kalanların tamamı, bu son iki sınıf olmadığına göre peygamberlerin yolundan gidenler de nimete erişenler sınıfından olmalılar.
Mümin kişi, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerin yani Peygamberlerin yolundan gidenlerin bir ferdi olduğunu kalbinin derinliklerinde hisseder ve günlük hayatında da onlarla beraberliğini devam ettirir. Ancak bu, onun diğer insanlarla tüm ilişkileri kesmesi anlamına gelmez. Diğer insanlarla da iyi ilişkilen içerisinde olmaya devam eder. Çünkü din evrenseldir ve daima o dine inanmayanlara da açıktır. [84][84]
Gazaba Uğrayanlar Ve Sapmış Olanlar:
İbnu Mes'ud, İbnu Abbas, Mücahid, Süddî ve İbnu Zeyd gazaba uğramış olanların yahudiler, sapıtmış olanların ise hristiyanlar olduğunu söylemişlerdir. Hatta Peygamber (s.a.v.)den de bu anlamda bir rivayet nakledilmektedir. [85][85]
Bu görüşte olan müfessirler gazaba uğramış olanların yahudiler olduğuna dair şu âyetleri de delil olarak zikreder.
"Nerede bulunsalar, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. Meğer ki Allah'tan ve diğer insanlardan yardım göreler. Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı ve onlar isyan etmişlerdi, haddi aşıyorlardı." [86][86]
"De ki: Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? Allah kime lanet ve gazabederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır. [87][87]
Bu görüşte olan müfessirler derler ki bu ayetler yahudiler hakkında inmişlerdir.
Sapmış olanların Hristiyanlar olduğuna delil olarak da şu âyeti zikrederler:
"Haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha Önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir milletin heveslerine uymayın." [88][88]
Konuyla ilgili Peygamber (s.a.v.)den nakledilen rivayet sahih derecesine ulaşmamıştır. Tir-mizî hasen-ğarib bir rivayet olduğunu söylemektedir. Bizce kastedilen bizatihi Yahudiler ya da Hıristiyanlar değildir. Bilakis Yahudilerin sapmaları genelde Allah'ın gazabını, Hristiyanların sapmaları da genelde sapıklığı gerektirmektedir. Nitekim müslümanlar beş vakit kıldıkları namazın her rekâtında bu âyeti okumaktadırlar ve tarih boyunca da müslümanlardan ne Hıristiyanlığa geçen vardır ve ne de Yahudiliğe. Zaten Yahudiler başka milletlerin dinlerine girmesini de istemezler. Oysa namazın her rekâtında müslüman bu sözleri tekrar ettiğine göre her an için Allah'ın gazabına uğrama ve sapma tehlikesiyle karşı karşıya olmalıdır. Ayrıca Hıristiyan olup Allah'ın gazabını hakkeden olduğu gibi aksi de sözkonusu-dur. Belki de gazaba uğramışların Yahudiler olduğunun söylenmesi, bilerek ve kasdî sapmanın daha çok Yahudilerde vukubulmuş olmasındandır.
Nitelikleri ne olursa olsun gerek Yahudilerin ve gerek Hıristiyanların sapmalarını bilmekte yarar vardır. Aslında sadece bu iki din mensuplarının değil, diğer din ve milletlerin sapmalarını bilmekte de yarar vardır. Çünkü ne de olsa bütün insanlar başta tevhid üzere idiler ve dinden sapma sonradan ortaya çıkmıştır. Aynı sapmalar ileride müslümanlar için de sözkonusu olmayacak olsaydı, Kur'an-ı Kerim'de bunlara yer verilmezdi. Çünkü Kur'an-ı Kerim bir tarih kitabı değildir ki sırf tarihî bilgi olsun diye bunlardan sözetsin.
Nakledilen bir hadiste şöyle denilmektedir:
Peygamber (s.a.v.) bir çizgi çizdi ve bu, Allah'ın yoludur, buyurdu. Ardından bu çizginin sağına ve soluna çizgiler çizdi ve: Bunlar da farklı yollardır, bunların her birinin başında bir şeytan bulunur ve o yola çağırır, buyurdu. Ardından da şu âyeti okudu: "Şüphesiz bu, benim dosdoğru yo-lumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Çünkü o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır, işte sakınmanız için Allah size bunları emretti." [89][89]
Ancak biz burada Kur'an-ı Kerim'de anlatılanlardan yararlanarak sadece Yahudilerle Hris-tiyanların sapmalarına dair örnekler vermekle yetineceğiz. Aşağıda göreceğimiz gibi Yahudilerin sapmalanyla Hıristiyanların sapmaları, biribirlerinin aksi istikamette sapmalardır. [90][90]
Yahudi Sapması
Hak yoldan sapmış yahudilere göre Yahudilik İsrailoğullanna özel bir dindir. Başka milletlerin bu dine girmesi kabul edilmez. Bunun bir sonucu olarak Yahudiler, kendilerini Allah'ın seçkin ve özel bir kavmi olarak görürler. Diğer milletler adeta kendilerine hizmet etsinler diye yaratılmışlardır ve hiçbir zaman onların seviyesine ulaşamazlar.
Allah'ın kendilerini üstün ırk olarak yarattığına inanmalarına karşın tahrif edilmiş olan Tevrat'ta Allah, yer yer insan şeklinde nitelenmektedir. Örneğin Tevrat'ın Tekvin bölümünde Allah'ın, günün serinliğinde bahçede dolaştığı, yasak ağaçtan yediğinden dolayı saklanan Adem'in nerede saklandığını bilmediği, Adem yasak ağaçtan yediğini haber verinceye kadar bundan haberi olmadığı, Adem'in yasak ağaçtan yediğini haber alınca da Adem'i yarattığına pişman olduğu anlatılmaktadır[91][91].
Yine elimizdeki Tevrat'a göre Allah'ın İsrailoğullarının atası olan Hz. Yakub'la uzun süren bir güreş yaptığından bahsedilmektedir[92][92].
Hemen hemen Tevrat'ın her bölümünde Allah'a kurban olarak takdim edilen kızartılmış etten sözedilmekte ve Allah'ın güzel etten hoşlandığı anlatılmaktadır.
Ancak burada gayemiz bu tür şeyleri sıralamak değildir. Bizim burada anlatmak istediğimiz sapmış yahudilikte Allah'ın gerçeği üzere değil, zaman zaman bir insanmış gibi nitelenmesidir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim de onların Allah'ın emirlerine pek aldırmadıklarını, hoşlarına gitmediğinde Hz. Musa'ya: "Git Rabbinle birlikte siz savaşın" dediklerini haber vermektedir.[93][93]
Yahudi sapmasında Peygamberler de hakkettikleri makamın aşağısına indirilmektedirler. Nitekim Kur'an-ı Kerim aralarında işi, haksız yere peygamberleri Öldürmeye kadar götürenlerin var olduğunu haber vermektedir.
Yahudi sapmasında dinî emirler tevil edilmek suretiyle işlevsiz hale getirilir ve azaltılırlar.
Kendilerine yasak kılman içyağı yasağını, [94][94] yine cumartesi çalışma yasağını[95][95] deldikleri bilinmektedir.
Nakledildiğine göre yahudiler, içyağını erittikten sonra satıyor, böylece yasağı deliyorlardı.
Cumartesi yasağını nasıl deldiklerine dair de birtakım rivayetler nakledilmektedir. Rivayetlerde anlatılanlar aynı espiriyi taşımakla birlikte zikredilen olaylar farklıdır. Bunlardan ikisini aktarmakla yetineceğiz.
İbnu A66as'tan nakledilen bir rivayete göre: Yüce Allah tıpkı müslümanlara farz kıldığı gibi cuma gününü yahudilere farz kılmıştı. Ama onlar muhalefet ederek cumartesi gününü yücelttiler. Bunun üzerine Allah onları cumartesi günüyle imtihan etti ve sair günler onlara helal kıldığı şeyleri cumartesi günü haram kıldı. Medyen şehrindi olanlarına cumartesi günü balık avlanmasını ve yenmesini haram kıldı. Ama cumartesi günü balıklar deniz kıyısına akın akın geliyor ve ertesi gün çekip gidiyorlardı. Uzun müddet böyle geçti. Nihayet biri cumartesi günü gizlice bir balık yakaladı ve balığı bir iple bir kazığa bağlayarak denize saldı. Ertesi gün gelip balığını denizden çıkardı ve yedi. Böylece cumartesi avlanmamış oluyordu. Bu işi her hafta tekrarlamaya koyuldu. Nihayet diğerleri de adamın yaptığının farkına vardılar ve onlar da onun gibi yapmaya başladılar.
Bu rivayete göre cumartesi çalışma yasağı bu şekilde delinmişti.
İkinci rivayete göre ise, cumartesi balık akın edince, deniz kenarlarına çukurlar kazdılar ve cumartesi günü bu çukurlara giden kanalları açıyorlardı. Pazar günü ise, çukurlara dolan balıkları topluyorlardı. Alimleri buna karşı çıktıklarında da, biz cumartesi avlanmıyoruz ki, biz pazar günü avlanıyoruz, diyorlardı. [96][96]
Bakara sûresinde kesmeleri emredilen ineği kesmemek için ne bahaneler peşinde koştukları uzunca anlatılmaktadır.
Netice olarak emirleri yorumlayarak azaltma yahudi sapmasının belirgin özelliklerinden-dir.
Yahudi sapması materyalist bir sapmadır. Olaylara maddeci bir yaklaşımları vardır. Yahudilerin maddeye düşkünlükleri de bilinmektedir. Nitekim bu eğilim Hz. Mûsâ döneminde de kendini göstermişti. Hz. Musa'dan Allah'ı açıkça göstermedikçe kendisine inanmayacaklarını söylemişlerdi. [97][97] Yine bir şehrin fethi kendilerine müyesser kılındığında dinî geleneğin bir gereği olarak şehrin kapısında secde etmeleri ve Allah'tan günahlarının bağışlanmasını istemek anlamına gelen "hıtta" demeleri emredildiğinde onlar, içlerindeki ganimet hırsıyla buğday anlamına gelen "hınta" demişlerdi.[98][98]
Yahudilerin dinden sapmalarını maddeler halinde Özetleyecek olursak:
a. Allah'ı hakkıyla takdir edememiş ve O'nu haşa bir insan konumuna indirgemişlerdir.
b. Peygamberlere gereken değeri vermemiş, onları alelade bir insan olarak görmüşler, hatta haksız yere peygamberleri öldürmüşlerdir.
c. Din âlimlerini alay konusu yapmışlardır.
d. Dinî emir ve yasakları menfaatleri doğrultusunda yorumlayarak onları eksiltme yönüne gitmişlerdir.
e. Dinî emirleri tahrif ederken bilerek bunu yapmışlardır.
f. Yahudi sapması, materyalist bir sapmadır.
Yahudilerin tarih içerisinde sergiledikleri başka sapmalar da vardır. Ancak biz burada önemli sapmalara işaret etmeye çalıştık. Namaz kılan her müslüman namazının her rekatında zimnen "Allah'ım, beni bu sapmalardan uzak tut" demektedir. [99][99]
Hıristiyan Sapması
Hıristiyan sapmasının genelde yahudi sapmasının aksi istikamette bir sapma olduğuna dikkat çekmiştik.
Hıristiyanlar, yâhudilerin aksine Hz. İsa'yı peygamberlik makamından ilâhlık makamına yükseltmişlerdir. Aynı şekilde din alimlerini de olduğundan fazla yüceltir, Papanın direkt olarak Allah'la irtibat kurduğuna; kilisenin din adına yürürlükteki kimi emir ve yasakları kaldırma, aynı şekilde yürürlükte olmayan yeni yasalar koyma yetkisine sahip olduğuna inanırlar. Azizlerin mezarlarını ziyaret eder ve onlardan istimdat ederler. Kur'an-ı Kerim onların Hz. İsa'yı ilâh makamına yükselttiklerini haber vermektedir.
Yine yahudi sapmasının aksine hıristiyan sapmasında dinî emirleri çoğaltma mevcuttur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de ruhbanlığın kendilerine emredilmediğini, fakat kendilerinin bunu icat ettikleri belirtilmektedir. [100][100]
Yahudi sapması materyalist bir sapma idi, hıristiyan sapması aksine ruhçu bir sapmadır.
Hıristiyan sapmasını maddeler halinde ifade edecek olursak:
a. Bir peygamber olan Hz. İsa'yı ilahhk makamına yükseltmişlerdir.
b. Din âlimlerini zaman zaman peygamberlik makamına yükseltmişlerdir.
c. Dinî emirleri çoğaltmışlardır.
d. Hıristiyanların sapması genelde ruhçu bir sapmadır.
e. Yahudi sapmasının aksine hıristiyan sapmasında kasdîlik yani bilerek sapma sözkonusu değildir. Bu sapmada muhakemesini kullanmama, bilinçsizlik vardır.
Burada hedefimiz Yahudilerin ya da Hıristiyanların sapmalarını bütünüyle sıralamak değildir. Anahatlarıyla sapmalarını dile getirmeye çalıştık. Bu arada şunu da belirtelim ki aynı sapmalar müslümanlar için de sözkonusudur. Zaten bunların Kur'an'da zikredilmesinin nedeni de müslümaiîlann bunlardan ibret almaları ve o tür sapmalardan uzak durmalarıdır. Nitekim peygamber (s.a.v.) de bir hadisinde bu hususa dikkat çekmekte ve öncekiler neleri yapmışsa sizler de aynı şeyleri yapacaksınız, hatta onlar iş olsun diye keler deliğine girmişlerse siz de onu deneyeceksiniz, buyurmaktadır.
Fatiha suresinin namazın her rekâtında tekrar edilmesi de müslümanların her an için bu tür sapmalarla karşı karşıya kalabileceklerini anlatır. Çünkü her an için böyle bir tehlike sözkonusu olmasaydı, müslümanın 'Ta Rabbi beni gazaba uğramışlardan ve sapmışlardan eyleme" şeklinde dua etmesinin bir anlamı olmazdı.
Yukarıda da değindiğimiz gibi tek tek her yahudi Yahudi sapması; tek tek her hıristiyan da Hıristiyan sapması içerisindedir demek istemiyoruz. Bazen bir yahudi Hıristiyan sapması, bir hıristiyan da Yahudi sapması içerisinde olabilir. Biz burada bu iki din mensubu toplulukların din kitaplarında yaptıkları tahrifleri ve tarih içerisinde çizdikleri genel seyri anahatlarıyla incelemeye çalıştık.
Müslümanların içinde bulundukları ve onları bekleyen sapmalar nelerdir? Bu konuyu ileride ele alacağız. Burada şu kadarını söyleyelim ki, test ederek kontrol altına alamadığımız bir din anlayışı, bu tür sapmalardan emniyet içerisinde olamaz. Dinî anlayışımızı test etmenin yolu ise, Kur'an ve sahih sünnetin ışığında onu revizyondan geçirmekle mümkün olur. Bunu fert olarak yapamıyorsak, bilen kimselere sormalı ve sorduğumuz kimselerin bize verdikleri cevapların hangi âyet veya hadise dayandığını da öğrenmeliyiz.
Haddizatında Allah'ın gazaba geldiği kimselerle sapanlardan/dâllînden olmamayı istemek, dinden her türlü sapmadan uzak durmayı istemektir. Çünkü geçmişteki her türlü sapma, müs-lüman için de sözkonusudur.
Konumuza son vermeden önce günümüzde müslümarlar arasında yaygın olan dinden sapmalara ve sapma yollarına dikkat çekmekte yarar vardır. Burada da ayrıntılara dalmadan konuyu anahatlarıyla incelemeye çalışacağız. [101][101]
Dinden Sapma
Biz burada genel olarak günümüz müslü-manları arasında yaygın olan ve Kur'an-ı Ke-rim'in dikkat çektiği sapmaları anahatlarıyla incelemeye gayret edeceğiz. [102][102]
A. Allah İle Kul Arasında Aracılık:
Bazı çevreler, nasıl büyük devlet adamlarının, sultan ve kralların huzuruna onların itibar ettikleri bir aracı olmaksızın çıkılamıyor ve onlardan bir işin yerine getirilmesi istenemiyorsa, Allah'ın huzuruna da Allah'ın sevdiği bir kulunu aracı kılmadan çıkılamaz ve Allah'tan yardım is-tenilemez iddiasını ileri sürerler.
Böyle bir kıyas temelinden bozuktur. Şöyle ki:
Bir idarecinin huzuruna aracısız çıkılamıyorsa bu, o idarecinin büyüklüğünü değil, olsa olsa zalimliğini gösterir. Çünkü o, idaresi altında bulunanlar arasında ayırım yapmakta, ksndi nez-dinde kimilerini kimilerinden üstün görmektedir. Oysa Allah, zalim olmaktan münezzehtir. Kulları arasında ayırım yapmaz. Kendisine yönelen her kulunu kabul eder:
"Kullarım sana, beni sorduklarında (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulmaları mümkün olsun." [103][103]
Yeryüzünde putperestlik salih kimselere duyulan sevgi ve saygının aşırı boyutlara ulaşmasından doğmuştur. Nakledilir ki, putperestlik ilk olarak Uz. Nuh kavmi arasında ortaya çıkmıştır. Put olarak tapınılan Suva', Yağûs, Yaûk ve Nesr salih kişiler idiler. Onların peşinden giden tabileri vardı. Bu kişiler öldüklerinde, peşlerinden gidenler dediler ki: Onların heykellerini yapalım ki onları hatırlayalım. Onları hatırlamamız, bizi ibadet etmeye daha teşvik edici bir etken olacaktır. Bu gaye ile onların heykellerini yaptılar. İbadete teşvik edici bir etken olarak görülen bu heykeller zamanla putl aştırılmış ve onlara ibadet edilmeye başlanılmıştır. Müşrik Arapların hatta diğer putperest milletlerin taptıkları putlar da genellikle toplumlarına iyi hizmetlerde bulunmuş kimselerdir.
Kuşkusuz bu salih kimselerin zamanla Allah'a ortak koşulmaları, sadece heykellerinin yapılmış olmasıyla izah edilemez. Önemli olan o salih kimseler karşısında zamanla takınılmış olan tavırdır. Onların yağmur yağdırdıklarına, insanları Allah'a yaklaştırdıklarına inanılması ve bu gibi konularda Allah nezdinde aracı olduklarına inanılmasıdır.
İdareciler nezdinde yapılan aracılığın etkili olabilmesi şu hususlardan kaynaklanmaktadır:
a. Aracılık yapan kişinin vakti zamanında nezdinde aracılık yaptığı kimseye bir iyiliği dokunmuştur. İdareci minnet duygusuyla o kişinin aracılığını kabul eder.
b. İdareci şu veya bu nedenlerle aracılık yapan kişiden çekinmektedir. Bu nedenle aracının aracılığı etkili olmaktadır.
c. Kim için aracılık yapılıyorsa, idareci o kimseyi tanımamaktadır. Aracı olan kimse idareciye o tanımadığı kimsenin meziyetlerini anlatır. Böylece o kimseyi idareciye tanıtmış olur.
d. İdareci, aracı olan kimseyi son derece sevmektedir ve bundan dolayı aracılığını kabul etmektedir.
Belki bu son maddede anlatılanlar meşru bir aracılık gibi görünmektedir. Ne var ki yüce Allah'ın, kendisine yönelerek dua edene merhamet ve sevgisi aracı olan kimsenin merhamet ve sevgisinden çok daha fazladır. O halde bu durumda da Allah katında aracıya ihtiyaç yoktur.
Özellikle hazır olmayan kişinin ya da ölmüş birinin aracı yapılması kişiyi inanç bakımından şirke bile götürebilir. Çünkü ölülere duyurmanın mümkün olmadığı Kur'an'da açık bir şekilde dile getirilmektedir:
"Sen ölülelere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin." [104][104]
Hazır olmayan kimsenin çağrıyı duyması da mümkün değildir. Hazır olmayan kişiye seslenmek ve o kişinin bu çağrıyı duyacağına inanmak, o kişiye gücünün dışındaki bir yetkiyi vermek anlamına gelir. Kuşkusuz herşeyi duyan ve bilen sadece yüce Allah'tır.
Eğer aracılık şeklinde ifade edilecekse diri kimsenin duasını almak hem Peygamber (s.a.v.) zamanında ve hem de sahabe döneminde uygulanan bir durum idi. Bu nedenle yaşayanların duasını almak, din açısından sakıncalı bir durum değildir. [105][105]
B. Dinin Bölünmesi:
Dinin belli birtakım alanlara hasredilmesi günümüz müslümanları arasında yaygın bir hal almıştır. Kimine göre din Allah ile kul arasında bir kurumdur ve dünya işlerine karışmamalıdır. Hatta dinî cemaatlerde bile dini bölme müşahede edilmektedir. Bunlardan kimine göre din, nefsi İslah etmektir. Bu anlayışa şartlanmış olanlar bir ömür boyu kendi nefîsleriyle mücadele ederler. Bir türlü diğer hususlara sıra gelmez. Kimine göre din, iman davasıdır, İslamm diğer hususlarla ilgili emirleri önemli değildir; olsa da olur, olmasa da olur kabilinden şeylerdir. Kimine göre ise din, siyasî bir mukavemet aracıdır. Bu kesime göre de ahlâk, ibadet gibi hususlar bilahare sözkonusu olacak şeylerdir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak alçaklık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir." [106][106]
Yine şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, İslama bir bütün olarak girin, sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır." [107][107] Yani Islamın kimi emir ve yasaklarını alıp kimi emir ve yasaklarını al-mazhk etmeyin; onun bütün emirlerine sarılın.
Kur'an'ı bölerek bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenlerin azaba çarptırılacaklarını da yüce Allah haber vermektedir:
"Nitekim biz, (Kur'an'ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. [108][108]
Dinin bölünmesi vakalarından biri de evrensel olan dinin millîleştirilmesidir. Evrensel olan İslam dininin "Türk İslamı", "Arap İslamı", "İran İslamı" şeklinde tanıtılması sözkonusu ettiğimiz hususun tezahürlerindendir.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de dinin bölünmesine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
"Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya (Ey Muhammed) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir." [109][109]
C. Müslümanlar Arası Bölünme Ve İhtilaf:
Bazen Kur'an'ın bir kısmının alınıp bir kısmının terkedilmesi ve bazen de başka sebeplerle müslümanlar fırkalara ve hatta biribiriyle çatışan gruplara ayrılmışlardır. Oysa Allah onlardan bir ve beraber olmalarını istemektedir:
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın, Allah'ın size olan nimetini hatırlayın." [110][110]
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır." [111][111]
Her iki âyette de müslümanlar arası bölünmenin temelinde Kur'an'a sarılmama ve ondan yüzçevirmenin yattığına işaret vardır. Birinci ayette geçen "Allah'ın tpfnden maksat Kur'an'dır. Müslümanlar Kur'an'a sarıldıkları takdirde parçalanmazlar. Yine ikinci âyette söz-konusu edilen "apaçık deliller"den maksat da Kur'an-ı Kerimdir ve âyette apaçık deliller geldikten sonra ayrılığa düşülmemesi gerektiği anlatılmaktadır.
Bugün müslümanlar arasında bir bölünme ve parçalanmanın varlığı inkâr edilemez bir vakıadır. Hatta sadece dine lakayt olan kesimlerde değil, dinî faaliyet ve hizmet içerisinde olanlar arasında da bir parçalanma sözkonusudur. Bunun nedeni dinî grup ve cemaatlerin islâmî anlayışlarını direkt olarak Kur'an'a dayandırmam alandır. Halbuki din anlayışının Kur'an'a dayandırılması, ihtilaf çıktığında da bunun Kur'an ve Peygamber'in sahih Sünnetine götürülerek çözüme bağlanması gerekir:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Pey-gamber'e ve sizden olan ulülemre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız-onu Allah'a ve Rasûlüne götürün; bu hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir." [112][112]
Burada naklettiğimiz âyetler ve Kur'an'da yer alan daha pek çok âyet, müslümanların buluşma ve bütünleşme adreslerini de göstermektedir: Bu adres Kur'an'dan başkası değildir. Birleşme adresi ne herhangi bir mezhep, ne herhangi bir tarikat, ne de herhangi bir grup veya kliktir. Bir müslüman şu veya bu mezhebe, şu veya bu tarikata, şu veya bu gruba mensup olabilir, ama eğitiminde Kur'an'ı esas almadıkça ve Kur'an-ı Kerimi mezhep, tarikat veya grubunun önüne çıkarıp onu öncelemedikçe ne doğrudürüst bir müslüman olabilir, ne de müslümanların birliğinden sözedilebüir.
Her tarikat veya grup mensupları kendi şeyh veya üstadlarının İslamı daha iyi anladığında, Kur'an'ı daha iyi bildiğinde ve hatasız olduğunda İsrar ederek başka bir ihtiyaçlarının bulunmadığına inanacak olur ve bundan asla taviz vermezlerse birleşmeleri mümkün değildir. Kaldı ki Kur'an ve Sünnet üzere olmadıktan sonra birleşmelerinin bir anlamı da olmaz. [113][113]
D. Cehalet
Cehaletin iki temel sebebi vardır: Bilgisizlik ve muhakemesizlik yani aklı kullanmamak. Aklı kullanmak için birtakım ön bilgilere ihtiyaç vardır ama bilgi ve malumat sahibi olmak yalnız başına kişiyi cahil olmaktan kurtarmaz.
Günümüz müslümanlarmm sağlıklı ve yeterli bir dinî bilgiye sahip olduklarını ne yazık ki söyleyemiyoruz. Okuma-yazma oranının çoğalmasına, bilgi ve iletişim vasıtalarının yaygınlaşmasına rağmen din konusundaki bilgi gerileme göstermektedir. Hatta günümüzde din konusundaki kargaşanın en önemli sebebi dinî bilgi alanındaki geriliktir. Nice samimi insan din konusundaki bilgisizliği nedeniyle sapık yollara sürüklenmektedir.
Kur'an-ı Kerim, yüzlerce âyetinde insanları akletmeye, âyetleri üzerinde düşünmeye davet ettiği halde özellikle dinî konular üzerinde düşünmek yasakmış gibi bir anlayış hakimdir.
Yüce Allah bilgisizlik ve akletmemenin cehennem ehlinin iki temel Özelliği olduğuna dikkat çekmektedir:
"Dediler ki: Eğer söz dinleseydik veya akletseydik şu çılgın ateşin halkı arasında olmazdık.[114][114]
Cehaletin bu iki sebebini ortadan kaldırmadıkça dinî sapmanın önüne geçmek mümkün değildir. [115][115]
E. Taklit
Bilgi edinmemek ve akletmemek her konuda körükörüne bir taklidi doğurmuştur. Yüzlerce âyette Kur'an-ı Kerim, akh kullanmaya teşvik etmektedir. İslamm ilk dönemlerinde bu teşvik müslümanlar üzerinde etkili olmuştur. Ne var ki zamanla bu teşvikin etkileri azalmış ve nihayet fikrî donuklaşma ortaya çıkmıştır. Artık fikir üretmek, geçmişte fikir üretmiş olan âlimlere karşı gelmek anlamında algılanmaya başlanmıştır.
Peygamberlere karşı gelenlerin başında körü körüne atalarını taklit eden ve onları kutsayıp yüceltenler olmuştur:
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' dense 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız' derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarınınyoluna uyacaklar)?" [116][116]
Dinden sapma konusuna son vermeden önce İslam'ın ruh ve beden ilişkisine bakışı ve özellikle ruh konusundaki görüşüne değinmekte yarar görüyoruz. Çünkü günümüz din anlayışında ruhçu sapmanın önemli etkileri vardır. [117][117]
Ruhçu Sapma
Yüce Allah Adem'i topraktan yaratmıştır. Toprak çamur haline getirilmiş, şekillendirilmiş, fırınlanmış ve ardından ruh üfürülmüştür. O halde insan, temel maddesi toprak olan beden ve ruhtan meydana gelmektedir. Ne ruh yalnız başına ye ne de beden yalnız başına insanı temsil eder. İnsan, bu ikisinin toplamıdır. Bununla birlikte kimi felsefî bakışlar ruhu, kimisi de bedeni üstün tutmuşlardır. Ruhu önceleyen bakışaçıları ruhçu, bedeni önceleyen bakışaçıları ise maddecidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi Yahudi sapması maddeciliğe, Hıristiyan sapması ise ruhçuluğa meyyaldir. Orta yol olan İslam her ki bakışaçısını bir sapma olarak görmektedir. Bununla birlikte günümüzde ruhçu sapmanın özellikle dinî emirleri yerine getirme çabası içerisinde olan dindar müs-lümanlar arasında yaygın olduğunu söyleyebiliriz.
Bu sapma değişik kesimlerde değişik şekillerde tezahür etmektedir. "Beden ruh için bir kafes mesabesindedir. Beden kafesinde mahpus olan ruh, aslı özlemekte, bu kafesten bir an önce kurtulmak istemektedir. Kafesten kurtulan ruh özgürlüğüne kavuşur. Bu nedenle kişi öldükten sonra ruhun tasarruf alanı ve gücü artar. Ölmüş kimselerin ve özellikle evliyanın ölümlerinden sonra daha etkili olmalarının sebebi budur." gibi söylemler ruhçu sapmanın tazahürleri arasındadır.
Ruhun bir bedenden başka bir bedene göçü demek olan reenkarnasyon inancı da ruhçu sapmanın bir sonucudur. Buna göre ruh, aslından kopmuş ve dünya hayatında bir denemeye ya da cezalandırmaya tabi tutulmaktadır. Kişinin amelinin kötü olması veya başka bir sebepten dolayı olgunlaşamayan ruh, o kişinin ölümünden sonra başka bir insan bedenine girer ve olgunlaşma serüvenini devam ettirir. Olgunlaşıp Nirvana'ya ulaşabilme niteliğini kazanıncaya kadar ruhun bir bedenden başka bir bedene göçü devam eder. Tasavvuftaki "fena fillah" mertebesi ruhun olgunlaşıp Nirvanay'la bütünleşmesinin karşılığıdır.
"Ruhun aslını özlemesi ve aslına dönmesi" düşüncesi, ruhun aslının Allah olduğu fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu düşünceye göre ruh ezelî ve ebedîdir. Allah'tan kopup dünyaya gelmiştir ve bu nedenle de aslına dönme özlemi içerisindedir. Oysa İslama göre ruh, aynen beden gibi yaratılmıştır. İnsan, ancak ruh ve bedenin bir araya gelmesiyle meydana gelir. Ayrı ayrı herbiri bir anlam ifade etmez. İnsanın aslı ne bedendir ve ne df? yalnız başına ruhtur.
"İslam madde ve ruha eşit şekilde mi muamele eder, yoksa ruh maddeden daha mı önemlidir?" sorusuna Muhammed Hamidullah şöyle cevap vermektedir:
"İnsan beden ve ruhtan oluştuğu için her ikisini de nazara almamız gerekir. Bedenimizin selameti için yeriz, içeriz ve uyuruz. Dengeyi sağlanı ak için ruhumuz için de birşeyler yapmamız gerekir. Bu yüzden, Allah ve Rasulüllah (s.a.v.) namaz kılmamızı, oruç tutmamızı, sadaka vermemizi ve hacca gitmemizi emretmektedir. Her iki yönümüz -beden ve ruh- nazara alınmıştır. Bu ikisi arasındaki oranı bilmiyorum. Bütün bildiğim, yirmidört saatten en az yirmidört dakikayı ruhumuz için beş vakit namaza harcamamız istenmektedir. Geriye kalan zaman bize bırakılmıştır. Onu istediğimiz gibi geçirebiliriz. Bedenimize, ruhumuza veya her ikisine birden ağırlık verebiliriz. Bu bizim kendi şahsî tercihimize kalmıştır. Şeriat tarafından hiçbir kural getirilmemiştir. Sadece beş vakit namaz emredilmiş ve gerisi bizim kararımıza terkedilmiştir.[118][118] İnsan ruh ve beden birlikte ligiyle dünyaya gelir ve her ikisinin birlikteliğiyle bu dünya hayatını tamamlar. Birlikte amel ederler ve amellerinin karşılığını âhirette birlikte görürler.
Ölüm, ruh ile bedenin birbirlerinden ayrılmaları hadisesidir. Her ikisi de yok olmazlar, mahşere kadar ayrı yerlerde beklerler. Bu arada aralarında ne gibi bir iletişim ve bağlantı vardır, onu bilemiyoruz. Çünkü bu mesele gayb âlemine aittir ve gayb âlemine dair bilgimiz sınırlıdır; bu konudaki bilgimiz ancak Allah'ın bize haber verdiği kadardır. Kabre konulan bedenin birtakım değişimlere uğradığını biliyoruz, ancak bu arada ruhun ne gibi bir değişime uğradığını bilemiyoruz. Bildiğimiz, ruhun ameline göre bir yerlerde bekletildiğidir.
Görüldüğü gibi İslam, insanın ruh ve bedenden oluştuğunu söylerken ikisini birbirinden ayırmak üzere bu tespiti yapmamaktadır. İkisini bütünleştirmek üzere bir ayırım yapılmaktadır. Amel, ruh ve bedenin birlikteliğiyle yapılır, amelin karşılığı olan ceza veya mükâfat da her ikisi içindir.
Fatiha konusunu bitirmeden önce bir konuya değinmekte yarar vardır:
Dinlerin zamanla safiyetlerinin bozulmasıyla dinî ibadet ve kavramlara koyu bir şekilcilik hakim olur. Din adına yapılan bir şeyin nedeni üzerinde durulmaz, Kutsayıcı ve esrarengiz bir atmosfer dinî kavram ve kuralları çevreler. Bu durum özellikle dualarda kendini gösterir. Gerek Kur'an-ı Kerim'deki ve gerek Peygamber (s.a.v.)in duaları dikkatle incelendiğinde duada içtenlik ve duanın sebebi ile duada anlatılanlar arasında sıkı bir bağın mevcut olduğu görülecektir. Dinî sapmanın hakim olduğu dönemde ise, yapılan dua ile duada istenen arasındaki bağın gözardı edildiğini görürüz. Bu bağlamda Fatiha'nın mesela ölüler için ve mezarlıkta okunmasını misal olarak zikredebiliriz. Bu sözlerle Fatiha'nm birtakım duaları içermediğini söylemek istemiyoruz. Ancak Fati-ha'nın içerdiği dua, yaşayanlar içindir, ölüler için değil. Ayrıca mezarlarda Fatiha okunması, Peygamber (s.a.v.)in mezarlarda okuduğu duanın unutulmasına da. neden olmuştur. Kaldı ki Peygamber (s.a.v.)in okuduğu dua okunmasa veya bilinmiyorsa kişinin oracıkta hissettiklerini duasında dile getirmesi bile makama daha uygundur. Çünkü Fatiha sûresinde mezardakine yönelik hiçbir ifade mevcut değildir.
Dua yapılırken, duanın nedeni ile yapılan d-ua arasında bir bağın bulunduğuna dikkat çekmiştik. Buna örnek olsun diye Peygamber (s.a.v.)in mezarlığın yanından geçerken veya mezarlığı ziyaret ederken yaptığı dualardan birini örnek verelim:
"Esenlik içerisinde olun ey müminler diyarı! Siz bizden önce göçüp gittiniz, biz de size geleceğiz. Allah bizim günahlarımızı da, sizin günahlarınızı da bağışlasın." [119][119]
Türkçe Namaz
Alimler, Kur'an okunmayan namazın geçerli olmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Bu görüşlerine dayanak olarak Müzzemmil sûresinin yirminci âyetinde geçen "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun" ifadesini delil getirmişlerdir. Bu hart ve Müslim'in de naklettikleri bir hadiste hatalı namaz kılan birine Peygamber (s.a.v.) namazın nasıl kılacağını öğretmekte ve öğrettiği hususlar arasında "Kur'an'dan okuyabileceğini oku" dediği ifade edilmektedir.
Sözkonusu âyet ile naklettiğimiz rivayette Kur'an'dan neyin okunucağı belirtilmediğinden bazı âlimler namazda asgarî olarak uzunca bir âyet ya da üç âyetin okunmasının yeterli olduğunu söylemişlerdir. Ancak çoğunluk "Fatiha'sız namazın olamayacağını" bildiren bir rivayet [120][120] ile "Fatihas'ız kılınacak namazın eksik olduğunu" bildiren bir rivayete[121][121] dayanarak Kur'an'dan okunması gerekenin Fatiha sûresi olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu görüşte olanlar da Fatiha sûresinin her rekâtta mı yoksa bir veya iki rekâtta mı okunmasının farz olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Netice olarak ihtilaf Fatiha sûresinin okunmasının farz olup olmamasındadır. Aslında uygulama hep Fatiha sûresinin okunması şeklinde olagelmiştir. Bu konudaki farklı görüşler fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz namazın ve bu arada namazda okunan Fatiha sûresinin Türkçeleştirilmesi ve namazın Türkçe kılınması meselesidir.
Namazın Türkçe kılınması fikri, uluslaşma projesi çerçevesinde Cumhuriyetin ilk dönemlerinde; 1932 yılı Ramazan ayında ileri sürülmüş fakat revaç bulmamıştı. O sıralarda Peygamberimizin Türk asıllı olduğu ve milli bir din icat etmenin gerekliliği devletin ileri gelenleri tarafından dile getirilmiş, Kur'an sûrelerinin mealleri değişik mûsikî makamlarıyla İstanbul camilerinde okunmuştur. Ancak halkın gösterdiği tepki ve bu tepkinin giderek büyüyeceğinden endişe edilerek bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Bu arada namazın Türkçeleştirilmesi istenmiş, 1926 yılı yine Ramazan ayında Göztepe'de Mehmed Cemaleddin adında bir imam namazı Türkçe kıldırmış, fakat dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi adı-geçen şahsı imamlık görevinden azletmiştir. Kur'an'ın ve namazın Türkçeleştirilmesi başarısızlığa uğuramıştır ama o sırada Ezanın Türkçe okutulmasıyla yetinilmiştir. Türkçe ezan uygulaması, devlet baskısı ile (1932-1950) yıllan arasında onsekiz yıl sürmüştü. Buna rağmen müslüman halk bu uygulamayı içine sindirememiş, çok partili döneme geçilerek uygulamanın ortadan kalkması bayram havası içerisinde karşılanmıştı.
Gariptir ama Türkçe ezan ve Türkçe namazı savunanların önemli bir kısmı, hatta tamamına yakını namaz kılmayanlar arasındandı. Aynı durum günümüz için de sözkonusudur. Ne var ki bu görüşün kabul görmemesi, onu savunanların namaz kılmamalanyla ilgili değildir. Eğer dinî delillerle desteklenebilir bir tarafı olsaydı, kuşkusuz namaz kılanların bir kesiminde kabul görürdü.
Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında uluslaşma çerçevesinde ileri sürülen ve başarısızlıkla sonuçlanan namaz ve ezanın türkçelesürümesi, bugün de aynı gayeyle ileri sürülmektedir. Son yıllarda ortaya atılan ve bazı dinî cemaatler tarafından da seslendirilen "Türk İslâmı" tezi de uluslaşma projesi çabalarının bir sonucudur. İlk deneyimde başarısızlığa uğrayan namazın türkçe-leştirilmesi tezini ileri sürenleri cesaretlendiren "Türk İslamı" tezinin günümüzde bazı dinî cemaatler tarafından benimsenmiş olmasıdır.
Namazın Türkçe kılınması düşüncesi, salt siyasî endişelerle ortaya atılmış olsa da bu görüş sahipleri kendilerince birtakım dinî deliller de ileri sürmektedirler. Zaten burada bizi ilgilendiren de meselenin dinî ve ilmî boyutudur.
İddia sahiplerinin ileri sürdükleri delilleri şöylece maddeleyebiliriz:
a. Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanife'nin, Arapçadan başka dil ile namaz kılınmasını caiz görmesi.
b. Peygamber (s.a.v.)'in Kur'an'dan hiçbir şey bilmediğini söyleyen birine tehlil, tahmid (Allah'ı anan ve öven dualar) vs. ile namaz kılabileceğin? söylemesi.
c. Peygamber (s.a.v.)in Kur'an'dan bazı kelimeleri talaffuz edemeyen kimselere bu kelimelerin eşanlamlarını kullanmak suretiyle Kur'an okumalarına izin verdiğine dair rivayetler.
d. Selman-ı Farisî'nin Fatiha sûresini Farsça'ya tercüme ettiğine dair riayet.
e. Arap olmayan müsîümanların günde beş vakit namaz kıldıkları fakat namazda okuduklarının anlamını bilmemeleri.
Namazın Türkçe kılınması gerektiğini savunanların her biri bu delillerin hepsini belki kul-lanmıyordur ama biz hepsini bir taraf olarak kabul edip görüşlerini bir bütün halinde aktarmaya çalıştık. Şimdi de ileri sürülen bu delilleri tek tek ele alarak inceleyelim ve ileri sürülen bu delillerin, iddiaya delil olup olamayacaklarını görelim.
Gerçekten ileri sürdükleri gibi diğer bütün mezhep imam ve müctehidlerinin aksine Ebû Hanife, Farsça namaz kılınmasını caiz görmektedir. Hanefî ftkhıyla ilgili bazı kaynaklarda bunun kerahatle birlikte caiz olduğu zikredilirken bazılarında bu kayıt bulunmamaktadır. Bazı kaynaklar ise onun bu görüşten vazgeçtiğini haber vermektedir.
Hanefî alimlerin bir kısmı mezhep imamlarının görüşünü kabul etmemiş, bazıları ise, bu görüşü sonuna kadar savunmuş hatta bazı şartlarla (Kur'an'ın da ifadelerine uyan ve tahrif edilmemiş Tevrat ve İncilden oldukları kanaatinde olunan metinlerden olması gibi) Tevrat ve İncil ile namaz kılmanın bile caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. E-bû Hanife'den sonra mezhebin en büyük imamlarından kabul edilen Ebu Yusuf ve Muhamrned Hanefi alimler arasında orta bir yol takip ederek Arapça bilmeyen kişinin, Arapçayı belleyinceye kadar geçici bir süre için başka dilde namaz kılabileceğini söylemişlerdir.
Ebû Hanife, bu görüşe varırken delili neydi? Bu konuda kendi ağzından herhangi bir kaynakta bir nakil bulunmamaktadır. Ancak görüşünü savunan ya da reddedenler birtakım tahmin ve değerlendirmelerde bulunmaktadırlar. Hanefî âlimlerden bu görüşü savunanlardan Kâsânî'nin (öl. 587 h.) ifadesine göre Ebû Hanife şu görüştedir: Aslolan Kur'an'ın ihtiva ettiği ibretler, öğütler, iyiliği teşvik, kütlüklerden sakındırma ve Allah'ı ta'zimdir. Bunlara delalet eden herhangi bir lafız Kur'an'dır. Kur'an, bu gibi hususlara delalet eden Arapça lafızlarla sınırlı değildir. Önemli olan anlamdır, lafız değil.[122][122]
Ebû Hanife'nin gerekçesini bu şekilde tespit eden Hanefî mezhebine bağlı âlimler, daha önce belirttiğimiz gibi, birtakım şartlarla hatta Tevrat ve İncil ile de namaz kılınabileceğini iddia etmişlerdir.
Yine Hanefi alimlerden Sarahsi'ye (öl. 483/1090) göre Ebû Hanife'nin böyle bir görüşü ileri sürmesinin temelinde yatan husus, Kur'an-ı Kerimin icazına (mucize oluşuna) dair görüşüdür. Ona göre Özellikle Arap dilini bilmeyen için Kur'an'ın icazı, lafzında değil, anlamındadır. Namaz mu'ciz olan ile kılınır. [123][123]
Yukarda görüşünü naklettiğimiz Kâsânî'ye (öl. 587 h.) göre ise, mesele i'câz yönüyle ilgili değildir. Kur'an'm ne olduğuyla ilgilidir- "Kur'an ise, kelamın hakikati olan sıfattır. Arapça lafızlar dışında bu sıfatı kastederek Kur'an yaratılmış değildir, diyoruz." [124][124] Kelamın hakikati olan sıfat Arapça lafızlarla dile getirildiği gibi Farsça lafızlarla da dile getirilebilir. [125][125]
Kimine göre Ebû Hanife, "O, evvelkilerin kitaplarında da vardır*[126][126] âyetine dayanıyordu. Buna göre Kur'an-ı Kerim, evvelki kitaplarda da vardır ve bu kitaplar Arapça indirilmiş değillerdir. Öyle ise, Kur'an denilirken anlamın kendisi kastedilmektedir.
Hanefî alimlerin bazılarına göre ise, Ebu Hanife'nin dayanağı Selman-ı Farisîden nakledilen rivayettir.
Gerekçe ne olursa olsun Ebû Hanife'nin böyle bir görüşünün olduğunu bizzat Hanefî kaynakları belirtmektedir.[127][127]
Tekrar belirtelim ki gerekçelendirmeler sonraki alimlere aittir. Ebu Hanife'nin kendisinden içtihadının gerekçesi nakledilmiş değildir. Bu nedenle gerekçeleri uzun boylu değerlendirme ihtiyacı duymuyoruz. Gerekçelerin bir kısmı aşağıdaki anlatım içerisinde dolaylı olarak değerlendirilmiş olacaktır. Burada sadece Kur'an'm evvelkilerin kitaplarında olduğunu beyan eden ayetle ilgili gerekçelendirme üzerinde duracağız:
Bu âyetle Kur'an'da anlatılanların tamamının evvelkilerin kitaplarında yer aldığı anlamını çıkarmak mümkün değildir. Kur'an'ın önemli bir kısmı Peygamber (s.a.v.)den, yaptığı savaşlardan ve iniş döneminde vukubulmuş olaylardan sözet-mektedir. Bunların öncekilerin kitaplarında yer alması düşünülemez. Elbette Kur'an'ın anlattıklarının bir kısmı önceki kitaplarda yer almaktadır. Ancak Kur'an'ın bir kısmı yer alıyor diye onlara Kur'an denilmemektedir ve namazda okunması gereken Kur'an'dır. Kur'an ise, ileride de göreceğimiz gibi lafız ve manadır. Onun lafızları ise Arapçadır. Kaldı ki bu ayette kastedilen, Kur'an'ın evvelkilerin kitaplarında zikredilmiş olmasıdır, yoksa Kur'an'da anlatılanlar evvelkilerin kitaplarında anlatılmış olduğu değil. Ayrıca Ebu Hanife'nin, "Kur'an" sözcüğüyle Kur'an'ın manasının kastedildiğini söylediğine dair elimizde hiçbir delil yoktur.
Kuşkusuz Ebu Hanife büyük bir müctehid-dir. Ancak muctehid, dinin kaynağı veya delili olmadığı gibi yanılmaktan masum da değildir. Yaptığı ictihadlar Kur'an ve Sünnet çerçevesinde değerlendirilir. Bizzat Ebu Hanife'nin kendisi de bunu istemektedir. Hemen hemen bütün mucte-hidler, görüşleri Kur'an ve hadislere aykırı olduğu takdirde kendi ictihadlanyla amel edilmemesi gerektiğini belirtmişlerdir. Her içtihadı bu çerçevede değerlendirmeliyiz. Özellikle bir müctehidin içtihadı eğer diğer müctehidlerin ictihadlarına aykırı ise bu konuda daha hassas davranılması gerekir. Çünkü muctehid ne kadar büyük bir müc-tehid olursa olsun yanılabilir. Hiçbir müctehidin içtihadı dinin delili ya da kaynağı değildir.
O halde meseleyi Kur'an ve Sünnet'in ışığında değerlendirmeliyiz:
"Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun"[128][128] âyetiyle namazda Kur'an'ın okunması emredilmektedir. Ayet, İslamın ilk dönemlerinde kılınan gece namazıyla ilgilidir. Ayetin siyak ve sibakı bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yani namazda Kur'an okunması bizzat Kur'an'da emredilmekte-dir. Bu husus Kur'an'da ifade edildiği gibi hadislerde de dile getirilmektedir.
O halde mesele, Kur'an'm başka dildeki bir çevirisine/mealine "Kur'an" denililip demlemeyeceğinde düğümlenmektedir.
Hangi dilden yapılırsa yapılsın tercümenin, aslın aynı olmadığı bu işle uğraşanlarca bilinen bir gerçektir. Buna göre hiçbir Kur'an meali, orji-nalinin aynı değildir. Kaldı ki Kur'an'ı başka dillere tercüme edenlerin tamamı, müslümam da, müslüman olmayanı da bunun zorluğuna dikkat çekmişlerdir. Ayrıca Kur'an, anlamıyla olduğu gibi lafızlanyla da ilâhîdir. Allah tarafından Arapça olarak indirilmiştir. Bu husus birçok âyette ifade edilmektedir:
"Biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik"[129][129]
"Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü biçimlere çevirip açıkladık ki korunsunlar." [130][130]
"Korunanlar için bunu, pürüzsüz Arapça bir Kur'an olarak (indirdik)." [131][131]
"Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır." [132][132]"Biz sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik ki kentlerin anası (Mekkejyi ve çevresinde bulunanları uyarasın." [133][133]
"Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık." [134][134]
"Ondan Önce de önder ve rahmet olarak Mû-sâ'nın kitabı vardır. Bu da (şirk ile), kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davrananları müjdelemek için, Arap diliyle indirilmiş; (kendinden önceki Kitab'ı) doğrulayan bir kitaptır." [135][135]
Görüldüğü gibi âyetlerde Kur'an'ın Arapça olarak indirildiği anlatılmaktadır. O halde Kur'an, hem mana ve hem de lafız olarak indirilmiştir.
Acaba, "düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptık" âyeti Türklerin Kur'an'ları-nın da, namazlarının da Türkçe olmasını gerektirmiyor mu?
Haddizatında bu âyet de Kur'an'an Arapça olduğunu vurgulamaktadır. Elbette Kur'an'ı anlamak isteyip Arapça bilmeyenler, meallerinden onu okuyabilirler. Ne var ki okudukları "Kur'an" değil, "Kur'an'ın meâli"div. Namazda ise, Kur'an'ın kendisinin okunması istenmektedir. Bu âyet olsa olsa, Kur'an'ın meâllendirilmesi ve böylece Arapça bilmeyenlerin bu mealleri okumalarının gerektiğini anlatır.
Kur'an'ın "kelamullah"[136][136] olarak nitelendirilmesi de onun manasıyla birlikte lafızlarının Allah'a ait olduğunu gösterir.
"Kelâm" sözcüğüyle lafız dışında yalnız başına mana kastedilmez. Anlamı olmayan seslere gürültü denilir, kelam değil. O halde kelam, anlam ifade eden lafızdır. Mutezile'nin ortaya çıkmasından sonra Kur'an'ın mahluk olup olmadığı meselesi İslâm âleminde sonu gelmeyen tartışmalara neden olmuştu. Mutezile Kur'an'ın mahluk yani yaratılmış olduğunu söylüyor, Ehl-i Sünnet ise yaratılmadığını söylüyordu. Hatta bu yüzden mutezilîlerin yönetim üzerinde etkili oldukları dönemde görüşlerinden dolayı Ahmed b. Hanbel ve benzeri Ehl-i Sünnet âlimlerine işkence yapılmıştı. Konuyla ilgili tartışma uzun sürdü. Nihayet bir ara formül bulundu ve "kelâm"ın "nefsi" ve nutkt olmak üzere ikiye ayrıldığı, talaffuz edilmezden önceki hali olan nefsi kelâmın yaratılmış olmadığı, lafızlara dökülmesi anlamında olan nut-kl kelâmın yaratılmış olduğu ileri sürülerek bu tartışmaya son verilmek istendi. Kelâmın mana için kullanılışı bu nedenle ileri sürüldü. Bu ayırımın tutarlı olup olmadığı ve lafızlara dökülmemiş olan mana'ya kelâmı nefsi denilip denilmeyeceği meselesi bir tarafa kelâm sözcüğü mutlak olarak zikre dil diğinde 'lafızlara dökülen' anlamındadır. Mananın "kelam" diye isimlendirilme sinin hiçbir dayanağı yoktur. Hangi Arapça sözlüğe bakarsanız bakınız "kelam"a, "mana" karşılığını veren bir sözlük bulamazsınız. Kur'an'ın hiçbir âyetinde bu kelime ile mana kastedilmiş değildir. "Kelamul-lah" terkibini içeren şu ayet size bu konuda ışık tutmaktadır:
"Eğer müşriklerden biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın kelamını işitsin"[137][137]
İşitilmeye medar olan, yalnız başına mana değil lafizdır. Elbette Allah'ın kelamı, içi boş lağv anlamında lafızlar değil, anlamı olan lafızlardır. Eğer kelam ile sadece mana kastedilmiş olsaydı "Allah'ın kelamını işitsin" denilmez "Allah'ın kelamını öğrensin veya bilsin vs." denilirdi ve o zaman ancak sadece mananın kastedilmiş olabileceği belki söylenebilirdi.
Peygamber (s.a.v.)e vahiy geldiğinde, gelen vahyi unutmamak için hemen dilini depreştirerek tekrara koyulduğu anlatılmaktadır. Sözkonusu âyette şöyle buyurulm aktadır:
"(Ey Muhammed), onu hemen okumak için dilini depretme. O'nu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okumak bize düşer. O halde sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. Sonra onu okumak da bize düşer." [138][138]
Eğer Peygamberdin kalbine sadece anlam iniyor olmuş olsaydı, Peygamber ne diye dilini depretsin ki. O zaman tam bir sükûnet içerisinde gelen manaya konsantre olmaya çalışırdı. Dilin depretilmesi, gelen vahyin lafızlarıyia geldiğini gösterir. Peygamber (s.a.v.), gelen lafızları tekrar ediyor, bunları ezberlemeye çalışıyordu. Netkim bizler de bir metni ya da sözü ezberlemeye çalıştığımızda onu dilimizle de tekrar ederiz.
Tarih boyunca Kur'an'ın i'câzı (mucize oluşu) konusunda eser verenler, lafızlarının i'cazım gündeme getirmişlerdir. Hatta bazı âlimler Kur'an'ın on sûresine benzer getirilmesini içeren meydan okumayla ilgili Hûd süresindeki âyette geçen " mu fter ey ât: uydurulmuş"[139][139] sözcüğüyle Kur'an'm lafızlarının yani sözdiziminin kastedildiğine dikkat çekmişlerdir. Bu görüşlerinde tamamen haklıdırlar. Çünkü iftira, anlamı doğru olmayan sözdür. O halde on sûreye benzer getirilmesi konusunda meydan okunan bu âyette "muf-tereyâf sözcüğüyle anlatılmak istenen şudur: Velev ki anlamları doğru ve tutarlı olmasın sözdizi-mi bakımından Kur'an'ın sözdizimine benzer on sûre getirin. Kur'an'ın lafızlarıyla da mu'ciz olması, lafızlarının da ilâhî oluşu nedeniyledir.
Hakka ve Tekvîr sûrelerinde geçen "O (Kur'an), elbette değerli bir elçinin sözüdür"[140][140] âyetinde geçen "elçinin sözü" ifadesinden Kur'an'ın lafızlarının Peygamber'e ya da Cebrail'e ait olduğunu söyleyenler olmuştur.
Ayetler bağlamı içerisinde incelendiğinde "Hakka" sûresinde geçen "elçi" sözüyle Peygamber (s.a.v.), "Tekvîr" sûresinde de Cebrail kastedilmektedir. Eğer âyetlerde geçen "sözü" kelime-, siyle lafız (sözdizimi) kastedilmiş olsaydı, anlamları Allah tarafından olan Kur'an'ın sözleri yani lafızları hem Peygamber'e ve hem de Cebrail'e ait olduğu söylenmiş olurdu ki bu bir çelişkidir. Çünkü manaları lafızlara döken ya Peygamber'dir veya Cebrail'dir, ikisidir, denilemez. O halde elçinin sözü ifadesi ile kastedilen, Allah'tan gelen manaların lafız kalıplarına dökülmesi değildir. Dikkat edilirse âyetlerde Cebrail için de, Peygamber için de "elçi" nitelemesi yapılmakta; "melek sözü" ya da "Muhammed'in sözü" denilmemekte, "elçinin sözü" denilmektedir. Elçi, kendisini elçi olarak tayin eden kimsenin sözlerini başkasına ulaştıran kişidir. Elçinin görevi, aktarmaktan ibarettir. Elçide aranan vasıf ise, onun güvenilir biri olmasıdır. Zaten her iki âyette Cebrail'in ve Peygam-ber'in güvenilirlikleri vurgulanmaktadır. Bu sözleri size aktaran bu iki elçi, güvenilir elçilerdir; Allah'ın sözlerini olduğu gibi size aktarıyorlar, onlara güvenin denilmektedir. [141][141] Allah katından insanlara ulaşıncaya kadar Kur'an'ı taşıyan iki elçi bulunmaktadır: Cebrail ve Peygamber. Kur'an'm Allah'tan, olduğu gibi bize aktarıldığından emin olmamız için bu iki elçinin güvenilir olmaları gerekiyordu. Sözkonusu âyetlerde de bu durum ifade edilmektedir. Nitekim Müddessir sûresinde Kur'an'm bir beşerin sözü (kavli) olduğu iddiası reddedilmektedir. [142][142]
Netice olarak Kur'an-ı Kerim mana olarak da, lafız olarak da Allah tarafmdandır. Kur'an'm hem mana ve hem de lafızları Allah'a ait olduğuna göre başka bir dile çevirildiğinde o çeviri "Kur'an" diye isimlendirilemez.
Selman'ı Farisi'nin Fatiha sûresini Farsça'ya tercüme ettiğine dair rivayete gelince, her-şeyden önce rivayet sahih değildir. Ayrıca konuyla ilgili rivayetler de farklıdır. Bir rivayette Sel-man'm sadece Besmeleyi tercüme ettiğini söylerken, bir rivayette Kur'an'dan bir miktarı tercüme ettiği ifade edilmekte, birisinde ise Fatiha sûresini tercüme ettiği anlatılmaktadır. [143][143] Bununla birlikte sözkonusu rivayetler sadece Hanefî fıkıh kitaplarıyla tarih kitaplarında zikredilmektedir. E-bu Hatıife'nin Fansça namaza cevaz vermesi nedeniyle sırf mezhep gayretkeşliğiyle uydurulmuş olmaları muhtemeldir. Kaldı ki Fatiha'nın Fans-ça'ya tercüme edilmiş olması, namaz kılan İran'lı mü s lüm ani arın namazlarında okudukları Fatiha'nın anlamını bilmeleri için olduğu da söylenebilir ki, bunun için tercüme edildiğini söylemek çok daha makuldür.
Mazur kimselere verilen ruhsatları konu alan üçüncü ve dördüncü maddelerdeki delillerine gelince, bunlar de başka dilde namaz kılınmasının caiz olduğuna delil olarak getirilemezler. Sözkonusu delillerde, Kur'an'dan hiçbir şey bilmeyen birine Peygamber (s.a.v.)in tehlil ve tah-mid getirerek yani birtakım dualar yaparak namaz kılmasını öğütlemesine dair rivayet ile yine Peygamber (s.a.v.)in bazı âyetlerde geçen bazı kelimeleri talaffuz edemeyen kimselere bu kelimelerin eşanlamlılarını okumalarını tavsiye ettiği rivayetler zikredilmekte idi. Sözkonusu rivayetler nihayet özrü bulunan kimselere verilmiş ruhsatları ifade ederler. Bu tür ruhsatlar herkes hakkında genel-geçer kurallar olarak ileri sürülemez.
Namaz kılan kişinin namazında okuduklarının anlamını bilmesi gerektiği meselesine gelince, biz de aynı kanaatteyiz. Ancak kişinin namazda ne dediğini anlamasının tek yolu kişinin kendi diliyle namaz kılması değildir. Namazda Kur'an'dan okunacak zorunlu miktar, Fatiha süresidir. Bu sûre ise, sadece yedi cümleden ibarettir. Tekbirleri ve diğer okunan duaları, hatta kısa bir zammı sûreyi ilave etseniz ancak yirmi cümle uzunluğunda olur ki kültür seviyesi ne olursa olsun her müslüman bu yirmi cümlenin anlamını öğrenebilir. Ayrıca her müslüman, islâm âleminin bir üyesidir. Müslümanlararası ortak dil ise, Kur'an'm dili olması nedeniyle Arapçadır. Böylece Arap olmayan her müslüman çok asgarî düzeyde de olsa Arap dilini öğrenmiş olacaktır.
Ebu Hanife'nin, başka dil ile namaz kılmayı caiz görmesinde, namaz kılan kişinin namazda okuduklarının anlamını bilmesi gerektiği düşüncesi de yatmaktadır. Nitekim Şafuler de her müs-lümanın belli bir düzeyde Arapça bilmesini dinî bir emir olarak görürler. Bu düzey, kişinin günlük ibadetinde kullandığı Arapçayı bilmesi şeklinde belirlenmiştir. Böylece Şafnler de namaz kılan kimsenin namazında okuduklarının anlamını bilmesini şart koşmuş oluyorlar.
Türkçe namaza karşı çıkarken anlamı bilmeyi önemsemeyen hatta neredeyse okunanların anlamını bilmeyi namazın huşu ve tedebbür ile kılınmasına engel olacağım ileri sürenler de vardır. Bu bağlamda bazı âyetlerin anlamları da gündeme getirilmekte, namazda bu âyetlerin nesi düşünülecek? denilmektedir. Mesela mudayene âyetini okuyan kişi, bu âyetin anlamını bilecek olursa, kafası çek ve senede takılır, dünyalık şeylere dalar.
Böylece Türkçe namaz yanlışına karşı çıkılırken başka bir yanlışın içine düşülmektedir.
Bu misali baz alacak olursak bu görüş sahipleri üç nokta da hata içerisindedirler:
a. Bu görüş sahipleri ya Kur'an'ın üslûbundan habersizler ya da onun bu yönü üzerinde dur-106
mamı şiardır. Kur'an-ı Kerim, salt bilgilendirme üslûbunu kullanmaz. Bir ayette hukukla ilgili bir kuralı anlatıyor olsa da eğitici bir üslûp kullanır. O hukuk kuralının yamsıra o kuralın yararları ve alınacak ibretleri de birlikte zikreder. Böylece okuyucuyu o kural konusunda düşünmeye sevke-der.
b. Bu gibi misalleri zikredenler dünya hayatının tamamını dinin alanı dışında düşünüyor olmalılar. Oysa Kur'an'da dünya hayatına dair zikredilen kurallar sadece dünyevî değil, aynı zamanda dinî kurallardır. Mesela sözkonusu edilen mudayene âyetinde borcu yazmak, bu konuda şahit tutmak zikredilmektedir ki buna riayet etmek aynı zamanda dinî bir emri yerine getirmektir. Namazında bu âyeti okuyup anlayan kişi bu sıralarda borç almış veya borç vermiş ama ayette emredilenleri yerine getirmemişse bunu hemen yerine getirecektir. Bunun din açısından bir sakıncası mı var? Bilakis bu takdirde namaz da işlevini yerine getirmekte, kişiyi kötülüklerden ve olumsuz şeylerden alıkoymaktadır.
c. Kur'an'da sözkonusu edilen hususlarla ilgili olarak " bunlar bilinse de olur, bilinmese de olur" yaklaşımı, o gibi şeylerin Kur'an'da yer almasının zimnen gereksiz olduğunu söylemek anlamına gelir ki inanan hiç bir kimse bilerek böyle bir iddiada bulunamaz. Kuşkusuz Kur'an'ın öncelikleri vardır, ama lüzumsuzu yoktur.
Dikkat edilirse Arapçadan başka dille namaz kılınması meselesi, geçmişte namazda okunanların anlamlarının bilinmesi ve bir problemi çözme şeklindeydi. Amaç tamamen dinî idi ve dinî bir probleme çözüm aranıyordu. Oysa günmüzde bu meseleyi gündeme getirenler siyasî bir hedef peşindedirler. Hedef, dinin ulusallaştırüması ve Türk milletinin, İslam ümmetinin bir parçası olmaktan çıkarılmasıdır. İşin garip tarafı da, dinin siyasal ve sosyal yonününün olmadığını/olmaması gerektiğini savunanların bu görüşü ileri sürmeleridir.
Bazı ibadetlerin şekil ve muhtevası belirlenmiştir. Peygamber (s.a.v.) bu tür belirlenmiş ibadetleri ayrıntılarıyla ümmetine öğretmiş, herhangi bir boşluk bırakmamıştır. Namaz da Peygamber tarafından ayrıntılarına varıncaya kadar öğretilmiş ve bizzat kendisi tarafından halkın huzurunda uygulanmıştır. O (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız onu öylece kılın." O halde namaz, Peygamber (s.a.v.) tarafından şekli belirlenmiş bir ibadettir.
Peygamber (s.a.v.) kendi döneminde Arap olmayanları da İslam'a davet etmiş ve az da olsa Arap olmayanlar arasında îslamı kabul edenler olmuştu. Buna rağmen Peygamber ne ezanın ve ne de namazın Arapça dışında başka bir dille yerine getirilebileceğini söylememiştir. O dönemde Arap olmayanlardan İslama girenler olmasaydı bile Peygamber elbetteki gelecekte bu dini kabul edenler arasında Arap olmayanların olacağını biliyordu. Nitekim çevredeki hükümdarlara mektuplar yazarak onları İslama davet etmiştir. O halde başka dil ile namaz kılmak mümkün olsaydı Peygamber (s.a.v.) bu konuda bir açıklamada bulunurdu.
Fahruddin er-Râzî, Kur'an tercümesinin namazda caiz olamayacağına dair onbeş delil zikretmektedir. Bu delillerden bazılarını özet olarak 108
nakledelim:
a. Peygamber (s.a.v.) namazda Allah tarafından Arap diliyle indirilmiş Kur'an'ı okuyordu ve hayatı boyunca buna devam etti. Yüce Allah'ın "Peygamber'e tabi olunuz" emri gereğince bizim de Peygamber gibi davranmamız gerekir.
b. Raşid halifeler Arapça Kur'an ile namaz kıldılar. Peygamber (s.a.v.)in, Râşid halifelerin gittiği yoldan gidiniz emrine göre bizim de onlara uymamız gerekir.
c. Peygamber (s.a.v.) de> sahabenin tamamı da Arapça Kur'an okudular. Öyle ise bizim de bunu yapmamız gerekir. Çünkü kurtuluşa erecek olan fırka, onların yolundan giden fırkadır. Nitekim kurtuluşa erecek olan fırkanın bu olduğunu Peygamber haber vermektedir.
d. Namazda Kur'an okunması emredilmek-tedir. Başka dille okunan, Kur'an değildir. Çünkü Kur'an'ı Arapça olarak indirdiğini yüce Allah'ın kendisi bildirmektedir. Yine yüce Allah, Kur'an'ın bir benzerinin getirilmesi konusunda meydan okunmaktadır. Kur'an'ın başka bir dille yapılmış olan tercümesi orjinal şekli olan Arapça Kur'an'ın ya kendisi veya benzeridir yahut kendisi veya benzeri değildir. Kur'an'ın aynısı olmadığı kesindir. Haddizatında benzeri de değildir. Çünkü benzeri olmuş olsaydı, o çeviriyi yapan kişi, Kur'an'ın bir benzerini getirmiş sayılırdı. Bunu iddia etmek, Allah'ı yalanlamak olur. Çünkü Allah, "benzerini getiremezler" demektedir. O halde Kur'an'ın çevirisi, Kur'an'ın aynısı olmadığı gibi, benzeri de değildir. Bu nedenle de Kur'an'ın çevirisini okuyan, Kur'an okumuş olmaz.
109
e. Peygamber (s.a.v.) Kur'an'ın yedi harf üzere indirildiğini belirtmektedir. Eğer Kur'an'ın diğer dillere yapılan çevirileri de Kur'an olmuş olsaydı, sayı yediyi kat kat katlardı.
f. Eğer namazda Kur'an'ın çevirisini okunmak caiz olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.v.) İranlı olan Selman'a farsça, Rum asıllı olan Suhayb'a Rumca ve Habeşli olan Bilal'e de Habeş diliyle namaz kılmalarına izin verirdi. Eğer böyle birşey caiz olmuş olsaydı, bunun caiz olduğu insanlar arasında yaygın olurdu.[144][144]
Kimileri ferdî kılınan namazlarda kişinin kendi diliyle, camilerde cemaatle kılman namazlarda ise Arapça olarak okunması gerektiğini ileri sürmektedirler. Böylece kendilerince iki tarafı da memnun eden orta bir yol takip ettikleri imajını vermeye çalışıyorlar. Ancak böyle bir ayırımın mantıkî hiçbir dayanağı yoktur. Herşeyden önce cemaatle namazın tercih edildiği hem Kur'an ve hem de Sünnetle sabittir. Ayrıca cuma ve bayram namazlarının cemaatle kılınması zorunluluğu da vardır. Bu iddiayı ileri sürenler kadınların da camiye gitmelerini savunduklarına göre -ki biz de kadınların cami cemaatine katılmalarından yanayız- herkes devamlı olmasa da zaman zaman cemaatle namaz kılacaktır. Türkçe namazın savunmasında, hem kişinin namazında okuduklarını anlaması gerektiğini söyleyerek bunu esas alacaksınız ve hem de bazen anlamadan namaz kılsın diyeceksiniz. Bunun mantığı yoktur. Bunun çözüm yolu yalnız başına kıldığında da kişinin Arapça olarak namaz kılması ve namazda okuduklarının anlamını bilmesidir.
Namazın Türkçe kılınmasını savunanlar salt siyasî hedefler peşinde oldukları halde iddialarını meşru göstermek için namazda kişinin ne okuduğunu bilmesi gerektiğini gerekçe olarak zikrederler. İleri sürdükleri bu gerekçeye katılmamak mümkün değildir. Gerçekten günde beş kez Allah'ın huzurunda duran bir kimsenin ne dediğini bilmemesi yadırganacak bir durumdur. Ancak bunun tek çaresi kişinin kendi diliyle namaz kılması mıdır? İmam Ebâ Yusuf ve İmam Muhammed'in de belirttikleri gibi geçici bir süre için bunu bir çare olarak görebiliriz. Ne de olsa yüce Allah gücümüzün yetmediğinden dolayı bizi sorgulamaz.
Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi namaz günde beş vakit tekrar edilen bir ibadettir ve namazın her rekâtında tekrar edilen Fatiha sûresi yedi cümleden ibarettir. Buna namazda kullanılan diğer cümlelerle kısa bir zammı sûreyi ilave etseniz yirmi-yirmibeş cümle eder ki kültür seviyesi ne olursa olsun her müslüman bunların anlamını bir veya iki günde öğrenebilir. Eğer namaz kılanların önemli bir kesimi namazda ne okuduklarının anlamını bilmiyorsa, bilmelerinin gerektiğine dair bir bilgiye sahip olmamalarmdandır. Bunun gerekliliği hocalar tarafından kendilerine anlatılmamıştır. Mesele halkın acizliğinden değil, hocaların sorumsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Zaten belli bir dönemden sonra Kur'an'ın anlaşılmaya çalışılması bir cüretkârlık olarak görülmeye ya da gösterilmeye çalışılmıştır.
Gerek ezanın ve gerek namazın Arapça olması dinî bir vecibe olduğu halde bunların Türkçe olmasını savunanlar, günümüze kadar uygulamanın Arapça olarak gelmesini Arap emperyalizminin bir sonucu şeklinde takdim ederek millî duyguları okşamayı da ihmal etmezler. Halbuki, yönetim şekline ve kimi uygulamalarına katılmaz-sak da Arabistan Krallığının, Kur'an'ın hemen hemen bütün dünya dillerindeki meallerini hazırlatıp hacılara dağıttığı bilinmektedir. Acaba namazın Arapça kılınmasını Arap emperyalizmine bağlayanlar kaç Türkçe Kur'an meali alıp dağıtmışlardır.
Kuşkusuz dini öğrenmek sadece namazda okunanlarla sınırlı değildir. İsteyen Kur'an'ın Türkçe mealini sair zamanlarda okuyabilir. Hatta Arapça bilmeyen her müslüman kendi diliyle Kur'an'ın mealini okumalıdır. Şahsen yıllardır buna teşvik ediyor ve bunun gerekliliğini anlatıyorum. Elbette Kur'an'ı daha iyi anlamak, Arapça bilmeyi gerektirir. Ama bu imkâna sahip olmayanlar mutlaka mealini okumalıdırlar. Kur'an'ın Türkçe mealinin okunması aynı zamanda bir ibadettir de.
Sonuç olarak Kur'an-ı Kerim, hem lafız, hem de mana cihetiyle Allah tarafındandır. Bu nedenle başka dile yapılmış çevirileri "Kur'an" diye isimlendirilemez. Namazda ise, Kur'an'ın okunması emredildiğine göre namaz başka bir dil ile ,icra edilemez. Peygamber (s.a.v.) de namazı Arapça olarak icra etmiştir ve bizlere: "Nasıl namaz kılıyorsam öylece kılın" emrini vermiştir. Kur'an'ı Arapçasmdan anlamayanlar namaz dışında meal okuyarak bilgi boşluklarını doldurmaya çalışmalılar. Meal okuyan kişi de, meal okuduğunun ve meallerin ne de olsa asıl olmadıklarının bilincinde olmalıdır. Namazda okunması zorunlu olan sadece Fatiha süresidir ve bu sûre yedi cümleden ibarettir. Zorunlu olmayan fakat namazın mükemmilliğiyle ilgili olarak okunan diğer dua ve zammı sûreyi ilâve edecek olursak yedi cümle yirmi-yirmibeş cümleye ulaşır ki her nıüslüman bunların anlamlarını rahatlıkla öğrenebilir. [145][145]
Kur'an Mealleri Ve Protestanlaşma İddiası
Hıristiyanlık tarihinde Protestanlığın gerçekleştirdiği önemli değişimlerden sonra İslam âleminde din adına değişim isteyenler çoğu zaman protestan olmakla itham edilmişlerdir. Vakıa dinlerin tarih içerisinde takip ettikleri seyir ve ortaya çıkan mezhepler açısından birtakım benzerlikler de sözkonusudur. Bunun yanında değişim taraftarları arasında Protestanlığın öncüsü kabul edilen Luter'e özenenlerin bulunmadığını da söyleyemeyiz. Nitekim ülkemizde Cumhuriyetin ilk yıllarında Kur'an'm ve namazın Türkçeleş-tirilmesini savunanlar, "İslâm'ın da bir Luter'e ihtiyacı olduğunu" sık sık dile getirmiş; İslam dininin reforma tabi tutulması gerektiğini; çağdaş hayata uyum sağlaması için bunun bir zorunluluk halini aldığını ısrarlı bir şekilde iddia etmiş; reform istekleri, Peygamber (s.a.v.) döneminden günümüze kadar günde beş defa tekrar edilen namaza kadar uzanmış ve namazın türkçe kılınması, hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi camilere masa ve sıraların konulması istenmiştir. Kimi değişimciler Luter'e Özeniyor olsa bile her değişim isteyen ve geleneği eleştireni protestan olmakla itham etme hakkına sahip değiliz.
Biz burada özellikle Kur'an'a ve Asr-ı Saadet dönemi İslam anlayışına dönüşü savunanların Protestanlıkla bir ilgilerinin olup olmadığını irdelemeye çalışacağız. Bu konuda sağlıklı bir sonuca varmak için de Protestanlık hakkında özet bilgi verelim:
Protestanlık, Hıristiyanlığın Önemli bir mezhebi olan Katolikliğe bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkmıştır. Katolikliğe göre:
a. Dinî hükümleri öğretme; İncil'i anlama ve yorumlama yetkisi sadece din adamlarına aittir.
b. En yüksek ruhanî lider konumunda olan Papa yanılmazdır.
c. Anadili ne olursa olsun her hıristiyanın ibadet dili Latince'dir,
d. Katolikliğin önemli bir Özelliği ise, oluşmuş geleneklerin kabul edilmesi ve bunun din olarak algılanmasıdır.
Başlangıçta Katolik olan Martin Luter (1483-1546) Roma'ya yaptığı bir seyatte gördüklerinden hoşnut olmamıştı. Papa X. Leon'nnn büyük paralar karşılığında Endüljans vermesi ve Endüljans karşılığında Almanya'da halktan önemli miktarda para toplanması bardağı taşıran son damla olmuştu. Bunun üzerine Luter, Papa ve Katolik kilisesine başkaldırdı. Ona göre hıristi-yanları içinde bulundukları olumsuz durumdan kurtarmak için reforme ihtiyaç vardı. Buna göre:
a. Hıristiyanların içinde bulundukları olumsuzluklardan kurtulmalarının yolu, İncil Hıristiyanlığına dönmektir. Kilise ve din adamları hıris-tiyanlığın safiyetini bozmuşlardır ve bu bozulma ancak ilk dönem hıristiya'nlığına dönmekle düzel-116
tilebilir.
b. İncil'i anlama ve yorumlama din adamlarının tekelinde değildir, her hıristiyan bu hakka sahiptir. Her millet ibadet ve ayinlerini kendi dilinde yapmalıdır. Ayrıca İncil başka dillere çevril-meli, böylece halk, din adamlarının tahakkümünden kurtarılmalıdır. Bu anlayıştan hareketle Lu-ter, İncil'i Almancaya çevirmiştir.
c. Papa yegane otorite olmadığı gibi yanıl-maz da değildir. Hıristiyanlığı bilen herkes otoritedir.
d. Gelenek din değildir.
Luter'in şu sıraladığımız maddelerin dışında da birtakım itirazları vardır. Ancak burada bizi yukarıda sıraladığımız maddeler ilgilendirmektedir.
Böylece Luter Katolik kilisesinin anlayış ve geleneklerine savaş açmış oluyordu. Bu nedenle kurduğu mezhebe, "Protestan" ismi verildi. Bu kelime ile "başkaldıran, itiraz eden" kastedilmektedir.
Luter'in bu düşünceleri kısa bir müddet içerisinde Avrupa'nın diğer ülkelerinde de etkisini gösterdi. Zaten Papalıktan genel bir rahatsızlık vardı ve diğer ülkelerde de gidişattan memnun olmayan din adamları vardı. Kuşkusuz bu düşünceler, Avrupa ülkelerinin sosyal hayatları üzerinde de etkili olacaktı. Hür düşüncenin, kapitalizmin ve uluslaşma fikirlerinin yayılmasında Protastan-lığın önemli etkileri vardır. Hatta sekülerleşme eğiliminde de Protestanlığın önemli bir etkisinin olduğu söylenebilir.
Luter'in İncil hıristiyanlığma dönüş düşüncesi ile İslam âleminde "Öze Dönüş Hareketimi Yani Asr-ı Saadet dönemindeki İslam anlayışına dönüşü savunanların ileri sürdükleri görüşler arasında kimi benzerlikler bulunmaktadır. Nitekim aradaki bu benzerliklerden dolayı "Öze Dönüş Hareketi"ni Protestanlıkla itham edenler de vardır. Gerçekten bu anlayış mensupları tıpkı pro-testanlıkta olduğu gibi Kur'an'ın anlaşılıp yorumlanmasının kimsenin tekelinde olmadığını, herkesin anlayarak Kur'an okuması gerektiğini ileri sürmekte ve kimi geleneklere karşı çıkmaktadırlar. Bu arada Luter'in İncil'i Almanca'ya tercüme etmesi ile meal okunmasını isteyenler arasında da bir benzerlik sözkonusudur.
Önemli olan, aradaki şeklî birtakım benzerliklerden çok Protestanlığın Avrupa toplumunda sebep olduğu sonuçların aynıyla İslam toplumunda ortaya çıkıp çıkmayacağıdır. Çünkü Protestanlık, bir bakıma hıristiyan âleminde dinden soğumayı beraberinde getirmiş, uluslaşmanın yaygınlaşmasına neden olmuştu. Herkesin Kur'an'ı (meal) okuması, onu anlama çabası içerisine girmesi ister istemez ulema sınıfının otoritesini sarsacak, hatta ulema sınıfı belki de ortadan kalkacaktır. Herkesin Kur'an'ı anlama işine girişmesi bir bölünmenin ve dinî çözülmenin nedeni olabilir mi?
Namazın Türkçe kılınması iddiasının bilhassa namaz kılan ve dinî emirlere bağlı kesimlerde doğurduğu olumsuz etki, sözkonusu iddia sahiplerini harekete geçirmiş görünmektedir. Bundan yararlanarak bu iddia sahipleri: "Kur'an ve Sünnet'e dönüş düşüncesinin asıl hedefi ortaya çıkmıştır" yollu imalarda*bulunmaktadırlar.
Kur'an ve Sünnet'e dönüş düşüncesi ile Protestanlık düşencesi arasında şeklî birtakım benzerliklerin bulunduğu doğrudur. Çünkü Luter de, ilk dönem hıristiyanlığını savunuyordu, Kur'an ve Sünnet'e dönüşü savunanlar da ilk dönem müslümanlığını savunmaktadırlar. Yani her iki düşüncede de, dinin ilk dönemine dönüş, zaman içerisinde dinî kültüre bulaşan yabancı unsur ve gelenekleri ayıklama sözkonusudur. Aradaki bu benzerlik aynı sonuçların ortaya çıkmasını sağlar mı?
Bizce şeklî birtakım benzerliklerin bulunması, aynı sonuçların doğmasına yeterli neden değildir. Çünkü;
Kendilerine dönülmek istenen kaynaklar farklıdır. İncil'e dönmek isteyen bir hıristiyan, birçok İncil ile karşılacaktır. Hıristiyanlar arasında resmen kabul edilmiş dört İncil'in yanısıra daha pek çok İncil bulunmaktadır. Hz. İsa'ya indirilmiş olan İncil'i bulamayacaktır. Halbuki bir müslüman Kur'an ve Sünnet'e döndüğünde tahrife uğramamış tek bir Kitab'a ve onun açıklaması durumunda olan Sünnet'le karşılaşacakatır. Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e indiği günkü orjinalliğini muhafaza etmektedir. Hiçbir değişikliğe uğramamıştır.
Ancak Sünnet için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Sünnet'e dönülürken tıpkı İncillerde olduğu gibi birtakım problemlerin çıkması kaçınılmazdır. Nitekim bunun emarelerini günümüzde de müşahede ediyoruz. Ne var ki müslümanlann bu durumu aşmaları mümkündür. İncilllerdeki kimi farklılıklarla karşılaşan hıristiyan için çıkmaza girmek bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü ortada başka sağlam bir ölçüt yoktur. Oysa Sünnet; kaynaklarında karşılaşılan çelişki ve olumsuzlukları tashih edip düzeltmek mümkündür. Çünkü Sünnet, ne de olsa Kur'an'ın açıklaması durumundadır. Bu nedenle Kur'an ile çelişmesi durumunda Kur"an'a göre tashih edilerek düzeltilmesi mümkündür.
Yaşanan her din zamanla yozlaşır; gerek yapılan yorumlarla, gerek yabancı kültürlerin bu-laşmasıyla safiyetini yitirir. Eğer o dinin temel kaynakları tahrife uğramamış ise, o kaynaklara dönmek suretiyle sonradan o dine bulaşmış yabancı unsurlar ayıklanabilir. Elbette bu ayıklama sürecinde geçmişin birikiminden de yararlanılacaktır. Geçmişte üretilen fikirlerden, Kur'an ve Sünnet'e aykırı olmayanlar olduğu gibi devam ettirilecek, daha sonra ortaya çıkmış sapmalar tespit edilerek atılacaktır.
Kur'an ve Sünnet'e dönüşün din anlayışında birtakım tefrikalara neden olacağı iddiası da tamamen bir vehimden ibarettir. Herşeyden önce din anlayışında bir ittifak zaten mevcut değildir. Sözkonusu ihtilafın ortadan kaldırılması için de Kur'an ve Sünnet'e dönmenin dışında bir yol mevcut değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de, müslümanlar arasında ihtilaf ortaya çıktığında ihtilafın çözümü için meselenin Allah'a ve Rasûlü'ne götürülmesini emretmektedir:
"Herhangi bir-şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Rasûle götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir." [146][146]
Kaldı ki Kur'an ve Sünnet üzere olmadıktan sonra birlik olmanın da bir anlamı yoktur.
İslam'da "Kurumlaşmış Din Adamı" sınıfı yoktur. Elbette dinî metinleri yorumlamak belli bir bilgi birikimi ve yeteneği gerektirir. Ne var ki bilgi birikimi, hıristiyanlıkta olduğu gibi kilise mensubu olmayı gerektirmez. İslamın ilk asırlarında yetişmiş müctehidlerin hiçbiri nizamîleşmiş bir eğitim kurumundan yetişmiş değildir. Buna ilâve olarak, İslam eğitim-öğretim tarihini tetkik edenler, nizamîleşmiş eğitim kurumlarının oluşmasından sonra deha çapında âlimlerin pek de yetişmediğini bilirler. Planh-proğramlı eğitim kurumları daha çok vasat bilginler yetiştirirler. Bu nedenle müctehidliğe dair birtakım şartlar ileri sürenler, sadece bilgi birikimini şart koşarlar, şu veya bu kurumdan mezun olmayı değil.
İslam'da dinî metinleri yorumlamayı düzenleyen ya da şu veya bu kimseye bunu yasaklayan bir kurum da mevcut değildir. Birileri, dinî metinleri yorumlarken cehaletinden ya da kötü niyetinden dolayı saptırıcı yorumlarda bulunacak olursa, müslüman alimler, emri bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) sorumluluklarını yerine getirir, eleştirileriyle müslümanlara rehberlik ederler. Dinî metinleri yorumlamak da, yorumlara eleştiriler yapmak da yapay düzenlemelerle değil, doğal bir şekilde yürütülür. Yorumlarında isabet edenler bu tabiî seleksiyon çerçevesinde sivrilir ve kabul görürler. Kuşkusuz bunun için halk kesiminin de belli bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Kişi avam tabakasından olsa da onun müslüman olması belli bir seviyede olmasını gerektirir. Belli bir seviye ve birikime sahip olmayanlar daima aldatılmaya mahkûmdurlar. Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitap'tan sözederken şu âyetlerde buna işaret etmektedir:
"Onların içinde öyle ümmiler var ki, Kitab bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntulardır (yahut bilgileri kulaktan dolmadır).; onlar sadece zan içinde bulunurlar. Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için: 'Bu Allah katındandır,' derler." [147][147]
Toplumun bir kesimi eğer Kitap bilgileri kuruntudan ibaret olup sadece kulaktan dolma şeyler ise, maddi birtakım çıkarlar elde etmek için o kesimi Allah adına aldatacak; Allah o şekilde buyurmadığı halde "Allah bu şekilde buyuruyor" diyecek birileri çıkar. İşte bu nedenle Kur'an'-dan bilgilenme toplumun bütün kesimlerine yayılmahdır. Ancak böyle bir toplum din adına aldatılma kapılarını kapatmış olur.
Luter'in İncil'i Almancaya çevirmesiyle Kur'an meali arasında ilgi kurma meselesine gelince; Kur'an'ın başka dillere tercüme edilmesi Is-lâmın ilk dönemlerine rastlar. Kaynaklar, Tabiîn döneminde Basra camilerinde Kur'an-ı Kerimi vaazlarına esas alan ve Kur'an'ı önce Arapça tefsir edip, ardından Farsça'ya çevirerek tefsir eden vaizlerden sözetmektedir. Hatta sonraki dönemlerde Kur'an'ı esas alarak önce Arapça tefsir eden, ardından Farsça ve Türkçe mealini vererek tefsir eden vaizler de vardı. Kur'an'ın yazılı meal çalışmaları da çok eskilere dayanmaktadır. İlk asırlarda Kur'an ile toplum hayatı içice idi. Camilerde ilim halkalarında hadis, tefsir gibi dersler veriliyordu. Bilindiği gibi camilerin temel özelliklerinden biri, herkese açık olmalarıdır. Bu nedenle ders halkaları , ilim öğrencilerinin yanısıra halk tabakasına da açıktı ve halktan ilgi duyanlar bu ilim meclislerinde anlatılanları dinlerlerdi. Dinî ilimler konusunda ayırım yaparak bazı konuların sadece ilim adamlarının yanında konuşulabileceği, halkın yanında konuşulmaması gerektiği anlayışı İmam Gazâlî (öl. 505 hicrî) ile başlar.
İtiraf etmek gerekir ki Gazâlî halka yönelik eserler de yazmıştır. Ancak o, konular arasında ayırım yapmış, kimi konuların sadece havassın alanına girdiğini ileri sürmüştür. Halka yönelik kitaplarıyla halk arasında, ilmî çevrelere yönelik kitaplarıyla da ilim çevreleri arasında kabul görmüştür. Onun bu etkinliği İslam düşünce hayatı açısından birtakım dönüm noktaları oluşturmuştur. Bizim burada sözkonusu ettiğimiz Kur'an-ı Kerim olduğundan meseleyi bu açıdan değerlendireceğiz.
Gazâlî, Kur'an-ı Kerim'in bütün ilimleri kapsadığını, herbir kelimesinin yüzbinlerce anlam taşıdığını; geçmişte ortaya çıkmış ve kaybolmuş, henüz o dönemde ortaya çıkmamış ilimlerin de Kur'an-ı Kerimde varolduğunu ileri sürmüştür. Örneğin "Allah'ın şifa verdiğini" bildiren âyet-i kerimeyi anlamak için tıp ilmini bilmek gerektiğini ve bu âyetin tıp ilminin tamamını içerdiğini iddia etmiştir. Onun bu anlayışı Kur'an-ı esrarengiz bir ortama itmiş ve zamanla Kur'an toplumdan uzaklaşmıştır. Katolik kilisesine hakim olan anlayış İslam âlemine de hakim olmaya başlamıştır. Zamanla Kur'an-ı Kerim anlaşılmak için değil, Ölülere sevap göndermek için okunmaya başlanmıştır. Kimilerine göre Kur'an'ı anlamaya çalışmak bir bakıma haddi aşmak, Ehl-i Sünnet çizgisinin dışına çıkmaktır vs.
Nihayet yakın zamanlarda Kur'an'a yönelme yeniden başladı. Arapçayı bilmeyenler mealini okumaya başladılar. İnsanlar uzun zaman Kur'an'ı anlamaktan uzak kalmışlardı. Kur'an meallerinin yaygınlaşması bazı kesimleri rahatsız etti. Meal okuyanların bir kesimi de idaolojik bir yapıya büründü ve her ideolojide olduğu gibi birtakım aşırılıklar sergilenmeye başlandı. Kur'an'm kendisi Peygamber (s.a.v.)i örnek olarak gösterdiği ve Peygamber'e itaat edilerek ona tabi olunmasını istediği halde kimi meal okuyucuları, Pey-gamber'i âdeta Kur'an'ı bize getiren postacı konumuna oturttular. Hadisleri bütünüyle reddedenler oldu. Peygamber eğer bu konuma oturtulduy-sa artık geçmiş âlimlerin ne Önemi vardı. Bu kesim tarafından gelenek de bütünüyle reddedildi hatta alay konusu yapılmaya başlandı. Bu durum Kur'an'a yönelmeyi bir an için sekteye uğrattıysa da, uzun sürmedi.
İncil'in Almanca'ya tercüme edilmesinin Avrupa'da ulusalcı anlayışın yaygmlaşmasini sağladığı söylenir. Kuşkusuz ulusalcılığın yayılmasında gregane etken olmadığı gibi en etkili faktör olduğu da söylenemez. Dinî bir kitabın anlaşılması; anlaşılarak okunması, olsa olsa o kitaba inananların kardeşlik bağlarını arttırır. Protestanlığın bu konudaki etkisi, sadece ibadet dilinin millîleşmesiyle açıklanabilir.
Toplumun bölünmesi meselesine gelince, bunu sadece dinde birtakım farklı anlayışların ortaya çıkmasıyla izah edemeyiz, Dinin gerçek anlayışından sapılmış ve bu anlayışlara sahip olanlar her türlü delile kapalı, kör bir taklit içerisine düşmüşlerse işte o zaman farklı anlayışlar toplumda bölücülüğe neden olur. Çünkü kör bir taklide saplanmış olanlar başkalarının düşüncelerine tahammül edemezler. Böyle bir taklit içerisinde olanların birleşmeleri de mümkün değildir. Delillere ve tartışmaya açık olan farklı anlayışlar ise, toplumun bölünmesine neden olmadıkları gibi topluma canlılık da kazandırırlar.
Bizde de bazıları ulusalcı bir yaklaşımla Kur'an mealinin yayılmasını savunuyor olabilirler. Ancak bunların kaçı gerçekten Kur'an'm mealini okumaktadır ki. Onları bu söyleme sürükleyen Kur'an meallerinin davalarına ne kadar hizmet edeceğinden çok Araplara olan nefretleridir. Zaten bu gibi duygulara kapılanlar, mantıklı ve tutarlı insanlar değiller ki neyin kendilerine ne kadar yarayabileceğini ölçüp tartabilsinler.
Bazıları, anlaşılması zor birkaç âyeti seçerek mevcut meallerde farklı meal şekillerini gösterir ve bunun Kur'an'a duyulan saygıyı ortadan kaldıracağını; dinde bir bölünmenin sebebi olabileceğini ileri sürerler. Haddizatında bu şekildeki âyetlerin sayısı çok azdır. Ayrıca müfessirlerin bile bu âyetleri farklı şekillerde anladıkları da bir vakıadır. Bu anlamlardan biri seçilerek meal yapılmış olması, o âyeti belli bir çerçeveye hapsetmek anlamına geldiği söylenebilir. Kuşkusuz mealden Kur'an okumanın bu tür sakıncaları vardır.
Bu nedenle mealinden okuyan ve Arapçayı bilmediğinden dolayı elindeki meali test edemeyen kişi, meal okuduğunun farkında olmalıdır. Ne de olsa ayetler, meal yapanın süzgecinden geçmiştir ve elbette o meal yapanın izlerini taşır. Ancak bu durumun doğurabileceği kimi sıkıntılar abartılarak insanlarla Kur'an arasında aşılmaz bir duvarın örülmesi doğru değildir. Bu, hata yapabilirsin diye ilim tahsiline engel olmaya; arızalı mal üretilebilir diye imalat yapmamaya, kaza yapılabilir diye araba sürmemeye benzer. İnsanların tümden cahil kalmaları mı, yoksa kimi eksiklerle birlikte ilim tahsil etmeleri mi daha iyidir? Büyük âlim ve müfessirler bile bazı âyetleri farklı anlamışlardır. Yapılacak şey, bilimsel eleştiri anlayışının yaygınlaştırılmışıdır. İşte o zaman, söz-konusu edilen eksiklikler çok asgari bir duruma inmiş olur.
Bütün bunlara rağmen arzumuz, Kur'an'ı Arapçasmdan anlayanların çoğalması ve bu kimselerin, Arapça bilmeyenlere rehberlik etmeleridir. Elbette Kur'an'ı Arapçasmdan okuyup anlamak daha ufuk açıcıdır ve arzu edilen de budur.
Ayrıca gerek telif ve gerek tercüme birçok Türkçe tefsir vardır. Meal okuyanlar, mealle yetinmemeli bu tefsirlere de müracaat etmeliler.
Kur'an okumaktan maksat, Kur'an'ı anlamak ve anladığıyla amel etmektir, lafız olarak okumak değildir. [148][148]
Kur'an ilimlerine dair dört ciltlik bir eser yazan Zerkeşî (51.794 h.) anlamadan ve anladıkları üzerinde düşünmeyen Kur'an okumanın mekruh olduğuna dair bir başlık açarak şöyle demektedir:
"Üzerinde düşünmeksizin Kur'an okumak mekruhtur. İbnu Ömer'in: 'Kur'an'ı üç günden daha az bir zamanda okuyan fıkhetmemiş (Kur'an'ı anlamamış) olur' sözü buna yorumlanmıştır. Gecesini Kur'an okumakla geçirdiğini söyleyen birine: 'Şiir okur gibi süratli bir şekilde mi?' şeklindeki sözü de buna yorumlanmıştır. Yine Haricîlerle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.)in şu sözü de buna yorumlanmıştır: 'Kur'an okurlar a-ma boğazlarından aşağıya inmez.' Yani Kur'an'm lafızlarını güzel okur ama anlamını öğrenmeyi terkederler." [149][149]
Sadece Kur'an'ı yüzünden okuyanlar değil, onu baştan sonu ezberleyen hafızların bile büyük çoğunluğu, okuduklarının anlamını bilmemektedir. Müfessir Kurtubî (öl. 671 h.), ezberlediklerinin anlamını bilmeyen hafızlar hakkında şöyle demektedir:
"Kur'an'ı ezbere bildiği halde ne okuduğunu anlamayan hafızın bu durumu ne kadar da çirkindir. Anlamadığı birşeyle amel etmesi nasıl mümkün olsun ki? Bir kimseye okuduğu şeyin ne demek istediği kendisine sorulduğunda bunu bilmemesi gerçekten yadırganacak bir şeydir." [150][150]
Sonuç olarak Kur'an'm anlaşılarak okunması bizzat Kur'an'm bir emridir ve bunun protes-tanlaşma ile bir ilgisi yoktur. Aradaki şeklî birtakim benzerliklere bakılarak "Öze Dönüş Hareketinin protestanlığın doğurduğu sonuçları doğuracağını söylemek her iki dinin yani Hıristiyanlık ile İslâmiyetin temel kaynaklarını tanımamaktan kaynaklanmaktadır. [151][151]
[1][1] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 1.
[2][2] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 7-8.
[3][3] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 11-13.
[4][4] 15 /Hicr 87.
[5][5] Buhârî, Fazailu'l-Kur'an 9.
[6][6] Bk. 54 /Kamer 17, 22, 32; 19 /Meryem 97; 44 /Duhan 58.
[7][7] 25 /Furkan 77.
[8][8] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 15-18.
[9][9] 7/A'raf 11-17.
[10][10] 16 /Nahl 98.
[11][11] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 19-21.
[12][12] 37 /Nemi 30.
[13][13] Tirmizî, Daavât 118.
[14][14] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 23-24.
[15][15] 6/En'am91.
[16][16] 19/Meryem 81.
[17][17] 36 /Yâsîn 74.
[18][18] Mevdûdi, el-Mustalahatu'1-Erb'a fî'1-Kur'an, Kuveyt-1971,s.l5-16.
[19][19] 11 /Hûd 101.
[20][20] 16 /Nahl 20-22.
[21][21] Mevdûdî, a.g.e., s.19.
[22][22] 25 /Furkan 43; 45 /Casiye 23.
[23][23] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 24-27.
[24][24] 58 /Mücadele 22.
[25][25] 3/Aluîmran32.
[26][26] 3/Alu İmran 57.
[27][27] 4/Nisâ 36
[28][28] 4/Nisa 36.
[29][29] 6/En'aml41.
[30][30] 5/Maide 78.
[31][31] 28 /Kasas 77.
[32][32] 2 /Bakara 37.
[33][33] 7/A'rafl56.
[34][34] Buhâri, Tevhid 55; Müslim, Tevbe 14-16; İbnu Mâce, Zühd 35.
[35][35] 7/A'rafl88; Il/Hûd2.
[36][36] Mesela bk. 2 /Bakara 119; 5 /Maide 19; 17 /İsrâ 105; 25 /Furkan 56; 33 /Ahzâb 45; 41 /Fussilet 4; 48/Feth 8.
[37][37] 2/Bakara 165.
[38][38] 3/Aluİmran31.
[39][39] 4/Maide 54.
[40][40] Taberî, Câmiu'l-Beyân an Te'vili Ayi'l-Kur'an, Beyrut-1988,1.50.
[41][41] Muhammed Abduh- M. Reşid Rıza, Kur"an Okumaya Giriş, -çev, Yusuf Aydın- İstanbul-1976, s.35.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 27-34.
[42][42] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 35.
[43][43] 15/Hicr 97-99.
[44][44] 18 /Kehf 79-82. 38
[45][45] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 36-39.
[46][46] 16 /Nahl 36
[47][47] 15 /Hicr 36.
[48][48] 15 /Hicr 39-40.
[49][49] 10/Yûnus 31-32.
[50][50] 17/İsrâ67.
[51][51] 10 /Yunus 90.
[52][52] 10 /Yunus 12.
[53][53] 9/Tevbe31.
[54][54] Râzî, et-Tefsîru'1-Kebîr, Tahran-tarihsiz, XVI. 37. 44
[55][55] Elmalık M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul-1979, IV.2511-2512, (Sadeleştirerek).
[56][56] Seyyid Kutub, Fî Zilali'l-Kur'an, Beyrut-1971, IV.203.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 39-46.
[57][57] 21/Enbiyâ 107.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 46-47.
[58][58] 52/Tûr21.
[59][59] 2/Bakara 286.
[60][60] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 47-50.
[61][61] îbnu Atiyye, Ebu Muhammed Abduhak, el-Muharraru'I-Vecîz fî tefsiri 1-Kitabi'I-Azîz, tarihsiz, I. 118
[62][62] 17/İsrâ23
[63][63] 6/En'aml7-18.
[64][64] 10 Yunus 49.
[65][65] 6 /En'am 59.
[66][66] 10 /Yunus 20.
[67][67] Il/Hûdl23.
[68][68] 27 /Nemi 65.
[69][69] 6 /En'am 50.
[70][70] 7 /A'raf 188.
[71][71] 3/Aluîmran 179.
[72][72] 72/Cin 26-27.
[73][73] 10/Yunus 105-107.
[74][74] 6/En'am 17.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 50-55.
[75][75] 2/Bakara 1-2. 56
[76][76] 41/Fuşsilet46.
[77][77] 3/Aluîmranl82.
[78][78] 8/Enfal50-51.
[79][79] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 56-58.
[80][80] 6 /En'am 90.
[81][81] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 58-59.
[82][82] 4 /Nisa 66-69.
[83][83] İbnu Atİyye, el-Muharrarul-Vecîz, I. 126. 60.
[84][84] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 59-60.
[85][85] îbnu Atiyye, a.g.e., I. 129.
[86][86] 3/Aluîmranll2.
[87][87] 5 /Maide 60.
[88][88] 5/Maide77.
[89][89] /En'am 153.
[90][90] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 60-63.
[91][91] Tekvin 2.
[92][92] Tekvin 32/22-32.
[93][93] 5 /Maide 24.
[94][94] 6/En'aml46.
[95][95] 2 /Bakara 65.
[96][96] Taberî, I. 330-331.
[97][97] 2/Bakara 55.
[98][98] bk. 2 /Bakara 58.
[99][99] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 65-69.
[100][100] 57/Hadid 27.
[101][101] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 71-73.
[102][102] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 75.
[103][103] 2/Bakara 186. 76
[104][104] 27 /Nemi 80.
[105][105] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 75-78.
[106][106] 2 /Bakara 85.
[107][107] 2 /Bakara 208.
[108][108] 15/Hicr 90-91.
[109][109] 6/En'aml59.
Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 78-79.
[110][110] 3 /Alu İmrân 103.
[111][111] 3 /Alu İmrân 105.
[112][112] 9/Nisa 59.
[113][113] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 79-81.
[114][114] 67 /Mülk 10.
[115][115] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 81-82.
[116][116] 2 /Bakara 170.
[117][117] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 82-83.
[118][118] Muhammed Hamidullah, İslamın Doğuşu, -çev. Murat Çiftkaya- İstanbul-1977, s.177-178.
[119][119] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 85-89.
[120][120] Buhâri, Ezan ; Müslim Salât.
[121][121] Müslim, Salat; Ebû Dâvud, Salât.
[122][122] Kâsânî, Bedâiu's-Sanâi' fî Tertîbi'ş-Şerâi', Beyrut-1986, 1.112.
[123][123] Sarahsî, el-Mabsût, İstanbul-1982-83,1. 37.
[124][124] Kâsânî bu sözleriyle Kelam ehlinin "kelam-ı nefsî" dedikleri lafız kalıplarına dökülmemiş Kur'an'ın Allah katındaki anlamım kasdetmektedir.
[125][125] Kâsânî, Bedaiu's-Sanai', Beyrut-1986.1.112-113
[126][126] 26 /Şuarâ 196.
[127][127] Günümüzde Ebû Hanife'nin bu içtihadının siyasî bir yö-; nünün olduğunu iddia edenler de oldu. Şöyle ki:
O dönemde İran'da İslâmı kabul eden büyük topluluklar vardı. Bunlar Arapça namaz kılacaklarını bilmiyorlardı. Emevî iktidarı bunu fırsat bilerek sırf onlardan cizye alabilmek için onların İslama girdiklerini kabul etmiyordu. Ebu Hanife, onları Emevîlerin bu zulmünden kurtarmak gayesiyle Farsça namaz kılabileceklerini söyledi. Bu ictihadda bulunurken gaye bu idi.
Böyle bir değerlendirme bize makul gelmemektedir. Bir defa cizye yılda bir alınan bir vergidir. Yani o sırada cizye alınmışsa, İslama girdiklerim iddia edenlerin önünde bir yıl vardır. Bu bir yıl zarfında namazlarını Arapça olarak kılmayı öğrenme imkânları vardı. Ayrıca İslam'a giren cizye vermez ama öşür ve zekât ödemek zorundadır. Ayrıca devlet öşür ve zekât dışında vergi alabilir. Ayrıca İran, Hz. Ömer döneminde islam diniyle karşılaşmıştı. İranlıların İslam'ı kabul etmeleri Ebu Hanife'nin döneminden çok öncedir. O dönemde İslam'a girmeye devam edenler olmuşsa da çevrede İslamı bilen, namaz kılan çok insan vardır. İslama yeni girenlerin bunlardan nasıl namaz kılacaklarını öğrenmeleri pekâlâ mümkündür. Eğer Emeyîler, İslamı kabul ettiklerini söyleyen kimselere sırf cizye almak için İslamı kabul etmemiş olduklarını ileri sürüyor idilerse, Arapça'dan başka dil ile namaz kılanları müslüman saymamaya devam ederlerdi.
Kanaatimce tarihçilerin Emevîler hakkında her söylediklerine de inanmamak gerekir. Çünkü ilk dönem tarihçilerinin önemli bir kesimi Abbasîler döneminde yaşamışlardır ve bunların önemli bir kesimi Abbasî taraftarıdır.
[128][128] 73 /Müzzemmil 20.
[129][129] 13/Ra'd37
[130][130] 20/Tâhâll3.
[131][131] 39/Zümer28.
[132][132] 41/Fussilet3
[133][133] 42/Şûra 7
[134][134] 43/Zuhruf3.
[135][135] 46/Ahkaf 12.
[136][136] 9/tevbe 6.
[137][137] 9/Tevbe6.
[138][138] 75/Kıyame 16-19. 102
[139][139] bk. 11/Hûd 13.
[140][140] 69 /Hakka 40; 81 /Tekvir 19.
[141][141] Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Konya-1997, s. 15-16.
[142][142] bk. 74 /Müddessir 25.
[143][143] Abdulcelil Abdurrahim, Luğatu'l-Kur'ani'I-Kerim, Amman-1981, s.561.
[144][144] Râzî, et-Tefsîru'1-Kebîr, fahran-tarihsiz, 1.209-212.
[145][145] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 91-113.
[146][146] 4 /Nisa 59. 120.
[147][147] 2 /Bakara 78-79.
[148][148] Kurtubî, el-Cami' li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, 1.437.
[149][149] Zerkeşî, Bedruddin Muhammed b. Abdillah; el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut-tarihsiz, 1.455
[150][150] a.k., I. 21.
[151][151] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Fatiha Suresi Ve Türkçe Namaz, Beyan Yayınları: 115-128.
7 Kasım 2007 Çarşamba
namaz ve fatiha (sait şimşek
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder