14 Kasım 2008 Cuma

Fatiha’nın kalbime açtığı yol - senai demirci

Fatiha’nın kalbime açtığı yol ...

VuSLaT:

Her gün dilimize değen, kalbimize de değmesi gereken Fatiha, Kur’ân’ın ifadesiyle 'şifa' saklar içinde.

Dertlerimizin devası, yalnızlıklarımızın çaresi, Kur’ân’ın sonsuz ve dipsiz anlam denizinin derinliklerinde inciler gibi bekler bizi. Çoğunlukla, kıyıda kalıp denizin suyunu elden geçirerek incileri bulmaya çalışırız. Islanmayı göze alıp denizin içine dalmak ise nadiren yaptığımız bir iştir. Fatiha’nın bize neler söylediği konusunda elbette ki satırlar yetmez. Ancak Fatiha’nın hissettirdikleri konusunda her birimizin özel bir güncesi olması gerekmez mi? Dilimize Rabbimizin değdirdiği bir dua olarak Fatiha, Rabbimizin 'Benden bunları isteyin ki vereyim!' ya da 'bunları size vereceğim, yeter ki Benden isteyin!' demesi değil midir? Rabbimizin bizden neyi isteyeceğimizi öğrenmemizi istemek üzere kalbimize söylediği Fatiha, O’nun bize 'sonsuz anlayış'ını da seyredebileceğimiz bir ayinedir. Fatiha’nın aynasında nasıl 'sonsuz bir anlayışla' ağırlandığımızı seyretmeye çağırıyorum sizi.

Hamd [olsun]: Varlığın boş yere ve rasgele değildir. Burada çaresiz, amaçsız ve sahipsiz değilsin. Öylesine ya da tesadüfen var olmuş değilsin; sen var edildin. Varlığın yokluğuna bilerek ve isteyerek tercih edildi. Önüne sonsuz genişlikte bir sofra konuldu. Duyguların ve bedenin, hayallerin ve ideallerin besleniyor. Hiç ummadığın bir yerdesin ve hiç beklemediğin güzellikler içindesin. Şimdi, 'Tabii ki, bunlar benim hakkım!' diyerek şımarman mı gerekir yoksa derin bir mahcubiyetle minnettarlığını ifade etme telaşına mı kapılman gerekir? Onun için teşekkür et. Minnettar ol. Hamd et.

Rabbine âlemlerin: Seni var eden, sana eşlik edecek âlemler de var eyledi. Onları ve seni terbiye ediyor. Her şeyi sana uyumlu kılıyor. Her şeyi sana sevimli eyliyor. Ne senin varlığın ne de diğerlerinin varlığı anlamsız ve boştur. Gördüğün her şey, seni çevreleyen herkes, senin gibi bile-isteye var edildi. Varlıkları yokluklarına tercih edildi. Yabancı ve yabanî bir yerde değilsin. Her şey seni terbiye eden Rabbinden terbiye almış. Bütün bir kâinat kardeşindir. Kardeşlerin arasındasın. Herkes senin için var edilmiş, senin için yaşıyor. Her şey sana dostluk elini uzatıyor. Dostlarının yanındasın. Telaşlanma. Korkma.

Rahman O, Rahîm O: Sana şefkat eden bir Rabbin var; sahipsiz değilsin. O seni ve diğerlerini şefkatle terbiye ediyor. Herkesi merhametinin kucağında ağırlıyor. Seni sevdiği için var eyledi. Seni severek var eyledi. Senin varlığından hoşnut. Varlığın O’na yük değil. Yaşaman O’na ağır gelmez. Seni beslemek ve büyütmek O’na zor değildir. Rabbin seni seviyor. Rabbin senin sevdiklerini de seviyor. Rabbin sevdiklerini sevmeni seviyor. Rabbin sevdiklerini sevindiriyor. Rabbin sevdiklerini sevindirmeni seviyor. Üzülme. Endişe etme.

Din gününün sahibi O: Ayrılıklara ve vedalara üzülüyorsun. Sevdiklerin gidiyor, sevenlerin uzaklara dağılıyor. Kalbin acı çekiyor, ağlıyorsun. Merak etme; seni var eden Rabbin senin kalbini de biliyor. Senin çektiğin acıları ve hüzünleri senin bildiğinden daha çok biliyor. Her şeyin dağıldığı gün, her işin sonlandığı gün sana ve sevdiklerine sahip çıkar Rabbin. Uzaklara gitmene gerek yok; her gününü ‘gün’ eden, sabahı pencerene getiren, gündüzü sana aydınlık eyleyen, geceyi uykunun ve dinlenmenin döşeği eyleyen O’dur. Akşamla veda eden her günü, yeni bir sabahla sana getiren, sana bütün zamanlarda, ebediyen sahip çıkacaktır. Emin ol!

Yalnız Sana kulluk ederiz: Şimdi yüzünü O’na dön. Başkasından medet umma; herkese ümit ve medet veren Rabbindir. Şimdi sadece O’na yönel. Başkalarının peşinde koşup yorulma; seni biricik eyleyen ve önemli kılan Rabbindir. Korkma; O seni kalabalıkta unutup bırakmaz. Endişe etme; O seni yolda bırakıp terk etmez. Telaşlanma; O sana arkasını dönüp gitmez.

Yalnız Senden yardım dileriz: Her ihtiyacını O’ndan iste. Başkaları sana yetişemez. Her dilediğin O’nun yanındadır. Başkaları seni ciddiye almaz. Sen O’nun için sıradan biri değilsin; önemlisin, bi’tanesin. Sana iyilik etmek yormaz O’nu. Senin dilediklerini yerine getirmek usandırmaz O’nu.

Bizi ‘doğru yol’a hidayet eyle: Senin nasıl huzur bulacağını Rabbin senden iyi bilir. Kendine bulacağın yollar içinde, en iyisi O’nun seni çağırdığı yoldur. Senin için doğru olanı O bilir. Senin iyiliğini senden çok O bilir.

Gazaba uğramışların ve sapmışların [yoluna] değil: Rabbin, yanlışa düşüp acı çekmeni istemez. Acılar ve sancılar, senin kendini bilmeyişinden kaynaklanır. Seni en çok sıkıntıya düşüren senin kendini bilmeyişindir. Rabbinin terbiyesini kabul et ki, kendine acı çektirmekten kurtulasın. Rabbinin senin iyiliğini istediğini bilerek O’na teslim ol ki, kendini ateşe kendi ellerinle ateşe atmayasın.

Senai Demirci

FATİHA AYNASINDA KİŞİSEL GELİŞİM SENAİ DEMİRCİ

FATİHA AYNASINDA KİŞİSEL GELİŞİM SENAİ DEMİRCİ


Her gün dilimize değen, kalbimizede değmesi gereken Fatiha, Kur’an-ın ifadesiyle “şifa “saklar içinde.Dertlerimizin devası yalnızlıklarımızın çaresi, Kur’anı-ın sonsuz dipsiz anlam denizinin derinliklerinde inciler gibi bekler bizi. Çoğunlukla, kıyıda kalıp denizin suyunu elden geçirerek incileri bulmaya çalışırız. Islanmayı göze alıp denizin içinde dalmak ise nadiren yaptığımız bir iştir. Fatiha’nın hissettirdikleri konusunda elbette ki satırlar yetmez.Ancak Fatiha’nın hissettirdikleri konusunda her birimizin özel bir güncesi olması gerekmez mi? Dilimize Rabbimizin değdirdiği bir dua olarak Fatiha Rabbimizin “Benden bunları isteyin ki vereyim! ” ya da “ Bunları size vereceğim, yeter ki Benden isteyin!” demesi değil midir? Rabbimizin bizden neyi isteyeceğimizi öğrenmemizi istemek üzere kalbimize söylediği Fatiha, O’nun bize “sonsuz anlayış” ını da seyredebileceğimiz bir ayinedir.Fatiha’nın aynasında nasıl “sonsuz bir anlayışla “ ağırlandığımızı seyretmeye çağırıyorum sizi.



Hamd (olsun): Varlığın boşyere ve rast gele değildir.Burada çaresiz, amaçsız ve sahipsiz değilsin Öylesine var değilsin; sen varedildin. Varlğın yokluğuna bilerek ve isteyerek tercih edildi.Onun için teşekkür et. Minnettar ol. Hamd et.



Rabbine Alemlerin: Seni var eden, sana eşlik edecek alemler de var eyledi.Onları ve seni terbiye ediyor.Herşeyi sana uyumlu kılıyor. her şeyi sana sevimli eyliyor. Ne senin varlığın, nede diğerlerininvarlığı anlamsız ve boştur. Gördüğün her şey, seni çevreleyen herkes, senin gibi bile-isteye var edildi. Varlıkları yokluklarına tercih edildi.Yabancı ve yabani bir yerde değilsin. Telaşlanma. Korkma.



Rahman O, Rahim O: Sana şefkat eden bir Rabbin var; sahipsiz değilsin. O seni ve diğerlerini

Şefkatle terbiye ediyor. Herkesi merhametinin kucağında ağırlıyor. Seni sevdiği için var eyledi.Seni severek var eyledi.Senin varlığından hoşnut. Varlığın O’a yük değil.Yaşaman O’na ağır gelmez. Seni seviyor. Rabbin sevdiklerini sevmeni seviyor. Rabbin sevdiklerini sevindiriyor. Rabbin sevdiklerini sevindirmeni seviyor. Üzülme. Endişe etme.



Din Günün Sahibi O: Ayrılıklara ve vedalara üzülüyorsun. Sevdiklerin gidiyor, sevenlerin uzaklara dağılıyor. Kalbin acı çekiyor, ağlıyorsun. Merak etme; seni var eden Rabbin senin kalbinide biliyor. Senin acı çektiğini senin bildiğinden daha çok biliyor. her şeyin dağıldığı gün, her işin sonlandığı gün sana ve sevdiklerine sahip çıkacaktır. Rabbin. Uzaklara gitmene gerek yok; her gününü ‘gün’ eden, sabahı pencerene getiren, gündüzü sana aydınlık eyleyen, geceyi uykunun ve dinlenmenin döşeği eyleyen O’dur. Akşamla veda eden her günü, yeni bir sabahı sana getiren, sana bütün zamanlarda, ebediyen sahip çıkacaktır. Emin ol!

Yalnız Sana kulluk ederiz: Şimdi yüzünü O’na dön. Bakasından medet umma; herkese ümit ve medet veren Rabbindir. Şimdi sadece O’na yönel. Başkalarının peşinde koşup yorulma; seni biricik eyleyen ve önemli kılan Rabbindir. Korkma; O seni yolda bırakıp terk etmez. Telaşlanma; O sana arkasını dönüp gitmez.



Yalnız Senden Yardım dileriz: Her ihtiyacını O’ndan iste. Başkaları sana yetişemez. Her dilediğin O’nun yanındadır. Başkaları seni ciddiye almaz. Sen O’nun için sıradan biri değilsin; önemlisin, bi’tanesin. Sana iyilik etmek yormaz O’nu. Senin dilediklerini yerine getirmek usandırmaz O’nu.



Bizi ‘doğru yol’a hidayet eyle: Senin nasıl huzur bulacağını Rabbin senden iyi bilir. Kendine bulacağın yollar içinde, en iyisi O’nun seni çağırdığı yoldur. Senin için doğru olanı O bilir. Senin iyiliğini senden çok O bilir.



Gazaba uğramışların ve sapmışların [yoluna] değil: Rabbin, yanlışa düşüp acı çekmeni istemez. Acılar ve sancılar, senin kendini bilmeyişinden kaynaklanır. Seni en çok sıkıntıya düşüren senin kendini bilmeyişindir. Rabbinin terbiyesini kabul et.

fatihanın kapılarını aralayalımmı?

Fatiha'nın Kapılarını Aralayalım Mı?

Bismillâhirramânirrâhim

Burada bir misafirsin; ağırlanıyorsun. Özellikle seni bekleyen, özellikle sana açılan bir kapının eşiğindesin artık. Varlık kapısının eşiğinde, o kapıyı sana açan, seni yokluktan çıkarıp o kapının eşiğine götüren RABB'in adına giriyorsun içeriye. O'nun adıyla geçiyorsun bu kapıdan. Kendi başına buyruk değilsin. Amaçsız, hedefsiz değilsin. Öylesine bulmuş değilsin, bu elinde olanları ve elleri.. Yüzünü sana giydiren, gözlerini sana armağan eden, kalbini göğsüne koyan, sevdiklerini ve sevenlerini karşına koyan BİR'inin sonsuz rahmeti ve sınırsız şefkati ile hak etmek için bir şey yapmadığın, hayâline bile gelmeyecek güzellikler ortsaında yaşatılıyorsun. Rahmân ve Rahîm olan ALLAH'ın varlıkta ağırladığı nazlı bir konuksun sen....



Önce teşekkür etmelisin. Teşekkür edebilmek varlığa duyarlı olmak demektir. Teşekkür edemeyen, minnettarlığını ifade edemeyen elindekilere, çevresindekilere, içindekilere duyarsız, sağır ve kör demektir. Bunca güzelliğin içinde ağırlandığını fark etmişsen, ilk yapacağın şey teşekkür etmek, minnettarlığını ifade etmektir.


Sana hiç ummadığın varlığı, hayâl bile edemeyeceğin güzellikler içinde sunan RABB'ine minnettar olmalısın.


Varlığın boş yere ve rasgele değildir. Burada çaresiz, amaçsız ve sahipsiz değilsin. Öylesine var değilsin sen; seçildin, ayrıcalılı kılındın da var edildin. Varlığın yokluğuna bilerek ve isteyerek tercih edildi. Onun için teşekkür et. Minnettar ol. Hamd et.

Her çiçeği göznün zevkine göre güzelleştiren elbette ki sana süprizler sunuyor. Yağmur her damlasını kulağına hasretli nağmeler olarak değdiren hiç kuşkusuz sana hesapta olmayan ikramlarda bulunuyor. Hayatını yokluğun dehşetinden kurtarıp seni sonsuzun eşiğine getiren seni hayal edemeyeceğin sofralara buyur ediyor. Ömrünü ölümün kıyısından alıp bekâ vadisinde gümrah bir bahar eyleyen sana ummadığın ihsanlarda bulunuyor. Seviyor seni. Sevindiriyor. Sevinmenden hoşnut oluyor.


İşte bu yüzden, hamd ettiğinde adını koyuyorsun varlığının. Azîz bir misafir oluyorsun varlığın başköşesine. İşte bu yüzden, şükür dudağına değdiğinde, izzetini kuşanıyor kalbin. Çığırtkan ve yalancı, sığ ve aldatıcı avuntulardan çeviriyorsun yüzünü. Nazlı bir konuk oluyorsun varlığın uçsuz bucaksız konağında. Sevildiğini biliyorsun. sevildiğini sana bildiren RABB'inin hoşnutluğunu alıyorsun. RABB'inin senden hoşnut oluşunu bilmekle daha bir seviniyorsun...



Elhamdülillah...
Elhamdülillah...
Elhamdülillah...
Elhamdülillah...
Elhamdülillah...
Elhamdülillah...




âlemlerin Rabbine



Seni var eden, sana aşlik adecek âlemler de var eyledi. Onları ve seni terbiye ediyor. Her şeyi sana uyumlu kılıyor. Her şeyi sana sevimli eyliyor. Ne senin varlığın ne de diğerlerinin varlığı anlamsız ve boştur. Gördüğün her şey, seni çevreleyen herkes, senin gibi bile-isteye var edildi. Varlıkları yokluklarına tercih edildi. Yabancı ve yabanî bir yerde değilsin. Varlıkla kardeşsin. Vahşet ve yalnızlık içinde değilsin. Dağlar sana tebessüm ediyor. Yıldızlar mutluluğuna göz kırpıyor. Nabzını hissettiğin kadar sana yakın her şey.

Güneşin sıcağına dokunduğun kadar sıcak ve tanıdık her şey. Baharın kokusuna aldığın kadar munis ve sevecen her şey. Boşluklar bile boşuna değil. Tedirgin olma. Kaygılanma. Telaşlanma. Korkma.




Rahman O, Rahîm O

Sana şefkat eden bir RABB'in var; sahipsiz değilsin. O snei ve diğerlerini şefkatle terbiye ediyor. Herkesi merhametinin kucağında ağırlıyor. Seni sevdiği için var eyledi. Seni severek var eyledi. Senin varlığından hoşnut. Varlığın O'na yük değil. Yaşaman O'na ağır gelmez. Seni beslemek ve büyütmek O'na zor değildir.

RABB'in seni seviyor. RABB'in senin sevdiklerini de seviyor. RABB'in sevdiklerini sevmeni seviyor. RABB'İn sevdiklerini sevindiriyor. RABB'in sevdiklerini sevindirmeni seviyor. Üzülme. Endişe etme.




din gününün sahibi O

Ayrılıklara ve vedalara üzülüyorsun. Sevdiklerin gidiyor, sevenlerin uzaklara dağılıyor. Kalbin acı çekiyor, ağlıyorsun. Merak etme; seni var eden RABB'in senin kalbini de biliyor. Senin acı çektiğini senin bildiğinden daha çok biliyor. Her şeyin dağıldığı gün, her işin sonlandığı gün sana ve sevdiklerine sahip çıkacaktır RABB'in. Uzaklara gitmene gerek yok; her gününü 'gün' eden, sabahı pencerene getiren, gündüzünü sana aydınlık eyleyen, geceyi uykunun ve dinlenmenin döşeği eyleyen O'dur. Akşamla veda eden her günü, yeni bir sabahla sana getiren, sana bütün zamanlarda, ebediyen sahip çıkacaktır.


Emin ol..!

Emin ol..!
Emin ol..!
Emin ol..!
Emin ol..!
Emin ol..!
Emin ol..!




yalnız Sana kulluk ederiz

Şimsi yüzünü O'na dön. Başkasından medet umma; herkese ümit ve medet veren RABB'inir. Şimdi sadece O'na yönel. Başkalarının peşinde koşup yorulma; seni biricik eyleyen ve önemli kılan RABB'indir. Korkma; O seni kalabalıkta unutup bırakmaz. Endişe etme; O seni yolda bırakıp terk etmez. Telaşlama; O sana arkasını dönüp gitmez


yalnız Senden yardım dileriz

Her ihtiyacını O'ndan iste. Başkaları sana yetişemez. Her dilediğin O'nun yanındadır. Başkaları seni ciddiye almaz. Sen O'nun için sıradan biri değilsin; önemlisin, bi'tanesin. Sana iyilik etmek yormaz O'nu. Senin dilediklerini yerine getirmek usandırmaz O'nu.




İyyâke...." dedikçe kucaklanıyorsun farkında mısın?


Fatiha'nın içinde "biz" i "biz"den alan, "ben"i "ben"den taşıran, "sen"i "sen"den taşıyan keskin bir dönüşüm ve sancılı bir yolculuk saklıdır. Diline kolayca değerken farkına varamadığın bin kor parçası ışıldar Fatiha'da. Dudaklarının arasına sıkıştırdığın heceleri yüreğine dolayamadığın için tadını alamadığın tatlı bir vuslat beslenir Fatiha'nın akışında. Sesine sindiği halde göğsüne dokunmayan, kalbine sızmayan sımsıcak teselliler bekleşir Fatiha'nın iç içe açılan kapılarında.

"İyyâke..." [Sana, yalnız Sana...] deyinceye kadar, RABB'ini üçüncü tekil şahıs olarak, yani "O" diye tarif edersin Fatiha'nın cümlelerinde. Ne zaman ki, "Sana, yalnız Sanadır kulluğum; Sensin, yalnız Sensiz yardım istediğim." dersin, "O" diye tanıdığına "Sen" diye muhatap olursun.

İşte Fatiha, sen bilmesen de, farkına varmasan da, göremesen de, hissedemesen de, diline damağına değen o akışıyla seni RABB'inin uzağından yakınına getirir. Başta, görmediğin ve gıyabında olan RABB'ini uzaktan "O" diye tanıtırken, birden O'nu görüyormuşçasına "Sen" diye hitap edersin, huzuruna varırsın. Sımsıcak yakınlığında hissedersin kendini. Daha da önemlisi, Fatiha RABB'inin sana öğrettiği, istemeni istediği bir dua olduğuna göre, seni huzuruna, yakınlığına taşıyan da O'dur. Aslında kendisine "O" diye hitap ederken, "Sen" diye hitap etmene doğru çevirirken dilini, kendi kutsî vechini de sana çevirir, tenezzül eder sana. Yani, sen de Fatiha'da RABB'in için "O" iken, "Sen" hitabını hak edecek bir yakınlığa yükselirsin. "İyyâke..." yi diline değdirerek, yanına çağırır RABB'in seni. "İyyâke..." sözünü dudağına değdirir değdirmez; her sırrını bilen, en küçük arzularını bile merhametiyle önemseyen, kendine bile duyuramadığın incecik sızılarını duyan, iç çekişlerini ve gizli hasretlerini ciddiye alan RABB'inin isimlerinin kucağına dökersin içinin içini.




nûn'un gemisi"nde yolcusun, biliyormusun?

Fatih'nın seni taşıdığı yakınlıklar, "Yalnız San kulluk ederiz" ifadesiyle zirveye varır. Gıyabında "Hamdin Sahibi", "Âlemlerin RABBi", "Rahman ve Rahîm" ve "Din Günü'nün Sahibi" diye zikrettiğin RABB'ine, şimdi karşı konulmaz bir iştiyak ve aşkla, eşsiz bir hayranlık ve minnettarlıkla doğrudan sesleniyorsun. Fatiha'nın burasına kadar "O" diye tanımaya çalıştığın RABB'ine, artık "Sen" diye muhattap oluyorsun. O'nun sıfat ve esmâsına olan hayranlığın O'na doğru yönlendiriyor seni. O'nu tanıyıp, O'ndan uzak kalmanın sancısı ve hayreti, O'nunla yüzleşmeye çağırıyor seni. Varlığının fâni yüzünü O'nun Vechine çeviriyorsun.

"Yalnız Sana" diyerek O'nu ne kadar bir'lemişsen, "Biz" diyerek kendini de o kadar çoğaltıyorsun. Bir olana çokluk içinde kalmış olanın duru seslenişi, çaresizlik içinde bunalmış olanın umutla nefeslenişidir bu. "Biz" dedikçe, adeta bütün hücrelerinle dil döküyorsun Bir'e; "varlığım zerre, zerre yalnız Sana kuldur." "Biz" dedikçe, diline dolanıp duran ama muhatabını bir türlü bulamayan bütün çaresizlik sözlerini topluyorsun. Sadece kendi çaresizliklerini değil, çaresizlikleri seni çaresiz eyleyen sevdiklerinin yakarışlarını da demet demet doluyorsun diline. Sayısız yalvarışlar, hesaba gelmez iç dökmeler, sonu gelmez fısıltılar, çoğaldıkça çoğalan yakınmalar hep beraber "biz" olup kulluğun potasında eriyor. "Biz"imle aynı acizliği ve fakirliği paylaşan canlı-cansız bütün var edilmişleri yanına alarak konuşuyorsun Bir'e; "Sana tutunuyoruz, kimsenin yer atmasına izin verme bizi." "Biz" derken, başı her daim huşu ile secdeye varan, gelmiş geçmiş bütün müstakîm kullar adına yakarıyorsun Bir'e; önünde İbrahim'le (a.s.), yanında İsâ (a.s.) ve Mûsa (a.s.) ile, kalbinde Muahmmed (a.s.m.) ile sesleniyorsun RABB'ine. Sesli ve sessiz her yakarışı, gizli ve açık her isteği çifter çifter yanına alıp, İyyâke na'büdü... "nün" "nun'un gemisi"ne bindirip, her dalgasında binlerce ayrılık ve ölüm saklı ıstırap denizinde Nuh (a.s.) gibi kurtuluşa doğru yol alıyorsun. Ve hemen ardından, nicedir içinde sakladığın en acizâne yakarış dudağına srin bir su gibi yapışıveriyor: "Yalnız Senden yardım dileriz.."


Yalnız Senden yardım dileriz.."
Yalnız Senden yardım dileriz.."
Yalnız Senden yardım dileriz.."
Yalnız Senden yardım dileriz.."
Yalnız Senden yardım dileriz.."
Yalnız Senden yardım dileriz.."



bizi 'doğru yol'a hidayet eyle

Senin nasıl huzur bulacağını RABB'in senden iyi bilir. Kendine bulacağın yollar içinde, sen iyisi O'nun seni çağırdığı yoldur. Senin İçin doğru olanı O bilir. Senin iyiliğini senden çok O bilir


gazaba uğramışların ve sapmışların [yoluna] değil

RABB'in, yanlışa düşüp acı çekmeni istemez. Acılar ve sancılar, senin kendini bilmeyişinden kaynaklanır. Seni en çok sıkıntıya düşüren senin kendini bilmeyişindir. RABB'inin terbiyesini kabul et ki, kendine acı çektirmekten kurtulasın. RABB'inin senin iyiliğini istediğini bilerek O'na teslim ol ki, kendini ateşe düşürmeyesein.




alıntıdır

fatihanın yedi kapısı - senai demirci

Fatiha'nın Yedi Kapısı... Bir Düşünce Eskizi..
Fatiha bir kapıdan girişin resmin oluşturuyor, devrediyor, hissettiriyor, yaş(at)ıyor... Dört M'li bir giriş söz konusu: Önce müsaade kapısından geçiliyor, "besmele". içeri girer girmez minnettarlık ifade ediliyor: "elhamdulillah". Bir kaç adım sonra, merhametin kucağında bulur kendini insan: "errahmanirrahim!" en sonunda, mesuliyetle yaşadığımız farkedilir; "din gününün mâliki."

1.bismillah: Kapının beri tarafındasın, evvelâ izin istemen gerek.. kapının ardında kim var? Kapının önündeki kim? İçeriye davet eden kim? İçeriye girecek kim? “besmele” bir müsaade isteme tavrıdır... Allah’ın adıyla, Rahman Rahîm O.... Kapıya dayanan, kapıyı çalan, önce kimliğini benimsetiyor kendine, kendini tanımlıyor, haddini biliyor.. “Ben bana ait değilim.” “Ben ben değilim!” tevazu’yu giyiniyor. Kendi adından vazgeçiyor. Başkası adına çalıyor kapıyı. Bir başkasının ismiyle, Allah’ın ismiyle eşikte duruyor.. kapıyı çalan, aciz ve fakir, kendi kendine yetmiyor; kendisi kendine ait değil... Kapı ise Allah’ın.. kapının önünde ve ardında O’nun hükmü geçiyor, O’nun mülkü uzanıyor.. Rahman ve Rahîm O: varlık kapısından içeri çağırdığına muhtaç değil; hatta kulun kendisine muhtaç olmasına bile muhtaç değil! kul kendine muhtaç olmasaydı, kapıya dayanmasaydı, kendisinde bir eksiklik, bir mutsuzluk, bir hoşnutsuzluk hali olmayacaktı. Kimse de hesap soramayacaktı... Hiç kimseye muhtaç olmayan Rahman’ın her şeye muhtaç olana açtığı kapıdır rahmet..

2.elhamdülillah: Herşeye muhtaç olanın hiç kimseye muhtaç olmayana söyleyeceği ancak teşekkürdür.. sonsuz bir minnettarlıktır duyacağı.. mahçuptur muhatap olmadıkları karşısında. Hiç ummadığı, hiç beklemediği, hiç hak etmediği iltifatlar görmektedir. Hamd O Allah’a dır ki o Rabbidir âlemlerin.. alemler sırf onu karşılamak için, sırf kendisini memnun etmek için terbiye edilmekte, çekip çevrilmektedir.. hiç yoktan var edilenin, kendisini hiç yokken var edene söyleyeceği tek şey, söylediği halde asla bitiremeyeceği, asla sonuna gelip doyamayacağı tek şey teşekkürdür.... Varedilen varlığının hiç bir cüzünü, hiçbir parçasını yanı sıra getirmiş değildir; yoktan varedilen yoktan var edene hiçbir sermaye katmış değilir, yok olanın, hiç ortada olmayanın yoktan var edene katkısı olmamıştır; yok olan ve yok olduğunun farkında olmayan, var edilme arzusunu bile dillendiremeyen kendisini yoktan var edene bir işaret olsun göndermiş değildir ki, O’na borcuna bir sınır koyalım....

3. errahmanirrahîm: Her şeye muhtaç olarak varlığa dahil olanın ilk gördüğü üzerindeki sebepsiz merhamettir.. hem kendisine acınmıştır; hiç yokken, yokluğunu bile farkedemediği unutulmuşluklardan çekip alınmıştır, hem de acıdıklarına acınmıştır; mutluluğunu bir anda yok edebilecek, huzurunu hemen dağıtabilecek kırılganlıkları olan nice sevdikleri de hesapsız ve sebepsiz mutlu edilmektedir. Hem merhamet görmektedir, hem merhamet göstermek istediklerine merhamet gösterilmektedir. Varlığın göğsünde çarpıp duran görünmez bir kalp gibidir rahmet... Rahmandır Allah; herkese her zaman şefkat etmektedir. Rahîmdir Allah, herkesin içinde her bir şeye özel olarak da şefkat etmektedir. Herkese birden şefkat etmesi, herkese ayrı ayrı şefkat etmesine engel değildir. Herkes O’nun rahmetine, bütün çiçeklerin hep birlikte güneşten beslenmesi gibi, hep birlikte muhatap olmaktadır; çünkü Rahmandır. Ama herkes, her bir çiçeğin güneşten kendine özel renkler devşirmesi gibi, kendini biricik eyleyen biçimler bürünmesi gibi, biricik ve bitanecik olarak rahmete muhatap olmaktadır; çünkü Rahîmdir.

4.mâlik-i yevmiddîn:Din günün sahibi o.. buradaki varlığın, başka ve ebedî bir varlığa yolculanman adınadır. “din günü” içindesin.. hesaba çekilebilir bir haldesin. Başına buyruk var değilsin. sorumluluk sahibisin... Bu varlık bir koza; sonsuzun kelebeklerine gebe.. adımın bir sırat üzerinde, ölçüleri sonsuza ayarlı, sonsuzca yansımaya ayarlı.. buradaki bir ayineye düşüyor her dem; yansıması sonsuzda; yüzün başka bir âlemin nazarına düşüyor... Burası burdan ibaret değil, sen buradasın ama burada kalmayacaksın. Buradasın, ama buraya razı olamazsın..

5.yalnız sana kulluk ederiz: Minnettarlığın en güzel ifadesi...

6.yalnız senden yardım dileriz: Merhametinin her şeye yettiğinin ifadesi.. başka kimsenin acımasına muhtaç değiliz.. sen yetersin bize, her birimize, hepimize..

7.sırat-ı müstakîme hidayet eyle bizi: Hesabımızı ancak böyle veririz.. üzerlerine gazab indirilmiş olanların kalarak değil. Sapmışların yoluna düşerek hiç değil..


Senai Demirci

13 Kasım 2008 Perşembe

fatiha tefsiri M.Ali Kaya

M. Ali KAYA

GİRİŞ:
Fatiha, fethetmek yani açmak kökünden gelen bir kelimedir. Kur’ân-ı Kerim bu sure ile açıldığı için sureye “Fatiha Suresi” denilmiştir. Fatiha Suresine Kur’ânın hülasası, anası ve esası anlamında “Ümmü’l-Kitap” ve “Ümmü’l-Kur’ân” denilmiştir. Yüce Allah Fatiha’ya “Seb’ul-Mesanî ve’l-Kur’âni’l-Azîm” (Hicr, 15:87) adını verir. Peygamberimiz (sav) bunun Fatiha Suresi olduğunu açıklamıştır. (Buhârî, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1; Fezâilu'l-Kur'ân, 9) Sadece “Fatiha Suresi” inzal edilmiş olsaydı iman için yeterli olacağından bu sureye “Kâfiye” ve “Vâfiye” de denilmiştir. Çünkü “Fatiha” içinde bütün Kur’ân-ı Kerimin özünü toplamıştır.

Fatiha Suresi peygamberimize (sav) iki defa nazil olmuştur. Birincisi Vahyin ilk başlangıcında Cebrail (as) peygamberimize nafile olarak sabah-akşam namaz kılmayı öğrettiği zaman “Fatiha Suresini” de öğretmiş ve abdest ile beraber ibadet olarak namazı talim etmiştir. Peygamberimiz (sav) “Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de benzeri olmayan bir sure” olarak tarif ettiği bu sureye ayrıca “Hamd Suresi” denilmektedir. Çünkü sure “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” ile başlamaktadır.

Fatiha Suresi insanlara yaratılış amacını, ibadet ve ahlak esaslarını tam olarak talim ettiği için Tercümanü’l-Kur’ân olan Hz. Abdullah b. Abbas (ra) “Kur’ânın esası Fatiha’dır, Fatiha’nın esası da Besmele’dir” (İbn-i Kesir, Tefsir, -1388-Beyrut) 1:8) Fatiha o kadar değerli bir suredir ki her mü’minin kalbindedir ve Fatihasız namaz makbul değildir. Peygamberimiz (sav) “Fatihasız namaz olmaz” buyurmuşlardır. Hz. Ali (ra) “Fatiha’yı şefaatçi yaparak ne isterseniz Allah verir” buyurmuştur. Bu sebepten dolayı Fatiha Suresi nazil olunca şeytan korku ve dehşete kapılarak feryat etmiştir. Peygamberimiz (sav) “Fatiha’yı okumak bütün dertlere devadır. Her nevi zehire karşı şifadır.” (Feyzü’l-Kadir, 4:418, 420)

1. Fatiha Suresinin Meâl-i Âlisi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile... Hamd ve sena, şükür ve minnet yalnızca tüm âlemlerin Rabbi olan Allah’a hastır. O Allah Rahmandır, rahmeti bütün âlemleri kuşatmıştır. Rahimdir, şefkati ile tüm inananları ahirette cehennemden korur. Ahiret âlemlerinin, din gününün sahibi yalnız O’dur. Biz bütün varlıklar yalnız Sana ibadet eder, sadece Senden yardım isteriz. Bizi Sırat-ı Müstakimde istikamet üzere doğru yolda hidayete erdir. Kendilerine nimet verdiğin peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yoluna ilet. Gadaba uğramış olan felsefecilerin ve yoldan çıkmış ehl-i dalalet ve ilhadın yoluna değil…”

2. Surenin Tefsiri:
1. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…” Bu ayet “Besmele” olarak isimlendirilir. Peygamberimiz (sav) besmele ile ilgili olarak “Besmele ile ism-i azam gözün siyahı ile beyazı gibidir” (İbn-i Kesir, Tefsir, 1:17) buyurmuşlardır.

Kur’ân-ı Kerimin takip ettiği dört temel amaç vardır: “Tevhit, Nübüvvet, Haşir, Adalet ve İbadet.” Besmele her dördüne işaret eder. “Bismillah” tevhide, “Rahman” nizam ve adalete, “Rahim” haşre ve surenin başında gizli olan “Kul” ise nübüvvete işaret eder. (İşaratu’l-İ’câz, 2006, s. 30) “Allah” ism-i zat olduğu için yüce Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına işaret eder. “Rahman” Rezzak ve Hallak anlamında olup dünyayı, “Rahim” şefkat ve merhameti ile ahirete işaret eder.

Yüce Allah’ın isimleri içinde Lafzatullah’tan sonra öne çıkan “Rahman” ve “Rahim” isimleridir. Bu isimlerden “Rahman” Allah’ın celal isimlerini temsil eder, “Rahim” ise cemal isimlerini ifade eder. Böylece bin bir esmanın tümünü içine alır. Besmelenin bu uluvv-ü şanından dolayıdır ki İmam-ı Şafi (ra) “Besmele bir tek ayet olduğu halde Kur’ân-ı Kerimde 114 defa nazil olmuştur.”

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri İşaratu’l-İ’câz isimli tefsirinde “Yüce Allah’ın “Zâtî İsimleri” olduğu gibi “Fiilî İsimleri” de vardır. Bu fiilî isimleri Gaffar, Rezzak, Muhyî ve Mümît gibi pek çok nevileri vardır. Bu isimler Kudret-i Ezeliyenin mevcudatın nevilerine ve fertlerine olan nispet ve taallukundan husule gelirler. Bu itibarla “Bismillah” Kudret-i Ezeliyenin taalluk ve tesirini celp eder ve o taalluk abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiçbir işini besmelesiz bırakmasın” (İşaratu’l-İ’câz, 32) demektedir.

Kur’ân-ı Kerim ilminde ihtisas sahibi olan İslam bilginleri derler ki “Besmelenin her surenin başında ayrı ayrı nazil olmuştur. Çünkü sahabeler Kur’ân-ı Kerimde olmayan bir şeyi asla yazmamışlardır” demişler ve “Âmin!” cümlesi fatihanın sonunda daima söylendiği halde Kur’andan olmadığı için yazılmadığına dikkatlerimizi çekmişlerdir. İbn-i Abbas (ra) “Besmele okumayı terk eden Kur’andan 114 ayet terk etmiş olur” demiştir.

“Bismillah” Allah adıyla, onun namına, onun izni ve rızası ile bir işe teşebbüs etmeyi ifade eder. Allah’a dayanarak ve güvenerek iş yapan arkasına Allah’ın yardımını almış olur. Peygamberimiz (sav) “Bismillah her kitabın anahtarıdır” (Ramuzu’l-Hadis, 241) buyurmuştur. Bediüzzaman Said Nursi (ra) bu hadisi “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi onunla başlarız” (Sözler, 2005, s.15) ifadeleri ile açıklamıştır. Peygamberimiz (sav) “Mü’min gayretlidir, mütevekkildir, gücü yettiği işlerde müteşebbistir, Allah’a güvenerek canla başla çalışır. Gücü yetmediği işlerde ise ‘keşke gücüm yetse de bunu da, şunu da yapabilsem diye hasret içinde olduğunu görürsün” (Feyzu’l-Kadir, 3:229) buyurur.

Besmele işlerin hayrı ve bereketidir. Peygamberimiz (sav) “Hangi iş ki besmele ile başlanmazsa sonunda hayır ve bereket olmaz” (Ahmed b. Hanbel 2:359; Camiu’s-Sağir, 3:80) buyurmuşlardır. “Bismillahirrahmanirrahîm” zikirdir. Bunun için devamlı okunması Allah’ı zikretmek demektir. Yemeğe başlarken de başta “Bismillah” zikir ve sonunda “Elhamdülillah” şükürdür. Şafii ulemasından İmam Nevevî, Ezkâr’ında Bismillah “Besmele’nin adı olduğu için kısaca böyle söylenmiştir. Efdal olanı ‘Bismillahirrahmanirrahîm’ demektir” demiştir.

2. “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a Hamd olsun.”
“Allah” ismi yüce Allah’ın özel adıdır. Bunun için hiçbir mahlûka bu isim verilemez. Bu ismin kendisi de özel olduğu için müfrettir, müsennâ ve cemisi, müzekker ve müennesi yoktur. Allah’tan başkasına ancak “Abdullah” şeklinde isim olarak verilebilir. Bunun için “Allah’tan başka Allah yoktur” denilmez ancak “Allah’tan başka ilah yoktur” diyerek şirk reddedilir. İmam-ı Azam “Fıkh-ı Ekber” isimli risalesinde bu sebeple “Allah sayı itibariyle değil, şeriki olmaması yönü ile birdir” demiştir. Allah kelimesinin hiçbir dilde karşılığı da yoktur. O her yerde Allah olarak bilinir. Başka dillerde ancak “İlah” manasında farklı kelimeler kullanılır.

“Rab” Yüce Allah’ın “Rububiyetini” ifade eder. Rububiyet ise, yaratma, rızık verme ve terbiye etme fiillerinin bütününe verilen isimdir. Bu üç fiili birbirini gerektirir. Rabbü’l-âlemin ise bütün âlemlerin rabbi, yaratıcısı, rızıklarını veren ve onları terbiye edenin Allah olduğunu ifade eder.

“Âlemîn” “Bütün Âlemler” demektir. Bu âlemlerin on sekiz bin olduğu ifade edilmiştir. Semavatta binler âlemler vardır. Yıldızların bir kısmı her biri bir âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir. “Rabbu’l-âlemîn” tabiri “Doğrudan doğruya her bir âlem Cenâb-ı Hakkın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir” demektir. (Mektubat, 2004, s. 550)

“Hamd” teşekkür, medih ve minnet anlamındadır. “Elhamdü Lillah” “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve layıktır o zata ki Allah denilir” demektir. (Mektubat, 666)

Müfessirler “Elhamdü Lillah” cümlesini Abdullah b. Abbas’ın (ra) anlattığı gibi “Şükür Allah’adır, O’na iman edip itaat ederek boyun bükmek, saygı duymak, Ulûhiyet ve Rububiyet haklarını tanımak, Ondan gelen her nevi iyilik ve nimete, kötülük ve musibete, inâyet ve hidâyete karşı ikrar ve teslimiyette bulunmak ve O’na layıkı ile şükür edilemeyeceğini yakînen bilmektir” şeklinde yorumlamışlardır. (İbn-i kesir, Tefsir, 1:22) Peygamberimiz (sav) “Zikrin en efdali Lâ ilâhe İllallah” şükrün en efdali de “Elhamdülillah” kelimesidir” (Feyzu’l-Kadir, 2:33) buyurarak buna işaret etmiştir.

3. “O Allah “Rahman”dır ve “Rahim”dir.”
Yüce Allah Fatiha’nın ilk ayeti olan ‘Besmele’de zikretmiş olduğu “Rahman ve Rahim” isimlerin burada tekrar etmesi “Rahman ve Rahim” isimlerinin “İsm-i Azam” olup Allah’ın Celâlî ve Cemâlî bütün esmasına kaynak olmalarından ve bu iki ismin “Uluvv-ü Şanından” dolayıdır.

Burada “Âlemleri terbiye etme” yönü ile bu iki isim ele alınmıştır. Terbiyenin ise “Biri menfaatleri celp, diğeri mazarratları def etmek üzere iki esası vardır. Âlemlere bakan yönü ile “Rezzak” manasında olan “Rahman” menfaatleri celp etme yönüne, “Gaffar” manasında olan “Rahim” ismi ise mazarratı def etme cihetine bakmaktadır ve bunun için ikinci defa tekrar edilmiştir. Bu sebepten dolayı da ikisi birbiri ile bağlanmıştır. (İşaratu’l-İ’câz, 38-39)

4. O Allah “Din Gününün Meliki, Mâliki ve Sahibidir.”
Marifetullah ibadetlerde olduğu gibi kitabî, tevkıfî ve sem’îdir; içtihâdî ve keşfî değildir. Biz Allah’ı kitabının bize anlattığı ve peygamberinin açıkladığı şekli ile bilir ve tanırız. Aklî ve kıyâsî değildir. Bunun için iman esasları akıl ve kıyas yolu ile bilinemez, semî, tasdîkî ve teslîmîdir. Bununla beraber akıl nassları anlamak ve yorumlamak için kıyas ve temsiller ile izah edebilir; ancak bu izahlar nassların zahiri ile çelişmemelidir.

“Din Günü” ahiret ve dünyadaki çalışmaların ve ibadetlerin mükâfatının verileceği yer olduğu için “Rahmettir.” Rahman ve Rahim sıfatlarının sonucudur. Çünkü rahmetin rahmet olması devamlı olmaya bağlıdır. Bu cihette Allah’ın rahmeti ve şefkati saadet-i ebediyenin en büyük delilidir. “Evet, rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır.” (İşaratü’l-İ’câz, 39)

Evet, saadet-i ebediye olmazsa, en büyük nimetlerden sayılan akıl, insan kafasında onu devamlı taciz ve rahatsız eden bir yılan vazifesi görmekten başka bir şeye yaramaz. Ayrıca en lâtif ve güzel nimetlerden sayılan şefkat ve merhamet, ebedî bir ayrılık düşüncesi ile en büyük elemler sırasına geçer.

“Yevm” kelimesi haşrin vukuunu gösteren em büyük delillerden birisidir. Zira “gün” demek olan yevm kelimesinin ifade ettiği anlam çok geniştir. Nasıl ki saniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamamladığı zaman behemehâl, ister-istemez ötekilerin de devirlerini tamam edeceği kanaati hâsıl olur. Aynı şekilde “yevm” insan ömrü ve dünya ömrü içinde tayin edilen manevi millerden birisi devrini tamam edince öbürünün de velev uzun bir zaman içinde de olsa devrini tamamlayacağına hükmedilir. Yine bir gün ve bir sene içinde meydana gelen küçük kıyamet ve haşirleri gören adam, büyük haşrin vukuu ile saadet-i ebediyenin insanlara ihsan edileceğine şüphe etmez. (İ.İ, 40)

“Din Günü” demek cezâ günü demektir. Çünkü o gün hayır ve şerlere ceza verilecek gündür. Hayrın cezası mükâfat ve cennet, şerrin cezası ise cehennem ve azaptır. Yine “Din Günü” Hakaık-ı diniyenin tam manası ile ortaya çıkacağı gün demektir. O gün sebepler ortadan kalkar ve daire-i itikat, daire-i esbaba galebe çalar.

Yüce Allah dünyada sonuçları sebeplere bağlayarak kâinatın nizamını temin etmiştir. Her şeyi bu nizama uymaya ve o nizamla kalmaya yöneltmiştir. İnsanı da sebepler dairesine müracaat ederek bunlara uymakla mükellef kılmış ve dünyada başarıyı sebeplere sarılma şartına bağlamıştır. Ahirette ise buna ihtiyaç olmadığı için sebepler ortadan kalkacak ve her şey itikat ettiğimiz şekilde kudret-i ilâhiye ile cereyan ettiği gözle de görülecektir. Bunun için imtihana gerek kalmayacaktır. Bu sebeple ahirete “Din Günü” denilmiştir. (İ.İ, 40-41)

5. “Ey Rabbimiz! Biz ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım isteriz.”
İtikatta ve ibadette “Tevhit” esastır. Bu ayet “ibadet ve istiâneyi” sadece Allah’a tahsis etmekle tevhide işaret etmiştir. İmanda ve ibadette istikamet budur. İbadetin ibadet olası için Allah’a has olması gerekir. Buna “İhlâs” denir. İhlâstan yoksun bir ibadet, ibadet olmaktan uzaktır. Bu ayet bu hususu net bir şekilde ifade etmektedir.

Nitekim İslam bilginleri ibadetin tarifini “El-İbadetü’lletî kânet vacibeten ale’l-ibâdi ve hiye küllühâ bi-emrillehi” yani, “İbadetler ancak Allah’ın emri ile kullarına vacip olur.” “El-İbadetü, iclâlü’r-Rabbi ve ta’zîmühû” yani, “İbadet Allah’ı yüceltmek ve tazim amacı ile yapılır” demişlerdir. (Fıkh-ı Ekber, Şerh-i Ebu’l-Müntehâ, s. 14)

Öz ve özet olarak ibadet, Allah’ın emrine itaattir ve ancak Allah için yapılır. İbadetin esası Allah’ın emrini ta’zîm, yani yüceltmektir. İbadet kulun Allah’a yaklaşmasına ve rızasına ulaşmasına sebep ve vesiledir.

İslam bilginleri ibadet için “Sebeplere sarılmak peygamberlerin sünnetidir. Yüce Allah sebepsiz insanı cennete ve cehenneme koymaz. Cennetin sebebi iman ve Salih amel, cehennemin sebebi ise küfür ve isyandır. Amel-i salihe yapışmak sebebe yapışmaktır. Bu bakımdan farz ve vaciptir. Basamaksız, merdivensiz yukarı çıkmak mümkün olmadığı gibi, amelsiz maksada ulaşmak da mümkün değildir. Zira, amel Allah’ın emridir ve Allah cenneti bu amele göre vermektedir. Cehenneme de sebepsiz yere değil, isyan ve günahların cezası ve neticesi olarak gönderecektir” demişlerdir.

İbadetin üç temel şartı vardır: Birincisi ve en mühimi “Niyet”tir. Niyet âdeti ibadete çeviren ve ibadeti de hükümsüz hale getiren bir iksirdir. Niyet, âdeti ibadetten ayırmak için meşru kılınmıştır. Bu sebeple ibadetin farzlarında birisidir. “Ameller niyetlere göredir” (Buhari, Bed’ul-Vahy, 1) hadisi bu hususu açıklamaktadır. İbadetin sahih ve kâmil olması için niyet şarttır. Niyet, kalbin ameldir. Bir amelin ibadet sayılması için kalbî niyete, yani bir işe yönelmesi ve azmetmesi gerekir. Bunun için İslam bilginleri ibadeti “niyete mukarin olan ameldir” şeklinde tarif etmişlerdir.
İbadetin ikinci şartı, dünyevi bir beklenti içinde olmamaktır. İbadet ve sevabı tamamen uhrevî ve mânevîdir. Yüce Allah buyurdu: “Kendilerine ilim verilenler dediler ki: Yazık size! İman edip Salih amel işleyenler için Allah’ın sevabı elbette daha hayırlıdır. Buna da ancak sabredenler kavuşurlar.” (Kasas, 28:80)

İbadetin üçüncü şartı ise “İhlâs”tır. İhlâs, halis, arı ve duru tevhit inancıdır. Bunun için tevhidi anlatan ve Allah’ın zatî sıfatlarını ders veren “Tevhit Suresi”ne “İhlâs Suresi” yüce Allah “İhlâs Suresi” adını vermiştir. Nitekim yüce Allah “Her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, amel-i salihte bulunsun ve Rabbine olan ibadetinde hiçbir şeyi ortak etmesin” (Kehf, 18:110) buyurmaktadır. Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde “Ey İnsanlar! Amellerinizde hâlis olun. Allah ihlâs ile yapılmayan amellerden hiçbirini kabul etmez. Kim de Allah’a halis bir şekilde iman eder, namazını dosdoğru kılar ve zekâtını vermiş olarak dünyadan ayrılırsa Allah’ı kendisinden razı etmiş olarak ayrılmış olur.” (Münzirî, Terğib ve Terhib, 1:53-55) buyurmuşlardır. İhlâsın zıddı riyadır. Riya ise gizli şirktir.

Amellerin makbul olması için de “İman, ihlâs, niyet ve sünnet” üzere olması şarttır. Çünkü iman olur amel olmazsa kurtuluş mümkün olmaz, amel olur iman olmazsa bu zaten küfürdür. İman ve amel olur da ihlâs olmazsa amel makbul olmaz. Amel olur, niyet olmazsa o zaman da nifak olur. Amel şayet sünnete uygun olmazsa o zaman da bid’at olur. Çünkü, kulun sünnete uygun olmayan bütün fiilleri keyfî ve nefsânî yaşayıştan ibarettir. Kim Resulullah’ın (sav) sünnetine uymadan amel işlerse onun bu ameli batıldır.

Hz. Ali (ra) sohbetlerinde ve hutbelerinde daima “El-Ferâiz, El-Ferâiz…” buyurarak farzlara dikkatleri çeker. Peygamberimizin (sav) hadisleri ile sabittir ki “Farz ibadetler kadar insanı Allah’a yaklaştıran ibadet yoktur.” Nafile ibadetler ancak farz ibadetlerin ifasından sonra kişiyi Allah’a yaklaştırmaya devam eden ibadetlerdir. Farzları terk ederek işlenen nafileler insanı Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz. Çünkü bu Allah’ın rızasına ve isteğine göre değil, insanın nefsinin ve aklının heva ve hevesine göre hareket etmesi anlamına gelir.

6. Bizi Sırat-ı Müstakimde Hidayet Yoluna Götür.
Yüce Allah hidayet yolunun “kendilerine nimet verilenlerin yolu” olduğunu bir sonraki ayette zaten açıklamıştır. Kendilerine nimet verilenlerin de “Nebiler, sıdıklar, şehitler ve salih kullar olduğunu” (Nisa, 4:69) belirtmiştir. Bir sonraki Sure olan Bakara Suresinin başında da hidayet üzere olanların vasıflarını ve sıfatlarını şöyle saymıştır:

“Elif. Lâm. Mîm. İşte bu kitap ki doğruluğunda şüphe yok. Allah’tan ittikâ edenlere yol gösterici ve mahz-ı hidâyettir. Onlar ki, gayba imân ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiklerimizden de Allah yolunda infâk ederler. Onlar ki sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Âhiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar, Rableri tarafından verilen bir hidâyet üzerindedirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır” (Bakara, 2:1-5) Bu ayetlerde Kur’ân-ı Kerimin ancak müttakilere yani, Allah’tan korkanlara hidayet rehberi olduğunu ifade etmektedir. Müttakiler ise iman ve hidayet üzere olan kimselerdir. Hidayet rehberi ise Kur’ân-ı Kerimdir. Nitekim peygamberimiz (sav) “Kim ki, Kur’ân dışında hidayet ararsa Allah onu gerçekten sapıklığa sürüklemiştir” buyurarak Kur’ân-ı kerim dışında hidayet yolunun olmadığını açıkça ifade etmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsir, 1:22)

Hidayet: Doğru yolu bulmak anlamına gelir. Bu da akıl ve ilimle tespit edilen Allah’ın rızasına uygun olan, peygamberlerin takip ettiği yol ve sünnet demektir. Hidayet yolunu gösteren Allah’tır. Hidayet Allah’tandır. Allah’ın hidayete erdirdiğini kimse sapıtamaz, Allah’ın sapıttığını da kimse hidayete erdiremez. Hidayet ve dalalet Allah’ın hikmetine tabidir; ancak rızası hidayet yolundadır. Kim ki hidayet yolunu isterse Allah ona bunu verir ve ondan razı olur. Dalaleti talep edene de bunu verir; ancak Allah dalaletten razı olmaz. Allah tüm insanların hidayet üzere olmasını istediği için peygamberlerini ve kitaplarını göndererek hidayet yolunu göstermiştir. Allah hidayeti isteyene, bunun için çalışana ve gayret gösterene verir. Nitekim rızık ve şifa da Allah’tandır; ancak Allah rızkı da şifayı da sebeplerine sarılarak, talep ederek gayret gösteren kimselere vermektedir.

Hidayetin sebepleri de peygamberler, Allah’ın kitabı ve bu kitabın hükümlerini açıklayan âlimler ve bilginler eliyle verir. Bunun için hidayeti isteyen hidayetin sebeplerine sarılmalı, Kur’ân-ı Kerimi okumalı ve anlamak için bilenlere sormalı ve peygamberin sünnetine sarılmalıdır. Hidayete vesile olan kimseye “Hâdî”, hidayete ermiş olan kimseye de “Mehdî” denir. Mehdi olan ancak hâdî olabilir. Dolayısıyla ahir zamanda insanlığın büyük bir hüsran ve dalalet içinde olduğu zamanda (Asr, 103:1-2) Allah’ın lütfu ile hidayet yolunu bularak insanları bu büyük hüsrandan kurtaracak ve yol gösterecek olan Mehdi, hem “Hadî” hem de “Mehdi” denilmiştir. O hem râşid, hem de mürşid olacaktır. Allah’ın lütfu ile ilhama mazhar olacak ve insanlara Kur’ân-ı Kerimin hidayet yolunu gösterecektir.

Hidayet İstemek: Kul Allah’a yönelerek “Senden yardım istiyorum” diyince yüce Allah manen “Ne istiyorsun?” sualine cevaben kul, “Senden hidayet istiyorum” şeklinde hidayet talebinde bulunmuştur. İstenen hidayet ise isteyene göre değişir. Münafığın ve kâfirin istemesi, iman manasını, mü’minin istemesi hidayetin artması anlamını, zenginin istemesi, ziyade anlamında, fakirin istemesi ise ita ve rızık anlamında, zayıfın talebi ise iâne ve tevfık anlamını ifade eder. Dolayısıyla hidayet isteyene göre anlamı daha zengin ve farklı olan bir kelimedir. (İ. İ’câz, 44)

En büyük hidayet ise hicabın kaldırılması ile hakkı hak, batılı batıl olarak görmektir. Bunun için peygamberimiz (sav) “Allahım! Bana hakkı hak olarak göster ona uymamı nasib et, batılı da batıl olarak göster, ondan sakınmamı sağla” şeklinde dua etmiş ve bize de tavsiye etmiştir.

Sırat-i Müstakîm: Şecaat, hikmet, iffet ve hikmetin mezcinden hâsıl olan adl ve adalete işaret eder. Allah insan bedeninde menfaatleri cezp ve celbeden kuvve-i şeheviye, zararları def eden kuvve-i gadabiye ve fayda ve zararı, iyiyi ve kötüyü ayırt eden kuvve-i akliye namında üç kuvvet yaratmıştır. Aklın istikameti hikmetle, şehvetin istikameti iffetle, öfkenin istikameti şecaatledir. Hikmet, iffet ve şecaatten adalet hâsıl olur. (İşaratu’l-İ’câz, 45-46)

Yüce Allah buyurdu: “Allah kime hikmet vermişse ona pek çok hayır vermiştir.” (Bakara, 2:269)

7. Kendilerine “Nimet Verdiklerinin” yoluna bizi ilet. “Mağdup” ve “Dallîn” olanların yoluna değil…
Sırat: Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş ve işlek bir caddedir. Bu caddeye girenlerin bir daha çıkmayacaklarına işaret eder. Yola girmek tabirinde şöyle bir güzellik ve özellik vardır. Bir şeyi bir defa vermek, bir defa yardımcı olmak yerine onun yolunu göstermek ve öğretmek arasında büyük bir fark vardır. Hidayet yoluna giren de sonunda cennete gider. Bu bakımdan hidayet yolunu göstermek, hidayeti vermekten daha önemli olduğuna işaret etmektedir.

Nimet Verilenler: “Onlar nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar” (Nisa, 4:69) ayeti ile ifade edilenlerdir. İtikad ve amelde, usûl ve ahkâm-ı esasiyede tüm peygamberler daim, sabit ve müttehittirler; ancak ihtilafları fürûattadır. Zamanın tebeddülü ile ancak fürûat tebeddül eder. Nasıl ki mevsimlere göre elbiseler ve mizaçlara göre de ilaçlar tebeddül eder. Aynı şekilde kalp ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin fürûatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibarıyle tebeddüle uğrar. (İ.İ. 47)

Kendilerine nimet verilenler Hikmet, iffet ve şecaat ile istikamet üzere olup gerek nefislerinde, gerekse toplumda ve insanlık âleminde adaleti sağlayan ve adalet üzere olanlardır.

Mağdub Yolu: Gadaba uğrayanlar, Allah’ın öfkesini çekenlerdir. Bunlar kuvve-i Gadabiyenin ifratı sonucu zulüm ve fıska düşen Yahudilerdir. Allah’ın öfkesini çekenler içinde ilimle dalalete düşenler de girmektedir.

Dâllîn Yolu: Dalalete giren ve yoldan çıkanlardır. Bunlar da vehim ve hevânın akıllara galebe etmesi ile batıl itikada tabi olarak nifaka bir kısım Nasara’dır. Dalalete düşenlerin içerisinde en öne çıkanlar felsefecilerdir ki bunlar pek çok dalalet fırkalarını çıkarmıştır.

Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettendir. Bunun için bizler daima “Allahım! Bizi sırat-ı müstakimde hidayetten ayırma…” şeklinde dua etmeliyiz.

“Âmîn!” : “Ey Rabbimiz, bizim bu duamızı kabul et” anlamında bir cümledir.
“Âmin” kelimesi Kur’ândan ve sureden değildir. Ancak Cebrail’in (as) öğretmesi ile peygamberimizin (sav) tavsiyesi olarak imamın ve cemaatin söylemesi sünnettir. Fatihayı okuyan herkesin de “Âmin” demesi sünnetidir.

3. TETİMME:

Fatiha Suresinin İsimleri: “Fatiha, Seb’ul Mesânî, Ümmü’l-Kitap, Suretu’l-Hamd, Esas, Vâfiye, Kâfiye, Kenz, Salât, Sure-i Şükür, Sure-i Dua, Sure-i Şifâ” gibi isimleri vardır.

Fatiha Suresinin Fazileti:
Peygamberimiz (sav) buyurdular: “Fatiha Suresi her derdin devasıdır.” (Kenzu’l-Ummal, 1:559; Dârimî, Fezailu’l-Kurân, 12) “Ümmü’l-Kur’ânı okumayanın namazı yoktur.” (Müslim, Salât, 36, 40) “Fatihatu’l-Kitâp, Arş’ın altındaki bir hazineden indirilmiştir.” (Kenzu’l-Ummal, 1:557) “Sana Kur’ândaki en büyük sureyi öğreteyim mi? Bu Seb’ul-Mesânî, namazda tekrar edilen yedi ayettir ve bana verilen eşsiz bir suredir.” (Buhari, Fezailu’l-Kurân, 9)

İbn-i Abbas (ra) “Hasta olduğun veya bir yerinden şikâyet ettiğin zaman Esas’a ve Fatiha’ya sarıl” buyurdular. (Kurtubî, 1:113)

Peygamberimiz (sav) yine buyurdular: “Dört şey Arşu’r-Rahman’ın altındaki hazineden inzal edilmiştir. Bunlar: Fatiha Suresi, Ayete’l-Kürsi, Bakara Suresinin son âyetleri, Kevser Suresi” (Kenzu’l-Ummal, 1:558) “İblis dört defa kahrından bağırdığı ifade edilmiştir. Lânetlendiği zaman, yeryüzüne indirildiği zaman, Hz. Peygambere (sav) risalet verildiği zaman ve Fatiha-i Şerife nazil olduğu zaman” (Ebu Nuaym, Hilye, 3:297)




İSTİAZENİN HİKMETİ VE ESRARI

M. Ali KAYA

Yüce Allah buyurdu: “Kur’ân-ı Kerimi okuyacağınız zaman recm olunan şeytandan Allah’a sığının. (Nahl, 16:98) “De ki: Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden ve yanımda bulunmalarından Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23:97-98)

Yüce Allah Nâs Suresinde buyurur: “Ey Resulüm de ki: İnsanlardan ve cinlerden kalplere vesvese veren, sinsice kalplere üfüren, vesvâs, hannâs şeytanların şerrinden insanların ilâhına, insanların melikine ve insanların rabbi olan Allah’a sığınırım.” (Nâs Suresi, 114:1-5)
**
NÜZUL SEBEBİ:
Peygamberimiz (sav) Kâbe-i Muazzamada “Necm” ve “Leyl” surelerini okudu. Şeytan da araya putları övücü söz kattı. Müşrikler bunu duydular ve “Muhammed putlarımızı övdü biz de zaten “bu putlar bize şefaatçi olacak” diyorduk. Günahkâr insanlara ve meliklere tapınmaktan ise bu taşlara tapalım diyorduk” diyerek sevinçlerini izhar ettiler.

Peygamberimiz (sav) Necm Suresinin sonuna gelince secde ayetini okudu ve yüce Allah’a secde etti. Müşrikler de putlar için secde ettiler. Sadece Velid b. Muğîre çok yaşlı olduğu için secdeye gidemedi yerden bir avuç toprak aldı ve alnına götürdü. Böylece o da secde etmiş oldu. Müşrikler bu olayı işaa ettiler ve yaydılar; Mekke’de bir fitnedir koptu.

Yüce Allah “Hac Suresi 52. Ayette şeytanın bu vesvesesini açığa vurdu. Resûl-i Ekremi (sav) temize çıkardı ve bu olayın şeytanın bir vesvesesi olduğunu duyurdu. “Senden önce hiçbir nebi ve peygamberi göndermedik ki, şeytan temennisine bir vesvese karıştırmasın. Allah şeytanın o vesvesesini giderir, sonra da ayetlerini sapasağlam tespit eder. O Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her şeyi hikmetle yapar. ” (Hac, 22:52)

Bu olaydan sonra yüce Allah şu ayeti inzal buyurdu: “Kur’ân-ı Kerimi okuyacağınız zaman recm olunan şeytandan Allah’a sığının” (Nahl, 16: 98) buyurarak Kurân-ı Kerimi okurken şeytandan istiâzeyi emretti.

Tercümanü’l-Kur’ân Abdullah b. Abbas (ra) buyurdular ki: “Kur’an okumak istediğin zaman ‘Eûzü billahi mine’ş-Şeytani’r-racîm’ deyiniz. Lâin iblise Allah’a sığınmaktan daha ağır ve zor bir şey yoktur.”

ŞEYTANIN HİÇBİR GÜCÜ YOKTUR:
Yüce Allah buyurdu: “Şeytanın Allah’a inanıp tevekkül edene ve Allah’a sığınana hiçbir gücü ve üstünlüğü yoktur. Onu şirke düşürerek yoldan çıkaramaz. Onun gücü ve hükmü ancak Allah’a şirk koşana ve işi şeytana bırakanlara geçer.” (Nahl, 16:99:100)

Onlar işlerini şeytana havale ederler, şeytan da onları doğru yoldan uzaklaştırarak dalalete ve kötü yollara saptırır. Bu sebeple peygamberimiz efendimiz (sav) buyurdular: “kim ki sabah ve akşam üer defa “Eûzu billahi’s-Semiu’l Alîmu mineşşeytânirracîm” diyerek Haşr Suresinin son üç âyetini okursa Allah onun için 70.000 melek müekkel kılar ona dua eder ve korurlar. O gün ölürse o kimse şehit olarak vefat eder.”

İnsandan şeytanı kaçıran ve uzaklaştıran iki şey vardır:
Birincisi: Şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak,
İkincisi: Allah’ı zikretmek…
Haşr Suresinin son ayetlerinde bunun her ikisi de vardır…

Peygamberimiz (sav) buyurdu: “Kul Hüvellahu Ahad ve Muavvizateyni sabah akşam okumanız sizin için yeterlidir.”

Yine sahabeler peygamberimizin (sav) “Her namazdan sonra muavvizateyni okumamızı bizlere emrettiler” buyurmuşlardır.




BESMELENİN ÖNEMİ VE ESRARI PDF Yazdır E-posta
Cuma, 07 Kasım 2008
M. Ali KAYA

GİRİŞ
“Bismillahirrahmanirrahim.”
“Bismillah her hayrın başıdır; (Nesai, Sünen, 6:127) biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslam nişanı olduğu gibi bütün mahlûkatın dahi lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır.” (Sözler, 2004, s. 22) Peygamberimiz (sav) ayrıca bir hadis-i şerifinde “Her şeyin bir dili vardır, mahlûkatın dili de besmeledir” buyurmuşlardır. Bu hadisten anlıyoruz ki kâinatın dili besmeledir. Bütün mahlûkat lisan-ı hâl ile “Bismillah” der ve Allah nâmına hareket eder ki Allah’ın kudreti ile her işi yaparlar. Yoksa aciz ve muhtaç olan varlıklar elbette kendi güçleri ile bir şeye muvaffak olamazlar.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde 114 defa tekrar ettiği Besmelede ism-i has olan ism-i zatının yanına ism-i sıfat olarak “Rahman” ve “Rahim” isimlerini koyarak kendisini bu iki isim ile tanıtmakta ve “Ey kullarım ben Allah-ü Azimüşşan Rahman ve Rahîmim” demektedir. Bütün “Esma-i Hüsnâsı” içinde bu iki ismi öne çıkarmıştır. Böylece yüce Allah kendisini merhametli ve şefkatli olarak ilan etmiştir.

İmam-ı Şafii (ra) “Besmele tek bir ayet olduğu halde Kur’anda 114 defa tekrar edilmiştir” buyurarak “Besmele”nin ulüvv-ü şânına işaret etmiştir. Said b. Cübeyr, Zührî, Atâ b. Mübarek hazerâtı Besmelenin başında bulunduğu surelerden birer ayet olup sure ile beraber nazil olduğunu belirtmişlerdir. Demişlerdir ki “Selef Kur’ândan olmayan ve Allah kelamı olmayan hiçbir şeyi Kur’âna yazmamıştır. ‘Âmin’ kelimesi Kur’ândan olmadığı için yazılmamıştır” demişlerdir. İbn-i Abbas (ra) “Besmeleyi terk eden Kur’andan 114 ayet terk etmiş olur” buyurarak her surenin başında bulunan Besmelenin o sureden bir ayet olduğunu ifade etmiştir. Peygamberimiz (sav) “Kur’ân-ı Kerimde buluna Fatiha ‘Seb’ul-Mesani’ yedi ayettir. İlk ayeti de besmeledir” buyurmuşlardır.

1. BESMELENİN TEFSİRİ:
“Bismillahirrahmanirrahim” zahirde dört kelimedir; gerçekte ve hükmen yedi kelimedir. Tek tek ele alacak olursak:
1. “Be” : Harf-i Cer olup, kendi manası olmayan başkasını gösteren “Manay-ı Harfî” bir kelimedir. Mânay-ı Harfî bir başka kelime ve harf ile anlam ifade eder. Bu sebeple “Be” harfi kâinata ve mahlûkatı temsil eder. Mahlûkat Allah’ın sanatı ve eseri olmakla bir anlam ifade eder ve onu gösterir; çünkü O’nun sanatı ve eseridir.
2. “İsm” ise “Mânay-ı İsmî” olup, bir anlam ifade eden kelimedir. Bu isim ise Allah’tır. Her şey ancak Allah’ın adı ile, Allah’a bağlanarak, Allah adına iş yapabilir. Cansız, akılsız, şuursuz, kudreti, ilmi ve iradesi olmayan varlıklar nasıl olur da kendi kendilerine iş yapabilirler? Elbette bütün onlar Allah namına hareket ederler ki Allah’ın kudreti, ilmi ve iradesi ile iş görürler. Gafil insanlar da yine Allah’ın kudreti ile hareket ederler; ama bundan gafildirler. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu çok güzel bir şekilde bizlere açıklamıştır. “Cenâb-ı Hakkın mâsivâsına, yani kâinâta, manay-ı harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lazımdır. Mânay-ı ismî ile ve esbab hesabına bakmak hatadır. Binâenaleyh, nimete bakıldığı zaman mün’im, sanata bakıldığı zaman Sânî, esbaba nazar edildiği zaman sânî, esbaba nazar edildiği vakit, müessir-i hakiki zihne ve fikre gelmelidir” (Mesnevi, 51) demektedir.
3. “Allah” kelimesi yüce yaratıcını “Âlem-i Zâtisi” yani özel ismidir. Dolayısıyla bin bir esma ve sıfatı camidir. Varlık ancak O’na, O’nun esma ve sıfatına dayanmakla vücut bulur ve hakikat olur. Kâinat Allah’ın eseri ve sanatı olup, yaratılış amacı ustasını ve yaratısını ispat etmektir. Çünkü eser ustaya delildir. Ayrıca Allah ismi “Elif, iki Lam ve bir de He” harfinden meydana gelmektedir. Özel bir isimdir. Müzekkeri ve müennesi, tesniyesi ve cemisi yoktur. Sadece Allah’a hastır ve bir başkasına asla isim olarak verilemez ve verilmemiştir. Firavun dahi “Ben ilâhım” demiş ama asla “Ben Allah’ım” diyememiştir. Sadece Allah’ı göstermesi için benzersizdir, diğer isimlere benzemez. Buna işareten yüce Allah “Onun ismini hiçbir varlıkta isim olarak duymuş musunuz?” buyurur. (Meryem, 19:65)
a. Elif: Cenâb-ı Hakk’ın zatı ile kâim olup mahlûkatından ayrı olduğuna ima için ayrıdır.
b. Lâm: Mâhlukatın Allah’ın eseri ve sahibinin de Allah olduğuna alamet için çifttir; iki tanedir. Çünkü tek olan Allah’tır ve mahlûkat çift olarak yaratılmıştır.
c. Hu: “O” anlamındadır. Her şey O’na delil olduğu ve O’nun esma ve sıfatının ayinesi olup, O’nu gösterdiği ve kendi aynasında Allah’ı tanıttığı için “O”na işaret eder. Her canlı nefes alıp verdikçe “Hu” diye O’nu zikreder.
4. “El=Harf-i Tarif”: Bu takı marife, yani belirlilik takısıdır. “Rahman” isminin önüne gelmiştir. Rahmanın gaib olmadığını, Allah’ın rahmetinin, yani rahmetin herkesçe bilindiğini ifade etmektedir.
5. “Rahman” : Bu isim de Allah’a hastır ve mefhum-u mahsusu Allah’ın rahmetine alem olmasıdır. Rahmet ise, yaratma, rızık verme ve her nevi nimet ile mahlûkatın varlığını devam ettirmeyi içine almaktadır. Rahmet kelimesinden müştak sıfat-ı müşebbehedir. Pek merhametli ve rahmeti nâ-mütenâhi ve sonsuz olan demektir. Evvelemirde dünyaya, bilahare de ahirete bakar. Bütün mahlûkata karşı merhameti olan anlamını ifade eder. Başında harf-i tarif bulunduğu için de bu rahmetin meçhul olmadığı ve bütün mahlûkatça bilindiğini ifade eder.
6. “El=Harf-i Tarif”: Bu takı da “Rahîm” isminin önüne gelerek rahîmin de meçhul olmadığını ve herkesçe malum olduğunu ifade eder.
7. “Rahîm”: İsmi dahi sıfat-ı müşebbehe veya mübalağalı ism-i fâil olup Allah’ın ikinci sıfatıdır. Cenab-ı Hakkın Rahmâniyeti ezele ve Rahîmiyeti Lâyzele nâzırdır. Yüce Allah rahmeti ile mahlukâtı yaratmış ve rahîmiyeti ile de ebede namzet kılmıştır. Bunun için yüce Allah’a “Rahmâni’d-Dünya ve Rahîmü’l-Âhireti” denilmiştir. Nitekim yüce Allah buyurdu: “Allah gafûr ve Rahîmdir” (Nisa, 4:100, 106 vd.) “Allah mü’minlere Rahîmdir” (Ahzab, 33:43) Evet, yüce Allah “Rahman olduğu cihetle rahmeti umumidir, eser-i rahmetinden hâli hiçbir şey yoktur. Hatta cehennem dahi kâfirler için rahmettir. Çünkü o kâfir ya ademe gidip yok olacaktır, veya cehennemde de olsa ebedî bir vücuda mazhar olacaktır. Vücut, hayr-ı mahz ve adem şerr-i mahz olduğu cihetle elbette cehennemde de olsa vücut rahmettir. Ayrıca, yaratılış, in’am, ikram, ihsan, terzik, şifa gibi sayılmayacak kadar çok olan bütün hayırlar rahmet eseridir. Allah’ın rahimiyeti ise ahirette tamamen mü’minlere yönelik olarak “Af ve cennet nimetleri” şeklinde kendisini tamamen gösterecektir.

Yüce Allah’ın rahmetinden istifade etmek ancak “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek onun rahmetine yapışmak iledir. Bir de “Rahmeten lil-âlemîn olan Allah’ın habibi ve elçisine salâvat getirerek elçiliğini kabul ve davasını tasdik, getirdiği hidayet nimetine karşı minnet ve teşekkürü ifade etmekledir. (Sözler, 22-30 )

2. BESMELENİN ESRARI:
Besmele’nin pek çok esrarı vardır. Bulardan bazıları şunlardır:
1. Besmele 19 harfi ile On dokuz bin âlemin anahtarıdır.
2. Besmele’ye devam eden Allah’ın öfkesinden ve Cehennemin 19 zebanisinin temsil ettiği 19 nevi azaptan kendisini korumuş olur. Besmele-i Şerife azab ve gadab-ı ilâhiye perdedir.
3. Besmele 19 harfi ile Risalet-i Ahmediye’nin dünyaya hâkim olacağı Mehdi devrine ima eder. Nitekim Süfyan-ı Servi (ra) “Besmelenin harflerinin sonu Mehdinin çıkışına işarettir” der.
4. Mükerrer olan harflerle 21 harf eder ki, Allah-u A’lem dünyanın ömrüne işaret eder.
5. Bir zalimden korkulursa, 50 defa Besmele okunursa korkudan emin olunur.
6. Başı sebepsiz ağrıyan 21 defa yazıp başında taşırsa ağrısı zail olur.
7. Gece yatarken 21 defa okunur yatılırsa korku ve sıkıntıdan kurtulur.

Besmele “Rahmet” sembolüdür. Yüce Allah “Rahmetim gazabımı geçmiştir” “Rahmetim her şeyden geniştir.” (A’râf, 7:156) buyurur. Bu rahmetten istifade etmenin yolu “Besmele” ye devam etmektir.

3. BESMELENİN FAZİLETİ:
İkrime (ra) buyurdu: “Yüce Allah ilk olarak levh ve kalemi yarattı. Kalemin Levh üzerinde yazdığı ilk olarak “Bismillahirrahmanirrahim”i yazdı. Yüce Allah bu cümleyi kulları için bir güvence kıldı. Yedi kat semanın melekleri ve “Kerrubîn” melekleri hep bunu okurlar. Bütün mahlûkat bu şekilde Allah’ı zikrederler.

“Besmele” ilk olarak Âdem’e (as) nâzil oldu. Okudu ve şöyle dedi: “Benim neslim bunu okumaya devam ettikçe Allah’ın azabından emin olur” buyurdu. İbrahim’e (as) nazil oldu bunu okudu ve ateşten kurtuldu. Musa’ya (as) nazil oldu. Sihirbazları yendi ve Firavunu mağlup etti. İsâ’ya (as) nazil oldu. İsa (as) buyurdu: “O bütün güçlüklere ve kötülüklere karşı emniyet ayetidir. Bunu okumayı çoğaltın.”

Peygamberimiz (sav) Besmele hakkında buyurdular: “Hangi bir mü’min hangi işe Besmele ile başlarsa o işte uğur ve bereket bulur.” “Ümmetim kıyamet günü dillerinde ‘Besmele” okuyarak geleceklerdir. Terazide amelleri ağır gelecektir. Ümmet-i Muhammed’in sözlerinin başında Bismillah vardır. Her işe bu mübarek cümle ile başlarlar. Sadece Besmele terazinin bir kefesine konulsa o kefe mutlaka ağır gelir.” (Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü’t-Talibîn)

ahmet kalkan fatiha 1

Tefsir Notları, Ders 2 a

Fâtiha Sûresi, Sûreye Giriş

18.03.2007

F Â T İ H A S Û R E S İ

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اهدِنَــــاالصِّرَاطَ المُستَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

“Rahmân Rahîm Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. O, Rahmân ve Rahîmdir. Din gününün/cezâ gününün mâlikidir/sahibidir. Ancak Sana ibâdet/kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz (ey Allah’ım). Bize dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet vererek lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!” (1/Fâtiha, 1-7)

Fâtiha, açmak, açıklığa kavuşturmak, açılacak şeylerin başı, sıkıntı ve meşakkati gidermek, başlamak anlamındaki "feth" kökünden türemiş bir isim olup karşıtı "hatime"dir. Bir şeyin evveli, baş tarafı, başlangıcı, giriş" mânâsında kullanılır. "Fâtihatü'l-Kitab" tamlamasının kısaltılmış şekli olan bu Fâtiha'ya, Allah kelâmının başında bulunduğu, yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir. Bir bakıma Kur'an'ın önsözü olduğu için "açıcı" anlamına gelen Fâtiha adı almıştır.


Fâtiha Sûresinin Diğer İsimleri

Fâtiha sûresi, Mekkî'dir ve yedi âyettir. Mekke devrinin ilk yıllarında ve tamamı bir defada inmiştir. Nüzul sırasına göre beşinci, Mushaf tertibine göre birinci sûredir. Besmele'nin sûreden olup olmadığı ihtilaflı olmasına rağmen, onun sûrenin birinci âyeti olması görüşü daha kuvvetlidir. Sûrenin yirmiden fazla adı vardır. Kitab’ın özünü, İslâm'ın temel esaslarını özlü bir biçimde içerdiğinden ona Ümmü'l-Kur'an (Kur'an'ın anası, özü) ve el-Esâs denilmiştir. O, Allah'ı hamd ve senâile tevhidin temeli ulûhiyeti, din gününden bahsederek âhireti, kulluk göstergesi olan duâ ve ibâdeti, nimet verilenlerden bahsederek nübüvveti, onların yolunda kalma duâsı ile hidâyeti, gazaba uğramış sapıklar ve yollarından uzak kalma isteği ile tevhid düşmanlarından ayrılmayı ve tüm bunlar hakkında Allah'ın yardımını isteyerek kaza ve kadere rızâyı işlemektedir.

Sûre, hem Mekke ve hem de Medine'de iki sefer indiğinden, her namazda en az iki kere okunduğundan ve sürekli tekrarlanan bir sûre olduğundan Es-Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedili) ismi ile anılmaktadır. Onun bu ismi 15/Hicr sûresi, 87. âyetinde tescil edilmiştir. Fâtiha sûresi, ihtiva ettiği bu temel esaslarıyla saâdet için yeterli olduğundan El-Kâfiye (yeten), maddî-mânevî tüm hastalıklar için şifâ kaynağı olduğundan Eş-Şâfiye (şifâ veren) isimleri ile de anılmıştır. Hazine anlamına gelen Kenz, Duâ, Şükür, el-Hamd (halkın dilinde Elham) gibi isimler de verilmiştir.


Fâtiha Sûresinin Düşündürdükleri

Hz. Peygamber'e bir bütün olarak inen ilk sûre olan Fâtiha sûresi, bizlere en güzel duâ ve yakarış örneği sunmaktadır. O, kulun yaratıcısına sunduğu en özlü bir dilekçedir. Şöyle ki, besmele ile dilekçenin sunulduğu makam belirtilmekte; Hamd ile o yüce makamın sahibi övülmektedir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin verdiği ümit ile din gününün sahibi ifâdesinin verdiği korku arasında yüce huzura çıkıyor, tüm âcizliğimiz ve güçsüzlüğümüzle kul olarak kendimizi takdim ediyoruz. Daha sonra isteklerimizi arzediyor ve "âmin" (duâmızı, dilekçemizi kabul buyur) diyerek imzalamış/mühürlemiş oluyoruz.

Fâtiha sûresi, Kur'an'ın bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat, sadece Allah'a ibâdet, sırât-ı müstakîm yani hidâyet ve saâdet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak kıssalarını konu edinen Kur'an'ın bu ilk sûresinde bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. Böylece her namazda Fâtiha'yı okuyan bir müslüman, namazın her rekâtında Kur'an'ın bir özetini okumuş olmakta, Kur'an'a tabi olacağına dair Allah'a söz vermektedir.

Sûrenin fazileti ile ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Bunlardan birisi şöyledir: "Bu sûrenin benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da vardır."[1] Namazda okunması sebebiyle bir ismi de "es-Salât" olan Fâtiha hakkında bir hadis-i Kudsîde şöyle buyrulmuştur: "Namazı kulumla aramda ikiye ayırdım. Bir yarısı Benimdir, diğer yarısı kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul: "Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır" dediği zaman Allah: "Kulum Bana hamd etti, senada bulundu" der. Kul: "Allah, Rahmân ve Rahîmdir" deyince, Allah: "kulum Beni övdü" der. Kul: "Din gününün sahibi, hükümdarıdır" dediği zaman, Allah: "Kulum Beni yüceltti" der. Kul: "Ancak Sana kulluk/ibâdet eder, yalnızca Senden yardım dileriz" dediği zaman, Allah: "Bu Benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse verilecektir" der. Kul: "Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" dediği zaman Allah: "İşte bu, yalnızca kulum içindir; kulumun isteği yerine gelecektir" der." [2]

Bu sûrede Allah'tan nelerin istenmesi gerektiği, ayrıca istemenin usûl ve âdâbı da öğretilmektedir. Buna göre, istemenin şartları, önce ne istediğini bilmek, sonra ona gerçekten ihtiyacı olduğunu belirtmek, daha sonra da onu elde etmek için yapılması gerekeni yapmaktır. Böylece gerçek duâ, nimeti hayal ve arzu etmek değil; o nimete ulaşmanın doğru yoluna girmek ve o yolda sebat edip ilerlemektir. Fâtiha sûresi, mü'min insana kesin bir düstur ve şaşmaz bir formül halinde hidâyetle ibâdetin önemini ve ebedî nimetin elde ediliş yöntemini bildirmektedir. Böylece sûreyi okuyan mü'min, sadece Allah'a kul olduğunu ifâde ve ikrar ettikten sonra, kendisiyle yaratıcısı arasında hiçbir aracı bulunmadan doğrudan doğruya O'na seslenir. Ebedî saâdete ve nihâyetsiz nimetlere ulaştıran doğruluk ve dürüstlük yolunda İlâhî Lutfa nâil olmuş iyilerin izini takip ederek ilerlerken; gazaba uğramışların, şaşırmış ve sapmışların durumuna düşmemek için Allah'tan hidâyet ve yardım ister.

Allah'la kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşma olarak da değerlendirilen Fâtiha sûresi, Allah-insan ilişkisinin mâhiyetini ortaya koyar ve bunun hangi kurallara bağlı olarak sürdürüleceğini öğretir. Ayrıca, sözkonusu ilişkinin tek taraflı olarak kulun gayretiyle değil; mutlaka Allah'ın hidâyet ve yardımıyla sağlanacağını vurgular. Sûrenin ilk yarısı, kulun Allah'a hamd ve övgüsünü, ikinci yarısı da onun Allah'tan isteklerini dile getirir.

Bütün tefsirlerde besmele'nin başındaki "be" harfinin iltisak (Allah ile insan arasında ilişki ve bağlantı) anlamı taşıdığına önemle dikkat çekilmiştir. Bu bağlantının bir tarafında ulûhiyet ve rubûbiyet; diğer tarafında insaniyet ve ubûdiyet makamı vardır. Fâtiha sûresinin de bu şekilde iki bölümden oluştuğu görülür. Övgü ve ta'zim cümlelerinden meydana gelen ve ulûhiyyete dair olan ilk bölümde Allah'ın insanlara yönelik iltifatının en çarpıcı ifâdeleri olmak üzere "Rabb" (yapıp yaratan, yetiştirip geliştiren, terbiye eden), Rahmân ve Rahîm isimleriyle, O'nun mutlak hâkimiyet ve hükümranlığının âhirette de devam edeceğini belirten "mâlik-i yevmi'd-dîn" ifâdesi yer almıştır. Bütün bu nitelikleri dolayısıyla hamd (her türlü övgüler, güzellikler, yetkinlikler) O'na mahsustur.

Duâ ve niyaz üslûbunun hâkim olduğu ikinci bölümde insanların Allah'a bağlılıklarının temel unsurları olmak üzere "ibâdet" ve "istiâne" kavramları yer almaktadır. Ulûhiyet bölümünde ifâde edildiği üzere, insanların bu dünyadaki inanç ve amellerine göre âhiretteki durumlarını Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın şaşmaz adaleti belirleyeceği için yalnız O'na ibâdet etmek ve sadece O'ndan yardım dilemek (istiane) gerekir. İnsan bu beyanı ile kulluğunu, tevhid inancını, tevekkül ve teslimiyetini, ihlas ve kararlılığını Allah'a arzetmiş olur. Bu seviyeye ulaşan bir iman ve aynı ölçülerle düzenlenen bir amel ve hayat çizgisi "sırât-ı müstakîm"dir. Ömür boyunca bu çizgiyi takip etmenin zorluğu sebebiyle insan, bu yolda sürçebilir ve sonuçta kötülüklere rızâ göstermeyen Allah'ın öfkesine mâruz kalmış olan sapmışların yoluna kayabilir. "Bizi doğru yola ilet" sözleriyle başlayan duâ cümleleri, bu büyük tehlike karşısındaki aczinin ve kendi kendine yeterli olmadığının bilincine varan insanın âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm olan Allah'a sığınarak hidâyetiyle kendisini desteklemesi şeklindeki niyazını ifâde etmektedir.

Sûredeki ifâdeler çoğul sigasıyla olup müslümanlar için toplum hayatının ve toplumsal dayanışmanın önemini, cemaat ve ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde "sırât-ı müstakîm" üzere hareket etmeleri gereğini ortaya koyar. Bu amaca yönelik olarak cemaatle kılınan namazda imamın kıraatinin (özellikle Hanefî fıkhında) aynı zamanda cemaatin kıraati yerine geçmesi Fâtiha'daki bu kapsamlı ifâde özelliğinden dolayıdır.

Fâtiha sûresi, önce Allah'ı en belirgin nitelikleriyle tanıtmakta ve insanı sağlam bir imanla O'na yöneltmekte, yaratıcıya ve yaratılmışlara karşı sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi dinin ve dindarlığın temeli olarak belirlemektedir. Sûrenin, insanoğlunu yaratıcısıyla ve diğer insanlarla uyum içinde yaşatmak şeklindeki evrensel hedefi gerçekleştirmeyi gâye edindiği dikkate alınırsa, onun Kur'an'ın ve dinin özü olduğu daha iyi anlaşılır.

Bir yoruma göre, Bakara sûresi, Fâtiha sûresinin açıklamasıdır. Başta Al-i İmran sûresi olmak üzere diğer bütün sûreler de Bakara sûresinin tefsiridir. Nitekim Fâtiha'da Allah'tan hidâyet istenir; onu takip eden Bakara sûresi, bu Kitab'ın müttakîleri hidâyete erdirmek amacıyla gönderilmiş olduğunu bildiren âyetle başlar. Fâtiha'nın Kur'an'ın bir özeti olduğu kabul edilirse, onun bütün Kur'an sûreleriyle ilişkili bulunduğunu düşünmek mümkün olur.

O yüzden, sûrenin asıl tefsir ve açıklaması Kur'an'ın kendisidir. Fâtiha'yı iyice anlamak isteyen Kur'an'a yönelsin, O'nu okuyup anlamaya çalışsın. Zâten Kur'an Ümmü'l-kitab'daki "Bizi hidâyete eriştir" duâsına verilen bir cevaptır. Fâtiha ise o cevabın özeti. Allah'ın evrendeki yasası ise, bir şeyin önce özetini çıkarmak, sonra onu açıp detaylandırmaktır. Büyük bir ağacın tohumları gibi. Fâtiha işte o büyük ağacın tohumu mesabesindedir. Çekirdek, ağaç demek değildir; ama çekirdeksiz de ağaç olmaz. Çünkü gövdesi, dalı, yaprağı, meyvesi ve tüm özellikleriyle ağaç o çekirdekte gizlenmiştir. Ne var ki, insan çekirdekle yetinmez; çünkü çekirdek onun ihtiyaçlarına cevap vermez. Öyleyse o çekirdeği gönlümüze, zihnimize ekip meyvelerini dermeye bakalım.

Fâtiha'nın Kur'an'daki en büyük sûre olduğu, Bakara sûresinin son âyetleriyle birlikte "iki nur" diye anıldığı ve geçmişte hiçbir peygambere benzerinin verilmediği, şifâ niyetiyle okunduğu takdirde tesirinin görüleceğine dair hadisler vardır. Fâtiha'nın faziletiyle ilgili rivâyetlere hadis mecmualarının yanında, tefsir kitaplarında da geniş yer verilmiştir. Bu sûrenin her türlü hayırlı faaliyetlerin başında veya sonunda, çeşitli vesilelerle tertip edilen meclislerde, merasimlerde, kabirlerde vb. yerlerde duâ niyetiyle okunması, zamanla müslümanlığın en köklü şiarlarından biri haline gelmiştir.


Fâtiha Sûresinin Lisan-ı Hali

1- Fâtiha önsözdür, Kur'an'ın mukaddimesidir. Vahye açılan kapıdır. Başlangıçtır Fâtiha, anahtardır, giriş, sunuş ve sonuçtur. Dilekçedir, duâdır, sözleşme, anlaşma ve antlaşmadır, Rab'le kulun diyalogudur.

2- Fâtiha sûresi, tüm özellik ve güzellikleriyle, Kur'an'ın özetidir. Hz. Ali der ki: "İlimler hazinesi Kur'an, Fâtiha sûresinde; Fâtiha da besmelede özetlenmiştir."

3- Cin ve meleklerin, canlı-cansız tüm âlemlerin Rabbi Allah da, ey küçük âlem olan insan, senin Rabbin kim? Düşünce ve davranışlarında seni yönetip terbiye eden O’ndan başkası olabilir mi?

4- Bu sûre ile Rabbimiz, bizim kendisini nasıl övüp şükredeceğimizi, duâ edeceğimizi öğretmiştir. Öyleyse Fâtiha'yı duâlarımızın başında ve sonunda dilimizden eksik etmeyelim.

5- Tüm övme ve övülmeler Allah'a hastır. O'nun nizamının hakkıdır tüm övme ve övülmeler. Peki nasıl olur da hamdi, övgüyü sadece Allah'a has kılan bir mü'min, söz ve davranışlarıyla Allah'ın nizamından başka herhangi bir düzeni, bir düşünceyi, bir sistemi övüp medhedebilir?

6- Din gününde, yani kıyâmet gününde güven içerisinde olmak istiyorsan, din gününün sahibi olan Allah'ın dininden hiç ayrılma. Ne yaparsan yap, yaptığının karşılığını göreceksin o günde.

7- Kulluk; ibâdet, boyun eğmek, bağlanmak demektir. Peki ey müslüman, tüm hareket ve davranışlarında sen kime bağlısın, kime boyun eğiyor ve kime kulluk ediyorsun? Şâyet Allah'ın emirleri doğrultusunda, Allah içinse tüm yaptıkların, gerçek bir kulsun sen. Değilse...

8- Allah'ın yardımı olmadan, lâyıkıyla O'na ibâdet de edemeyiz. O'nun yardımına lâyık olmak ise kul olmaya bağlıdır. Kul olmayanlara, gerektiği gibi kulluk yapmayanlara gelmez Allah'ın yardımı.

9- Müslüman da olsa her insan yanılabilir, yoldan çıkabilir. Onun için sürekli sırât-ı müstakîmi, yolların en doğrusunu Allah'tan istemeli ve o yolda devamlı kalmayı dilemeliyiz.

10- Dosdoğru yola ulaştıran düstur, içerisinde hiç şek-şüphe olmayan ve müttakîler için hidâyet rehberi olan Kur'an'dır. Sırât-ı müstakîm, ancak Kur'an'a sarılmakta ve onu yaşamaktadır. Cennetin yolu sırât-ı müstakîmde olmaya; sırât-ı müstakîmde olmak ise, sâlih amellerin adamı olmaya bağlıdır.

11- Bunca günah ve hatalarımızın, bizde Rabbimizden istemeye yüz bırakmadığını düşünmüş olabiliriz. Onun için biz de başta peygamberler olmak üzere ümmet olarak "biz" diye duâ ettik. Ümmet dini olan İslâm'da ben-sen yok, biz; fertler yok, cemaat vardır. Öyleyse her Fâtiha okuyuşumuzda ümmetin bir ferdi, İslâm'ı yaşama ve yaşatma konusunda İslâm'ın bir şûbesi olduğumuzu unutmayalım.

12- Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihler kendilerine nimet verilenlerdir.[3] Öyleyse onların yolunda, onları örnek alarak nimetlere ehil kişiler olmaya gayret etmeliyiz. Şu geçici dünyada bunca nimetler içerisinde yüzen kâfirler bizi aldatmasın. O nimetler geçicidir, cennet nimetleriyle karşılaştırma bile yapılamaz. Onların âhiret nimetlerinden alacakları hiçbir şey yoktur.

13- Allah'ın lânet ve gazâbına uğramış, azâbını hak etmiş tüm lânetlilerin gidişat ve yollarından uzak duralım, sonra da Fâtiha'yı okuyalım. Lânetlenmiş yollarda yolumuzu kaybettiğimiz durumda Fâtiha okumak anlamsızdır.

14- Müslüman! Her Fâtiha'yı okuyuşunda Rabbinin huzurunda durduğunu, Rabbinle konuştuğunu ve Rabbinden istediğini unutma. O'na yaraşır kul olmaya çalış.

15- "Fâtiha'sız namaz olmaz" hadisine göre namazda Fâtiha okumak vâciptir. Hanefiliğin dışındaki diğer mezheplere göre ise farzdır. Buna göre bir günde 40 rekâtlık namazda kırk kere Fâtiha'yı tekrarlıyoruz. Namaz bizi hazırlayan, yetiştiren mektep olduğuna/olması gerektiğine göre, Fâtiha'sız namaz; namazsız da hayat olmaz. Aslında tekrar sanılan bu her bir okuyuş, bizi değişik bir açıdan hesaba çeken bir uyarıdır. Fâtiha'ya uymayan her yanlış söz ve davranıştan uzaklaşmak için yeni bir alarm ve ikazdır.

16- Fâtiha'nın sonunda, okuyan ve dinleyenin "âmin" demesi sünnettir. Âmin, duâmızı kabul buyur Allah'ım, demektir. [4]


[1] İbnü'l Cevzi Zâdü'l-Mesiri, I, 10; Kurtubi, El-Câmiu' li Ahkâmu'l-Kur'an, I, 108

[2] Müslim, Salât 38, 40; Ebû Dâvud, Salât 132

[3] 4/Nisâ, 69

[4] İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 12, s. 252-253; Ali Akpınar, Namaz Duâları ve Sûreleri, s. 77 vd.


Tefsir Notları, Ders 2 b

İstiâze

18.03.2007

اعوذ بالله من الشيطان الرجيم

أَعُوذ Sığınırım : بِاللَّهِ Allah’a : مِنْ الشَّيْطَانِ Şeytandan : الرَّجِيمِ Kovulmuş :

فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

"Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Eûzü billahi mineşşeytanirracim' de)." (16/Nahl, 98)

İstiâze

Eûzü çekmek, "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demektir. İstiâze kelimesi, sığınma, bağlanma, güvenme ve korunma istemek anlamlarına gelir. Şeytandan ve her türlü şerlerden Allah'ın korumasına ve yardımına sığınmaya istiâze denir.

Eûzü billahi mineşşeytanirracim: "Kovulmuş şeytanın şerrinden, her türlü kötülüğünden Allah'a sığınırım." anlamına gelir; "Şeytanın âhiret ve dünya işleriyle ilgili hususlarda bana zarar vermesinden veya yapmakla emrolunduğum şeylerden beni alıkoymasından Allah’a sığınır ve O’nun yardımıyla korunurum." İstiâze, insanların kötülüklerden korunabilmeleri için bütün İlâhî emir ve yasaklara uyarak, söz ve işleriyle Allah'a sığınma istemelerini ifade eder.

Bir imtihan yeri olan dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır. O, insanı aldatmaya, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de gizli açık her yola başvurur. Bu nedenle mü'min, şeytanın oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak Kur'an'ın gösterdiği yoldan gitmelidir. İnsana yaraşan, daima Rabbine sığınması, koruyucusunun O olduğunu bilmesidir.


Kur’an ve İstiâze

Allah’a sığınmak anlamında “istiâze” ve bu kelimenin kökü olan “âze” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçmektedir.[1] “Allah’ı sığın” anlamında “isteız” 4 yerde [2] geçmekte, “ben sığınırım” anlamında “eûzü” kelimesi 7 yerde,[3] “ben sığındım” anlamına gelen “uztü” 2 yerde[4] kullanılır. Yine “sığınırlar” anlamındaki “yeûzûne” kelimesi 1 yerde,[5] “ondan sığınıyorum” mânâsına gelen “üîzühâ” 1 yerde[6] ve yine “sığınırım” anlamında kullanılan “meâz” kelimesi de iki yerde[7] geçer.

Kur'an okunduğunda O'ndan yeterince yararlanmak, öncelikle şeytan ve her çeşit şeytanî düşünceden Allah'a sığınmakla mümkündür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Eûzü billahi mineşşeytanirracim' de)." [8]

Kur'an, Allah'ın insanlara gönderdiği tâlimatıdır. Şeytan, Kur'an okuyan kişiyi, Kur'an'ı anlamaktan, doğru yorumlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır. Kalbine vesvese sokarak Kur'an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır. Kur'an okumaya istiâze ile başlayarak, Kur'an'ı yanlış anlamaya, yanlış yorumlamaya, O'nun iniş gayesi dışında bir okumaya sevkedecek her türlü şeytanî düşünce, akım ve yaklaşımdan Allah'a sığınıyoruz. Allah'ın kelâmını okuduğu veya bildiği halde Ondan yararlanamayan şeytanî özelliklerden de Allah'a sığınıyoruz.

Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, Kur'an tilâvetine zemin hazırlamak için bir mukaddimedir. Böylece okuyan, samimi bir kalb ve açık bir zihinle Kur'an'ı okumağa başlar.

Bilindiği gibi, namaz kılmadan önce, vücut ve gönül Allah’ın huzuruna çıkmaya hazırlanmalı, bunun için de abdest alınmalıdır. Namaz için abdest ne ise, Kur’an okumak için de istiâze odur. Cafer b. Sâdık, “Kur’an okunmak istendiğinde ve diğer ibâdetlerden önce istiâze’nin emredilmesinin sebebi, dilini gıybet, yalan ve dedikodu gibi kötü işlerle kirleten insanın istiâze ile onu temizlemesi, böylece her türlü noksanlıklardan uzak olan Rabb’inin kelâmını temiz bir lisanla okumasıdır.” demiştir.

Ayette hitabın Peygamber Efendimiz'e yöneltilmiş olması ve "Kur'an okumak istediğin zaman" ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece Peygamberimiz'e has olduğunu ve bunun sadece Kur'an okunacak zamanlarda olacağını ifade etmez. Hitap, Peyğamberimiz'in şahsında bütün müslümanlaradır. Kur'an okunduğunda böyle bir ihtiyaç söz konusu ise, diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. [9]


Şeytandan Kurtuluş, Allah'a Sığınmakla Sağlanır

Allah, insanlara görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün kötü ve korkunç şeylerden Kendisi'ne sığınmalarını emrediyor. "Eğer seni şeytan (vesvese vererek) dürter kışkırtırsa hemen Allah'a sığın." [10]

Allah, insanlara himayesine iltica etmelerini bildirmiş oluyor. Bu ifadeden Allah'ın himayesine sığınmayı gerektiren pek çok kötülüklerin var olduğu açık olarak anlaşılmaktadır.

Kötülüğün kaynağı ister bizzat şeytan, isterse onun oyuncağı haline gelmiş bir kısım insanlar olsun, bu kötülüğü defetmenin mümkün olduğu bilinmelidir. Şeytandan kurtuluş, tüm yaratıkların yaratıcısı ve Rabbi olan Allah'a sığınmak, O'nun hayat nizamı olan İslam Dininin emir ve yasaklarına uymakla mümkündür.

İnsanlar ona tutunarak semaya doğru yükselsinler diye Allah'ın gökten indirip bize uzattığı ipine (Kur'an'a) dört elle sarılarak yapışmamız gerekiyor. Kopması mümkün olmayan Allah'ın ipini bırakıp, boynumuza ve beynimize kement gibi geçirilmek için hazırlanmış şeytanın ipini, yularını istemediğimizi ilan etmeliyiz. İşte bu özgürlük ilanının adı ve andı, istiâzedir. Rabbimiz'ın Daru's-selâma (cennete) dâvetiyesi olan Kitab'ı, istenildiği gibi okumazsak, dâvete icâbet edemeyiz. Ana vatanımıza, baba yurdumuza hicretimizi gerçekleştirmemiz, vuslata ermemiz için zor sınavlardan başarıyla geçmemiz gerekiyor. İşte, insan ve cin şeytanlarıyla kıyasıya mücadelenin zafer parolasıdır istiâze.

Allah'a güvenip bağlananlara, hayat görüşü ve yaşama biçimi olarak İslam'a yönelenlere şeytanın hâkimiyeti ve ciddi bir etkisi olamaz. Çünkü bu nitelikteki mü'minler, Kur'an'ı hayatlarında uygulamak için okumuşlar ve Allah'ın emirlerine teslim olarak O'na sığınmışlardır. Her yere kolayca sızabilen şeytan, bu nizama sığınanlara yaklaşamaz. Zaman zaman vesvese verse de kendi buyruğu altına alamaz onları. Bunun için, mü'minler, Allah'ın askerleridir; şeytanın askerleri olmazlar. Kur'ânî anlamdaki istiâze, şeytandan, onun temsilcisi olduğu tüm kötülüklerden Allah'a sığınmayı, O'na inanmayı ve Allah'ı her şeye kadir bir ilâh tanıyıp buna göre kulluk vazifesine sarılmayı ifade etmektedir.

İnsanoğlu, fıtratı gereği nefsanî ve hayvanî duygulara sahiptir. Bu duyguları açıkça ve gizli olarak kötü yolda tahrik eden düzenler, tâğutlar, insan ve cin şeytanları her zaman var olagelmiştir. Bunların her türlü kötülüklerinden uzak kalmak ve korunmak, ancak Allah'ın bildirdiği esaslara uyarak O'na sığınmakla mümkündür. Bu konuda insana düşen görev, her şeyden önce düşmanlarını tanımak ve onları kendinden uzaklaştırmaktır. Ancak, insanın bu mücadeleyi kazanması için Allah'ın yardımına ihtiyacı vardır. Allah, mü'minlere bu savaşı kazanabilmeleri için, takip edecekleri metodu göstermiştir. [11]

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir."[12] "Mü'minlere ve Rablerine güvenip dayananlara o şeytanın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır. O sadece onları kandırabilir."[13] "Sen onların sana yaptığı kötülüğü, en güzel şeyle sav. Kötülüğe iyilikle karşılık ver. Biz onların seni ne kötü sıfatlarla vasıflandıracaklarını biliyoruz. Ve de ki: "Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım Rabbim." [14]

İlgili ayet ve hadislerden anlaşılan istiâze; İnsanın Allah'a sığınmak istemesi, O'nun rahmetine iltica etmesi, İslam'ın esaslarına teslim olarak tüm kötülüklerden korunma isteğini diliyle söylemesi, kalbiyle bu anlayışta olması demektir.


Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan

İstiâze'de üç öge vardır: "Sığınan", "Kendisine sığınılan" ve "kendisinden sığınılan". Sığınan ve sığınmaya muhtaç olan sadece bir şahıs değildir. Bütün yaratıklar O'na sığınmaya muhtaçtır. Peygamberlerin de sık sık Allah'a sığındıklarını, bu konuda da bize örnek olduklarını Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Sığınmaya ihtiyacımız olduğunu kabul etmek, âciz ve zayıflığımızı, âciz olmayan birinin yardımına ihtiyacımız olduğunu kabullenip itiraf etmek demektir. Bu anlayış da bizi, yaratılış amacımız olan kulluk ve ibâdet şuuruna ulaştırır.

Kendisine sığınılan ve sığınılması gereken yüce varlığın, sadece Allah olduğunu biliyoruz. O'nun hak dini, O'nun emir ve yasakları, insanlığı tüm kötülüklerden koruyan ilâhî bir sığınaktır.

Kendisinden kaçınılan, kötülüğünden sakınılması gereken varlığın şeytan ve onun temsilcisi bulunduğu tüm şerler olduğu, şeytanın cinlerden olduğu gibi, insan cinsinden de olabileceği Kur'an'dan anlaşılmaktadır.

İnsanların, Allah'a sığınmaları, O'nun emirlerine bağlı kalarak, yasaklarından kaçınarak, azgın ve kovulmuş şeytandan ve her türlü kötülük ve günahlardan uzaklaşmalarıyla mümkündür. Allah'ın istekleri doğrultusunda yaşayış ve kötülüklerden kaçış; Allah'a sığınıştır. Bunun için insan, daima Kur'an'a yönelmeli, O'ndaki gerçekleri Allah'ın istediği şekilde yerine getirmelidir.

Kur'an'ın bildirdiği ilâhî kuralları yerine getirirken, onu Allah'ın dininden uzaklaştıran bir duygunun, düşüncenin, varlığın, sistemin şeytan veya onun temsilcisi durumundaki şeytanî bir kötülüğün olabileceği bilincinde bulunmalıdır.

Kur'an okurken, namaza başlarken istiâze terkedilmez. Çünkü şeytan bu ibâdetleri de hakkıyla yaptırmamak için peşimizi namazda ve kıraatte bile bırakmaz.


Şeytanın İbâdetlere Tasallutu ve Şeytanı Kaçıran Şey

Namaz kılarken, ibâdet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular çoğumuzun aklına gelmiyor mu? İstiâze şuurundan mahrum olduğumuz için şeytan bizi namazda bile meşgul etmiyor mu? Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde şu hadis-i şerif rivâyeti vardır: "Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla", "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." [15]

Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasûlüllah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.

Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tabliğdir ezan, çünkü şahidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.)’e ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usul ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.

İnsanların, her türlü kötülüklerden korunabilmeleri için, Allah’a sığınma isteklerini ifade eden istiâze kavramı, günümüzde büyük önem taşımaktadır. Çünkü asrımızda insanlar, her zamankinden daha çok şeytanî tahriklerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslam’ın bildirdiği gerçeklerin unutulduğu günümüzde, insanlar iyiyi ve kötüyü ayırt edemez hale gelmişlerdir. Bu durum onların işini daha da zorlaştırmaktadır. Çünkü kötülüğe açılan pek çok kapılar yanında iyiliğe açılan tek bir kapı vardır. Bu kapı da hakka, hakikate açılan İslâm kapısıdır. İnsanları her yönden kaplamış olan şerlerin zifiri karanlığı, Kur’an ve sünnet ışığı ile yok edilmedikçe, insanlığın kötülüklerden kurtulması ve Allah’a sığınması mümkün olamaz.

Kur’an ve sünnetten, istiâze’nin, anlam yönüyle iman ve onun gereği olan sâlih amelleri kapsayan bir terim olduğunu öğrenmekteyiz. İnsanların yaşantı şekilleri, onların sahip oldukları inanç, duygu ve düşünceleri ile yakından ilgilidir. İslam’ın iyi olarak bildirdiğini iyilik; kötü olarak bildirdiğini de kötülük kabul etmek öncelikle bir iman işidir. İslam’a göre nelerin iyilik, nelerin kötülük olduğunun bilinmesi ve iyiliklerin yapılıp, kötülüklerden sakınılması da bir uygulama (amel) meselesidir. İstiâze bilinci, referansını Allah’tan almayan, O’nun ilkelerine ters şeylerin kötü ve şeytanî olduğuna inanmayı ve bu inanca uygun yaşamayı gerektirir. Yine, istiâzenin tevhidî yönü, kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” diye reddedilen kısım istiâze ile paralellik arzetmesinden anlaşılır. Besmele de “illâllah” demektir.

Öyle şeytani düzende ve öyle zâlimlerin işgalindeki ortamda imtihan oluyoruz ki, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi taşlar bağlanmış, köpekler salıverilmiş. Salıverilmiş de ne kelime?! Üstümüze üstümüze saldırtılmış. İşte istiâze, taşları yerinden oynatmak, azgın köpekleri bağlamaktır.

Günümüzde İstiâze Anlayışı

Günümüz insanının istiâze anlayışı ve inancı üç bölümde özetlenebilir:

a- Allah tarafından, iyilik ve kötülük olarak bildirilen hüküm ve değerleri kabul etmeyip, Allah’a ve O’nun dininin hükümlerine sığınmayı reddedenler. Bunlar, şeytanın oyuncakları, şeytanın askerleri, şeytanın kul ve köleleri, şeytana tapanlar ve ins şeytanlarıdır.

b- Sözle, yani dilleriyle Allah’a sığındıkları halde, yaptıkları işleriyle şeytanın peşinden gidip, pek çok kötülüğü işleyenler. Bu durumdaki insanlar, gerçek anlamıyla Allah’a sığınmış değillerdir; O’na sığınmış olduklarını zannedenlerdir.

c- Allah’ın bildirdiği ve yapılmasını emrettiği İlâhî emirlerin tümünü iyilik (hayır), yasaklarını da kötülük (şer) kabul edip, bu inancın gereğini yerine getirenler. Bu özelliğe sahip olanlar, gerçek anlamda Allah’a sığınmış ve kötülüklerden korunmuş olanlardır.

Kur’an’daki âyetlerde ve Peygamberimizin mübârek sözlerinde, insanların kaçınmak zorunda oldukları kötülükler açık olarak ortaya konulmuştur. Günümüzde, insanları, her türlü kötülüklerden korumak için öncelikle onlara bu kötülükleri tanıtmak gerekmektedir. Çünkü şeytanın ve onun temsilcisi olanların hilelerinden biri de kötülüğü, iyilik gibi göstermeleridir.

Âyet ve hadislerde bildirilen kötülüklerden en önemlileri: Şirk, şeytan, kibir ve büyüklenme, cehâlet, vesvese, şehvet, hevâ, hased, şüphecilik, zulüm, gazab, cinler, tüm korkunç şeyler, sihir, büyü, büyücü kadınlar, korkaklık, cimrilik, kötü ömür, fitne, kabir azâbı, âcizlik, tembellik, cehennem azâbı, deccal fitnesi, yoksulluk sefaleti, zenginlik gurur ve şımarıklığı, iyiliklerin azlığı, bâtıl inançlar... gibi kötülüklerdir. [16]

Şeytanın taktiklerinden biri de, küçük günahları, mekruhları önemsiz göstermek, sünnetleri, vacibleri olmasa da olur dedirtmektir. Şeytanın bu tâvizlerle açtığı gediğin giderek nasıl genişlediği çevremizdeki nice örnekten kolay anlaşılacaktır. Küçük görülen bir mekruh veya haram, kalpte siyah bir leke oluşturur. Sonra, önemsenmediği ve başka benzerleri de işlendiği zaman, bu mânevî leke, büyüye büyüye bütün kalbi, bütün bünyeyi kaplar. "Hiçbir küçük günah yoktur ki, önemsiz görüldüğü müddetçe büyüyüp büyük günah olmasın; Hiçbir büyük günah yoktur ki, tevbe çeşmesindeki gözyaşı suyuyla küçülüp yok olmasın." Sağlıklı bünyeye giren küçücük, gözle görülemeyen mikroplar, önemsenmez ve temizlenmezse, mikropların nasıl çabuk büyüyüp vücudun tümünü mahvettiklerini biliriz. Kanser, kangren gibi hastalıkların önceden tedbir alınınca hastalıktan kurtuluşun kolay olması, geciktikçe çözümün imkânsızlaşması, mânevî mikrop ve hastalıklara da örnek olması açısından önemlidir.

Bir meyvedeki küçük bir çürüğün önemsenmemesi, çürüğün temizlenmemesi sonucunda meyvenin tümünün kısa zamanda ne hale geldiğini hepimiz biliriz. Yine, bir çürük meyvenin, içinde ilişkide bulunduğu ve aynı mekânı paylaştığı diğer sağlam meyvelere nasıl zarar verdiğini de bilmeyenimiz yoktur. Mânevî alanda da durum bundan farklı değildir. İslâm’ın kendilerinden Allah’a sığınılmasını istediği kötülükler, işlendiği takdirde şeytanın, insana hakim olmasını sağlar. Bu kötülükler şeytanın giriş yollarıdır. Bunlarla şeytan kime yaklaşırsa, ya da kim şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olursa, o kişi, artık hakikati göremez. Çünkü Allah'ın nuruyla bakamadığından basireti, firaseti kalkar, bakar kör olur. Tabii, dünyada görülmesi gereken hakkı göremeyenler, gerçek hayatta da kör olarak haşrolunacaktır.

İnsanı kötülüklere sevkeden sebepler, genel olarak, insanın içindeki (dâhilî) sebepler ve dışındaki (hâricî) sebepler olarak iki bölümde incelenebilir.

İç sebepler: İnsan, arzu edebilen, herhangi bir şeye ilgi duyabilen sosyal bir varlıktır. Bu arzu ve ilgiyi tahrik eden etkenler, düşünceler ve hâtıralardır. Bunlar insanı ya iyiliğe, ya da kötülüğe çağırırlar. Genelde, onu iyiliğe çağıran duygu ve düşüncenin sebebine melek; kötülüğe çağıran sebebe ise şeytan denilmiştir. Şu halde, insanı içinden tahrik edip, onu Allah’a isyana sevkeden her türlü duygu ve düşünce şeytanîdir.

İnsanlığı kötülüğe sevkeden dış sebepler ise pek çoktur. Bunların başında, Allah’tan ve O’nun dininden uzaklaştıran insanlar, sistemler, görüşler ve bunların temsilcileri gelir.

İnsanı, içten veya dıştan, tahrik ederek Allah’a isyana sevkeden her şey, mü’min için bir zarar unsurudur. Bunun için o, kendisini Allah’a isyana sevkeden gizli ve açık düşmanlarıyla savaşmakla emrolunmuştur. İşte bu savaşta insanın ilk kullanacağı silâhı istiâze’dir. Kur’an’daki şu ayetler bu gerçeği ifade eder: “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan, dinini din edinmeyen kimselerle, küçülüp (boyun eğerek) elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”[17] “Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tutun.”[18] “Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir.” [19]

İnsan, dünyada iyilikle kötülüğün savaşını yaşar. Bu savaş, karanlıkla aydınlık gibidir. Biri galip olursa, diğeri bulunmaz. Bu savaşa insan, düşmanını iyi tanıyarak başlamalıdır. Burada bilinmesi gereken hakikat, insanın, içindeki düşmanla savaşının, dışındaki düşmanla savaşından daha önemli olduğudur. Çünkü içteki şeytanî duygu ve düşünceler yok edilmeden dış düşmanla savaşılamaz. Ayrıca insan, dıştaki düşmanla savaşında ölürse şehid olur. Allah’ın bir emrini yerine getirdiği için de sevâbını alır. Fakat iç düşmanıyla mücadelesinde yenilirse, müslüman olarak ölememe ihtimaliyle karşılaşır. Bu durum ise, Allah’a sığınılacak çok büyük bir kötülüktür. Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.): “Allah’ım, ölüm anında şeytanın beni istilâ ederek yaptıklarımı boşa çıkarmasından, senin doğru yolundan (dininden) yüz çevirmiş olarak ölmekten sana sığınırım.” buyurarak Allah’a sığınması bu hakikati bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.

Her asırda olduğu gibi, günümüzde de insanlığın uğradığı en büyük felaketler, kendi içinden gelen ve zihnine hâkim olan kötülüklerdir. İnsanın, iç dünyasındaki bozukluk, imansızlık, iradesizlik, yanlış düşünce, aldanış, şüphecilik ve vesvesecilik insanî özelliklerin yok olmasına yol açmıştır. Bu günkü toplum fotoğrafımız, kişisel görüntüde nefret, bencillik, stres, bunalım, cinayet, intihar... toplumsal manzaramızda tek kelimeyle fesat, düzen açısından ise...

İnsanın kalbinde ve düşüncesindeki kötülükler, ya yanlış itikadlardan veya kötü işlerden oluşur. Kim, yaptığı işleriyle şeytanın peşinden giderse, dili ile Allah’ı ansa da o, şeytanın yolundadır. Bu duruma düşmüş insanların gizlice itaat edip dostluk kurdukları şeytandan gelen vesveseyi yok edebilmeleri, Allah’a imanla mümkündür. Peygamberimiz’e gelip, “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde (vesveseden) olduğuna inandığımız bazı şeyler buluyoruz. Onları size söylemeyi uygun bulmuyoruz.” diyen sahabilere Rasûlullah’ın “Bu, imanın açık belirtisidir.” buyurması bu gerçeğin isbatıdır. Gerçek anlamda Allah’a iman, şeytanın içinize attığı vesveseyi kabullenmenize engel olan imandır. Şeytanın vesvesesini küçük görmemek, Allah’ın azâbına sebep olmasından korkmak, kişinin imanının açık belirtisidir. Şeytan ve onun işi olan tüm kötülüklerden kaçınılmadıkça, Allah’a itaat edilmiş olunamaz. Mü’minin görülebilen ve görülemeyen pek çok düşmanı vardır. O halde bu düşmanlar, insanı hak yoldan uzaklaştırmaya kasd ettikleri zaman insan, her şeye galip olan mutlak Rabb’e sığınmalıdır. Çünkü Allah, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayı kötülükleri yok etmek için bir vesile kılmıştır. Allah, insanın açlığını ve susuzluğunu gidermek için yemeyi ve içmeyi nasıl sebep kılmışsa, ilâhî emirlerin gereğini de insanların mutluluğuna bir sebep kılmıştır.

İnsanlığın fikir ve yaşantısının karanlıklardan kurtulması, sapıklık dalgalarından korunması, ancak âlemlerin Rabbi Allah’ın yardımıyla mümkün olur. Allah’ı Rab olarak tanımayanlar, O’nun emirlerini anlamak istemeyenler, kendi arzu ve heveslerinin gereğini yerine getirmek için hiç bir ölçü tanımayanlar, hakka, gerçeğe saygı duymazlar. Kötüyü iyi zannederler. Onların bu tarzdaki yaşayışları, gerçeği görmelerine engeldir. İslâm âlimlerinin şu sözü bu konuya açıklık getirmektedir: “Yediği, içtiği haram olan bir insan, iyiliği ve kötülüğü ayıramaz.” Bâtıl peşinde koşanlar, hangi asırda olurlarsa olsunlar Kur’an’dan hidâyet alamazlar.

İnsanları, Allah tarafından emrolundukları şeyleri yapmaktan alıkoyacak, onları Allah’ın emrinin hilafına sevkedecek tuzaklar, günümüzde her zamankinden daha fazladır. Öyleyse Allah’a nasıl sığınmalıyız? O’na sığınış tarzımız nasıl olmalıdır? [20]

Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?

Allah’a nasıl ve hangi tarzda sığınmamız gerektiğini Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürterse (hemen) Allah’a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.”[21] İnsan, ne zaman şeytanî bir tahrikle karşılaşırsa, hemen Allah’a sığınmalıdır. O kötülüğün doğuracağı cezadan sakınarak Allah’ın dinine iltica etmelidir. Allah’ın nimetinin büyüklüğünü, azâbının şiddetini düşünerek hayatında kötülüğe yer vermemelidir. Allah’a sığınış tarzı budur. Allah, gönülden kendine bağlananları bilir. Kendisine sığınmak için söylenen her sözü işitir. İnsanın görüş ufkunun genişlemesi, Allah’a teslimiyetle olur.

Allah’a gerçekten sığınan insanların belirgin özellikleri, âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Allah’a sığınan insan, O’nun dininden ve hükümlerinden habersiz, cahil olamaz. Kendisine vesvese dokunduğu zaman Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlar, hemen gerçeği görür. Vesvese karşısında bilinçli olarak Allah’ın nizamına sığınır. Allah’a gerçekten sığınan insanın özelliklerinden biri de, Allah’a tam bir teslimiyet içinde bağlanarak, bildiği ilâhî emri her durumda kesin olarak uygulamasıdır.

Allah’a sığınmayı kabullenmeyen insanların en belirgin özelliği de kibirliliktir. Büyüklenme ve cehaletle birlikte, diğer özellikler de hased, taassub, gazab ve kindir.

İslam’ı değiştirmek ve yok etmek isteyenlerin her türlü fitne ve kötülüğünden, Allah’ın ilâhî nizamına sığınmak gerektiğini “Muavvizeteyn/koruyucu sûreler” adı verilen “Felak ve Nâs” surelerinden öğreniyoruz. “De ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”[22] “De ki: ‘İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahibi ve hâkine), insanların ilâhına sığınırım!” [23]

Şeytandan Allah’a sığınmak, Allah’ın adını anmak, O’ndan yardım dilemek demektir. Hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslamî bir anlam kazanır. Eûzü besmele bir hayat görüşüdür. Dünyayı ilâhî vahye göre yorumlamaktır. Hayatı, eşyayı ve kendini, tarihin derinliklerinden gelen Âdem–şeytan, vahy, risalet, hidâyet, dalâlet kavramları ışığında cevaplamaktır.

“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” Şeytan nereden kovulmuştu? Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Âdem ve anamız Havvâ ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak ve insanları “iğvâ” ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu mücadele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız bitip Kıyâmet kopana kadar...

Görüldüğü gibi, İslam’a göre, dinlerin kaynağı ikidir. Allah’tan gelen ve şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahy”dir. Bununla “hak din” oluşur. Şeytandan gelen ise “vesvese”dir, bununla da “izm”ler oluşur. İnsan ya Allah’tan yana olur, ya da şeytandan yana. İşte eûzü besmele bu tercihin açıklanmasıdır. Allah’ı kabul ederek, ona göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklük taslayıcı sistemi arasındaki tercih. Her ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücadele, mühlet dolana kadar devam edip gidecektir. Bu mücadelenin sonucunu Kur'an haber veriyor: Hizbullah (Allah taraftarları, Allah'ın askerleri) galip gelecek; Hizbüşşeytan ise hüsrana uğrayacaktır.[24] Ne mutlu Allah'ın safındakilere! Yazıklar olsun şeytanın askerlerine!..

Peygamberimiz tüm duâlarında eûzü besmeledeki ruh ve anlamı yaşatmıştır. Onun yaptığı duâlar genellikle şu iki cümleden biri ile başlamaktadır. “Eûzü bike” (sana sığınırım) veya “es’elüke” (senden isterim). Peygamberimiz, Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar istemektedir. Bununla, hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden ilişki olduğu açıklanmış oluyor. Efendimiz Allah’tan bağışlanma, nur, dünya ve âhirette afiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını, şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini, mustaz’aflara yardım etmesini... istiyor. Şeytandan, küfürden, kötü ahlâk ve kötü heveslerden, cehennemden, kabir fitnesinden, her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin şerrinden, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yoksulluk ve borca batmaktan, kederden, çok yaşlılıktan, yangın ve sel felaketinden... Allah’a sığınıyor ve bu şekilde duâlar yapmamızı öğütlüyor. [25]

Eûzü besmelede iki şey vurgulanır: 1- Düşman şeytandan Dost Allah’a sığınma, 2- Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama, öbürüne sığınma. Çünkü hayatın mânâsı bundan ibârettir. Ya Allah’tan gelen vahyi din edinir, ona göre yaşar, düşünür, konuşursun. Ya da şeytandan gelen fücur ilhamını din edinir ona göre konuşur, yaşarsın. Bunun dışında, Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun. [26]

Şeytandan istiâze etmek, yalnızca tek bir kötüden ve tek bir kötülükten uzak durmak anlamıyla sınırlı kalmaz; tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır. Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Onu şahsî bir menfaat (basit dünyevî çıkar) için okumama da bu anlama dâhildir; bir dünya ehlinin menfaati için okumama da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmama da. Ona şöhret için muhatap olmama da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, onu ise aklın kölesi kılmama da.

Zaten, istiâze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabullenmeyip kendisine güvenen, başkasına sığınmaz. Başkasına sığınma, ancak acziyetini görenlerin işidir. Allah'a sığınma ise, O’ndan başka tüm şeylerin kendisine sığınılmaya lâyık olmadığını bilip görmeyi gerektirir. Allah'a sığınan, başka her şeyin mahluk olduğunu biliyor ve kendileri birer yaratık olarak korunmaya muhtaç bulunan şeylerin sığınılmaya lâyık olmadığını görüyor demektir. Bu bakımdan şeytandan istiâze, imanın ve ubûdiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Şeytandan ne kadar istiâze ediyorsak, acziyetimizi o derece kabul ediyor ve Rabbimizin koruma ve rahmetini o derece görüyoruz demektir.

Dolayısıyla, istiâzeye niyet eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere "kibirlenerek kâfir olan" şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak enaniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar, ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derekelerine atıyorlar." İstiâze sâyesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir. [27]

Kur'an okumaya, Fâtiha'dan, besmele'den de önce istiâze ile başlanır; Muavvizeteyn sureleri ile Kur'an sona erer. Muavvizeteyn, korunma, sığınma yollarını gösteren iki sure demektir, Felak ve Nas surelerine denir. Yani Kur'an'a başlarken ne kadar istiâze bilincine ihtiyaç varsa, Kur'an'ı kaparken de o kadar sığınmaya ihtiyaç vardır. Başlangıçta istiâze, kapanışta istiâze. Başla son arasında uyum. Dikkat etmemiz gereken bir husus da; Kur'an'a başlarken cinlerden olan şeytandan Allah'a sığınırken, Kur'an okumayı sona erdirirken "mine'l- cinneti ve'n-nâs" cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığınmamız gerektiğidir.

Kur'an okumaya başlamadan önce istiâze okumak sünnettir. Namazda istiâze okumanın hükmünde ihtiâf vardır.Bazı âlimlere göre vâcib olup, her rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce istâze de okunur. Ebu Hanife Ve İmam Şâfii'ye göre, okunması sünnet olup sadece birinci rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce okunur. Çünkü bu iki imama göre namazdaki kıraatin hepsi bir tek kıraat sayılır.

Hz. Peygamber'in istiâze duâsını okuduğuna dair pek çok hadis rivâyet edilmiştir. Bu ifadelerden bazıları "Eûzü billâhi's-Semîı'l-Alîmi mine'ş-şeytânirracîm", "Esteıyzü billâhi mine'ş-şeytânirracîm" şeklindedir. Yine istiâze, "neûzü billâh", "meâzallah" şeklinde de kullanılır. Tuvalet veya banyoya girerken, kapıya yaklaşınca, "eûzü billâhi mine'l hubsi ve'l-habâis" denilir veya eûzü çekilir.

İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar

Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah'a sığınmalı ve O'ndan yardım istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız sürece Allah'a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze şuuruyla bağdaşmaz.

İstiâze, "hicret"tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan, şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saâdetlere hicret. İstiâze şuuruna sahip bir mü'min, Kur'an'da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları olan ashab'a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.

Kul ne yaparsa yapsın, Allah'ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse O'nun yardımına müstahak olarak O'ndan istemeliyiz.

Şeytandan Allah'a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah'a sığınmış demektir. "Şeytan" azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve hakka uzak olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya çalışmalıyız.

Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız. Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.

Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.

Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde Allah'ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki, şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi yerine getirirsek, şeytana da uymamış oluruz. [28]

Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa adım atarken, iş başında, aş başında, gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden, istiâzedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur'an okurken istiâze gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?

İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü'min için sanki düşmana karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.

Allah'ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O'na sığınanlara, Allah'ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saâdeti, şuurlu bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah'ın dinine sığınıp sakınmalarıyla mümkün olacaktır. "En iyi koruyan Allah'tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.”[29] “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir." [30]



[1] İstiâze Kelimesinin Türediği A-v-z ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 67; 3/Âl-i İmrân, 36; 7/A’râf, 200; 11/Hûd, 47; 12/Yûsuf, 23, 79; 16/Nahl, 98; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 40/Mü’min, 27, 56; 41/Fussılet, 36; 44/Duhân, 20; 72/Cinn, 6; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1.

[2] 7/A’râf, 200; 16/Nahl, 98; 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 36

[3] 2/Bakara, 67; 11/Hûd, 47; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1

[4] 40/Mü’min, 27; 44/Duhân, 20

[5] 72/Cinn, 6

[6] 3/Âl-i İmrân, 36

[7] 12/Yûsuf, 23, 79

[8] 16/Nahl, 98

[9] Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 3, s. 211

[10] 41/Fussılet, 36

[11] Y. Çiçek, F. Yıldız, İstiâze Şeytan, Bir Y., s. 11-13

[12] 41/Fussılet, 36

[13] 16/Nahl, 99-100

[14] 23/Mü'minûn, 96-98

[15] Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salat 18, Sehv 6; Müslim, Salat 19, Mesacid 89; Ebû Dâvudd, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvatta, Nidâ 6

[16] Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 33

[17] 9/Tevbe, 29

[18] 35/Fâtır, 6

[19] 4/Nisa, 79

[20] Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 37

[21] 7/A’raf, 200

[22] 113/Felak, 1-5

[23] 114/Nâs, 1-6

[24] 5/Maide, 56; 58/Mücadele, 19

[25] Buhâri, Deavât, 35-46

[26] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 20-23

[27] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s.17-18

[28] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s.17-18

[29] 12/Yûsuf, 64

[30] 8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173

Tefsir Notları, Ders 3

Fâtiha Sûresi, Âyet 1

25.03.2007

بِسْم اللَّهِadıyla : Allah’ın الرَّحْمَن: ِ Rahmân الرَّحِيم: Rahîm

"Bismillâhirrahmânirrahîm: Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım)"

"Besmele: Tâğutun adıyla değil; Allah'ın ismiyle ve izniyle"

Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekli. Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak ve bu adla işe başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla (başlarım)" anlamına gelir. Besmeleyi "esirgeyen, bağışlayan Tanrı'nın adıyla" gibi yanlış; yanlış olduğu kadar gaflet ve cehâlet kokan tercümeyi kabul etmek mümkün değildir. "Allah" lafzı, özel isim olduğu ve Yaratıcımızın tüm güzel isimlerini içinde barındıran bir anlam taşıdığı için başka bir dile tercüme edilemez. Ayrıca "esirgeyen" tâbiri çok yanlış bir tercümedir. Türkçede “esirgemek”, daha çok olumsuz bir sıfat anlamında kullanılır. Saklamak, korumak gibi anlamlarından daha çok; kıyamamak ve cimrilik yapmak mânâlarında kullanılır ki Allah'ın Rahmân sıfatının kesinlikle karşılığı değildir.

Kur'ân-ı Kerim'in ilk nâzil olan âyet-i kerimesi, "Yaratan Rabbinin adıyla (besmele çekerek) oku!"[1] mealindeki âyettir. Bu "Rabbinin ismiyle oku" emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz için değil; bütün mü'minleredir. Mü'minler, meşrû (şer'î, mubah) herhangi bir işe başlarken besmeleyi unutmazlar. Çünkü bilirler ki, "besmeleyle başlanmayan herhangi bir işte bereketsizlik ortaya çıkar." [2] Kur'an okurken, hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi ihmal etmezler.

Kur'ân-ı Kerim'de "Fir'avn" kıssası haber verilirken, sihirbazların "bi-izzet-i Fir'avn" (Fir'avn'ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir.[3] Fir'avn, Mısır'ı tanrı kabul ettikleri "Ra" adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler(di). Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyla Fir'avn'a bağlı olan sihirbazların kıssasında bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir. [4]

İslâm'dan önce Araplar, işlerine "bismi'l- Lât ve'l-Uzzâ” diye putlarının adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, "bismikellahümme" derlerdi. Haniflerin bu âdeti İslâmiyet'in ilk yıllarında da devam etmiştir. Neml sûresindeki besmele âyeti[5] nâzil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır. Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar hep bu ibareyi kullanmış, besmelenin yazıldığı ilk satıra başka hiçbir şeyin yazılmamasını da emretmiştir. "Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür."[6] buyuran Efendimiz'in, günlük hayatındaki birçok iş münasebetiyle besmele çektiği ve besmeleyi tavsiye ettiği bilinmektedir.

Bir müslüman besmele çekmekle, "nefsim veya başka bir varlık adına, tâğut adına değil; Allah adıyla, O'nun rızâsı için ve O'nun izniyle başlıyorum." demek ister. O'nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etmesini beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin devamlı olarak O'nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü'min, "O'nun müsaadesiyle bu işi yapıyorum. Çünkü, bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet O'nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti vermezse, ben bu işi tamamlayamam" demek ister. [7]

Kur'an ve Besmele

Bismillâh ifadesi, Kur’an’da 3 yerde geçer.[8] Bilindiği gibi, bismillâh “Allah’ın ismiyle demektir. Bu anlamdaki ifâdeler Kur’an’da toplam 18 yerde kullanılır.[9] Besmele’yi oluşturan kelimeler Kur’an’da en çok tekrar edilen kelimelerdir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesini meydana getiren kelimelerden “ism” (isim) kelimesi, türevleriyle birlikte 71 yerde geçer; aynı kökten gelen semâ ve çoğulu semâvât kelimelerini de ilâve edersek, isim kelimesinden türeyen kelimeler toplam olarak 381’e çıkar.

Besmeleyi meydana getiren ikinci kelime olan “Allah” lafzı ise, Kur’an’da tam 2697 yerde kullanılır; ayrıca “ey Allah’ım” anlamına gelen “Allahümme” kelimesi de 5 yerde geçer. Üçüncü kelime olan “Rahmân” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 57, “Rahîm” kelimesi ise 115 yerde tekrar edilir. Rahmân ve Rahîm kelimelerinin kendisinden türediği “rahmet” ve türevleri ise Kur’an’da toplam 339 yerde geçer.

Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur’ân-ı Kerim'de buna işaret eden pek çok emir vardır.[10]

İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip edilen Kur’ân-ı Kerim'in ilk âyeti de besmeledir. Besmele, Kur'ân-ı Kerim'in 114 sûresinden 113'ünün giriş cümlesi olarak yer almaktadır. 27/Neml sûresin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur'an'da 114 yerde "bismillâhirrahmânirrahîm" vardır.

“O (mektup) Süleyman’dandır, ve o "bismillâhirrahmânirrahîm"le (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta)dır.” [11]

“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” [12]

“Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı zikredin/anın.” [13]

“Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” [14]

“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.”[15]

“Sabah akşam Rabbinin adını an.” [16]

Besmeleye vücut veren 4 kelime (isim, Allah, Rahmân, Rahîm) 'den 3'ü Allah'ın isimleri olup, bunların 2'si bağış, merhamet, cömertlik, affetmek gibi anlamlar taşımaktadır. Kur'an'ın ilk cümlesine bunları koyarak, temel konusu ülûhiyet ve insan - Allah ilişkisi olan Kur'an'da hâkim olan ögenin rahmet ve merhamet olduğuna Rabbimiz dikkat çekmektedir. Rahmân ve Rahîm'in kökü olan rahmet kelimesi Kur'an'ın açık beyanlarına göre Allah'ın hâkim niteliğidir. 21/Enbiyâ sûresi 107. âyette Son Peygamber'i de Kur'an "âlemlerin rahmeti" olarak nitelendirmektedir. O halde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur'an'ın tanıttığı Allah, yarattığı mahlûkata, her şeyden önce rahmet sıfatıyla tecellî etmektedir.[17] İslâm’ı korku dini, Allah’ı sadece korkulacak bir zât olarak göstermeye çalışan besmelesizlere en büyük darbe, besmeledeki rahmet ve merhamet ifadeleridir.

Besmelenin Anlam Derinlikleri

İslâm ahlâkı, incitme, öldürme ifade edecek davranışlarda ve bu davranışlara müsaade eden sözlerde besmeleyle başlamayı yasaklamıştır. Savaşmaya müsaade eden ve putperestlere ültimatom içeren Tevbe sûresi, besmelesiz başlayan tek suredir. Eti yenen hayvanların kesimi ve avlanması sırasında besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatlarının anılması uygun görülmemiştir. Hayvan keserken "bismillâh" veya "bismillâhi Allahu Ekber" denilir.

Kur'ân-ı Kerim'in konusunun; Allah ile evren, özellikle de insanlık âlemi arasındaki münasebeti bildirmekten ibâret olduğunu söylemek mümkündür. Besmelenin başındaki "ba" edatı (“b” harfi) bu münasebeti ortaya koymakta ve kulun, Yaratanından yardım isteyerek hep O'na bağlı kalışını ifade etmektedir. Hz. Ali'ye atfedilen meşhur bir söz vardır: "Kur'an'ın tümü Fâtiha sûresinde eksiksiz özetlenmiştir. Fâtiha'nın özeti de besmeledir. Besmele de "b" harfinde özetlenmiştir. Dolayısıyla besmele'nin b'si Kur'an'ın özetidir." İlk planda abartılı gibi gelen bu ifade doğrudur. Arapçada harf-i cer olan "b" ilsak içindir. Türkçe tam karşılığını, "..... ile ....." şeklinde gösterebiliriz. Kendi başına bir anlamı olmayan bu harf, en az iki kişi arasındaki bir ilişkiyi belirten bağlaçtır. "Ahmed ile Mehmed" örneğinde olduğu gibi. Aralarında bir münasebet, bir bağ olmadan bu bağlaç kullanılmaz. Besmele'de deki "B" aralarında alâka olan iki tarafı belirtir. Bu tarafların biri, besmeleyle işe başlayan kul; diğeri Allah'tır. "B" Allah ile kul arasındaki ilişki ve bağı anlatır. Kur'an'ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki kulluk-ilâhlık münasebetidir. Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. "B" harfi de bu ilişki ve bağı içerdiği için Fâtiha ve Kur'an'ın özeti olmuş olur.

Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce "ba"nın ilgili bulunduğu mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir: "Bismillâh diye başlıyorum", "Allah'ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan kesiyorum..." gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan derûnî münasebeti ifade eden besmele, İslâm'ın bir sembolü ve her iyiliğin anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip O’ndan medet umulacağını[18] idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde daha da güzelleşeceğini anlamaktır.

Besmele, Allah'la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir

Evet, Besmele, Allah'la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O'nun ilkelerine bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele, Allah'ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul, şöyle demiş olur: "Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim. Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum."

O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane görevi yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.

En doğrusu, Allah'ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden uzak tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır.

Besmele, "Allah'ın adı ile" demektir; "Allah'ın adına" değil. Bu ikisi arasında önemli fark bulunmaktadır. Müslüman her yaptığı şeye, her söylediği söze Allah'ın adı ile başlar. Allah'tan izin alarak; Ama Allah adına değil. İnsan beşer ve âciz olduğu için hatalar yapabilir. Allah adına demek; yapılana bir anlamda ilâhî özellik, günahsızlık, hatasızlık iddiası atfetmektir. O'nun adına iş iddiası, Allah'ın temsilcisi olma anlayışını, bu da ruhban sınıfını oluşturur. Tarihte Allah adına nice zulümler işlenmiştir. Teokrasi de budur. Kulun yaptığı iş, müslümanca olmalıdır ama beşerî özellik taşıdığından iddiasız olmalıdır.

Besmeledeki “isim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında "semâ" kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, "bismillâh"ın anlamı, "Allah'ı yücelterek" şeklinde de anlaşılabilir. [19]

Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir

Besmele, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine has bir anahtar değil; önceki ümmetlerin de kullandığı bir şifredir. Besmele'nin Hz. Muhammed (s.a.s.)'den önceki peygamberler döneminde de kullanıldığını Kur’ân-ı Kerim’den anlıyoruz: Hz. Süleyman'ın, Saba kraliçesi Belkıs'a yazdığı İslâm'a dâvet mektubu bu cümleyle başlamaktadır. "O (mektup) Süleyman'dandır ve o bismillâhirrahmânirrahîm -Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla- (başlamakta)dır."[20] Hz. Nuh da tufandaki gemi yolculuğuna bu ifadeyle başlıyor. Gemiyi bu cümleyle hareket ettiriyordu: “(Nuh) dedi ki: 'Gemiye binin! Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ -Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır.-"[21] Bu vesileyle ifade edelim ki, ister sürücü ve ister yolcu olarak bindiğimiz tüm araçlara binerken besmele çekmek, Kur’an’ın işaret yollu tavsiyesidir.

İnsanlık tarihi boyunca İslâm peygamberlerinin tümü tarafından bir şifre, bir anahtar olarak kullanılmıştır besmele. O yüzden, değişmez evrensel değerlerin öbür ismi olan İslâm'ın, değişmez değerlerinden biri de besmelenin verdiği bakış açısıdır. Bu bakış açısı, bize şu gerçekleri gösterir: Allah, insanın her işine karışır. İnsan, eğer Allah'ın yardımını istiyorsa, her hayırlı işine Allah ile başlamak durumundadır. İnsan yaptığı her bir şeyde Allah'a olan borcunu hatırlamak ve O'na teşekkür etmek durumundadır. İşte bunlar, insanlığın değişmez değerlerinin değişmez göstergesidir.

Her değerli iş gibi, Kur'an okumaya başlarken de Eûzü Besmele çekmek gerekir. "Kur'an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Eûzü çek)."[22] diye emreden Allah, okumaya besmeleyle başlamamızı da emretmektedir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." [23]

Kur'an'a başlarken, besmeleden önce istiâze gelir. Çünkü istiâze'yi aşmadan besmeleye geçilmez. Eûuzü ile Allah'ı yardıma çağırdıktan, O'nun yardımı ile şeytanları etkisiz hale getirdikten sonra, şirki ve şirke götüren şeytanî isyanları kendimizden uzaklaştırarak Allah'ı lâyıkı ile anabileceğimizi düşünüyoruz.

Gönlümüzde ve düşüncemizdeki, dilimizde ve davranışlarımızdaki şeytanî pisliklerden temizlenerek tertemiz bir şekilde Allah'la beraber oluyoruz. Eûzü süpürgesiyle temizlediğimiz gönül ve dil sarayımıza Allah'ın ismini yazıyoruz. Tıpkı kelime-i tevhidde önce "lâ ilâhe" (hiçbir ilâh yok) deyip Allah dışındaki ilâh taslaklarını kaldırıp atarak gerçekleştirdiğimiz tevhidî temizlikten sonra, "illâllah" (ancak Allah var) dediğimiz gibi.

Kur'an'a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması sonsuz olan Allah'ı hatırlıyoruz. Kur'an'ın nüzûlünün bu sonsuz rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak O'na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. O'nun Rahmân sıfatıyla dünyada mü'min-kâfir herkese merhametine şahid oluyor, dünya hayatında bu nimetlerin kadrini bilerek verene teşekkür edip kulluğa/ibâdete, Kur'an'a yöneliyoruz. Rahîm sıfatının ise, âhirette adâleti gereği sadece mü'minlere merhamet edip, kâfirlere azab etmesi olduğunun bilincine vararak âhireti, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur'an okumaya, tefekküre başlıyoruz.

Sadece Kur'an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O'na yaraşır, âhirette de O'nun rızâsını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz. Kur'an, besmeleyle başlıyor, biz de Allah'ın Kitabını Allah'ın ismiyle okuyoruz.

Eğitimle ilgili eserler başta olmak üzere nice kitaplar, gazeteler, dergiler, besmele ile mi başlıyor? Öğrenciler için hazırlanan bazı din kültürüyle ilgili kitaplar, bir müslümanı “bu, benim dinim değil!” diye isyan ettirecek modern hurâfe ve tuğyanla dolu olabiliyor. Peki, İslâm’a ters içeriği kalarak yayınların besmele ile başlamasını tercih edebilir miyiz?

Laiklik, resmî din kabul edilmediği için ve bazı İslâmî âdetlere ses çıkarılmadığından Arap ülkelerinin çoğunda televizyonlarda sunucular besmele ve hamdele ile başlıyor programlarına. Besmele ile başlanan programda ise Allah'ın yasakladığı neler yok ki?! Düşünün bir kere, İslâm düşmanlığını her fırsatta en rezil şekilde gösteren bir tv. kanalı, programlarını sunarken besmele ile başlıyor. İslâm’a her gün hakaretler yağdıran, ahlâksız bir gazetenin ilk satırında besmele yazıyor. Bu Allah ile, din ile alay olmaz mı? Haram katmerleşmez mi bu tavırlarla? Peki, “onlar besmele ile başlamasınlar da biz onlara bakarken besmele çekelim” diyebilir misiniz?

"Yaratan Rabbinin ismiyle oku." [24] âyeti bizden sadece şekil ve lafızla değil; muhtevâ ile ilgili tavır beklemektedir öncelikle. Okuduklarımızın Allah'ın ismiyle okunması; Allah'ın izniyle, O'nun rızâsı için, O'nun yolunda, O'nu unutturmayan, O'na yaklaştıran yapıda olmasını gerektirir. Okumak gibi, artısı büyük olan bir eylemde besmele bilinci bunu gerektiriyorsa, diğer eylemlerimizde bu özelliklerin aranma zorunluluğu daha fazla olmaz mı?

Besmele, Allah'tan İzin ve Onay İstemektir

Bismillâh, “Evvel Allah (önce Allah)” deyip, O'na danışmak, yapacağımız herhangi bir işte Allah'ın onayını istemektir. Allah'ın adını her şeyin önüne geçirip yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O'nun adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden, dilimiz "Allah'ın adıyla" derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir. Bu ise, her şeyimizle O'nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür. Aksi takdirde dilimiz "Allah'ın adıyla" derken; elimiz, ayağımız şeytan veya Allah'ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.

“Bismillâh” diyor ve sonra ekliyoruz "Rahmân, Rahîm" sıfatlarını. Aslında “Allah” ismi, Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatlarıyla birlikte Rahmân ve Rahîm sıfatlarını da içermektedir. Ama bunlar özellikle hem besmelede, hem Fâtiha sûresinin ilk âyetlerinde özel yer alır. Kur'an, Allah'ın rahmetle ilgili sıfatlarını öncelikle ve ısrarla vurgular. O'nun başka isim ve sıfatları değil de, özellikle Rahmân ve Rahîm sıfatları! Çünkü varlığımızı O'nun Rahmân ve Rahîm oluşuna borçluyuz. O'nun üzerimizdeki merhametiyle varız ve varlığımızı bu sâyede sürdürüyoruz. O'nun merhameti olmadan, nefes alıp vermemiz bile imkânsız. Bedenimiz, aklımız, ruhumuz hep O'nun rahmetinin birer eseri. Peygamberimiz'in ve vahyin bize gelişi de O'nun rahmetiyledir. İşte bunları hatırlamak için "Rahmân" diyoruz, "Rahîm" diyoruz.

Rahmet, her çeşit âfetlerden kurtulup her türlü hayra ermektir. Rahmân, mü'min-kâfir ayırt etmeden tüm herkese hayat hakkı tanıyan, yaşaması için gereken şartları hazırlayıp nimetleri veren demektir. Rahîm ise, hak edenlere ve lâyık olanlara nimetini bol bol, sürekli olarak veren demektir. Bu yüzden Rahmân sıfatı, O'nun dünyadaki tecellîsi; Rahîm ise âhiretteki tecellîsidir. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı, hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde dünyada da O'nunla, O'nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz. [25]

Besmele, Laik Mantığı Protestodur

Bir mü'min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah'la iş yapması, Allah'ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi, laisizmi reddir. Bu mânâda besmele, İslâmî dünya görüşünün anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah'tan alır ve meşrû işlere besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.

Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür. Bunun için Allah Rasûlü her eylemine "Rahmân, Rahîm Olan Allah'ın adıyla" başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. [26]

Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden) birisidir. Mü’min, her vesileyle ve sık sık besmele çeker. Günümüzde “müslümanım” diyen insanların çoğu, yemek vb. bir iki şeyin dışında besmele çekme gereği duymuyor, her hayırlı şeye başlarken besmele çekmek, tarihe karışıyor. Yine, günümüzdeki insanların ağızlarından çıkan besmele, formalite icabı, âdet ve alışkanlık gereği söylenmiş gibi, ruhsuz ve cansız kelimelerden ibâret kalıyor. Mekanik bir telaffuzdan ibâret, şuursuzca dudaklardan dökülüveriyor. Adını andığı Allah’a isyanla meşgul bir işyerinin açılışında besmele okunarak kurdela kesilmesi, örneklerden sadece biri. Günlük hayatımızın her zaman diliminde Allah’ın ilkelerine ve hükümlerine bağlı olduğunu göstermek için her çeşit hayırlı işlere besmele ile başlar. Besmele ile Allah’a ilticâ eder, şeytânî düşünce ve eylemlerden O’na sığınarak, O’nun yüceliğini itiraf eder ve O’ndan yardım ister. Allah’ın rahmân sıfatını düşünerek, her çeşit nimetin Allah tarafından kendisinin istifadesine sunulduğunu düşünür, O’na şükürde bulunur. Rahîm sıfatını düşünerek de ümitsizliğe giden yolu tıkar, dünyada başına gelen musîbet ve zorlukların geçici olduğunu, esas ve sonsuz rahmetin âhirette tecelli edeceğini değerlendirir.

Besmele Çekmenin Hükmü

Besmelenin yerine göre farz, vâcip, sünnet, mendup, haram ve mekruh gibi hükümleri vardır. "Üzerlerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etinden yemeyin. Çünkü bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır." [27] mealindeki âyet, hayvan keserken besmelenin farz olduğunu gösterir. "Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." [28] âyeti de av üzerine hayvanı gönderirken veya av için silâh kullanırken, yani avcılık yaparken besmele çekmenin farz olduğunu belirtmektedir. Hayvan keserken besmelenin kasten terkedilmesi halinde, o hayvanın etinden yemek haramdır. Namaz dışında Kur'an okumaya başlarken sûrenin başında istiâze ve besmele âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Namazda ise, Hanefî mezhebine göre her rekâtta Fâtiha'dan önce besmele sünnet; Şâfiî mezhebine göre farzdır.

Önemli sünnetlerden ve yaygın muâşeret kurallarından biri de yemek yemeye başlarken besmele çekmektir. Konu ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği üzere[29] başlanırken unutulduğu takdirde hatırlandığı zaman, "Başında da sonunda da Allah'ın adıyla" anlamında "Bismillâh fî evvelihî ve âhirihî" demek gerekir. Herhangi bir işe başlarken besmele çekmenin hükmü işin mâhiyetine göre değişir. Meselâ içki içmek, gasbedilen veya çalınan bir şeyi yemek gibi yasak fiillere besmele ile başlamak, onları meşrû saymak anlamına geleceği veya dinle alay hükmüne gireceği için haram kabul edilmiştir.

Abdest almak, duâ okumak gibi ibâdetlerle, yenilmesi helâl olan gıdaları yemek, helâl şeyleri içmek gibi fiillere besmele ile başlamak sünnettir. Besmele, Allah'ı hatırlattığı, zikr olduğu, kul-ilâh ilişkisi ve kurallarını düşündürdüğü için, her meşrû eylemimize besmeleyle başlamak, sürüden ayrılıp seviye kazanmak ve işimize bereket katıp ibâdet sevâbı almaktır. Necâset mahallerinde besmele çekmek ise mekruh sayılmıştır. Cünüp ve âdetli olanların duâ ve senâ maksadıyla besmele çekmesinde bir sakınca yoktur. [30]

Besmele Şuurunun Mü'mine Kazandırdıkları

Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):

Müslümanın her işi Allah'ın adıyla ve O'nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda olmalı.

Müslümanın her işinde 'evvel Allah' olmalı. Yani mü'min, başlayacağı işi yapıp yapmama konusunda önce Allah'a danışmalı.

Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir işe girişmemeliyiz.

"Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur" [31] hadisinden anlıyoruz ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.

Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de murdar ve leş hükmündedir.

Besmele Allah'tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda olanlara yardım eder. [32]

Müslüman, her türlü davranışa İslâmî ölçüler ışığında başlamalı, eylem, hizmet ve faâliyet yaparken İlâhî rahmet ve merhamet üzere bulunmalıdır. Besmele bu bilinci yansıtmalıdır.

Müslüman, bütün düşünce ve davranışlarında merhametle hareket etmek zorunda olduğunu besmeledeki rahmetle ilgili iki sıfatla idrak etmelidir.

Müslüman, besmeleyi hayatının tamamına yansıtmalıdır. Şuursuz bir şekilde söylenen besmelenin, istenen faydayı sağlamayacağını bilmelidir.

Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını sağlar/sağlamalıdır.

Besmelenin her işte sürekli tekrar edilmesi, Allah’ı zikir olduğu gibi, müslümanın Allah’la rahmet üzerine iş yapacağına, O’nun izin verdiği şekilde davranacağına dair sözleşme yenilemesidir.

Besmele, her işte Allah’tan yardım istemenin gerekliliğini, başarı ve zaferin Allah’a ait olduğunu unutmamak demektir. [33]

Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah'tan yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz.

Allah'ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O'nun dini için yapılan bir gayret şeklini alıyor.

Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle başlamak hayatı anlamlandırıyor.

Allah'ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş, tüm müşrikler ve putperestlere muhâlefet etmiş oluyor. [34]

Mü'minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur. [35]



[1] 96/Alak, 1

[2] İbn Mâce, Hadis no: 1894

[3] 26/Şuarâ, 44

[4] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler, Kavramlar, İnkılâb Y., 1/41

[5] 27/Neml, 30

[6] İbn Mâce, hadis no: 1894

[7] Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 226, 227

[8] Bismillâh İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde:) 1/Fâtiha, 1; 11/Hûd, 41; 27/Neml, 30.

[9] İsmullah veya İsmu Rabbike Terkiplerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde:) 5/Mâide, 4; 6/En’âm, 118, 119, 121, 138; 22/Hacc, 28; 34, 36, 40; 55/Rahmân, 78; 56/Vâkıa, 74, 96; 69/Haakka, 52; 73/Müzzemmil, 8; 76/İnsân, 25; 87/A’lâ, 1, 15; 96/Alak, 1.

[10] 2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi

[11] 27/Neml, 30

[12] 11/Hûd, 41

[13] 2/Bakara, 200

[14] 4/Nisâ, 103

[15] 73/Müzzemmil, 8)

[16] 76/İnsan, 25

[17] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 66

[18] 1/Fâtiha, 5

[19] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 24

[20] 27/Neml, 30

[21] 11/Hûd, 41

[22] 16/Nahl, 98

[23] 96/Alak, 1

[24] 96/Alak, 1

[25] Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sûreleri, Suffe Y., s. 23-24

[26] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 180

[27] 6/En'âm, 121

[28] 5/Mâide, 4

[29] Ebû Dâvud, Et'ıme 15; Tirmizî, Et'ıme 47

[30] İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Y. c. 5, s. 531

[31] İbn Mâce, hadis no: 1894

[32] Ali Akpınar, a.g.e. s. 28

[33] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Suffe Y., s. 19

[34] İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 22

[35] Yusuf Kerimoğlu, a.g.e. 1/42


Tefsir Notları, Ders 4

Fâtiha Sûresi, Âyet 2

01.04.2007

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Âlemlerin Rabbi: الْعَالَمِين رَبِّ Allah içindir : لِلَّهِ Hamd : الْحَمْدُ

"El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin" Hamd, âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur (Kâinatın yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun)." (1/Fâtiha, 2)

Önce, bu âyette geçen kelimelerin anlamlarını biraz daha yakından tanıyalım:

Hamd

Hamd, sözlükte iyilik, güzellik, üstünlük ve erdemlilikle niteleme (medhetme) ve övme mânasına gelir. Terim olarak, bütün medih türlerini içerip sevgi ve tâzimle Allah'a yönelen övgü ve şükrü ifade eder. Hamd, Allah'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini, O'na şükürlerini bildirmeleri demektir. "El-hamdü lillâh" sözüne "hamdele" denir.

Rab

“Rab” kelimesi, terbiye eden ve yetki sahibi anlamında Arapça bir isimdir. Bu kelime aynı zamanda, ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, kemâle erdirmek, efendi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık yapmak, mâlik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.

Rab, sadece terbiye eden (mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek, tasarruf etmek, korumak, her şeye hâkim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi de ifade etmektedir. Bunun için rab denilince, sadece terbiye ve mâlik olma durumları değil; her şeye sahip olan ebedî ve sonsuz kudret sahibi Allah anlaşılmalıdır. Bu özelliğinden dolayı rab kelimesi, Allah'tan başka varlıklar için, bir şeye izâfe edilmeden tek olarak kullanılamaz.

Burada yaratıcımız, kendisini tanımak isteyenlere "Rab olan Allah" biçiminde tanıtıyor. Allah, tek Rabbimizdir, yani O bizi yaratıp da bırakıvermedi. Yarattığı bütün varlıkları terbiye ediyor, tekâmüle erdiriyor. Devamlı, yeniden yaratıyor, geliştiriyor. Prensip ve kanunlarıyla iyiye, hayra, güzele yönlendiriyor. Varlıklarda, özellikle canlılarda gördüğümüz tekâmül ve değişim, O'nun rabliğinin göstergesidir. Bu âyette O'nun rabliğinin büyüklüğünü gösteren bir açıklama da var: "Âlemlerin Rabbi olan" O'nun rabliği, O'nun tek İlâh olmasının en vazgeçilmez vasıflarından birisidir.

Âlem

Alâmet ve nişan koymak anlamındaki a-l-m kökünden türemiş olan âlem, Yaratıcının varlığına delâlet eden, O’nun bilinmesini sağlayan şeylere denir. Âlem terimi, maddî ve mânevî bütün varlıkları kapsar; tabiat âlemi, akıl âlemi, İslâm âlemi gibi. Kur’ân-ı Kerim’de âlem kavramının çoğulu olan âlemîn kelimesi birçok yerde kâinat ve insan topluluklarını ifade etmek için kullanılmıştır. Rabbi’l-âlemîn tâbiri ise, Allah’ın canlı ve cansız tüm varlıkların sahibi olduğunu ifade eder.

Rabbi’l-âlemîn

Tüm âlemleri yaratan, geliştiren ve ihtiyaçlarını gideren Allah’tır. "Âlemlerin Rabbi" ifadesi İslâm'ın evrenselliğini de vurgulamaktadır. Rabbimiz, herkesin, tüm insanların, tüm varlıkların Rabbidir. Tüm yaratıklar aynı Rabbin kullarıyız. Bu ifade, varlıklarla ortak dil, ortak eylem sahibi olduğumuzu vurgulamış oluyor. Tüm varlıklar O'na kulluk/ibâdet ediyorlar, O'nu rab kabul ediyorlar.[1] İşte evrenle, tüm yaratıklarla uyum ve kardeşliğimiz, aynı Rabbin kanun ve otoritesine (rabliğine) boyun eğdiğimiz, O’nu âlemlerin Rabbi olarak benimsememizde açığa çıkıyor. İşte tevhid, işte evrensellik!

"Âlemlerin Rabbi": Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların, diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri söz konusu değil. Bütün canlılar, intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların yaşadığı yerlerde en uygun tarzda. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları” denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbin kanunları tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Problemler, fesat ve fitneler, Allah'tan ve O'nun yolundakilerden kaynaklanmıyor. Tam tersine Allah'ı tanımayanlar, O'nun düzenini bozmaya çalışıyorlar. "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, fesat çıktı, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler." [2]

Kur’an’da Hamd Kavramı

Kur'an'da hamd, hepsi Allah'a nisbet edilmiş olarak 43 yerde geçmektedir. Ayrıca, 17 âyette de esmaü'l-hüsnadan “hamîd” ismi yer almaktadır. Bir yerde de hamd edenler anlamında “hâmidûn” kelimesi kullanılır. Peygamberimiz’in ismi olan ve hamd kökünden türeyen “Muhammed” kelimesi, 4; “Ahmed” ise 1 yerde geçer. Peygamberimiz’in âhiretteki makamı olan, “makam-ı mahmûd”, yine 1 yerde kullanılır. Bir âyette de yuhmedû kelimesi kullanılır. Dolayısıyla “hamd” kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 68 yerde geçmektedir.[3] Kur'an’ın ilk âyeti olan "El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin" (Kâinatın rabbi, yani yaratıcısı ve geliştiricisi olan Allah'a hamdolsun) cümlesi Kur'an'da 7 yerde geçmektedir. "El-hamdü lillâh" cümlesi ise 23 yerde tekrarlanır. El-hamdü lillâh cümlesiyle başlayan 5 sûre vardır.[4]

Namazın esasını Allah'a hamd oluşturduğundan Kur’an, bazı yerlerde namaza hamd ismi verir.[5] Mü’minlerin dâvâ, dâvet ve duâlarının sonu da şudur: Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.[6] Zaten ilkte de, sonda da hamd, Allah'a mahsustur.[7] Her şey Rabbine devamlı hamdediyor.[8] İnsan ve cinlerin kâfirleri dışındaki tüm yaratıklar Allah’a hamdetmektedirler.[9] "Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."[10] "Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur."[11] Hamd ve şükür, nimetleri arttırır: "Hatırlayın ki, Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir! diye bildirmişti." [12] Bütün bunlara rağmen, insanoğlu ise çok zâlim ve çok nankördür.[13] "Kullarımdan şükreden ne kadar az!" [14]

"El-hamdü lillâh (hamd Allah'a mahsustur) de. Fakat onların çoğu düşünmezler."[15] “Çocuk edinmeyen, hâkimiyette ortağı bulunmayan, âcizlikten ötürü bir velîye/dosta da ihtiyacı olmayan Allah’a hamd ederim (el-hamdü lilâh) de ve tekbir getirerek O’nun şânını yücelt (‘Allahu Ekber’ de).”[16] El-hamdü lillâh.

Hamd, "Övgü" ve "Şükür" Kelimelerinden Daha Zengin Anlamlıdır

"Hamd"i, "övmek" diye tek kelimeyle ifade etmek yeterli olmaz. Türkçede yine övmek olarak bildiğimiz medih (methetmek) herhangi bir güzellik ve nimeti bizzat kendisinin kaynak ve sahip olup olmamasına bakmadan ve yüceltme duygusu taşımadan övmektir ki, hamdin yerini tutmaz. Her hamdde bir medih yönü olmasına rağmen; medihte hamd yoktur.

Her durumda hamdin övüldüğü halde; övgü, medih (met etmek) bazan kınanmış bir eylem olur. Allah'ın Elçisi; " Yüzünüze karşı medh edenlerin, övenlerin yüzlerine toprak saçın."[17] buyurarak böyle medhi kınıyor. Ama insanlara teşekkürü ve Rabb'a şükrü, nankörlükten (ki küfürle aynı kökten türemiştir.) kurtulmak için ısrarla tavsiye ediyor: "İnsanlara karşı hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), onlara nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamdetmez."[18] Demek ki medh (övgü) ile hamd başka başka şeylerdir.

Hamdin şükürden daha genel ve daha zengin anlamı vardır. Hamd, en geniş anlamda şükürdür. Hamd etmek yerine "şükretmek" diyemeyiz. Çünkü biz, ancak kendimize yapılan bir iyiliğe karşı şükreder ve teşekkür ederiz. Hamdetmek için ise, iyiliğin sadece bize ulaşması gerekli değildir. Şükretmek, kişiye ulaşan bir iyiliğin, bir nimetin karşılığıdır. İyiliğin başkasına ulaşmış olması da hamdetmek için yeterlidir. Çünkü hamd, kişisel ve basit menfaatler karşılığı ifade edilen bir övme değildir. Evrensel ve küllî değerlere duyulan hayranlığın bir ifadesidir. Kişisel yararlarımıza ters düşen durumlarda da hamd edilebilir ve edilmelidir. El-hamdü lillâh diyerek, kişi kendi adına Allah'a hamdettikten başka, O'nun nimetine kavuşan bütün varlıklar adına da aynı vazifeyi yerine getirmiş olur. Allah'a hamd, her hal ve şartta; şükürse bize ulaşan nimetler karşılığında yapılır. Bu yüzden, fazlalaşmasını istediğimiz şeyler için şükrederiz.

"Hamd", Yaratıcı dışında hiçbir şahıs ve kuvvete yöneltilmeyecek bir şükür türüdür. Hamd, nimetleri sınırsız ve sonsuz olan kudrete yapılır ki, o da Allah'tır. Onun için Allah'a hamdetmek, Allah'a şükretmekten daha faziletli, daha üstündür.

Allah'a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür; nankör olmayan, Allah’ın nimetlerinin farkında olan, sâdık ve kadirşinas insanların özelliğidir. Şükre muvaffak olan insanların sayısı da çok değildir. Allah'ın sayısız nimetleri vardır. "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksan, onları sayamazsın, saymaya gücün yetmez."[19] Sâdi-i Şirazi, Gülistan'ında; "Bir insan, her nefesinde Allah'a karşı iki şükür borçludur." der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan, iki defa can veren Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle, kalıbınla, teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı gerçek anlamda hamd ve şükürde bulunanlar çok azdır. "Kullarımdan şükreden ne kadar az!" [20]

Hamd, Allah'a Aittir; Çünkü...

İnsan dünya hayatında ya mutluluk ve huzur içinde; ya da kederle sıkıntılar içindedir. Eğer saâdet ve selâmetteyse, bu durum, mutluluk sebeplerini Allah'ın yaratması ve ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur. Böylece, Allah, Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla tecelli etmiştir; hamde lâyık yalnız O'dur. Eğer kul, sıkıntı içindeyse, bu sıkıntı ve keder, ya Allah'tan, ya da insanlardan gelmiştir. Allah'tan ise, Allah'ın dinini yaşama ve yaşatma mücâdelesinden dolayı ise, O, bu musibetlere karşı, sonsuz nimetler verecektir. Eğer insanların zulmünden dolayı ise, O, zâlimden mazlumun intikamını alacağını vaad etmiştir. Son iki durumda, Allah'ın Rahîm, Müntekım ve din gününün sahibi gibi sıfatları tecellî eder; hamde lâyık yalnız O'dur. O yüzden insan, ister Allah'ın nimetleri sâyesinde mutluluk içinde; ister belâlarla imtihan içindeyken olsun, daima Allah'a hamd içinde yaşamalı, her durumda Allah'a hamdetmesini bilmelidir.

Hamdi Allah'a has kılarak, O'nun büyüklüğünü, eksiklerden uzak olduğunu, övülmeye lâyık olan yegâne gücün ancak Allah olduğunu vurguluyoruz. O'nu övmekle, O'ndan kaynaklanan her şeyi de kabul etmiş, övmüş ve ona rızâ göstermiş oluyoruz. Çeşitli özellik ve güzelliklerde insan olarak yaratılışımıza, O'nun Peygamberinin yegâne önder oluşuna, kitabının yegâne düstur oluşuna râzı olmuş ve boyun eğmiş oluyoruz.

Hamd, Tüm Organlarla ve Özellikle Kalple Yapılır

Dünya nimetlerinden çok âhiret nimetleri, maddî nimetlerden çok mânevî nimetler için hamdetmemiz gerekir. Allah'a hamdetmek, bize her iyiliği, her nimeti ihsan eden Allah'a karşı, bu ihsan ve nimeti vermesi yüzünden, yalnız sözle değil; fiil ile de ta'zim etmektir. Bu hamd işi de kalp, dil ve organlarla yapılabilir. Yani, hamd yalnız dil ile yapılan bir şey değil; gönül ve bütün organlarla yapılan bir görevdir.

Kalp ile yapılanı, nimetlerin en önemlisi olan imanı bize tattıran ve sevdiren Allah'ı zikretmek (hatırlamak), O'nun sıfatlarını tefekkür etmek, düşünmek, imanda kemâle ulaşma yollarını aramaktır. Dil ile yapılan, Allah'ın bu sıfatlarını anlatmak, sık sık, Allah, şükür, hamd... kelimelerini kullanarak zikirle meşgul olmak, hakkı söylemektir. Organlar ile yapılanı, onları Allah'ın yolundan ayırmamaktır. Allah'ın emir ve yasaklarına mümkün olduğu kadar dikkat ederek kulluk görevini yerine getirmek fiilî hamddir.

Küfür ve dalâlet dışında her olay, her fiilî durum karşısında Allah'a hamdedilmelidir. Kerim Elçi Peygamberimiz "Elhamdü lillâh alâ külli hâl" (Her durum karşısında Allah'a hamdolsun) buyururlardı. Bu da ancak her organın yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasıyla mümkün olur. Kişinin iç dünyası ile ve iç dünyasına da hamdetmesi gerekir. Buna tatbikî hamd denir. Her çeşit fazilet ve erdemleri elde etmek, İslâm ahlâk esaslarını öğrenip uygulamak, bu çeşit hamdin vâsıtasıdır.

Yalnız, unutmamak lâzımdır ki, her duruma hamdeden mü'min, küfür ve dalâlete, haramlara hamdedip el-hamdü lillâh demez. "Faizler artmış, yaşadık, elhamdü lillâh!" nasıl bir turşu ve inanç salatasıysa; meselâ Mısır'da Firavun'un anıtkabirini, yani kutsal(!) mezarını ziyaret ederken "elhamdü lillâh" ile başlayan Fâtiha'yı orada okumak gibi bir acayipliğe düşmez. "Müslümansan kilisede işin ne? Hıristiyansan Meryem heykelinin üzerine niçin pisledin?" denilen kuşa benzemez. Sormazlar mı bu insana; müslümansan Firavunların mezarında işin ne? Gâvursan bu okuduğun Fâtiha da neyin nesi?!

Hamd, maddî nimetlere yapıldığı gibi, daha çok mânevî nimetlere karşı yapılır. Nimetlerin en büyüğü de imandır. Kitab'ımızın hamdle başladığını unutmamak, iman ve hidâyet gibi nimetlere sahip olduğumuzu, başka problem ve eksiklerin çok da önemli olmadığını, dilimizle ve tebessümümüzle hamdi devamlı taşıyarak gösterebiliriz.

Bir insan, kendi haberi olmadan birinin sürekli kendi iyiliği için çalıştığını öğrense acaba ne yapar? Herhalde, önce kendisine bu iyiliğin niçin yapıldığını öğrenmek ister. Sonra, bu yapılanlara kayıtsız kalmaz; en azından teşekkür eder. İşte hamdin bir anlamı da budur. Allah, bize bizim haberimiz olmadan iyilikler, güzellikler veriyor. Ama biz, gaflet içinde yaşadığımızdan bunların farkında değiliz. Her şey biz insanlar için ayarlanmış, uygun hale getirilmiş, emrimize verilmiş. Fakat insanoğlu bunların gelişi güzel, rastgele yapıldığını zannediyor. Bu uyumu, bu muazzam düzeni ve bunun sanatkârını fark etmek, Allah'a sonsuz teşekkürü gerektirir. Bunun içindir ki, Kur'an hamd ile başlamıştır.

Kur'an'ın ilk sayfasından başlayan bir okuyucu Allah'a hamd ederek âyetleri okumaya başlar. Yani önce hamd, övgü. Allah'ın büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü hatırlayarak; İnsanlardan bir insan, okuyuculardan bir okuyucu, mü'minlerden bir mü'min olduğunu hatırlayarak; Bir "dâhi" olduğunu zannederek değil. Eğer hamdi olmazsa bir hiç olacağını düşünerek. Kur'an'ı okumaya başlayan kişi, önce bu tür duygular atmosferinde işe başlamalıdır. Hamd üzerinde düşünme, bu veya benzeri duyguları meydana getirecektir. Çünkü hamd insanın Rabbini ve haddini/kendini bilmesidir. Yaradılışı düşünerek, satırlardaki ve sadırlardaki âyetleri tefekkür ederek, evrendeki tüm yaratıkların hamd ve tesbih orkestrasına kulak vererek Allah karşısındaki konumunu tesbit etmesidir. Hamd bir itiraftır, âcizlik ve kulluk itirafı.

İnsanların ve cinlerin kâfirleri hâriç, doğadaki her şey Allah'ı övmekte, O'na hamdetmektedir.[21] İnsanoğlu ibâdete, hamde meyilli yaratılmıştır. Birisini veya birilerini övmeye, onlara bağlanıp ibâdet etmeye hayatı boyunca ihtiyaç duyacaktır. Suyun, çukur bulduğu yere doğru akmaya başlaması gibi, insan da Allah'ı unutursa, birilerine doğru akmaya, ona ibâdet etmeye, bağlanmaya, övüp yüceltmeye başlar. Çünkü insan, sadece sınav olmaktadır ve yalnız Allah’a ibâdet/kulluk etmek için yaratılmıştır. İbâdetini Allah'a etmezse, başkasına edecektir. Zira onun mayasında bu vardır. [22]

Hamd Bilinciyle Hayata Bakış

Farkında olmadığımız, önemsiz görüp üzerinde düşünmediğimiz öylesine büyük ve öylesine çok nimetler içinde yüzüyoruz ki... Her şeyden önce, insan olarak yaratılmışız. Ot veya it olarak yaratılabilirdik. Tabii, insan olarak yaratıldığımız halde, ot gibi düşüncesiz, kaygısız hayat da sürebilir; dört ayaklılardan daha aşağı olabilirdik. İnsan olarak, yaratıkların en şereflisi olarak yaratıldık. Annemizi, babamızı, doğduğumuz memleketimizi biz seçmedik.

Herhangi bir kentin fuhuş ortamında, batakhanelerinde veya çok fakir bir ülkenin çölünde, dağında ya da ormanında yarı aç yarı tok, çelimsiz, kültürsüz, daha da kötüsü dinsiz imansız olabilirdik. Elsiz, ayaksız, dilsiz, kulaksız veya görme özürlü olabilirdik. Daha da kötüsü, hakkı duymayan, gözleri perdeli, kalbi mühürlü olabilirdik. Felçli, sakat, yatalak değiliz. Uyuşturucu bağımlısı, alkolik, kumarbaz, hilebaz, düzenbaz, ahlâksız... olabilirdik.

Bütün bu nimetler, zenginlik değil de; dünyada bile mutluluk sağlamayan emanet paraların veznedarları olan kapitalistlerin para hamallığı mı zenginlik? Gözlerinizi bir milyon dolara satın almak isteyen olsa verir misiniz? Demek ki, ne kadar pahalı, ne kadar kıymetli varlıklara sahipmişiz! Ya aklınızın değeri? Kaça satardınız? Bütün bunların üstünde imanınızı değişebileceğiniz bir değer olabilir mi? Müslümanca mutluluğun, huzurun, kanaat denilen hazinenin, sabır denilen hazzın, dâvâ yolunda çekilen çilenin, infak etme, verme lezzetinin, ibâdetlerden aldığımız zevkin, bereketin, ağız tadının, gönül şenliğinin, hele ebedî mükâfatın, cennetin değeri, bedeli?! Bütün bunlara hamdedilmez, şükredilmez de ne yapılır?

Hamd ve Günümüz İnsanı

İnsanların bir kısmı Allah'a hamd etmezken, bir kısmı da hamd konusunda gâfil görünmektedirler. Günümüzde insanları Allah'a hamdetmekten alıkoyan pek çok sebep/bahane vardır. Doymak, tatmin olmak bilmeyen, reklâm ve kötü örneklerle kamçılanan dünya hırsı, tâğûtî yönetimler, kapitalist ve emperyalist dünya düzeni, kolay yollardan zengin olma isteği, ümitsizlik, kötümserlik... hamdi unutturucu sebepler arasında sayılabilir. Kanaat etmemek, kendini kendinden daha fakirlerle değil; daha zenginlerle karşılaştırmak, maddeci dünya görüşünün sonucunda tüketim toplumunun bireyi olarak hep şikâyetçi olmak da insanı hamd ve şükürden alıkoyan sebeplerdendir. Bütün bu sebeplerle birlikte cehâlet ve gafleti de belirtmeliyiz. İnsanların, Allah'ın kendilerine verdiği sayısız nimetlere karşı hamdetmeyişleri bu tür sebeplerle ilgilidir. Bütün bunların çözümü için, insanın iyimser, kanaatkâr, tokgözlü, diğergâm, hamdeden, şükreden özellikler kazanması gerekir. Bu kalitede bir toplum inşâsı için de, tevhidî imana dayalı bir altyapı şarttır. Allah'ın nimetlerine hamd, öncelikle o nimetleri bilmekle mümkün olur. Nimeti bilenler, bu nimetlerle Allah'a ibâdet edilmesi gerektiğinin şuurunda olup, böylece Allah'a hamd edebilenlerdir.

Günümüzde bir kısım insanlar da, Allah'a hamdetmeyi "Allah'a hamdolsun" demekten ibâret saymaktadırlar. Oysa gerçek anlamda hamd, sahip olunan nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla olur. Bütün varlıklarda Allah'ın nimetleri vardır. Her insanda Allah'ın sayısız nimetleri mevcut olduğu gibi, kişilere bazı belâlar da isâbet edebilir. Belânın bulunmaması nimet; nimetin bulunmaması da bir belâdır. İşte, Allah'a mutlak hamd, O'nun bütün nimetlerine karşı olmalıdır. Bu da, her nimetin ve her şeyin sahibi Allah'a, yine Allah'ın istediği şekilde hamdetmekle mümkün olur.

Dille hamd, "El-hamdü lillâh" demektir. Kalble hamd, Allah'ın büyüklüğünü, nimetlerini tefekkür etmek ve O'nunla beraber olabilmektir. Kalıpla (vücut organlarıyla, el ve ayakla...) yapılan hamd, nimetleri Allah yolunda ve Allah'ın istediği şekilde kullanmakla yapılır. Nimetlerin sahibini unutmayan, kendisinin emanetçi ve veznedar olduğunu bilen insan, emânete ihânet etmez. Sahibi o nimet ve emânetleri niçin verdiyse, nasıl davranmasını istediyse, O'nun tâlimatları doğrultusunda o görevleri yerine getirir.

Hamd Şuurunun Müslümana Kazandırdıkları

Hamd şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):

Hamd, Allah'ı tanıma, O'na ta'zim ve duâ etmedir. O'na inanıp ibâdet/kulluk etmedir. O yüzden hamd, imanî bir kavramdır. Düşünülerek yapılan hamd, bizdeki kulluk şuurunu canlı tutar. İnsanların Allah'a muhtaç olduklarını, Yüce Allah'ın ise, her şeyden müstağnî olduğunu, kimsenin hamdine Allah'ın ihtiyacı olmadığını günümüz insanı iyice kavramalı ve gerektiği gibi iman etmelidir.

Hamd, nimetşinaslık, kadirşinaslıktır. "Küfür"le aynı kökten gelen nankörlüğün zıddıdır. En küçük bir iyilik yapana bile teşekkür etmeyi insanlık görevi biliyoruz. Halbuki, bizi ve bize iyilik yapanı yaratan, yapılan iyiliği, nimeti yoktan var eden, iyilik yapana bu güzel özelliği veren ve sevdiren, bizi o iyilikten zevk alacak şekilde vücuda getiren, her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Öyleyse her şeyden önce, O'na hamd etmeliyiz. Bize hediye getirmede aracı olan postacıya teşekkür edip, hediyeyi postalayan gerçek ikram sahibini unutmak uygun olur mu?

Sabahlara kadar, gözyaşıyla ıslattığı secde yerinden kalkmayan En Çok Hamdeden'e (Rasûlullah’a), hanımı; "Geçmiş ve gelecek günahların mağfiret olduğu halde, kendini sıkıntıya sokacak kadar niye ibâdet ediyorsun?" diye sorduğunda, şu cevabı almıştı: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" Peki, bizim, bunca nimete bunca isyanla cevap verirken, şükreden, hamdeden bir kul olmaya ihtiyacımız yok mu?

"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile, övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."[23] buyruluyor. Allah'ın bütün mahlûkatını kuşatan nimetleri, özellikle insanoğlunu daha çok kucaklamaktadır. Diğer varlıklardan daha çok nimetlere muhâtap olduğumuz halde; bir taş kadar, bir çiçek, bir böcek kadar hamdetmeden, nasıl yaratıkların en şereflisi olacağız?

Fâtiha'ya, namaza başlarken, duâ ederken, yemekten, içmekten sonra, aksırdıktan, uyandıktan, tuvaletten sonra, konuşmaya başlarken ve bitirdikten sonra, arabaya bindikten ve kazasız belâsız indikten sonra... El-hamdü lillâh demeli, böylece en güzel, en kısa duâyı yapmış olmalıyız.

Hamd, ruhları Allah'a bağlayan mânevî bir bağdır. Gerçek anlamda hamd, Allah'la kul arasında hiçbir engele müsaade etmez. Hamd, insanı Allah'la devamlı irtibatı olan bir varlık haline getirir. El-hamdü lillah'ı sık sık şuurluca günlük konuşmalarımıza, güncel davranış ve eylemlerimize katık ederek, Allah'la bağımızı her dem tazelemeli ve kuvvetlendirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, bu bağ, bu hat koptuktan sonra, hat kopukken telefonla ses karşıya ulaşmadığı gibi, Allah'a ulaşmaz niyazımız, ricamız.

Hamdetmek, şükretmek; iyimser olmaktır. Hayata güzel ve olumlu pencereden bakabilmektir. Mutlu olabilmek, mutluluk elbisesi giymektir hamd. Şikâyetçi ve karamsar karakterlerin kararttığı karanlık insanların dünyasını ancak hamd şuuru aydınlatabilir. Hamdedenlerden kıldığı için hamd olsun O Hamîd'e.

Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemin: Dâvâmızın sonu âlemlerin Rabbi Allah'a hamdetmektir.

Rab Kavramı

Kur’ânî bir terim olarak Rab; varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan Allah anlamına gelmektedir. Allah'ın umumi isimlerindendir. Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir; 968 defa geçer. Nüzul sıralamasında ilk âyette kullanılan isim/sıfat, Rab ismi olduğu gibi, Kur'an'ı açtığımızda bizi ilk karşılayan Fâtiha'nın başlangıcında da yine O'nun onlarca ismi arasından seçilerek başa alınan Rab ismidir.

Kur'an'da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah'a, O'nun rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir. Allah'tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O'nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O'nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah'ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.

Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm'ı, insanları, kullara ve diğer varlıklara ibâdet etmekten kurtarıp, Allah'a kulluk etmeleri için göndermiştir. İslâm, insanları kulların zulmünden, Allah'ın adaletine götürür. Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir. Yani gerçek Rab ve Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta tevhiddir; bu da Allah'tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine ibâdet etmekle yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah'a ibâdet eden kimsedir. Sadece Allah'a ibâdet ise, Allah'tan başkasını rab edinmemek, O'na hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.

İslâm, insanları, birbirlerine kul olmaktan kurtaran hürriyet dinidir. Sadece İslâm dinidir ki, insanları bir olan Rabbe ibâdet etmeye çağırmış ve onları çeşitli bâtıl inançların yanlış sonuçlarından koruyarak, böylece onları Allah'ın dışındaki varlıklara kul olmaktan kurtarmıştır.

Kur'an'da Rab Kavramı

“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tam 968 yerde geçer. Rab kelimesinin çoğulu olan “erbâb” 4 yerde ve bu kelimeden türemiş olan “Rabbânîyyûn” 3, “ribbiyyûn” ise bir yerde kullanılır. Toplam olarak “rab” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 976 yerde tekrar edilir.

Kur’ân-ı Kerim, besmeleden sonra “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir” cümlesiyle başlamaktadır. Bu giriş oldukça ilginçtir. Vahy kitabı olan Kur’an söze Allah’a ait en önemli özelliği vurgulayarak, insanlara bu önemli gerçeği hatırlatarak başlıyor: Allah’ın Rabliği. Her türlü övgü, her türlü saygı ve itaat ifadesi, her türlü şükran duygusu ve bağlılık; bütün âlemlerin, âlem diye nitelediğimiz bütün varlıkların asıl sahibi, mâliki, yöneteni, bakıp gözeteni, koruyup ihtiyaçlarını gidereni, onlara dilediği gibi yön veren yüce güç sahibi Allah’a aittir. Kur’an, O’nun sözüdür ve O yaratıp şekil verdiği insanları müjdeliyor, korkutuyor, doğru yola dâvet ediyor. Çünkü O, âlemlerin Rabbi Allah’tır.

Rab ismi, Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir ki, ilk nâzil olan 30 sûrede "Rab" ismi 80 kez geçtiği halde, "Allah" ismi sadece 20 kez geçer. Buna göre Rab lafzı, Allah lafzının dört katı olmuş oluyor. Elbet bu gerçek, tesadüfle açıklanamaz.

Kur'an, ilk mü'minlerin gönlünde sahih bir Allah inancını oluşturmayı hedeflemişti. Çünkü sorun insanları Allah'ın varlığına inandırma sorunu değildi. Câhiliye insanı Allah'ın varlığına zaten inanıyordu. Ama bu insanlar sahih Allah inancını kaybettikleri, Allah'ın olanı başkalarıyla paylaştırdıkları için sapıtmışlardı. Bu nedenle Allah, ilk indirdiği âyetlerinde insanların zihinlerinde kendi rabliğini silinmez bir biçimde yazmayı murad ediyordu. Bundan dolayıdır ki, yaratıcının en büyük ismi olan "Allah"ın dört katı olarak "Rab" ismi kullanılmıştı. Rabliği kabul edilmemiş bir Allah'a müşrikler zaten öteden beri inanıyorlardı.

İşte Kur'an, Allah'ın rab oluşunu ilk mü'minlerin kalbine ve kafasına silinmez harflerle yazdıktan sonradır ki, taşın gediğine konduğunun delili olarak, tam sekiz ayrı yerde şu hitapta bulunuyordu: "Zâlikümüllahü Rabbüküm"[24] "İşte bu Allah'tır sizin Rabbiniz" Yani, ancak Allah olan, Rabbiniz olabilir, deniliyor. "Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlar" [25] ebedî saâdetle müjdeleniyordu.

Kur'an'da rabliğin belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında, insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden insan, rablik iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor, Rabbe ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları gerçek Rabbin emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablik iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rable ilgili âyetler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır. [26]

Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbinin Allah olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.

Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları

Âlemlerin tek Rabbi Allah'tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran, koruyan, gözeten... O'dur. Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında, toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta, sakat veya sağlam, gözü olan-olmayan nice varlıklara rızık veren O'dur. İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbini tanıyor, O'na itaat ve kulluk ediyor.[27] Bizim de fıtratımızda Rabbi tanıyıp kabul etmek ve O'na ibâdet etmek var. Kur'an bize Rabbimizi tanıtıyor.

İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz'af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah'a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.

Rablik taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve iktisadî güçlüler. Siyasî güçlerin rablik taslamalarına örnek; Fir'avn, Nemrut ve onların izinden giden çağdaş yöneticilerdir. "(Fir'avn,) ‘Ben sizin en yüce rabbinizim’ dedi."[28] "Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: 'Rabbim hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben de hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrahim: 'Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir' dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." [29]

Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablik taslayanların örnekleri de Kur'an'dan öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık atfedilen ölü veya diriler, yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da Karun'lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan, ezen ve üzenler ve de düzenler. Rablik iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında samimi değillerdir. Onlar sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık düzeni kurup devam ettirmeye çalışanlardır. Ebû Leheb'in Peygamberimiz'e (s.a.s.) gelip "Müslüman olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?" diye sorması üzerine Efendimiz cevap verir: "Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var." İnsanları sömüren düzenlerini ve çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini anlayan Ebû Leheb'in karşılığı şöyledir: "Bir köleyle beni eşit gören din olmaz olsun!" Kendisini güçlü gösteren insan, sanki bilmez mi, başkalarına ve her şeyden önce Allah'a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak yüce ve büyük olan Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”

Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği

Kur'an'da "ilâh" ifadesi putlar için de kullanılırken; "Rab" ismi putları ve tâğutları ifade için kesinlikle kullanılmaz. Kur'an, rablik vasfını sırf Allah'a hasretmiş, başkası için bu sıfatı kullanmamıştır. "Rab" olmayan bir tanrı edinme isteği, insanoğlunun en eski sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, insanın varlığını kuşatan bir tanrıdır. Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden öğrendiğimiz insan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı ve kontrol altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve nefsânî zaaflarına daha uygun bulmaktadır.

Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu, düşüncesi ve eylemi üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa kendi elleriyle icat ve imal etmiştir. Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş insanoğlunun bulduğu bu türden "rab olmayan" ilâhlarıdır. Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere geçen, yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa, okula, devlete, kanunlara, yaşayışa... karışmayan bir tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm bir tanrı. Rabliği kabul edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların dışına çıkamayan bir tanrı!

Tabii bu da kurtarmamış, insan en sonunda Rab olan bir Allah'a inanmak zorunda kalınca, bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve birliğini tasdik ettiği İlâhın rabliğini inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk, laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş insanın Rabbiyle olan ilişkisi bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır. Nasıl Allah'ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim'in hanif dinini tahrif ve tahrib etmişlerse, Allah'ın rabliğini inkâra kalkışan çağdaş müşrikler olan laikler de Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hanif dinini tahrif ve tahribe yeltenmişlerdir.

Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme

Allah'ın rab oluşu konusunda insanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına vermek, O'ndan başkasını rabler edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır. "Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rabler edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları şeyden uzaktır."[30] Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir. Bu, İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid kullar, velîler ve hatta Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da Allah'tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor. Yahûdileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini, evliya kabul edilen bazı diri ve ölüleri Allah'tan başka rabler edinme sevdasına düşmüşlerdir.

Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem'i boynunda altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir etmişti: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı."[31] Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan başkalarını rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de ardından insanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin. Fakat 'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabbe hâlis kullar olun' der. Ve size 'melekleri ve peygamberleri rabler edinin' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?" [32]

Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş insanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek, ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi, dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için yapılan piramitlere özenerek anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında dönmek, kabre karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzü suyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı insanlara kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de rableştirmeye ayrı örneklerdir.

İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini rabler edinmeleri sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahûdileşme temâyülü olan üstadını, ustasını, efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen "min dûnillâh" (Allah'ın dışında) lafzını iyi anlamak gerek.[33] Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek[34] demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.

Kur'an'da nehyedilen rablik, Allah'a mahsus olan bir sıfatı O'nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah'ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten ibâret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz. [35]

Allah'tan başkasını rabler edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır. [36]

Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir insana unvan olarak verildiğini ve uydurma tanrılıkları, rablikleri; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.

Kur'an, Allah'ın rab oluşundan söz ederken, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak da âlemlerin Rabbi olduğunu ısrarla vurgular. Allah, evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ etmiştir. Bazı filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin Rabbidir", "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır." âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline bırakmadığını açıklıyor.

Allah, âlemlerin Rabbidir. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin, gezegenler ve yıldızlar âleminin... Rabbi Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, insanlar, melekler, cinler âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsteki hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... Rabbi Allah'tır. Rivâyete göre, toplam sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir.

Her varlığın varlığı O'ndandır. Varlıklar, cisimleriyle değil; kendilerini cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır. Yani, hiçbir varlık, kendi halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle donatılmış da değildir. Mutlak güç ve kuvvet kaynağı sadece Allah'tır. İzafî olarak varlıkların fıtratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün "tabiat kanunları" veya "içgüdü" denilen birtakım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka bir şey değildir. Allah açısından sebep-müsebbip şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz. Sebep de müsebbip de Allah'tır. Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir sebep-sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları tarafından mutlaklaştırılıp âdeta Allah'ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır ki, bugün batının ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı burasıdır; yani sebepleri putlaştırmak. Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının maddî sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu Allah adını hiç anmadan yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.

Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O'nun rabliğini inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a aitttir. Her şey O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O'dur. O âlemlerin Rabbidir.

İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç önemli özellik verilmiştir: İrâde, konuşma ve bilgi. Allah'ın ilmi, irâdesi ve kelâmı mutlakken ve insan dâhil her şeyi kuşatmışken; insanın ilim, irâde ve kelâmı izafîdir, Allah'ınkilere tabi olmak zorundadır. Çünkü o yeryüzünde halife olarak vardır. Allah'ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini alacak ve O'nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama eğer insan Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde tasarruf etmeye kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte bu da, Allah'ın rabliğini kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.

Demek ki, Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrîî alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil; kendi irâdesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Dünyadaki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için, Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Kur'an, Allah'ın mutlak rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, râhiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah'ın mutlak anlamda rab olduğunu ilân ederken, Fir'avn, kavmine karşı, "en büyük rabbiniz benim"[37] diye seslenir. Yine Kur'an, insanları, birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah'ı rab edinmeye çağırır. [38]

Kur'an'da rab ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh kavramından önce gelmektedir. "De ki, sığınırım insanların Rabbine, insanların melikine, insanların ilâhına." [39] Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların birinci derecede Allah'ın yolundan ayrılmalarının nedeni rablik ve melikliği kendilerine özgü kılma, yani Allah'ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Allah rab ve melik olarak insanların hayatına müdâhale etmeyecek olursa, bu durumda rablik ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline geçecek, bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik olabileceklerdir. İnsan, arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi tatmin etmek ve dolayısıyla yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha başka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte rablik iddia eden egemen güçlerin zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlar, Allah'tan başka kimseyi rab kabul etmezlerse, zulüm en büyük desteğini de yitirmiş olacaktır. [40]

Günümüz İnsanının Çeşitli Rableri

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rable, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rabler aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın rabliğini, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık(!) Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!

Kur'an'ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rabliğini kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı olduğuna inansalar da O'nun tek rabliğine pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rabliğin bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rabler olduğuna inanıyorlar veya Allah'ın rabliğine teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rabliğine teslim oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin Rabbi. Hâlbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin Rabbidir.

Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Yâ Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasûlüllah "Yahûdiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan başka rabler edindiler."[41] meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahûdi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir."[42] buyurdu.

Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için, ona rab adı vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rab denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.

Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler var. Her insan, hangi Rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi Rabbe kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O'na kullukta bulunulmuş olunamaz. Peygamberimiz'in: "Rabbim Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol" anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rab kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.

Kabirde sorulacak insanlara: "Rabbin kim?" Dünyada rab anlayışı ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan. "Rabbim filandır" diyecek insan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbim Allah'tır" diyebilmek için, burada "Rabbim Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak ispatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek reçetesi: “Rabbim Allah” deyip dosdoğru olmak...

Rab Konusunda Sahih İtikad

Allah, âlemlerin Rabbidir. Her varlığın geçek sahibi Allah'tır. Varlıkların tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne Rab Allah'tır. Allah'tan başka ma'bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma'bud ancak Allah'tır. Rubûbiyet ve ülûhiyet sadece O'nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbini tanımasıyla mümkündür. Allah'ı tek ve gerçek rab olarak tanımak; O'nun emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah'a güvenerek başkalarının arzusunu O'nun emrinden üstün görmemek, O'nun hükümlerine uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir. Allah'ın yegâne rab olduğuna inanmak; her işi yönetip tanzim edenin, yine her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek demektir.

İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir.



[1] 17/İsrâ, 44

[2] 30/Rûm, 41

[3] “Hamd” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 30, 267; 3/Âl-i İmrân,, 144, 188; 4/Nisâ, 131; 6/En’âm, 1, 45; 7/A’râf, 43; 9/Tevbe, 112; 10/Yûnus, 10; 11/Hûd, 73; 13/Ra’d, 13; 14/İbrâhim, 1, 8, 39; 15/Hıcr, 98; 16/Nahl, 75; 17/İsrâ, 44, 52, 79, 111; 18/Kehf, 1; 20/Tâhâ, 130; 22/Hacc, 24, 64; 23/Mü’minûn, 28; 25/Furkan, 58; 27/Neml, 15, 59, 93; 28/Kasas, 70; 29/Ankebût, 63; 30/Rûm, 18; 31/Lokman, 12, 25, 26; 32/Secde, 15; 33/Ahzâb, 40; 34/Sebe’, 1, 1, 6; 35/Fâtır, 1, 15, 34; 37/Sâffât, 182; 39/Zümer, 29, 74, 75, 75; 40/Mü’min, 7, 55, 65; 41/Fussılet, 42; 42/Şûrâ, 5, 28; 45/Câsiye, 36; 47/Muhammed, 2; 48/Fetih, 29; 50/Kaf, 39; 52/Tûr, 48; 57/Hadîd, 24; 60/Mümtehıne, 6; 61/Saff, 6; 64/Teğâbün, 1, 6; 85/Bürûc, 8; 110/Nasr, 3.

[4] 1/Fâtiha, 6/En'am, 18/Kehf, 34/Sebe' ve 35/Fâtır sûreleri.

[5] 20/Tâhâ, 130; 50/Kaf, 39

[6] 10/Yûnus, 10

[7] 28/Kasas, 70

[8] 17/İsrâ, 44

[9] 13/Ra'd, 13

[10] 17/İsrâ, 44

[11] 30/Rûm, 18

[12] 14/İbrahim, 7

[13] 14/İbrahim, 34

[14] 34/Sebe' 13

[15] 29/Ankebut, 63

[16] 17/İsrâ, 111

[17] Müslim, Zühd 69; Ebû Dâvud, Edeb 9

[18] Ebû Dâvud, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35

[19] 14/İbrahim, 34; 16/Nahl, 18

[20] 34/Sebe' 13

[21] Bak. 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13

[22] İhsan Eliaçık, İslam ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 32

[23] 17/İsrâ, 44

[24] 40/Mü'min, 62, 64

[25] 41/Fussılet, 30

[26] Y. Çiçek, F. Yıldız, Hamd Rab, Bir Y., s. 47-49

[27] 41/Fussılet, 11

[28] 79/Nâziât, 24

[29] 2/Bakara, 258

[30] 9/Tevbe, 31

[31] Tirmizî', Tefsir 10

[32] 3/Âl-i İmrân, 79-80

[33] 3/Âl-i İmrân, 64; 9/Tevbe, 31

[34] 45/Câsiye, 23

[35] 12/Yûsuf, 23

[36] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 176 vd.

[37] 79/Nâziât, 24

[38] 9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64

[39] 114/Nâs, 1-3

[40] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 148 vd.

[41] 9/Tevbe, 31

[42] Tirmizî, Tefsir 10


Tefsir Notları, Ders 5

Fâtiha Sûresi, Âyet 3

08. 04. 07

الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ

الرَّحْمَنِ Rahmân’dır : الرَّحِيمِ Rahim’dir :

"O, Rahmândır, Rahîmdir." (1/Fâtiha, 3)

Allah Rahmândır

"Rahmân", rahmetten sıfat mânâsı ifade eden Allah'ın yüce isimlerinden biridir. Çok merhamet sahibi anlamındadır. Rahmân, tam mânâsıyla Türkçe'ye veya başka bir dile tek kelimeyle tercüme edilemez. Esirgemek, acımak, bağışlamak, affetmek vs. bu kelimeyi tam anlamıyla karşılayamaz. Çok merhametli diye noksan bir şekilde tefsir edilebilirse de tam tercüme edilemez. Rahmân, Allah'ın hem sıfatı, hem de bir özel ismidir. Er-Rahmân: Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran, sevdiğini, sevmediğini ayırt etmeyerek bütün varlıklara sayısız nimetler ihsan buyuran demektir.

Rahmân sıfatı, peygamberler dâhil, hiçbir insan için kullanılamaz. Çünkü karşılıksız ve kayıtsız şartsız rahmet ve merhamet ifade eden Rahmân sıfatını, insanın fıtrî yapısı kaldıramaz. Çünkü insan, böyle bir merhameti gösterme gücüne, yarâdilışı icabı sahip bulunamaz. Dostları kadar düşmanlarına, kendisine inananlar kadar kendisini inkâr edenlere de rahmet ve merhamet gösterebilmek ancak ulûhiyetin şânındandır.

O Aynı Zamanda Rahîmdir

Er-Rahîm: Çok merhamet edici, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı demektir. Kur'ân-ı Kerim'in 115 âyetinde büyük çoğunluğu çok bağışlayıcı anlamına gelen ğafûr sıfatı ile birlikte olmak üzere rahîm sıfatı kullanılmıştır. Bu da Allah'ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğunu gösterir.

Er-Rahmân ism-i şerifinden Allah Tealâ'nın ezelde bütün yaratıkları için hayır ve rahmet irâde buyurduğu anlaşılıyordu. Er-Rahîm ism-i şerifi ise, yarattıkları arasında irâde sahipleri için kat kat rahmet-i İlâhiyyeyi ifade eder. Yani, insandan başka her varlık kendisi için tayin edilen sınır içinde kendisine verilen nimetlerden yaratılışı sevki (içgüdü) ile faydalanır ve o sınırdan dışarı çıkmazken; irâde sahibi olan insanlar için terakki imkânı verilmiştir. Bu imkân, fıtrî nimetleri arttırma ve ebedîleştirme imkânıdır. Çiğneyip geçtiğimiz ottan, rüzgâr dalgalarına kadar her şey, bizim hayır ve mutluluğumuza yarayan nimet hazinesidir. Yine, yaratılışımızda, başka varlıklara verilmeyen birçok yeteneğin verilmesi ve tabiat kanunlarının âzat kabul etmez köleler gibi bize bağlı ve emrimize hazır olması, hep o şânı büyük Rahmân'ın lütuf ve ihsanlarının eseridir. Her şeyde, tabii kendimizde de gizlenmiş olan bu sayısız nimetleri meydana çıkarmak ve onlardan faydalanmak için çalışacağız. Bütün yeteneklerimizi işleteceğiz. Bu takdirde gayretlerimizin boşa gitmeyeceğini bize müjdeleyen işte bu, Er-Rahîm ismidir. Çünkü bu isme göre, her gayret, bir mükâfatla karşılanacaktır.

Er-Rahmân, Er-Rahîm isimleri iki türlü rahmet ifade eder. Er-Rahmân isminin ifade ettiği rahmet, hiçbir şarta, hiçbir gayret ve irâdeye bağlı olmayarak ihsan edilen rahmettir. Bu öyle geniş bir rahmettir ki, bütün varlıkları kaplar. Bunda çalışan çalışmayan, suçlu itaatli, imanlı imansız ayırt edilmez.

Er-Rahîm isminin ifade ettiği rahmet ise, Rahmân'ın lütfu olan rahmeti iyiye kullanarak çalışanlara bir mükâfat olmak üzere verilen rahmettir ki, en az bire on'dur. Çalışanın ihlâsındaki kuvvete göre Allah'ın daha fazla ve hatta sınırsız ve hesapsız mükâfatları da vardır. İşte, gayr-ı meşrû arzulara kapılmamanın, kötülükten korunmanın önemi bu yüzdendir. İyi bilmek ve unutmamak lâzımdır ki, ister dünya için, ister âhiret için olsun çalışanlarla çalışmayanlar eşit muâmele görmeyeceklerdir. [1]

Rahmetin İki Çeşidi; Rahmân ve Rahîm

"Rahmân" kullardan bir benzerinin çıkması mümkün olmayan; "Rahîm" ise, bir benzerinin çıkması mümkün olabilen nimetleri verebilen demektir. Bu bakımdan birincisi Allah'a hastır, başka hiç kimseye isim olarak verilemez. Rahîm ise, hem O'na, hem de başkasına denilebilir. Yine, Rahmân, nimetlerin en büyüğünü; Rahîm ise, en dakîkini (ince, hassas) verebilen demektir. Rahmân, dünya ve âhirette; Rahîm ise sadece âhirette merhamet edendir. Rahmân, tüm yaratılmışlara; Rahîm ise sadece mü'minlere merhamet edendir. Yani, Rahmân, dünyada mü'min, kâfir, münâfık herkese acıyıp rahmet eden; Rahîm ise âhirette sadece mü'minlere merhamet eden demektir.

Bir araya gelen bu iki sıfat, Allah'ın rahmetinin varlıkların tümüne ve bütün tecellîlere/yansımalara şâmildir. Rahmân ve Rahîm sıfatları, rahmetin bütün anlamlarını, özelliklerini ve sonsuz genişliğini ifade etmektedir. Cenâb-ı Allah bütünüyle rahmet sahibidir; Rahmet, acıma şefkat ve rikkat sahibi. Yarattıklarının hayatı için gerekli her şeyi Kendi üzerine almıştır. Onlara sürekli ihsanda bulunur. Yaratma, rızıklandırma ve nimetlendirme O'nun Rahmân ve Rahîm oluşunun sonucudur. "Kendi üzerine rahmet'i yazdı."[2] "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır."[3] "Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe eden ve Senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azâbından koru!" [4]

Varlıklar, meydana gelirken Rahmân'dan doğan rahmet sâyesinde vücuda gelirler. Rahîm'den doğan rahmet sâyesinde de büyüyüp ondan faydalanırlar. Bunun için "Dünyanın Rahmân'ı, âhiretin Rahîm'i" kavramı meşhur olmuştur. Gerçi Allah, hem dünyanın, hem de âhiretin Rahmân ve Rahîmidir. Rahmân sıfatı açısından yaratıklar yaratılmış; fakat hiçbirinin bu konuda fikri sorulmamıştır. Bu açıdan Rahmân'daki rahmetin gerçekleşmesi bir şarta bağlı değildir. Rahîm'deki rahmetin tahakkuk etmesi ise kulların dünyada iman ve amel etmeleri şartına bağlıdır. Rahmân'daki rahmet sâyesinde her yaratılan varlıkta fıtrî ve cebrî olarak bu rahmetin bir esintisi vardır. Eğer Rahîm sıfatı da böyle olsaydı, dünyada hiç kimsenin iman, amel, çalışma, bir şeyleri icat etmesi, hayırlı eylemler yapması gibi şeylere gerek kalmazdı. Böylece dünya hayatı durgunluğa düşeceği gibi, âhiret hayatı da hüsrâna uğrardı. Yaratılıştan mevcut rahmetle yetinilseydi, insanlar her yönleriyle durgunluğa girerek, nasıl olsa rahmet geliyor diye bir taş veya bir hayvan seviyesinde kalırlardı. Rahmâniyetin rahmeti sadece Allah'a ait iken, Rahîmiyetin rahmetinden bir parça da kullara verilmiştir. Böylece o durgunluk durumu ortadan kaldırıldığı gibi, bir ananın yavrusuna merhameti gibi durumlar da sağlanmaktadır.

Cenâb-ı Hak, eşyayı yoktan var ederken âdeta bize demiş oluyor ki, “isteseniz de istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi yaratıyorum. Sizin için gerekli olan şeylerle varlık ve hayatınızı devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle var ettikten sonra, Rahmâniyetimin kemâlini göstermek için, size Rahîmiyetimle de bir irâde veriyorum. İrâdenizi kullanmanıza ve kullandığınız irâdenin çapına göre de öteki âlemde size mükâfat vereceğim. Siz, irâdenizi kullanmakla bir şekle gireceksiniz. Bu şekil, âhiret âleminde bir kısım nimetlerden istifade etmeye hazırlanmak demektir. Yeter ki sizler, kendi hevâ ve hevesinize uyarak, benim rızâ dairemin dışına çıkmayın. Aksi takdirde orada cezanızın daha ağır olacağını düşünün.”

Düşünmeli ve ona göre davranmalıyız ki, Allah'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin ışığında bizim mazhar olduğumuz lütuflarla, yaptığımız işlerin birbirine münasip olması gerekir. Allah'ın bizi muhatap olarak kabul etmesine mukabil, bizim bu iltifatları değerlendirip değerlendirmediğimiz yönüyle kendimizi devamlı sorgulamalıyız. Rahmân ve Rahîm sıfatlarının engin ve sınırsız merhameti kuşattığı gibi; bir de küçük bir tekdir, ikaz ve uyarının bulunduğunu da unutmamalıyız.

Besmelede ve Fâtiha sûresinde "Allah" lafzıyla bütün güzel isimleri kendinde toplayan zâtın tasarrufunu takdim etmesinden çekinen ve irkilen insana Yaratıcımız, er-Rahmân ve er-Rahîm isimlerini zikrederek onlara yakınlık ve güven vermiş oluyor. Sanki bu isimlerle insanın kulağına şu mânâlar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde merhamet vardır. O, rahmetiyle sizi yaratmış ve yine rahmetiyle hayatınız için gerekli olan her şeyi hazırlamıştır. Ancak, sadece dünya sizi tatmin edemez. Sizin için Cemâlullah'ı temâşâ ve bir cennet de lâzımdır. O, Rahîmiyetiyle sizlere bunu da verecektir. Bir korkudan sonra insanın içinde sıcak bir ünsiyet meydana getiren bu iki sıfat ne kadar önemli ve bu iki ismin zikredilmesi ne kadar gereklidir. [5]

Kur'an'da Rahmet

Kur'an'da rahmet kelimesi, türevleriyle birlikte 339 yerde geçmektedir. “Rahmân” kelimesi 57 yerde[6], “Rahîm” kelimesi de 115 yerde[7] tekrar edilir. Rahmet; rahmet edilene bağış ve lütfu gerektiren bir kalp yumuşaklığı ve acımadır.[8] Rahmetin, Allah için kullanıldığı durumlarda bağış ve lütuf; kul için kullanıldığı durumlarda ise hem bağış ve lütuf, hem de kalp yumuşaklığı birlikte kastedilir. Kalp yumuşaklığı, beşerî bir eksikliği de içerdiğinden Allah'a izâfe edilmemiştir. Allah, rahmetini bağış ve lütuf olarak ortaya koyar.

Rahmet, Allah'ın ilk ve en belirgin vasfıdır. Azap ve gazap istisna ve şartlı iken; rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. "Azâbımı dilediğime isabet ettiririm. Rahmetime gelince, o, her şeyi topyekün sarıp çevrelemiştir."[9] Ayrıca Allah, merhamet edenlerin en merhametlisi (Erhamu’r Râhımîn)dir.[10] Kur'an'ın Allah'ın rahmetini aklımıza ve düşüncemize nakşetmesinin amacı, bizde merhamet duygusunu uyandırmak içindir. Rubûbiyet ile diğer sıfatlar için sık sık yapılan değinilerin amacı da budur. "Onlar ki, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutkunurlar, insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever."[11] Şu âyette Cenâb-ı Hakk'ın rahîm sıfatıyla mü'minlere merhameti açıkça görülür: "O, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için üzerinize melekleriyle birlikte rahmetini gönderir. Allah mü'minlere çok merhamet eden (rahîm) dir." [12]

Allah'ın rahmeti, insanın elde edip biriktirebileceği her türlü değerden daha üstün ve güvenilirdir.[13] O halde, kurtuluşu ümid etme bakımından, ibâdet ve ameline güvenmekten; Allah'ın rahmetini ümid etmek daha iyidir. Bu konuda en doğru yol, hem müslümanca ibâdet ve amel sergilemek, hem de amellerimize değil; Allah'ın rahmetine güvenmektir.

Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme demektir. Allah'ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muâmele etmesi anlamında Kur'ânî bir tâbirdir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı Kendisine vâcip kıldığını açıklamıştır: "Rabbiniz, sizden her kim bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi Kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir."[14] Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır. Allah, şânına yakışır bir acıma ve şefkat ile muâmele eder. [15]

Hayatın kaynağı da bu İlâhî rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak, insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok sağlam, dış etkenlerden korunmuş rahim denilen çok müsait bir ortamda birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıpırtısı, ancak böyle bir rahmet ortamında başlayabileceği için ona, aynı kökten türemiş olan rahim ismi verilmiştir. Dünyaya gelen her canlı yavrusu ancak, Allah'ın verdiği nimetler ve ana babasının sevgi ve merhametiyle gelişip büyüyebilir. Eğer bu merhamet duygusu olmasa, hayatın devamı mümkün olmazdı. Allah'ın "Benim rahmetim her şeyi içine almıştır."[16] âyeti bu gerçeği ifade etmektedir. Kadının döl yatağına rahmet kökünden rahim denildiğini söylemiştik. Aynı rahimden çıkanlar arasındaki yakınlığı ifade için ruhm kelimesi kullanılır. "Ruhm yönünden daha yakın."[17] Sıla-i rahim Kur'an'da şiddetle emredilmiştir. Gerek anne-baba, gerekse aynı rahimden çıkanlara karşı rahmetle davranmak, rahîm olmak gerekir. "Ülü'l-erhâm", yani rahim yönünden birbirlerine yakın olanlar Allah'ın kitabında birbirleri üzerinde hak sahibidirler: "Rahm sahipleri Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine daha lâyıktır." [18]

Sevdiklerimizden veya tanıdıklarımızdan birinin ya da herhangi bir yaratığın sıkıntı ve ıstırap içine düşmüş olduğunu öğrenince içimizde bir üzüntü duyar ve onun haline acırız. İşte merhamet, kalbimizde böyle bir teessür ile başlar, bu teessürün zorlamasıyla o zavallıyı sıkıntıdan kurtardığımız zaman sona erer. Sade acımak yeterli değildir. Acıyı giderip ferahlık vermeye gücü yetmek de gerekir. "Filanca merhametlidir" demek, "acınacak olaylar karşısında müteessir olur, kederlenir" demektir. Eğer o acıyı gidermeğe gücü yoksa, sade kederlenmekle kalır, başka bir yardım yapmak elinden gelmez. Bu durum ise noksan bir merhamettir. Fakat, "falanca merhametlidir, düşkünlere el uzatır, onlara yardım etmekten, iyilik yapmaktan zevk alır" demek, merhamet anlamının tam bir ifadesidir. Merhamet, iyilik yapmayı istemek ve yeri gelince yapabilmek demektir. Makbul olan ve herkesin sevdiği ve övdüğü meziyet budur. Bu ifadeye göre, merhamette bir teessür ve infial vardır. Halbuki Allah, infial ve değişmeden münezzehtir. Çünkü bu haller yaratıkların özellikleridir. Onun için er-Rahmân ismi, hayrı irâde etmek (dilemek) mânâsı ile tefsir edilmiştir. İrâde bir infial değil; belki bir işi yapmak veya yapmamak şıklarından birini tercih etmek demektir.

Rahmetin zıddı gazaptır. Halkın isyanı ve verilen nimetleri kendi istekleri ile kötüye kullanmaları sonucunda, ikinci derecede tecelli eden rabbânî bir hikmettir gazap. İsyan edenlere karşı gazâbın hükmü olan cezalandırma olmasaydı, sonunda itaat ile isyanın, imanla küfrün, nankörlük ile şükrânın farkı olmaması gerekirdi. Bu da hikmete uymayan bir eksiklik olurdu.

Hadislerde Allah'ın Rahmeti

Hz. Peygamberimiz'in hadislerinde Cenâb-ı Hakk'ın rahmet sıfatı açıklanmış, O'nun kullarına ve bütün yaratıklara olan merhametine yer verilmiştir. İnsanlarda ve bütün canlılarda bulunan acıma ve merhamet duygusunun Allah'ın rahmân sıfatından bir cüz olduğunu Allah elçisi şöyle ifade buyurmuştur: "Şüphesiz acıma, merhamet duygusu Rahmân'dan bir cüzdür."[19] Başka bir hadiste rahmetin bütün yaratıkları kapsamak üzere Arş'ta asılı bulunduğu belirtilir.[20] Bir hadis-i kudsîde; "Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir."[21] Diğer yandan insanların merhametli davranışının Cenâb-ı Hakk'ın da merhametine sebep olduğu şöyle ifade buyrulur:

"Güçsüzlere merhamet edenlere Rahmân olan Allah da merhamet eder."[22] "Allah insanlardan ancak merhametli olanları bağışlar."[23] "Merhamet etmeyen kimseye merhamet olunmaz." [24]

Canlılar, İlâhî rahmetin çeşitli tecellîleri olan ve saymakla bitirilemeyecek nice nimetler sâyesinde hayatiyetlerini devam ettirirler. "Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha rahat emebilmesi için bu sâyede ayağını kaldırır." [25] hadisi, rahmet cevherinin aslında bir bütün olduğunu, sadece insanlara değil, bütün yaratıklara verildiğini gösterir. Buna göre, Allah'ın gerçek rahmetinin büyüklüğünü düşünmek gerekir.

Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir insan, içinde İlâhî bir cevher taşıyor demektir. Merhameti olmayan kişi, bu İlâhî nimetten nasipsiz kalmıştır. Hz. Peygamber'in, çocukları sevip okşamasına hayret eden ve on çocuğundan hiçbirini öpmediğini övünerek söyleyen bedevîye; "Şayet Allah senin kalbinden merhameti söküp almışsa, ben sana ne yapabilirim? Acımayana acınmaz."[26] buyurması da bunu gösterir. Yine Allah rasûlü şöyle buyurmuştur: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muâmele eder. Siz yeryüzündekilere merhametli olun ki, göktekiler de size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim onu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar. Kim onu koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” [27]

İbâdetler, özellikle oruç ve zekât, merhamet duygusunu arttırır. Müslümanın merhameti bütün mü'minleri, bütün insanları, hatta bütün canlıları içine almaktadır. Çünkü İslâm, Yaratıcıya hürmet, yaratılana şefkat ve merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet peygamberi; "İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez."[28] buyurur. Küçüklere, güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara, hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak Peygamberimiz’in en önemli özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir. "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir."[29] "Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere -bütün canlılara- merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin." [30]

Allah, bütün varlıkları rahmetiyle var etmiş ve ezelden beri bütün muâmeleler rahmet üzerine akıp gelmiştir. O yüzden Allah insanları temiz bir fıtrat üzerine yaratmış ve onlara sınırsız, hesapsız nimetler vermiştir. Verdiği bu nimetleri arttırma ve ebedîleştirme yollarını bildirdiği gibi, o nimetleri kötüye kullanma yüzünden zarar ve ziyana uğrama tehlikelerini de göstermiştir. Bu suretle fayda ve zarar yollarını açarak, bu yolların başında insanı serbest bırakmıştır. Fakat indirdiği kitaplar, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla faydalı yola gidenlerin, rızâsıyla karşılaşacaklarını, zararlı yola sapanların gazâbına uğrayacaklarını da önceden haber vererek hayırlı yola teşvik etmiştir. İnsanın ileride, ebedîyet âleminde karşılaşacağı ceza ve ihsanın, meydana gelmesinden önce bildirilmesi ne büyük lütuftur.

Rahmân olan Allah, mü'mine iki göz verip de kâfire tek göz vermemiştir. Ellerimiz, dillerimiz, ayaklarımız mü'min kâfir ayrımı olmaksızın aynıdır. Rahmân olan Allah, havayı kimsenin tekeline bırakmamıştır. Mü'minle kâfir bunlardan herhangi bir ayrıma tâbi olmadan yararlanıyor.

Hastalık, Sakatlık ve Bazı Musibetler de Rahmettir

Dünya bir tiyatro sahnesidir. Hepimize kader, farklı roller dağıtmış. Âhirete göre bir-iki saat sayılan şu dünya sahnesinde, rolümüzü beğenmeyip ille zengin, güzel ve yakışıklı role özenmek usta oyuncuya yakışmaz. Bize hangi rolün daha iyi gideceğini bizi bizden iyi tanıyan Yönetmen takdir etmektedir. Doğru olan, bize verilen rolü en güzel oynamak ve göz perdelerimiz kapanınca alkışları hak etmek, Yüce Senarist ve Rejisörden ödül almaktır.

Bazı insanların kör, topal, sağır olarak yaratılmaları da hem kendilerine, hem başkalarına rahmet olabilir. Biz bunu çoğu zaman bilemeyebilir, fark edemeyebiliriz. Asıl olan sıhhattir. Hastalık ârızîdir, geçicidir. Sağlık bizim için rahmettir. Ama hastalık da birçok rahmete vesile olabilir. Düşünelim ki doktor, hastalarına baklava dağıtırken iki kişiye baklava vermiyor. O iki hasta rica ediyor, yalvarıyor ama doktor yine vermiyor. Dışarıdan birisi doktorun haksızlık yaptığını, o iki hastaya bir kastı olduğunu zannediyor. Doktordan durumu sorduklarında ise o ikisinin şeker hastası olduğu veya tatlı şeylerin o hastalar için zararlı olduğu belli oluyor.

Kehf suresinde Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) ile bir sâlih kulun yolculuğunu anlatır. Mûsâ (a.s.) ile o sâlih zat bir gemiye binerler. O sâlih zat gemide hasar meydana getirir. Mûsâ (a.s.): "Gemiye niçin zarar verdin?" diye sorduğunda cevap vermez. Uzun bir yolculuktan sonra yaptıklarının hikmetini Hz. Mûsâ'ya açıklar: "Gemi fakirlerin idi. Arkadan gelmekte olan bir kral (korsan) o gemiyi gasp edecekti. Ancak ben onu ayıplı hale getirince gasp etmedi" [31] der.

İsyanın zaten faydası da yoktur; zararı ise hem dünyada, hem âhirette görülecektir. Allah'tan gelen hastalık ve benzeri sıkıntılara çare aramakla birlikte sabreden, hamdini kesmeyen kişiye ise bu rahatsızlıklar, dünyada olgunluk, âhirette ise büyük mükâfat sebebi olacaktır. O yüzden hastalık da rahmettir. Hastanın isyan etmeksizin, çaresini aradığı halde bulamadığı için çektiği sıkıntıları, inlemeleri, günahlarına keffâret olabilir. Musibetler de insana rahmet olabilir; günahlarına mukabil dünyevî cezalarla insan esas azaptan kurtulmuş olabilir. İnsanlık, isyanla değil; verilen emanetleri verildiği doğrultuda kullanarak dünyada gönül rahatlığı, âhirette Rabbin rızâsını ve cennetini elde etmeye çalışmalıdır.

"Mâdem ki Allah rahmândır, dünyada kullar arasında ayrım yapmaz, peki niçin insanların akılları eşit değil?" diyor bazıları. Eğer akıllar ve bedenî güçler bütün insanlarda eşit olsaydı, ilim gelişmez, keşifler yapılmazdı. Evlerin plânı, rengi, bahçeler, yollar aynı tip ve renk olur, hayat çekilmez hale gelirdi. Spor karşılaşmaları, güreşler, koşular, bilgi yarışları yapılmaz, heyecan, zevk, neşe denen şey olmazdı. Çünkü güçler ve akıllar eşit. Herkes aynı saniyede aynı metreyi koşacak, rekorlar, rekabetler olmayacaktı. Bir güle bakan binlerce kişi, aynı kelimelerle aynı vezinle aynı şiiri yazacaktı. [32]

Rahmet, Tüm Evreni Kuşatmıştır

Kâinattaki her yaratılış, meydana gelen her olay, her şey rahmetin eseridir. Bu bakımdan, öncelikle esas olan rahmet'tir. Allah tüm kâinatta rahmetiyle tecellî halindedir. Bu rahmet her varlığı, kâfir-mü'min her insanı, melek-cin her yaratığı kapsar. İlâhî rahmetin gereği yaratmadır; rızıklandırma, nimetlendirme, yaşatma, güç-kuvvet, beceri, göz-kulak, el-ayak vs. vermedir. Bu, Allah'ın Rahmân oluşudur. Bunun için Rahmân, sadece Allah'tır. Kâinatta olup biten ne varsa her şey, Allah'ın yarattığı olarak güzeldir. "Her şeyin yaratılışını güzel yaptı."[33] Bu da rahmetin gereğidir. O'nun rahmetinin her şeyi kuşatmış olmasının sonucudur.

Tekvinî (yaratılış) düzlemden teşrîî (yasama) düzleme, sebepler âlemine, emir-yasaklar dünyasına indiğimizde rahmet özel bir konum kazanır. Allah bazı şeyleri yasaklar, bazı şeyleri de emreder. Yasak ve emirler, irâde sahibi varlıklar, yani insanlar ve cinler içindir. Bu düzlemde rahmet, adâlet elbisesi giyer ve herkes yaptığının karşılığını alır, kimseye en ufak bir biçimde zulmedilmez. Kâfirler de yine rahmetten yararlanır, hiçbir zaman rızıktan mahrum bırakılmazlar. Yaptıklarının karşılığını alırlar. Mü'minler de dünyada yaptıklarının karşılığını görürürler. Yani rahmet adâlet, adalet rahmettir. Şu kadar var ki, hayat yalnızca dünya hayatı olmayıp; dünya, gerçek hayat olan âhiretin bir ekim zamanından ibârettir. Bu bakımdan, Allah, insanları iman ve İslâm fıtratı üzere yarattığı ve onlara akıl, kalp, muhâkeme gücü, düşünme, tefekkür gibi yetenekler verdiği halde, âhiret hayatları azap hayatı olmasın diye elçiler gönderir, kitaplar indirir. Bazılarını, (isteyen ve lâyık olanları) imana muvaffak kılar. Bu da hem rahmet, hem de adâlettir.

Rahmetin İki Büyük Yansıması: Kur'an ve Peygamber

Kur'an hidâyet ve rahmettir.[34] Allah'ın Rahmân oluşu, Kur'an'ı öğretmesiyle yakından ilgilidir.[35] Kitap gibi, nübüvvet de bir rahmettir; İslâm da bir rahmettir. [36]

Allah'ın, rahmet olarak gönderdiği Kitaba iman edip, Allah'a ve Rasûlüne itaat edenlere amellerinin karşılığı, adâletin gereği dünyada verileceği gibi, âhirette de verilecektir. Bu ise bütünüyle Allah'ın rahmetindendir. Allah, onları imana muvaffak kılmış olup, günahlarını bağışlayacak ve âhirette rahmetiyle muamele edecektir. Kâfirlere ise, rahmetin ve adâletin gereği yaptıklarının karşılığı dünyada verilir. Mü'minlere Allah, fazlından fazlasını da ihsan eder. Mü'minlere olduğu gibi âhirette kâfirlere de dünyada yaptıklarının karşılığı ödenir. Bu bakımdan, azap da, mükâfat da rahmet'e bürünmüş adâletin veya adâlete bürünmüş rahmetin bir sonucudur. Fakat Allah'ın mü'minlere yaptıklarının karşılığını fazlasıyla ödemesi mahzâ rahmettir ve O'nun fazlındandır. "Allah'a ve Rasûl'e itaat edin, umulur ki rahmet olunursunuz." [37]

"Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır."[38] "Eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen kaybedenlerden oluruz." [39]

Allah'ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin ana tecelligâhı Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'dır. Bu bakımdan, Hz. Allah "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[40] buyurmuştur. Eğer O'nun rahmet oluşu, yalnızca peygamberliği dolayısıyla mü'minlere has olsaydı, "âlemler" lafzı kullanılmazdı. Çünkü âlemler içinde günahsız olan meleklerin de bulunması ihtimal dâhilindedir. Şu halde O'nun rahmet oluşu Rahmân isminin tecellî merkezi olarak bütün evren içindir. Onunla insanlar iman etmiş, İslâm'a girmiş ve kurtuluşa ermiştir. Bu bakımdan, âhirette her peygamber, ümmeti üzerinde şâhid olacakken, O, bütün peygamberler üzerinde şâhid olacaktır. [41]

Dikkat edilirse, çocuğun dünyaya gelişi, annesi için ciddi bir imtihandır. Onu büyütmek de onunla eş güçlükte bir imtihandır. Anne, çocuğu için her türlü rahatı feda eder. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir. Eğer hayat, zorluklardan ve imtihanlardan yoksun ise, hiç kimse hayatta kendini rahat hissetmez. Onlar olduğu için mutluluklar vardır ve bu ise Allah'ın rahmetidir. Bu rahmettir ki acıda zevki tattırır. Zıtlardaki uyumu tefekkür edince, meselâ Allah yolunda çekilen çilede, fânî dünyanın hiçbir yalancı zevkinde bulunmayan lezzeti fark ederiz.

Bazı ateistler, dünyadaki adâletsizlikleri, işkenceleri, düzenlerin ve egemen güçlerin zulümlerini göstererek, -hâşâ- "Allah var olsaydı, bunlar olmazdı!" diyor. Tabii, bunu söyleyenler, Allah'ı, Allah'ın her şeyi insanların maslahatına uygun güzellikte ve nizam içinde yarattığını bilemeyen, İlâhî rahmeti, Allah'ın Rahmân ve Rahîm olduğunu, dünyanın imtihan ve ekim yeri olduğunu anlayamayanlar olduğu için bunları söylüyorlar. Dünyadaki fesadın sebebi inançsız insanlardır. Allah, bu zâlimlere bazen fırsat vermekte, azâbını âhirete ertelemektedir ki "Rahîm" ve "din gününün sahibi" sıfatlarının gereği olan adâlet yerini bulsun. "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler." [42]

Mü'minin dünyadaki en önemli toplumsal görevi, imanını topluma yansıtmasıdır. Buna sâlih amel denir. Kâfir ve münâfıkların yeryüzünün düzenini bozmaya (fesat) kalkmalarına dur demek, kötülüğü yasaklamak zorundadır müslüman. İşte, fesadı ve fitneyi yeryüzünden kaldırmak için çalışmaya “cihad” denir. Müslümanlar bu cihadı terkettikleri için, inançsızlar suçu atacakları bir mercî bulup, yukarıdaki sözleri söyleyebiliyorlar. Fesat ne kadar küfür gereği ise; ıslah, yani sâlih amel de o kadar imanın gereğidir. Ve sâlih amel, Hz. Mûsâ'nın asası gibi, fesatları silip yok eder. Bunun için müslüman asaya, cihad araç ve gereçlerine ve daha önce de cihad ruhuna sahip olmalıdır: "Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür." [43]

Varlıkların terbiye ve tekâmülüne, yani oluşa, Yaratıcı tarafından rahmet ve merhametin hâkim kılınması, İlâhî iradenin tavrıdır. Hal böyle iken, dünya planında ortalığı dolduran merhametsizlik, kahır ve zulüm ne oluyor? Cevabı bulmak hiç de zor değildir. Onlar, İlâhî irâdenin ortaya koyduğu manzarayı, kendisine verilen hürriyet imkânını kötüye kullanan insanın çarpıtmaları ve karartmalarıdır. Âlemlerin rabbi, rahmetinin bir uzantısı olarak yeryüzü sofrasını, sözgelimi, beş milyar insanın rahatlıkla gıdalanacağı bir bolluk ve bereketle kurmuştur. Sofranın etrafını çeviren insanlardan, diyelim ki bir milyarı doymazlık illetine tutularak ve çeşitli hile ve kurnazlıklarla nimetlere el koyuyorlar. Sonuç kaçınılmazdır: Diğerleri ya aç kalacak, ya gereğince yiyemeyecektir. Al sana kahır, al sana zulüm, al sana mutsuzluk ve perişanlık... Ve şimdi soralım: Suç, yeryüzü sofrasını kurup donatanın mıdır, yoksa, bahsettiğimiz iğrenç kurnazlığa tenezzül eden insanın mı?

Allah, varlığı, rahmetinin eseri olarak var ettiğine göre, varlık ve oluşu rahmeti boğarak seyreden, sadece kaos ve mutsuzluk görür. Kur'an, esrarlı üslûbuyla bu noktaya dikkat çekerken şöyle diyor: "Rahmân'ın yaratışında ve yarattıklarında herhangi bir çelişme, kaos ve düzensizlik göremezsin."[44] Bu demektir ki, varlık ve oluşa rahmet tavrı üzerine bakan; mutluluk, güzellik ve düzenden başka şey göremez. Çünkü Rahmân, onu öyle yaratmıştır. [45]

Kâinat nizamının işleyişini sağlayan hayat unsurlarının her birine düzenli mükemmelliği sağlayan yetenekler verilmemiş olsaydı, bu hayat unsurları da olmazdı. Kur'an, bunun böyle olmasının kâinatın her yanını kuşatan İlâhî rahmetten dolayı olduğunu anlatıyor. Her nesnenin tertibinde bir denge, bir uyum vardır. Bu düzen ve âhenk, rahmet-i ilâhînin bir tecellîsidir. Bize yaşamak nimetini ihsan eden Kudret, nimetlerin en kıymetlisi olan güzellik nimetiyle bizi donatmayı gerekli görmüştür. Bir yanda içimizde güzellik duygusu var edilmişken, öte yandan onun gözlemleyeceği güzel nesneler var edilmiştir. İlâhî rahmetin, her yerde işleyiş halinde olduğu inancına bizi götüren de, bu nizamdır.

Rahmet Sıfatının Kuldaki Tecellîsi; Merhamet

Aramızdaki merhametli insanlar, Allah'ın rahmet sıfatına mazhar olmuşlardır. (Mazhar, bir şeyin göründüğü yer demektir.) Allah'ın merhameti, içimizdeki merhametli insanlardan sezilir. Eğer dünyada merhametli insanlar olmasaydı ve merhamet denilen anlamdan ortada hiçbir iz bulunmasaydı Allah'ın rahmeti bilinmez ve merhamet hakkında hiçbir fikir edinilemezdi.

İnsanlardaki merhamet sıfatı, Allah'ın rahmet sıfatına tümüyle benzemez. Allah'ın hiçbir sıfatının benzeri yoktur. O bütün sıfatlarında tektir, eşsizdir. İnsanlardaki merhamet, Allah'ın merhametini bildiren bir iz, bir nişandır. Bir şeyin izi o şeyin ne benzeridir, ne de ondan bir parçadır. Yalnız ona delâlet eden bir gölge veya bir yankıdır. Asıl merhamet, Allah'ın merhametidir. Yani merhamet kelimesinin gerçek anlamı, Allah ile beraber bulunan anlamdır. İnsanlara merhametli denilmesi hakikat anlamıyla değil, mecaz mânâsı itibariyledir. Allah'taki merhametle insanlardaki merhamet arasındaki münasebet, yalnız kelime benzerliğinden ibârettir.

İnsanların hayatı, kudreti, bilgisi sınırlı olduğu gibi, merhametleri de sınırlıdır. Merhametli insanları bir sıraya koymak ve her birinin konumunu, derecesini tâyin etmek mümkün olsaydı, bunun için elimizde bulunması gereken ölçü ne olabilirdi? Şüphesiz bu özelliğin kuvveti ve yaygınlığı. Hayırseverlilikte en yüksek duygu sahibi, hayır yapmakta en geniş kudret sahibi kim ise, en önde o bulunacak ve herkesin, hatta merhamette yarışanların bile takdir ve hürmetlerini üstüne toplayacak olan da o olacaktır. Şimdi, bu en merhametli farz ettiğimiz zâtın merhametini inceleyelim: Bu adam, birçok hayır kurumları meydana getirmiş, hastahaneler, çeşmeler, yollar, köprüler, mescidler, kurslar, okullar yaptırmış olsun. Bu kimse, nice fakir ve kimsesiz çocukları himayesine almış, onları hayırlı birer uzman olacak şekilde yetiştirmiş olabilir. Birçok felâketzedeye yardım etmiş, sermayesizlere sermaye, evsizlere ev, işsizlere iş bulmuş... Peki, yardım ettikleri acaba ne kadar tutar, bir memleketi doldurur mu dersiniz?

Bu faâliyeti ne kadar geniş kabul edersek edelim, sayısı rakamlara sığmayan yaratılmışlar üzerinde tâ ezelden sonu gelmeyen müddetler boyunca ve bütün yaratıklara tecellî edip duran Allah'ın merhameti karşısında çok sönük kalacaktır. Sonra, insanlar, yaptıkları iyilikten mutlaka kendilerine ait bir menfaat beklerler. İsim yapmak, şan ve şöhret kazanmak veya sevap ve mükâfat dilemek gibi bir hedef, bir amaç gözetir. Dünyevî veya uhrevî bir karşılık bekler. Çünkü noksanlıkları, ihtiyaç ve âcizlikleri böyle icap ettirmektedir. Bu ise, cömertlik değil; bir çeşit karşılıktır. Hakiki cömertlik, minnetsiz, garazsız, karşılıksız olarak yapılan iyiliktir. Buna da insanlar muktedir değildir.

Allah her yönüyle eksiksiz ve kâmil bulunduğu için, zâtına ait beklediği herhangi bir şey, bir kemâl yoktur. O yüzden, O'nun cömertlik ve rahmeti herhangi bir kemâlin beklentisi için olması imkânsızdır. Mutlak ve hakiki merhamet edici ancak O'dur. Daha doğrusu, merhametli dediğimiz şahısların kendilerini yaratan O olduğu gibi, ellerindeki nimetleri yaratan da O'dur. O nimetlerden muhtaçlara vermek üzere gönüllerinde arzu uyandıran da yine O'dur. Bütün bunları sahibine verdikten sonra, ortada kalan şey, yalnız hayır sahiplerinin irâdesi, yani hayır yapmaya vicdanlarında karar vermiş bulunmalarıdır. Fakat bu da yine Allah'ın verdiği özgürlüğün bir sonucudur. Ama, onlar Allah'ın verdiği bu özgür irâdeyi kötüye kullanmayıp iyi niyete sarf etmişlerdir. Mükâfata hak kazanmaları da işte bu yüzdendir. [46]

Rahmân ve Rahîm Sıfatlarının Düşündürdükleri

Er-Rahmân ve er-Rahîm isminin zevkini duyan gönüllere yeis ve ümitsizlik giremez. Müslüman, ne kadar darlık ve ıstırap içine düşerse düşsün, Allah'ın mutlaka onu selâmete çıkaracağına emindir. Çünkü kesinlikle bilir ki, O merhametlilerin merhametlisi, kerimlerin ekremidir. Allah'ın bu sıfatlarına gönülden inanan insanda, ciddi anlamda bunalım, stres, karamsarlık ve kötümserlik bulunamaz. Çağımızda gittikçe yaygınlaşan intihar fâciasının ümitsizlikten, bunun da çok defa Rahmân ve Rahîm sıfatlarının sahibi bulunan Allah'a imansızlıktan ileri geldiği bilinen bir gerçektir.

Âhirette mü'minle kâfiri ayırt eden, mü'mine cennetini veren Allah, Rahîm ismiyle rahmet edecektir. Rahîm, mazlumların son sığınağıdır. Bu dünyada insanların haklarını yiyen, Hakka karşı gelen, halka zulmedenler para, makam ve unvanlarıyla dünyada cezalarını çekmeden giderlerse de, âhirette malları, evlatları, orduları, servetleri onlara fayda vermeyecektir. Rahîm ismi, kâfirler ve zâlimler için tehdit; mü'minler ve mazlumlar için ise teselli ve sığınaktır.

Fâtiha sûresinin girişinde, Allah'ın, âlemlerin rabbi olduğu tanıtılırken, tevhid inancının evrenselliğine işaret edilmişti. Rabbimiz, yalnızca âlemlerin rabbi, yetiştiricisi, eğiticisi, öğreticisi, onlar üzerinde otorite sahibi olmakla kalmıyor; aynı zamanda onlara karşı engin merhamet de taşıyor. Allah'ın, Kitab'ını "rahmet" olarak nitelemesi de bu noktada çok önemlidir. Rabbimiz, Kitab'ı göndermekle neyi dilemektedir? İnsanların yeryüzünde mutlu bir şekilde yaşamalarını, sıkıntı çekmemelerini, anlaşmazlıklarını hak ölçüye göre çözmelerini... Kullarına karşı bu merhameti, acıması ve sevgisi, Kitab'a "rahmet" adını vermesine neden olmuştur. İşte bu yönleri dolayısıyla burada, tevhid inancının sevgi yönüne, insanî yönüne değinilmektedir. Tevhid toplumu, "kin, garaz, haset, zulüm" üzerine kurulu değildir. Bu toplumda, Rabbimiz Rahmân-Rahîm olduğundan, O'nu rab olarak kabullenen insanlar da birbirlerine karşı merhamet doludurlar. İlişkileri bu düzlemde cereyan eder. "Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert; birbirlerine karşı merhametlidirler." [47]

Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen[48] Peygamberimiz (s.a.s.)'in sıfat ve ahlâkından biri de ümmetine merhameti ve şefkati idi. "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir."[49] Rasûlullah (s.a.s.)'in ümmetini ateşten uzaklaştıracak şeyleri göstermesi, onun şefkatinin bir eseridir. Bunu, şu güzel temsille dile getirmiştir: "Benimle ümmetim bir ateş yakan ve ateşine kelebek ve çekirgeler düşmeye başlayınca onları men etmeye çalışan kimse gibiyiz. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Siz, benim elimden kurtulup ateşe düşmeye çalışıyorsunuz."[50] Rasûlullah bir gün torunlarını öpüp okşarken bir bedevî huzuruna gelmişti. Evlât şefkatinden mahrum olan bu adam, gördüğü manzaraya duyduğu hayretini gizleyemedi ve: "Benim on çocuğum var. Bunlardan hiç birini öpmüş değilim" dedi. Peygamberimiz: "Şayet senin kalbinden Cenâb-ı Hak, merhameti söküp almışsa ben ne yapayım?" buyurdu ve ilâve etti: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez." [51] Efendimiz, kendi nefsi için hiç kızmaz; ancak Allah'ın haramları çiğnendiği zaman kızardı. Dâvetçi de böyle olmalı, nefsi için kızmamalıdır.

Bir seferinde de ashâb-ı kiram, Hz. Peygamber'in va'z u nasihatini pür dikkat dinlerken, O'nunla görüşmek isteyen yaşlıca bir zat kalabalık arasından Rasûllah'a yaklaşmaya gayret ediyordu. Rasûllah'ın sohbetini bölen bu ihtiyara yol açmada biraz ağır davranan ashâbın bu tavrı gözünden kaçmayan rahmet ve merhamet peygamberi, derhal onları ikaz etti: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir." [52]

Kin ve düşmanlık, dâvet açısından asla kazandırıcı, neticeye götürücü olamaz. O yüzden dâvetçi, kin ve husumetine mağlup olmayacak, muhatabına karşı buğz değil; muhabbet ve merhamet besleyecektir. Ama bu sözlerimizden Rasûlullah'ın "Amellerin en hayırlısı, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir."[53] hadisini inkâr ettiğimiz mânâsı çıkarılmamalıdır. Veya Allah için buğzun da bu hadiste ifade edildiği şekilde gerekliliği karşısında kalpte buğz ile şefkat ve merhameti te'life uğraşmanın tenâkuz olacağı zannedilmemelidir. Hayır, günah ve ma’siyette bulunanlara karşı aynı anda hem rahmet ve şefkat beslemekle, hem de Allah için buğzda bulunmak arasında hiçbir tenâkuz, teâruz yoktur. Ancak, Allah için buğz ile, nefs ve heveslerine uyularak yapılan buğzu birbirine karıştıranlara göre böyle bir tenâkuz vardır. Önce "Allah için buğz nedir?" bunu bilmek gerekir.

Allah için buğz, bir müslümanın, ma’siyetler içerisinde bulunan bir kimseye hatası, isyanı dolayısıyla, nefsinde onun şahsına karşı hiçbir tiksinti bulunmaksızın buğz etmesidir. Yani onun ma’siyetine, isyanına, gafletine öfke ve kin beslemesidir. Elbette ma’siyet ve isyana karşı yapılan buğz, bunları işleyenin şahsına duyulan şefkat, merhamet ve acımadan ileri gelmektedir. Bu demek olur ki, Allah için duyulan buğz ile sevgi ve merhamet arasında zannedildiği gibi tezat ve tenâkuz değil; tam bir uyum ve kaynaşma vardır. Çok sevdiği oğluna zarar veren, onun felaketine sebep olacak kötü insanlara veya kötülüklere bir baba kızar. Nasıl bu kızması oğluna duyduğu sevgiden doğarsa; aynen öyle, dinde veya nesepte kardeşimize merhametimiz, onun helâkine ve âhiret zararına sebep olan ma’siyet ve günahlarına buğzu gerektirir. Bu buğz, merhametin sonucudur.

Müslüman dâvetçi, şahsı ve nefsi için kin ve düşmanlık beslememeli, öfkesini yenmeyi bilerek bütün bir insanlığa şefkat ve merhamet duymalı, onların hidâyeti için çalışmalı, nasihat etmelidir. Onları İslâm'a dâvet etmesi şefkatinin, merhametinin bir eseridir. Çünkü dâvet kabul edilirse, ihtimal ki onların cehennemden kurtuluşu ve Allah rızâsına kavuşmaları gibi en büyük faydalar söz konusudur. Dâvetçi kendi nefsi için istediğini onlar için de ister. Kendisi için istediği en büyük şey ise iman ve hidâyettir. O, onlar için de bunu arzu eder. Hangi ölüm, sapıklık ve Allah'a karşı isyandan daha büyüktür? Dâvetçi, dâvetiyle isyankâr azgınları helâk ve hüsrandan kurtarmak için çalışır.

Merhamet, câhillerden gelecek her türlü zorluğa karşı sabırlı olmayı kolaylaştırır. İnsandaki acıma duygusu, gafil ve câhillerden çıkacak her türlü engele karşı direnmeyi öğretir. Dâvetçi onlara, oynayan çocuklar nazarıyla bakar. Küçük çocukların işi oyun, onların seviyesi bilgiden mahrumluk, faydalı veya zararlı olacak şeyleri kavrayamamaktır. Bunun için dâvetçi, onlara nasihat ederken, onların yüz çevirmelerine, kendisine zorluk çıkartmalarına ve eziyet vermelerine şaşmaz. Nasıl ki, bir çocuğa öğüt verir, ateşe ve tehlikeli bir şeye dokunmaktan men edersin de o da bağırır, öfkelenir, hatta bazen sana eziyet bile verir. Aynı şekilde dâvetçi de muhâtaplarının engellerine şaşmaz.

Rasûl-i Ekrem, Kureyş'e karşı dâvet görevine çok ağır şartlar altında devam etmiştir. Onların eziyetlerine tahammül ederek şöyle demiştir: "Ey Allah'ım, kavmime hidâyet ver; çünkü onlar bilmiyorlar." Kaba davranmak, etrafındakilerin dağılmasına sebep olur. Merhametten mahrum katı kalpli bir dâvetçi, çalışmasında muvaffak olamaz. Söyledikleri doğru da olsa insanlar ona meyletmez. Bu, insan doğasının icabıdır. İnsanlar fıtraten katı, sert ve sıkıcı davranışlardan nefret ederler. Böyle kimselerin sözleri kabul görmez. Çünkü bir nasihati kabul etmek, kalbin nasihat eden kimseye yönelmesine bağlıdır. Bu yönelme sert tabiat ve katı kalple elde edilemez. "Allah'tan bir rahmet sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen katı kalpli ve sert davransaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılıverirlerdi." [54]

O'nun Rahmân sıfatının dünyada mü'min-kâfir herkese merhamet etmesi, Rahîm sıfatının ise âhirette adâleti gereği sadece mü'minlere merhamet edip kâfirlere azap etmesi olduğunun bilincinde olarak, cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur'an'a yönelmeli, böylece hayat bulmalı, dirilmeli ve hayatımızı O'na vakfetmeye, O'na adamaya çalışmalıyız.

Rahmân ve Rahîm'e iman eden bir insan, Allah'ın yeryüzüne indirdiği rahmetten yararlanır ve yaratıklara rahmet nazarıyla bakar. Civcivini korumak için aslana karşı duran tavuk, yavrusu için kartala kanatları ve gagasıyla karşı duran serçedeki rahmet bizde de vardır. O madenimizi işletirsek, insanları imansızlaştırıp onların cehenneme atılmasına sebep olan tâğutlara ve ateistlere, insanların elinde avucunda ne varsa sömüren kapitalistlere ve zâlimlere karşı tavır alır, kahramanlara ve sâlihlere yakışan bir çıkış yolu buluruz.

Rahmân, O'nun dünyadaki tecellîsi, Rahim ise âhiretteki tecellîsi. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı hem âhireti hatırlıyoruz. Dünyamızın da âhiretimizin de O'nsuz olamayacağını düşünüyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası olduğunun bilincinde, dünyada da O'nunla, O'nun ölçüleriyle olmaya gayret ediyoruz.

Hz. Muhammed'in (s.a.s.) gönül vârisi olan kâmil insan, bir rahmet taşıyıcısı olmalıdır. Öyleyse biz de yaratılmışlara rahmet nazarıyla bakmalıyız. Rahmân'ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. O Rahîm'dir diyerek tembelliğe de düşmemeliyiz. Çünkü aynı zamanda O, din gününün (ceza ve ödül günü olan âhiretin) sahibidir.



[1] A.Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ, Yağmur Y., s. 37

[2] 6/En'âm, 12

[3] 7/A'râf, 156

[4] 40/Mü'min, 7

[5] H. Işık, Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Nil A.Ş. Y., s. 157

[6] Rahmân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 57 Yerde): 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 163, 13/Ra’d, 30; 17/İsrâ, 110; 19/Meryem, 18, 26, 44, 45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87, 88, 91, 92, 93, 96; 20/Tâhâ, 5, 90, 108, 109; 21/Enbiyâ, 26, 36, 42, 112; 25/Furkan, 26, 59, 60, 60, 63; 26/Şuarâ, 5; 27/Neml, 30; 36/Yâsin, 11, 15, 23, 52; 41/Fussılet, 2; 43/Zuhruf, 17, 19, 20, 33, 45, 81; 50/Kaf, 33; 55/Rahmân, 1; 59/Haşr, 22; 67/Mülk, 3, 19, 20, 29; 78/Nebe’, 37, 38.

[7] Rahîm Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde): 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 37, 54, 128, 143, 160, 163, 173, 182, 192, 199, 218, 226; 3/Âl-i İmrân, 31, 89, 129; 4/Nisâ, 16, 23, 25, 29, 64, 96, 100, 106, 110, 129, 152; 5/Mâide, 3, 34, 39, 74, 98; 6/En’âm, 54, 145, 165; 7/A’râf, 153, 167; 8/Enfâl, 69, 70; 9/Tevbe, 5, 27, 91, 99, 102, 104, 117, 118, 128; 10/Yûnus, 107; 11/Hûd, 41, 90; 12/Yûsuf, 53, 98; 14/İbrâhim, 36; 15/Hıcr, 49; 16/Nahl, 7, 18, 47, 110, 115, 119; 17/İsrâ, 66; 22/Hacc, 65; 24/Nûr, 5, 20, 22, 33, 62; 25/Furkan, 6, 70; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 11, 30; 28/Kasas, 16; 30/Rûm, 5; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 5, 24, 43, 50, 59, 73; 34/Sebe’, 2; 36/Yâsin, 5, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 32; 42/Şûrâ, 5; 44/Duhân, 42; 46/Ahkaf, 8; 48/Fetih, 14; 49/Hucurât, 5, 12, 14; 52/Tûr, 28; 57/Hadîd, 9, 28; 58/Mücâdele, 12; 59/Haşr, 10, 22; 60/Mümtehıne, 7, 12; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1; 73/Müzzemmil, 20.

[8] Râgıb, Müfredât

[9] 7/A'raf, 156

[10] 12/Yûsuf, 64, 92; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü'minûn, 109, 118

[11] 3/Âl-i İmrân, 134

[12] 33/Ahzâb, 43

[13] 3/Âl-i İmrân, 157

[14] 6/En'âm, 54

[15] Allah’ın Rahmetiyle İlgili Âyet-i Kerimeler

a- Allah'ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En'âm, 12, 16, 133; 7/A'râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65...

b- Allah Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yusuf, 56; 29/Ankebût, 21...

c- Allah'ın Mü'minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En'âm, 54; 7/A'râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94 ; 33/Ahzâb, 43...

d- Allah'ın Rahmetini İstemek: 2/Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A'râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83...

e- Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.

f- Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.

g- Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En'âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.

h- Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A'râf, 56.

i- Allah, Kur'an Okuyana Rahmet Eder: 7/A'râf, 204.

j- Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.

k- Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.

l- Allah'ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A'râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.

m- Allah'ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A'râf, 156.

n- Allah'ın Rahmeti Her Şeyi Kuşatmıştır: 7/A'râf, 156; 40/Mü'min, 7.

o- Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet etmez: 7/A'râf, 49.

p- Yağmur Rahmettir: 7/A'râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.

r- Kur'an Rahmettir: 7/A'râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhan, 6; 45/Câsiye, 20.

s- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhan, 6.

t- Allah'ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.

u- Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53

y- Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.

z- Allah'ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü'minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.

[16] 7/A'raf, 156

[17] 18/Kehf, 81

[18] 8/Enfâl, 75

[19] Buhârî, Edeb 13; Tirmizî, Birr 16

[20] Müslim, Birr 17

[21] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16

[22] Ebû Dâvud, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16

[23] Buhârî, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 9

[24] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65

[25] Buhârî, Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100

[26] Buhârî, Edeb 18

[27] Ebû Dâvud, Edeb 4941, 4/285; Tirmizî, Birr 16, hadis no: 1924, 4/323

[28] Müslim, Fezâil 66

[29] Tirmizî, Birr 15

[30] Ebû Dâvud, Edeb 58

[31] 18/Kehf, 71, 79

[32] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., c.1, s. 66

[33] 32/Secde, 7

[34] 16/Nahl, 89; 7/A'râf, 203

[35] 55/Rahmân, 1-4

[36] 11/Hûd, 28; 6/En'âm, 157

[37] 3/Âl-i İmrân, 132

[38] 7/A'râf, 56

[39] 7/A'râf, 23

[40] 21/Enbiyâ, 107

[41] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 434-436

[42] 30/Rûm, 41

[43] 8/Enfâl, 39

[44] 67/Mülk, 3

[45] Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 421

[46] A. O. Tatlısu, a.g.e. s. 39

[47] 48/Fetih, 29

[48] 21/Enbiyâ, 107

[49] 9/Tevbe, 128

[50] Müslim, c. 5, s. 911

[51] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65

[52] Tirmizî, Birr 15

[53] Ebû Dâvud, Sünnet 2; Ahmed bin Hanbel, V/146

[54] 3/Âl-i İmrân, 159