7 Kasım 2007 Çarşamba

fatiha tefsiri

* FÂTİHA SÛRESİ *


GİRİŞ


Fâtiha sûresi, Mekke’de nazil olmuştur. İlk vahiylerdendir.


Bu sûre, Kur’ân’ın bir önsözü ve bir özeti konumundadır. Sûreye ismini veren “Fâtiha” kelimesi “açan” anlamına gelmektedir. Bu sûrenin daha birçok ismi vardır. “Ümmü’l-Kur’ân” ve “Seb’ul-Mesânî” bunlardandır. Ümmü’l-Kur’ân, “Kur’ân’ın temeli” demektir. Bu sûre, Kur’ân’ın temel konuları olan inanç ve kulluk meselelerini genel hatlarıyla içerdiği için “Ümmü’l-Kur’ân” olarak adlandırılmıştır. Seb’ul-Mesânî ise, “tekrarlanan yedi” demektir. Yedi ayetten oluşan bu sûre, her gün beş vakit namazda kırk defa okunduğu için ona “Seb’ul-Mesânî” denmiştir.


Kur’ân, bu sûreyle açılmaktadır. Bu kısa önsözde Allâh inancı, Allâh-kul ilişkisi ve ahiret konusu özetlenmekte ve de insanlar doğru yola davet edilmektedir. Bu anlatılanlar, dinin özünü oluşturduğu için, kıldığımız namazların her rekatında Fâtiha okumamız emredilmiştir. Onsuz namazın yeterli olmayacağı bildirilmiştir.


Fâtiha sûresi, Allâh’ın kendi kitabını okumak isteyenlere öğrettiği bir duâdır. Okuyucuya şu dersi öğretmek için Kitab’ın en başına yerleştirilmiştir: "Eğer samimi olarak Kur’ân’dan yararlanmak, onu anlamak istiyorsan, Alemlerin Rabbine bu şekilde duâ etmelisin!"


Fâtiha sûresi, kulun duâsı; diğer sûreler ise, Allâh’ın kuluna verdiği cevaptır. Kul, kendisine doğru yolu göstermesi için Allâh’a duâ eder; Allâh da bu duâya cevap olarak, tüm Kur’ân’ı onun önüne koyar ve adeta şöyle der: "İşte, benden istediğin hidayet!"


Son olarak, gerek hamdın ve gerek­se Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birkaç hadis nakledelim:


"Zikrin en üstünü ‘la İlahe illallah’, duânın en yücesi ‘elhamdulillâh’tır."[1]


"Allâh’a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür."[2]


Allâh’ın elçisi (s.a.v.), Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur’ân-ı Kerim’deki en büyük sûreyi mescidden çıkma­dan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır.[3]


Yine birçok sahih hadiste Fatiha sûresinin şifâ özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır.[4]



TEFSİR


Ayetlerin tefsirine geçmeden önce, istiâze hakkında kısa bir açıklamada bulunmak faydalı olacaktır. İstiâze, yani "Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm" cümlesi, "Kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım!" anlamına gelmektedir. Yüce Rabbimiz, "Kur’ân okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allâh’a sığın"[5] ayetiyle, Kur’ân okumaya başlamadan önce şeytandan kendisine sığınmamızı emretmektedir. Çünkü şeytan, Kur’ân’ı okumaya ve anlamaya çalışan insanlara vesveseler verir. Daha önce akıllarına gelmeyen şeyleri hatırlatır. Bunlardan korunmak için Allâh’a sığınmak gerekir. Bu yapıldığında şeytanın, Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamamız için bize vereceği vesveselere karşı Allâh tarafından bir koruyucu kalkan oluşturulacaktır. En doğrusunu Allâh bilir!


Bu noktada, yanlış bir uygulamaya dikkat çekmemiz gerekiyor. Bazı insanlar, Kur’ân okumaya başlarken sadece besmele çekmekte ve eûzu okumayı ihmal etmektedirler. Oysaki asıl istenen eûzu okunmasıdır. Bu konudaki bazı kuralları Vehbe Zuhaylî şöyle özetliyor:


1. Kişi Kur’ân okumaya sûrenin ilk ayetinden başlıyorsa, hem eûzu hem de besmele okur.


2. Eğer Kur’ân okumaya bir sûrenin ilk ayetinden başlamıyorsa, okuması istenen sadece eûzudur.


3. Bir sûreden diğer bir sûrenin ilk ayetine geçerken sadece besmele okumak yeterlidir.


4. Bir sûreden, başka bir sûrenin başından olmayan ayetlere geçileceği zaman ne eûzu ne de besmele okumak gerekmez.[6]


1. Rahmân (merhameti geniş) ve Rahîm (merhameti sürekli) olan Allâh’ın adıyla!


Kur’ân’ı okumaya rahmeti bol olan Allâh’ın adını anarak başlıyorum. Umulur ki, merhametinden dolayı bu işimde bana kolaylık ve başarı ihsan eder. Herkesin yardım istediği birileri vardır. İnsanlar, bunlardan güçlü olduklarına inandıkları için yardım isterler. Ben, herkesten güçlü olan ve her istediğini yapmaya kadir olan Allâh’tan yardım istiyorum. Çünkü O’nun adının açamayacağı kapı yoktur. Yeter ki bu anahtarı iman ve amel ile birlikte kullanalım.


Okumaya ve herhangi bir işe Yüce Allah’ın adıyla başlamak, Allah tarafından Peygamber (s.a.v.)’e vahyedilmiş bir edep ve saygı kuralıdır. Bu kural ilk inen ayet olduğu ittifakla kabul edilen "Rabbinin adıyla oku"[7] ayetinde ifade edilmektedir. Yine bu, Allah’ın "Her şeyin başı, sonu, zahiri ve batını" olduğunu vurgulayan İslâmî düşüncenin temel ilkesiyle uyum içindedir. Buna göre O, her varlığın varoluşunu kendisine borçlu olduğu, her başlananın başlangıcının kendisinden kaynaklandığı tek gerçek varlıktır. O halde her başlangıç, her hareket ve her yöneliş O’nun adı ile olur.


Her işe Allah’ın adı ile başlamak ve bu başlamanın yansıttığı tevhid ve edep nasıl İslâm düşünce sisteminin ilk temel ilkesini oluşturuyorsa, “Rahman” ve “Rahim” sıfatlarının da merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve bütün alanlarını kapsaması, bu düşünce sisteminin ikinci temel ilkesini oluşturur ve Allah ile kulları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetini belirler.


Bu girişten sonra şimdi de ayette geçen kavramları açıklamaya çalışalım:


"Allâh": İlâh kökünden türetildiği ileri sürülen Allâh ismi, kainatın sahibi olan Yüce Zât’ın özel ismidir. Bu isim, O’nun bütün diğer isimlerini kapsayan genel içerikli ve özel nitelikli bir isimdir. İlâh kökünden türetildiği kabul edilirse, öncelikle yaratıcımızın tapınılmaya, itaat edilmeye ve saygı duyulmaya layık olan tek varlık olduğunu ifade ettiği söylenebilir.


"Rahmân": Rahmân, rahmeti geniş olan demektir. Yüce Allâh, bu geniş rahmetiyle dünyada bütün varlıklara, mümin kafir bütün insanlara merhamet eder, onların ihtiyaçlarını karşılar. Kainattaki bütün varlıklar da bu rahmetten kendilerine düşen payla şefkat ve merhamet gösterirler.


"Rahîm": Rahim, rahmeti devamlı olan demektir. Yüce Allâh, bu sıfatıyla müminlere sürekli merhamet eder. Onları, dünyada olduğu gibi ahirette de rahmetiyle kuşatır. Kafirlere ise adaletle muamele eder.


Besmelenin ardından, hamd ederek, tüm alemlerin Rabbi olduğuna inandığımız Allah’a yönelmeye sıra geliyor:


2-3-4. Bütün övgüler, alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve ahiret gününün sahibi olan Allâh’a aittir.


Bütün hamdler (övgüler), Allâh’a aittir. Çünkü O, alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve ahiret gününün malikidir.


Şimdi, bu ayetlerde geçen kavramları açıklamaya çalışalım:


Birinci kavram, hamd. Hamd, istenilerek (mecbur olmadan veya mecbur edilmeden) yapılan güzel bir işten dolayı onu yapanı övmek demektir. Bütün övgüler, doğrudan veya dolaylı olarak Allâh’a aittir. Yaptığı bir şeyden dolayı Allâh’ı öven, doğrudan Allâh’ı övmüştür. Bir insanı, yaptığı güzel bir davranıştan dolayı öven ise, dolaylı olarak Allâh’ı övmüştür. Çünkü ona, bu güzel işi yapma kabiliyetini veren Allâh’tır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, kul övünmekten sakınmalıdır. Çünkü övünmeye ve övgüye layık olan Allâh’tır.


Allah’a hamd etmek, mü’min bir kulun Allah’ı anar-anmaz kalbinden taşan duygularının ifadesidir. Çünkü en başta bu kulun varoluşu bile yaratıcısına karşı hamd ve övgüyü gerektiren ilâhi bir lütuftur. Her an, her saniye ve her adım başında yüce Allah’ın sayısız nimeti ardarda sıralanmakta, birbirini izlemekte ve başta insan olmak üzere bütün yaratıkları kapsamına almaktadır. Bundan dolayı her işin başında ve sonunda Allah’a hamd etmek İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; "O, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır. En başta da en sonda da hamd O’na mahsustur."[8]


Allah’ın mümin kuluna karşı olan bağış ve fazileti o derece yüksektir ki, bu kul “Elhamdülillah (Hamd Allah’a mahsustur)” dediğinde, ona bütün ölçülere baskın gelen ağırlıkta sevap yazar. Nitekim Sünen-i İbn Mâce’de, Abdullah bin Ömer’e dayanarak kaydedildiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ın kullarından biri;


"Ya Rabbi, sana zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim" dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen kulun amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun üzerine Allah’ın huzuruna çıkarak: “Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz” dediler. Yüce Allah, -kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde- meleklere: “Kulum ne dedi?” diye sordu. Melekler: “Ya Rabbi! O, ‘Ey Rabbim! Sana zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim’ dedi” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: “Kulumun o sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü huzuruma geldiğinde bizzat ben kararlaştırıp veririm..” buyurdu.


Gelelim ikinci kavrama, âlem kavramına… Âlem, alamet demektir. Bütün yaratılmışlar, onları yaratanın varlığına alamet oldukları için bu şekilde adlandırılmışlardır. İnsanlar alemi, bitkiler alemi, hayvanlar alemi, melekler alemi, özetle bütün alemler, bakmayı bilenler için Yüce Allâh’ın varlığına alamettirler, delildirler. Bir örnek verelim; Avustralya’da yaşayan ve çok obur olan Silus adlı bir kurbağa türü vardır. Bu hayvancık, yumurtladıktan sonra yavrularını yutar ve yavrular kuluçka dönemini annelerinin midesinde geçirirler. Tam iki ay… Bu süre içinde bu obur hayvancık, hiçbir şey yemez. Üstelik midesi de sindirim yapmaz. İki ay geçince yavrular kurbağanın ağzından çıkarlar. Bundan sonra Silus beslenmeye başlar, midesi çalışır. Bu olay, Allâh’ın varlığını gösteren bir alamettir. Çünkü bu olay, tesadüflerle izah edilemez. Böyle bir hadise ancak, hem kurbağaya, hem onun midesine, hem de zamana hükmeden bir zatın eliyle gerçekleşebilir.


Şimdi de üçüncü kavrama gelelim Rab… Rab, yaratan, yöneten, rızık veren ve aşama aşama olgunlaştıran demektir. Yüce Allâh, bütün alemleri yoktan var eden, onları yöneten, onların ihtiyaçlarını karşılayan ve onları aşama aşama olgunlaştırandır. Evet, Allâh, kainatı yaratmış, ama başıboş bırakmamıştır. Her an kainatı yönetmektedir ve insanlara da kanunlarını bildirmiştir. Bizlere “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Biz de, “Evet!” demiştik. O’nun kanunlarına uyacağımıza böylece söz vermiştik. Ancak bu sözümüzü unuttuk. Kimileri lisanla, kimileri de lisân-ı halle “Allâh, dünyayı yaratmış, ama insanları serbest bırakmıştır” demektedir. Böylece Allâh’ın Rab olduğunu inkar etmektedirler. O’nun kanunlarını önemsemeyen insanlar, nice zalimlerin ve kafirlerin kanunlarını şevkle uygulamakta ve savunmaktadırlar. Yüce Allâh, kendisinden başka Rab tanımamayı hepimize ihsan eylesin!


Rabbimiz, yönetici olduğunu ifade ettikten sonra merhametini belirten Rahmân ve Rahîm isimlerini anarak, yönetici konumunda bulunan kimselerin idareleri altında bulunanlara şefkatle muamele etmeleri gereğine de adeta işaret etmiştir.


Şimdi de "Ahiret gününün sahibi" ayetinde geçen Mâlik ve Dîn kavramlarını açıklamaya çalışalım.


Mâlik, sahip olan, hükümdar olan anlamında bir kelimedir. İslâm anlayışında yegane gerçek hükümdar Allâh’tır. Bütün insanlar, O’nun tebaasıdır. Ancak bazı insanlar, O’nu bırakıp da gölge hükümdarların peşine takılmışlardır. Bir imparatorluk düşünün, hakimiyeti altında birçok devlet bulunuyor. Bir imparator var, bir de bağlı devletlerin hükümdarları var. Bağlı devletlerden birinin başkanı imparatora baş kaldırmış. Halkından bazı insanlar da ona katılmış. Ne dersiniz, bunların sonu ne olacaktır? Bunların, imparatorun gazabına uğrayacağı şüphesiz değil midir? Buradan hareketle kendi durumumuzu gözden geçirelim.


İkinci kavrama, din kavramına geçelim. Din kavramı, Kur’ân’da çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bildiğimiz anlamda din ve karşılık bunlardandır. Bu ayette, karşılık anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz. Buna göre Allâh, yapılanların karşılığının verileceği günün yegane sahibidir. O gün kimi insanlar karşılık olarak ceza, kimileri de ödül alacaktır. Şu halde kendimize çeki düzen vermeliyiz. Allâh o gün, bütün kullarını toplayıp onlara yaptıklarının hesabını soracaktır. Dolayısıyla, Allâh’ın sadece merhametli değil, aynı zamanda adil olduğunu da asla unutmamalıyız.


Bütün bu anlattıklarımızdan dünyanın da ahiretin de Allâh’ın olduğunu öğrenmiş olduk. Şimdi de bunu kabullenen bireyin nasıl davranması gerektiğini öğrenelim;


5. Biz yalnız Sana kulluk eder ve yalnızca Sen’den yardım isteriz.


Madem ki, dünyanın da ahiretin de sahibi Allâh’tır, o halde kulluk yapılacak ve darda kalındığında yardım istenilecek olan da O’dur. Ey Allâhım! Biz, sadece Sana kulluk ederiz. Senin kullarına, çeşitli ideolojilere ve makamlara kulluk etmeyiz. Sen bize şah damarımızdan daha yakınken[9] bizler gibi aciz varlıklardan yardım istemeyiz, sadece Sen’den yardım dileriz. Yalnız Sana kulluk edeceğimize ve yalnız Sen’den yardım isteyeceğimize söz veriyoruz.


Sadece Allâh’tan yardım isteyeceğine söz veren kul, yardım dilediği en önemli konuyu dile getirir;


6-7. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet! Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil...


Allâhım! Sen’den en önemli dileğimiz bizi doğru yola, yani Kur’ân’da bildirdiğin yola[10]; kendilerine nimet verdiğin peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna[11] iletmendir. Bizleri gazabına uğrayanların (Yahudilerin vb.) ve sapıkların (Hıristiyanların vb.) yollarına uymaktan muhafaza eyle!


Son ayette anılan nimetler, anlaşılacağı üzere, zalimlerin, Firavunların, Nemrutların ve Karunların bile yararlandıkları ve bugün de doğru yoldan sapan kimselerin faydalandıkları bu dünyanın geçici nimetleri değil, doğru bir şekilde yaşamanın ve Allâh’ın rızasını kazanmanın sonucu olarak bahşedilen sürekli nimetlerdir.


Aslında doğru yolda olmak da başlı başına bir nimettir.


Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste Yüce Allâh’ın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum diledi­ğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (na­mazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allâh’a mahsustur” deyince Allâh, “Kulum bana hamdetti” buyurur. Kul “Rahmân ve Rahîm” deyince Allâh, “Ku­lum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliği­mi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” de­yince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacak­tır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların ve doğrudan sapmışların yoluna değil!” deyince Allâh, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.[12]


Bu sûre okunduktan sonra “Âmin!” denir. Bu kelime, “Allâhım! Duâmızı kabul et!” anlamına gelmektedir. Kişinin, okuduğu Kur’ân’ın muhtevasına göre yeri gelince tekbir getirmesi, yeri gelince cehennemden Allâh’a sığınması, yeri gelince Allâh’tan cenneti istemesi ve burada olduğu gibi duâ ayetleri okuyunca “Allâhım! Duâmızı kabul et!” demesi sünnettir.



SONUÇ


Yüce Allâh, bu sûre ile bizlere kendisini tanıtıyor ve duâ adabını öğretiyor. Kime, niçin ve nasıl duâ edeceğimizi anlatıyor. Bu sûrede bildirilenlerden anladığımıza göre insan, sadece Allâh’a kul olacak ve O’na duâ edecektir. Çünkü, her şey O’nundur. O’ndan başkasından yardım ve himmet istemek büyük bir gaflettir. Ayrıca duâ etmeye Allâh’ın kudretini, kendisinin ise acizliğini itiraf ederek başlayacak ve öncelikle Allâh’tan doğru yolda olmayı dileyecektir.


Bu sûre, tamamen Allâh’a yönelmemiz ve bağlanmamız gerektiğini bizlere göstermektedir. Sadece O’na kul olmak, sadece O’na sığınmak ve sadece O’ndan istemek gerekir.


Açıklamalarımıza doğru bir imanın önemini vurgulayan bir hadisle son verelim:


İbn Mes’ûd (r.a.) anlatıyor: "İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar"[13] ayeti inince, bu, müslümanlara ağır geldi ve dediler ki:


- “Hangimiz kendi nefsine zulmetmiyor ki?” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:


- "Hayır, burada kastedilen şirktir. Lokmân’ın oğluna söylediği şu sözü işitmediniz mi: “Oğulcuğum! Allâh’a şirk koşma! Çünkü şirk, büyük bir zulümdür” (Lokmân: 31/13)."[14]








[1] Tirmizî.


[2] İbn Mâce.


[3] Buhârî.


[4] Buhârî.


[5] Nahl: 16/98.


[6] Bkz. Vehbe Zuhaylî, et-Tefsîru’l-Vecîz, s. 613.


[7] Alak: 96/1.


[8] Kasas: 28/70.


[9] Kâf: 50/16.


[10] Bakara: 2/2.


[11] Nisâ: 4/69.


[12] Müslim, Salât, 38.


[13] En’âm: 6/82.


[14] Buhârî ve Müslim; Cem’ul-Fevâid, IV, 58.

Hiç yorum yok: