9 Kasım 2007 Cuma

fatiha üzerine mülahazalar (fethullah gülen)


Euzu... İle Alâkalı Mülâhazalar



İnsan, Kelâmuİlah'a girmek istediğinde kalb, ruh ve hissiyatını Kur'ân'a girmeye hazır hale getirmelidir. Bu da ancak, buraların, şeytan hakimiyetinden kurtarılıp temizlenmesiyle mümkündür. Allah'ın, meleklerinin arasından çekip aldığı ve dergâhından kovduğu, rah­metinden mahrum ettiği ve bir daha da semâya çıkmayı ona haram kıldığı şeytanı, insan da Kabe'den daha kudsi ve Sidre'den daha muallâ oîan kalbinden tard edip kovmalıdır ki Allah ahlâkı ile ahlâklanmış ve Kur'ân'ın içine girmeye hak kazanmış olsun. İşte bu duygu ve düşünce içinde, her hayırlı işte olduğu gibi Kur'ân'a başlarken de evvelâ diyor ve söze öylece


başlıyoruz. İmam Ahmed b. Hanbel, Sevrîve Evzâiye göre "Semi" ve "Alîm" kelimelerini de eklemek gerekir.


Onlara göre bu cümle şeklinde olur.


(Eûzu) sarf ve iştikak ilmine göre kelimesinden iştikak etmiş "türemiştir." Birincisi: İltica ve Allah'a sığınmak. İkincisi; İstîcâr; Allah'ın ateşinden, azabından korkmak, ürkmek, titremek. Üçüncüsü de: îîsak ve yapışmak demektir. Öyle ise bu üç mânâya göre (Eûzu)'yü söylemek istersek şöyle olacaktır:


Birincisi: Allah'ın lütfuna, inayetine, ihsanına iltica ediyorum.


İkincisi: Allah'ın lüftuna dayanarak O'nun azabından yine O'na sığınırım.


Üçüncüsü: Allah'a dayanıyor, Allah'a tutunuyor, iltisak ediyorum. Her şeye karşı kuvvetsizliğimle beraber O'na dayandığım için, bu müthiş kuvvetle herşeye meydan okuyorum. İşte, başımda değirmen taşlan çeviren ve bana karşı çeşitli tuzaklar kuran korkunç şeytana karşı da böyle bir güçle çıkıyorum.


(Billah), Allah kelimesi kâinatta tecelli eden bütün


Esmâ-i Hüsnâ'nın mânâsını camidir. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf, bütün kâinat, İsimlerinin cilveleriyle dalgalanan, kâmil sıfatlarla muhat bulunan, beşer aklının idrak edemediği, zıddı, misli, menendi bulunmayan Zât demektir. Allah dediğimiz zaman


insanın aklına bu gelir. İşte "Ben sağdan, soldan, önden arkadan, alttan ve üstten g&len ve kâinatı lebâleb dolduran şerirlere, serlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat Kabza-i tasarrufunda olan ve ancak "Allah" demekle anlatabil­diğim Yüce Yaratıcıya iltica ediyor ve O'na dayanıyorum.


Şeytan: ya den veya- den gelir.


olursa.i~ demektir. Böylece Allah'ın rahmetinden uzak oldu mânâsına gelir.


"Böylece biz, her paygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.


Insî olsun, cinnî olsun Rahmet-i İlâhiden uzaklaşan, temerrüt eden herşeye şeytan denir. Onun için Allah nizamının dışında hayat yaşayanlara şey a tın; Allah'ın nizamının dışında ne kadar nizam varsa hepiine şeytan nizamı ve Allah'tan uzaklaşan, Rahmetinden cudâ düşen herkese de şeytan, diyoruz. şeklinde ele alırsak mânâsına olur.


Maslahatına muvafık şey]eri keza, secde ile Allah'a kurbiyeti mümkün iken, Allah'a baş kaldırıp serkeşlik yapmasıyla kendi menfaatma olan şeyleri iptal ettiğinden şeytana şeytan denmiştir.


(Erracim) (Mercûm) manasınadır. Lâin deyip mef un mânâsına anladığımız gibi Dergâh-ı İlâhîden kovulmuş, Allah'tan uzaklaştmlmış demektir. İnsan bazan şeytanın vesveselerini hissedemez, hissettiklerini de kalbinden bertaraf edip, atmaya muktedir olamaz. Sanki şeytan insanın kalbine bir santral kurmuş, kendisi de başına oturmuştur. Daha sonra da oraya kendini duyuracak bir alıcı yerleştirmiştir. Buna Lümme-i Şeytaniye denir. İnsan kalbinde, Hakk'ın bir lümmesi; yani Allah'tan gelen şeylere ma'kes olabilecek bir cihaz bulunduğu gibi, bir de şeytanın santralı vardır. Şeytan, insanın duygularına öyle meseleler dikte eder ki, insan çok defa onları hissedemez. Yine, hadisin ifadesiyle hannâs olan şeytan ağzını, insanın kalbine verir öyle efsun eder ki insan bunun farkına varamaz. Farkına varsa da hissiyatın kabul ettiği bu vesveseleri çok defa def etmeye muktedir olamaz. İşte o zaman da "Kalbimde vesvesesini duyamadığım şeytanın vesvesesini duyan Allah'ım" mânâsına (Es-Semİ') ve onun keyfiyetini bilen, bilip de bunu defetmeye muktedir olan Allah'ım mânâsına de (El-Âlim) diyerek deriz.


İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet o, sivrisinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bir yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhdarİarı çok bir varlıktır. Bütün bu serleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanma zorundadır. Ayrıca insan muhtaç olduğu pek çok şeyleri de celbetme mecburiyetindedir. Yeryüzünün, Güneşin, Cenneftn ve bütün ziyalar ziyasının bir cilvesi olan Allah'ın Cemâlinin ziyasını celbetmeye hakikaten çok muhtaçtır. Celp ve defetme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan takatinin fevkindedir. Bu durumun farkında olmaya, ilim ve insanın kendini bilmesi denir. İşte insan, her işe bu "bilmekle" başlar. însan, düşmanlarım defetmeli, ancak silahı yok; belâlar ve musibetlere mukavemet etmeli,fakat güç ve takat yok; ebede uzanmış arzulannı yerine getirmeli, ama imkânı yok... İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı perişan, aciz ve zaif görmeye başlar. Birden bire kalbinde ciddi bir tevazu ve inkisar hasıl olur. Kalp öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatlan öylesine yere iniverir ki, bu haliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır. Hemen o esnada üçüncü hâl karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-ı Hakk'm hıfzı, inayeti, keremi temenni edilmeye başlar. İnsan adetâ bütün benlik vedehasıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır. Dil, gönülden çıkan bu hâle tercüman olur, ve: ça er v Bu ııAllah'ım sen çok güçlü, çok kuvvetlisin, zâtımla sana iltica ediyorum. Çünki melce' ve mencâ sadece sensin" demektir. Nice kimseler vardır ki.çok iyi bir mü'min, çok sağlam bir akideye sahip olmayı ve müstakim bir ha­yat yaşamayı arzu ederler ama vesvâs ve hannas olan şey­tan onları inhiraf ettirir. Arzu ettikleri dürüst hayatı yaşa­yamadıkları gibi akideleri de sağlam kalamaz. İşte böyle birisinin altından kalkamayacağı büyük meseleler karşısın­da Allah'ın inayetine sığınmayı ifade eden cümlesini zikretmesi gerekir.


Allah insanın terakkisine medar olsun diye, onun mahiyetine, şehvet, gazap vs. gibi tabiî duygular dercetmiştir. Bunlar insanın terakkisine menşe ve medar olacaktır. Ateşi insanın istifadesi için yaratan Allah, şehveti de aynı gaye için yaratmıştır. Tâ nesil üresin, Ümmet-i Muhammed artsın, Allah'ın Esma ve sıfatlarına aynalar çoğalsın, böylece makâsıd-ı ilâhi tahakkuk etsin. Halbuki çok defa bu duygu böyle âli bir "gaye için verildiği halde, şehvet, insanı evc-i kemâlden zulumât-ı cismaniyete atverir ve boğar. Ve yine insan, fıtratı itibariyle kanatlanıp yukarılara doğru uçmayı arzu ettiği ve bu kabiliyette yaratıldığı halde, çok defa şehvet, insanı ten tenceresinde erimeye zorlar ve onu çepeçevre sararak oraya âdeta bağlar. Gazap ve diğer tabii duygular da birer maslahat için verilmiştir. Fakat bütün bunların altından kalkamayan insan, bunalır, canı gırtlağına gelir. Halbuki o, güvercinler gibi kanat çırpıp yukanlara doğru çıkmak ister .Çıkamayınca da Allah'a dayanmayı akıl eder ve der.


(Eûzü) bir bakıma özür arz etmektir. Diğer yö­nüyle sadâkat nişanıdır. Bir başka tarifiyle de ba­şına gelecek hadiseler karşısında şaşkınlığım Allah 'a havaleden ibarettir. Ulû' 1 -Azm peygamberlerden birisi olan Hz. Nuh (A.S) Cenâb-ı Hakk'ın kendisini


"Niye oğlunun kurtuluşunu ve onun gemiye binme­sini bu kadar ısrar ile istiyorsun? O senin ehlinden değildir." Şeklindeki tenbih ve kınaması karşısında


"Bilmediğim bir şeyi Sen'den istemekten yine Sana , sicmiyoru/n İTâbbl/./" diyordu.


Yusuf Peygamber, Zeliha'nın tehdit ve şiddetli İştiyakı karşısında


"Allah'a sığınırım. Efendim bana güzel bakh,, diyordu. Biz burada Cenâb-ı Hakk'a karşı sadakat nişanını izhar eden bir keyfiyet görüyoruz.


İffet âbidesi olarak karşımıza çıkan Hz. Yusuf, sadece Allah'a sığınmakla, bu işten kurtulacağına inanmıştı ve-öyle de oldu.


Ve Hz. Musa (A.S) Bakar'ın kesilmesi hususunda kavminin endişesiyle "Bizimle alay mı ediyorsun ?" şeklindeki sorularına karşı "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"derelimi az dahi olsa, Allah'ı bilen bir kimseye câhil denmez. Ama Allah'ı bilmeyenin ilmi çok dahioİsa ona câhil denir. Burada, bir peygambere istihza isnad ediliyor ve o da böyle bir fiilden Allah'a sığmıyordu. Zira bir peygamber'den asla ve kat'a istihza sâdır olmaz. Çünkü istihza Allah'ı bilmeyenlerin işidir.Cenab-ı Hak Habibine Kur'ân diliyle şu duayı ta'lim ediyor.


"Şeytanın hümezelerinden, onun benim için hazırladığı tuzaklardan, komplolardan, vesveselerden ve çeşit çeşit ölümlerden dahi Allah'ım sana sığınıyorum. Ve benim hâzır ve nazırım sensin. Şeytanın bana hâzır ve nazır olmasından da sana sığınıyorum."


Diğer taraftan Felâk Süresi;


demek suretiyle bir sürü şeytan dan Allah'a sığınmayı tavsiye ediyor.


Muazb, Cebel, sahâbinin şereflilerindendi. O camiye girip çıkarken, topluluklar içinde otururken, vakar ve ciddiyetiyle tamamen bir başkaydı. Bu nadide insan, Allah Resulü (S.A.V) ile bulunduğu bir zamanda geçen bir vale ayı bize Buhari'nin tesbitine gpre şöyle anlatıyor: "Allah Resulü (S.A.V)'nün bulunduğu mescidin bir köşesinde İki şahıs birbirine karşı uygunsuz davranışta bulunmuş ve uygunsuz sözler sarf etmişlerdi. Bunlardan biri o kadar ö£~ kelenmişü ki boynunun damarları çatlayacak gibi kabarmış ve adam öfkeden ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Allah Resulü onu öyle görünce yanındakilere döndü ve şöyle ferman etti.


"Ben bir kelime biliyorum ki eğer onu dese bu hâl ondan gidecek. O da "Şeytanın şeninden AHafra sığınmm olan (iy-fy (Eûzüdür) Muaz b. Cebel gidip ona bunu söyleyince adam "Ben deli miyim bunu söyleyeyim?" dedi. Allah Resûlü'nün teklifi karşısında saygısızca davrandı. Belki içinde nifak vardı, belki de bu işin inceliğini kavrayamamıştı.Halbuki Allah Resûlü'nün maksadı tama­men başkaydı. O bir an önce onu içinde bulunduğu ve boğulduğu havadan uzaklaştırmak istiyordu. Yani 1: Ona diyordu ki; sen bu sözü söylesen meseleyi şeytamyla beraber Allah'a havale etmiş olursun. Hem dikkat et! Kızdığın bir adama hayalinde kurduğun intikam çeşitleri, intikam stilleri sadace seni yıpratacaktır ve bunun ona bir zararı olmayacaktır. Halbuki meseleyi Allah'a havale etmekle öyle bir intikam alacaksın ki, bin sene yaşasan emsali intikama muvaffak olamazsın. îşte bunun için (Eûzü) de" diyordu. 2: Bu sözün altında Allah Resulü ona şunu ihtar ediyordu: Bazan iki kişi muhasama olur, davalaşırîar. Haklı veya haksızın kim olduğunu bilmezler. O esnada meseleyi Allaha havale etmek en makul yoldur. İşte bu durumda "Ben şeytanın şerrinden» yanlış bir karar vermeden, haksız bir meseleyi iltizamdan Allah 'a sığmıyorum." sözü de şeytandan olan bu korkunç ateşe su serpecektir. Ve İşte Allah Resulü bunu tavsiye ediyordu 3: Bir diğer noktayı da bunun altında şöyle anlatmış oluyordu; Sen gücünle, kuvvetinle, cebbarlığınla adamın başını ezmeye cesaret ve teşebbüs ediyorsun. Halbuki sen ne kadar güçlü ve kuvvetli, cebbar ve zalim olursan ol, Allah senden daha Kahhâr ve daha Cebbaradır. de, evet sırların ortaya döküldüğü o


günde Allah Kahhârİyetiyle, CehhâriyeÜyle senin başını ezecektir, tşte bütün bu mânâları hâvi böyle bir cümleyi Allah Rasûlü'nün tavsiye etmesine mukabil, inat eden adam, bundan mahrum kalıyor, nefis ve şeytanına mağlup ve mahkûm oluyordu.


Havle binti Hakîm (R.A) Müslim ve Muvatta'da olan bir Hadîs-i Şerifi bize şöyle naklediyor.


"Bir kimse bir yerde konaklar, Allah'ın mukaddes kelimeleriyle Allah'a sığmıyorum derse; oradan göç edeceği ana kadar, ona hiçbir şey zarar vermez. "B ırada bilhassa şu noktaya dikkat çekilmiştir: Mele-i A !â dan, esfe!-i sâfiline kadar eşrâr, ahyârla, habis ruhlar iyi ve güzel ruhlarla, şeytanlar meleklerle mücadele etmektedir. Eşrâr, insanlığın zararına, ahyâr ise insanlığın hayrına iş yapmaktadır. Esrarın insanı şirâzeden çıkarmasına mukabil, ahyâr insanı tarik-i müstakime davet etmektedir. Onun içindir ki insan nereye giderse gitsin, nerede konaklarsa konaklasın cin ve şeytanın ve orada hevam şeklinde insana görünen haşaratın şerrinden Allah'a sığınması, ahyârı ve Mele-i A lâ'mn sakinlerini yardıma davet etmesi, o mücadelenin muvaffakiyetle sona ermesini Allah'tan temennî ve niyaz etmesi demektir.


Ebû Umâmet-üİ Bâhilî, Mescid-i Nebevfde melûl, mahzun, mükedder, kalbi kırık,boynu bükük oturuyordu. Rasûlü Ekrem (S.A.V) onun yanına sokuldu ve bu halinin sebebini;


- Niye mahzun, niye mükeddersin? diyerek sordu. Ebû Umamede:


- Ya Rasûlallah evde yiyecek birşey yok ve fakru zaruret had safhaya geldi. Ben de gönlümle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ettim, cevabını verdi. Allah Rasûlü, ona reçete mahiyetinde şu hususları ta'İim etti ve sabah akşam şunları söyle dedi:


"AUah'ım gönül tasasından, üzüntüden, hüzünden, acizlikten, beceriksizlikten, iş yapamamazhktan, kendimi anlayamama, durumumu değerlendirememe, kâinatın kanunlarından istifâde edememeden, eli kolu bağlılıktan, miskin miskin oturmadan, korkudan, cimrilikten ve malımı ulvî bir gaye için verememeden sana sığınırım." Bufıların herbîri birer cevher ve hayati büyük hakikatları ifade etmektedir. Evet, nice kimseler vardır ki hayatlarını, vermeleri İcab eden yerde veremediklerinden, zilletle ver* me mecburiyetinde kalmışlardır. îşte, böyle zelîlâne hayatı* mı vermeden sana sığınırım. Nice kimseler vardır ki izzetle mallarını verip izzetlerini kurtarmak mümkün iken bunu yapamadıklarından, mallan zilletle ellerinden alınmıştır.-îşte bundan da sana sığınırım. Düşmanların bana galebe çalmasından da sana sığınırım. Evet, Allah Rasûlü, Ebû Umamet-ül Bâhilî Hazretlerine bu şekilde istiâzeyi tavsiye buyuruyordu.


Kur'ân-ı Kerîm'de; şeytanın, nefsin, dehrin ve hikmetini bilmediğimiz nice hâdiselerin şerlerinden Allah'a sığınmayı ifade eden açık, kapalı, sarîh, işâri, remzî mânâlanyla belki yüzlerce âyet vardır. Fakat bu âyetleri burada sıralamak mevzuyu uzatmak olacağından bu kadarla iktifa ederek dediğimiz zaman bu mübarek kelime altındaki dekâiki arzetmeye çalışalım.


İnsan, İhtiyacı ebede uzanmış bir varlıktır. Bir çiçeği istediği gibi bir baharı da ister. Bahan elde etmekle tatmin olacağını mı sanıyorsunuz? Arkasından Cenneti ister, geçici bir cennete de razı olmaz, ebediyet ister; ama sâadet içinde bir ebediyet... Ancak bir yerde bu da onu tatmin etmez, Cenâb-ı Hakk'ın Cemâlini müşâhadeyi talep eder. Evet, insana verilen herşey bir başka şeyi isteme mevzuunda ona fikir verir, o da hemen arkasından bir başka şey ister. İşte insan, böylesine,istekleri birbirini takip eden bir varlıktır. bununla beraber imkânları o kadar dardır ki elihi nereye uzatabiüyorsa imkanİan da o kadardır. Yani elinin döndüğü daire kadar bir imkâna sahiptir. Belki çok defa bu daire içindeki işlerin dahi altından kalkamaz, mağlup olur. Böyle bir insan acaba ne yapmalı? Kim ne derse desin en akıllıca, en mâkul yol, onun, "Ben Allah'ın inayetine sığmıyorum." demesi olacaktır. îşte bu mânâyı, Allah (C.C) bizlere, Kur'ân okumaya başlarken (Eûzü) cümlesiyle ifade ettiriyor.


(Eûzü) bir manâsıyla da insanın aczini itiraf etmesi demektir. Aczini İtiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah'a teveccüh eder. îşte o zaman Rahmet-i İlâhî, nikab ve hicabını kaldırarak, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan İnsanın yüzüne güler ve insan böyle bir yakınlıkla müşerref olduğu zaman sözünün mânâsını idrak eder. Allah (C.C) "Ben kalbi kırıklarla beraberim" diyor. "Hiçbirşey yapamadım, dehrin hadiselerinin altından kalkamadım, seni hoşnut edecek işleri beceremedim, bu halimle huzuruna geldim fakat kalbim kırıktır, "diyen insana Allah "Üzülme! Ben de kalbi kırıklarla beraberim" karşılığını verecektir.


İnsanın tam tâata muvaffak olabilmesi için gönlünde taht kurmuş şeytanı atması ve gönlünü Allah için müheyya etmesi gerekir. Gönlünden şeytanı atamamış, onu temizleyememiş, iç âlemini tezyin edememiş bir insanın okuduğu Kur'ân kirli bir gönül ve lekeli bir ağızdan çıkar. Bu itibarla,, bu durumdaki bir insanın ilk defa bir tahliye ve tezkiye yapması gerekir ki iy-1 (Eûzü)'de bunu yapmaktadır. Biz derken bu ulvî mânâyı düşünür kalb ve lisan taharetini bununla yapar ve bu keli­menin gücüne inanarak onu söyleriz.


Kalb, Beyt-i Hûda'dır. Husûsiyle geceleri Sultan, kasrına nüzul etmek ister. Allah Rasûlü bize; "yatarken abdestalşu duayı oku, Allah'a teveccühde bulun, şeytanın şerrindenAHah 'a sığın ve Muavvizeteyn tilavet et,öyle yat" diyor. Çünki o gece Sultan bizim kalbimize de nüzul edebilir, Kalb kapalı, kirli ve Allah için temizlenmemiş ise, o gece Sultan böyle bir kalbe nüzul etmeyecektir. Hz. Hakkı:


"Dil Beyt-i Hûda'dır onu pâk eyle sivâdan Kasrına nüzul eyleye Sultan geceferde" demektedir. Rahman her gece kasrı olan senin gönlüne nüzul etmek için semâ-ı dünyaya.keyfiyeti meçhul bir inişle iner. "Yok mu dua eden duasını kabul edeyim? Yok mu istiğfar eden mağfiret edeyim? Yok mu bana teveccüh eden, Rahmetimi ona tevcih edeyim? Yok mu el açıp yalvaran el uzatayım?" dediği zaman bizler gönlümüzü açmışsak, Sultan, rahmetiyle kendi kasrına nüzul edecektir.


Allah Cennetini bizim için hazırladı. O'nun adına da Kur'ânında Dâru's-Selâm dedi. (Selam ve emniyet içinde yaşamış olanların yurdu) Sanki Cenâb-ı Hak bizlere "Ben orayı pâk, temiz olanlar için hazır tutuyorum. İçinde öyle huriler var ki ne ins ne de cin gözü onlara temas etmemiştir. Benim de bir kasrım vart o da senin gönlündür. Benim Cenneti pâk ve temiz tutmama mukabil, sen de benim köşkümü temiz tutuyor musun?" demektedir.


"Sığmam dedi Hak Arz-u semâya


Kenzen bilindi dil mâdeninden,, Allah gönülde Kenzen bilinir. Bu, "Arz ve semâya sığmadım. Mü'min abdimin gönlüne sığdım " mealinde olan ve Kudsî Hadis diye rivayet edilen bir sözden mülhemdir. Hz. Allah başka yerleri değil, senin gönül tahtını tecellisine ma'kes yapmış ve orayı, keyfiyeti bizim için meçhul kudsî bir taht olarak kabul etmiştir. O, senin Cennet yurdunu serden ve şerirden muhafaza etmesine mukabil, sende O'nun kasrı olan gönlünü O'nun için pâk ve temiz tutabildin mi?,.


İşte (Euzü) bu temiz ve pâk tutmayı temin


edecektir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü, yatmadan evvel yatakda ellerinibîrleştirerektutuyor,Muavvizeteyn'i okuyor, ellerine üfleyip, ellerini temas edebileceği bütün vücuduna sürüyordu. Böylece herşeyden Allah'a sığınıyor ve adeta "Cesedime şeytan elini sürmesin, kalbime şeytan girmesin"diyordu, "Şeytan İnsanoğlunun damarlarında tıpkı kan gibi cereyan eder. Alyuvarlar ve akyuvarları adetâ binek yaparak ve insanın kalbine kadar onlarla nüfuz ederek insana vesvese verir. Tecelligâh-ı îlâhi olan kalbin havasını bulandırır. Sonra da İnsan, etrafına ve Cenâb-ı Hakki ifade edip anlatan herşeye bulanık bulanık bakmaya başlar. Artık herşey onun mâhiyetinde bulanık bir şekilde gö­rünmeye başlar. Onun İçindir ki Allah:


demiyor,Esmâ-ül bütünHüsnâtyı İçine aîan ve zâtının fenvl hassı olan Allah ismi şerifini zikrederek burada "Aflah's sığının" diyor.


Şimdi lâtif bir nükteyi arzedelim:


Sizin iki çeşit düşmanınız, bu iki çeşit düşmana karşı da iki türlü cihadınız vardır. Bunlardan birincisi, imanınıza karşı naralar atan, maddî mevcudiyetinizi yok etmek, servetinize el koymak, vatanınızı sömürmek isteyen maddî düşmanlarınızda. Bunlar, sizin karşınıza topla, tüfekle, tankla uçakla çıkarlar. Sizler şimdiye kadar bu tür düşmanlara karşı Allah'tan her yardım dileyişinizde O'nun yardımı gelmiş, ve her defasında meleklerini göndererek düşmanlarınızı perişan etmiştir. Evet,siz, Allah'tan yardım istemişdiniz, Allah da size üçbin, beşbin melekle yardım etmişti. Evet önemli bir zaferimiz olan Çanakkale'de dahi bizzat İngiliz Kumandanı Hamilton'un ifadesiyle Allah, sarıklılar şeklindeki ruhanileri Mehmetçiğin önünde koşturmuş ve bir avuç mecruh Mehmetçik İngiliz gibi cebbar ve hodfurüş bir devleti Çanakkale Boğazı'nda durdurmuş ve boğazdan içeriye sokmamıştı. Gönlü coş­muşlar "Allah'ın yardımı ne zaman?" demişler. Allah da meleklerini göndermiş ve kullarını desteklemişti...


İkincisi de Cihad-ı Ekberdir. Bu tür bir cihadda ise, daha büyük bir yardımcıya ihtiyaç olur. İşte biz Cihad-ı Ekberi, bize musallat olan şeytanımıza ve kötülükleri emreden nefsimize karşı veriyoruz. Biz nefis ve şeytana karşı vermiş olduğumuz bu mücadelede vesâiti bertaraf ediyor, doğrudan doğruya Allah'a ilticada bulunuyoruz. ÇÜnkÛ bu cihad Anadolu'yu işgal eden düşmana karşı değil, Allah'ın kasn olan kalbin,şeytanlarve şerirler tara­fından işgaline karşıdır.


İşte maddi gücün çok az olduğu zamanda, muslüman, Allah'a olan bağlıhğıyla nasıl kendisinden çok güçlü düşmanlarım mağlûp etmişse, bu büyük cihadda da insanı nefis ve §#ytana karşı gaüp getirecek ve insanı onlar karsısında mağlûp olmaktan kurtaracak, yine Cenâb-ı Kakk'ın yardım ve inayetidir. Onun içindir ki, bu cihadda en mâkûl yol, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın himayesine girmek olacaktır ki "EÛzü". bu şuurla sığınma ve teveccühün unvanıdır.


Cenâb-ı Hak, şeytana "dergâh-ı İlâhiden kovulmuş" mânâsına (Ractm) demektedir. Onun hakkında kullanılan


bu tabirle de, şeytanın daha önce huzûr-u ilâhı 'de bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zira evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun "Racîm" olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kullan için hazırladığı cennetten kovulmuştu. 'Yani, Allah (C.Ç) mü'min kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tara* etmişti. Buna mukabil acaba bizler, O'nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O'nun için, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur ve (Eûzu) bize durmadan her tekrar edişte bu ihtarı yapmaktadır.


Mü'min, Allah ahlakıyla ahlâklanan bir insandır. O, şeytanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi, sen de onu Hakk'ın tecelligâh-i subhânisi olan kalbinden tardeyle..!


(Eşşeytan) kelimesinin başında harM ta nf vardır.


Yani bu belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz Âdem' e başkaldınp insana düşman olan şaytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sayesinde, İnkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyamete kadar bu dâva uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak için ne. lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah'ın huzurundan ayrı düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakinen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdem'e yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah'a


sığının. Bu mânâ (Lam)'ın ahd-ı hârici olduğuna göredir. J(Lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Âdem 'in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh'un kavmini baştan çıkaran... Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezalet ve şenâaüyle hükümfermâ olan ne kadar insî ve cinnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah'a sığmıyorum, mânâsına olur.







Fıkhî Ahkâm



(Eûzü)'nün fıkhî durumuna gelince; İbni SMn ve Hanefi mezhebinin dayandığı imamlardan Nehâi,Kur'ân okumaya başlarken (Eûzü) çekerler. Fakat cumhur, Kur'ân okumayı bitirdikten sonra (Eûzü) çeker. Bunların kendine göre mesnetleri vardır. Diğer taraftan îmâm-ı Az'am ve Imâm-ı Şafii Ahmed b.Hanbel ise der. Yine iki mezhep imamı Sevrî ve Evzâf


derler, ister öyle, ister böyle olsun biz birisini sabah-akşam diğerlerini de diğer vakitlerde söylüyoruz.


Her hâl-ü kârda, sabah-akşam, yatarken-kalkarken şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak; selâmet İçinde yaşamak ve emn-ü emân içinde Dâr-üs-Selârn olanCenne-te dâhil olmak için bir berât demektir. Allah'a iltica, özrünü Allah'a arz etme ve sadâkat nişânesidir. Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân her hâl-ü kârda


demeyi ve dehrin hadiseleri karşısında, çapımızı, enimizi, boyumuzu araştırmayı, işin ilmini yapmayı tavsiye ediyor. Ve daima kolu, kanadı kırık gibi davranmaya, aczin, zaafın kanatlarıyla evc-i kemâlât-ı insaniyete uçup gitmeye ve hiçliğimizi anlayarak büyük hadiseler karşısında Allah'a güvenip dayanmaya teşvikte bulunuyor.


Şimdi de Besmele-i Şerifin mânâlarını arzetmeye çalışalım:


Bütün hayırlı işlerin başıdır. OArş-ı A'zam'dan insanların eline uzatılmış nûrânî bir hayttan ibarettir. "BismiIIah"a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünki orada Allah'a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı "Bismtilah'la açılmıştır. Kâinat "Bismillah"\a kurulmuştur. Her hadise "Bismillah'la meydana gelir. Ve kıyamet "Bismillah"\a kopacak, Haşr-ü Neşr, cennet-cehennem "Bismillah'la teessüs edecek, mü'minler "Bismillah" deyip cennetin kapısı açılacak ve orada, anlatılan Allah'ı; Rahman ve Rahîm olan Zât'ı göreceklerdir. Alem "Bismillah"\a başladığı gibi "Bismillah'la bitecektir.


Besmele harfi cer olan "be" ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada "isim"kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisardan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk'm huzuruna gelirken âdeta münkesir bir kalple gelmeyi ders verir. Esasen, her hayırlı işte havi ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk'a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz onun kuvvetini davet eden bir şefaatçi olsun...


(Be) de musâhabet mânâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü'ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir. Ve yine "be" de ilsak mânâsı vardır. İnsan


besmele ile Allah'ın Rahman ve Rahîmiyyetine sarılır.


Bütün muamma (Be)'nin noktasıyla başlar. 'in mimiyle sona erer. nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif hakikat ilmimle Allah'ın remzidir. Elifin alt tarafına bir nokta koyup onu "be" yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve nâmütenâhî ışık da


bilinmiyor ve bulunmuyordu. "Ben gizli hazine idim".. İfadesi bu hakikata parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.


"be" nâmütenâhf uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah'ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed'in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bir elif vardı. İş elifle başlar ve ebedler kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed (S.A.V)in remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (S.A.V)...


"İlk yaranları benim nurumdur. "


sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed S.A. V) yaraülmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu, ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed (A.S)'ın nurunu arattı. Kâinatı da onun nurundan halketti, nihayet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhur edip ortaya çıktı. "Mir'ât-ı Muhammed'de Allah görünür daim" sözünden biz bunu anlıyoruz.


Ayna ve aynada tecelli eden şey mündemiç bulunmaktadır.


(BismilIah"ta ilk isim Allah'ın adıdır. "Allah'ın adıyla" manasına "Bismtilah'la İşlerimize başlıyoruz. "Bismülah"ın sonunda Rahim Allah'ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur'an'da Habîb-i Edibi ne isim olarak takmıştır. O, Mü'minlere, karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir,, derken, Hazret-i Muhammed'i kastetmekte­dir."biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik"derken de âlemlere rah­met için gelen Hz. Muhammed (A.S.)'ın rahimiyetine parmak basmaktadır. "Bismillah''da Allah anlatılır. Ve (lBismillah"da Allah'ı anlatan Hz. Muhammed (A.S.) dile getirilir.


V "Bewnin taaÜuk ettiği bir fiil vardır. Zaten kâinat ef âlden ibarettir. Bu fiil ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa'aldi. Belki, ef âli de zaüyla bereberdi. îşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz...


Takdir edilen bu fiil ya veya şeklinde olur. Eğer dersek, fail, akındaki dir. dersek, faildir. Böylece besmele yedi kelimeden meydana gelmiştir. Bunlardan dördü sarihtir. Diğer üçünü ise biz takdir ediyoruz.


(İsim) ya den veya den gelir


Birinciye göre mânâ: "Yüksek oldu", "yüce oldu şeklindedir. Allah zaten hem zatıyla hem de isimleriyle yücedjr. "Allah'ın güzel isimleri vardır."


âyeti bize bunu anlatmaktadır.


İkinciye göre ise mânâ: Alâmet ve işaret oldu, demektir. Başka hiç kimseye Allah denmez. Allah dendiği zaman insanın aklına; kâinatı idare eden, Vâcib'ül Vücud'la tarif ettiğimiz Zât-ı Ecell-i A'la gelir.


İsim kelimesi üzerinde bir parça durmamız gerekiyor, Allah (C.C) kendi isminden evvel bu kelimeyi zikrediyor.


Billah demiyor diyor. Belki biraz düşününce ile de aynı şey anlaşılırdı; ancak, bununla evvela,


kasem mânâsı hatıra gelirdi. Halbuki bizim maksadımız yemin etmek değil; Allah'ın inâyetiyle, Allah'ın emirlerine yapışarak, cismaniyet zulüm atından, rûhâniyat ve kalp nûrâniyatına yükselmektir. Yani biz insanî kemâlâta yükselmek ve insanî mi'râca çıkmak için bu kelimeyi söylüyor, bu kelimeye tutunuyoruz.


"İsim" dendiği zaman âkla, Allah'ın bütün isimleri geİir. Ve kâinattaki tasarrufu sayısınca Allah'ın isimleri vardır. İşte bu kelimeyi söylerken âdeta gözümüz önünde tecessüm eden Cenâb-ı Hakk'ın isimleri ''Allah" lafzı


şerîfiyle, bütünüyle niyet edilmiş ve niyetteki istiâb nisbetinde de bütünüyle zikredilmiş olur. Yani bir insan aynı zamanda, Rahman, Rahim, Rezzâk, Halik vs. gibi sayısız ismi söylemeyi de niyet etmiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak isteyeceğini istemiştir. Her hareket ve talep bir isme dayalı olduğuna göre, "Bismillah" ifadesindeki geniş ve güçlü kuvvet hakikaten manidardır. Bismillah diyen bir insan bütün Esma-* Hüsnâ'yı söylemiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak Allah'tan dilemiş oluyor.


diyen insan aynı zamanda gaybubet makâmındadır. Yâni, Makâm-ı Farkta; yani Allah'a "O" diyeceği makamda bulunmaktadır. İşte böyle bir makamda "Bismillah" derken istiâne talebiyle araya Allah'ın ismi girmektedir. Yani Lâfz-ı Celâle ile insan araşma "isim" kelimesi girmektedir.


Kâinat, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin cilvelerinden ibarettir. Her yerde dalgalanan, Allah'ın isimleridir. "İsim" dendiğinde bütün bu dalgalanmalar hatıra gelir. İşte ifâde edilen bu Iâhuti ve ulûhiyete ait mânâ ne ise biz, onu "Allah" diye ifâde etmekteyiz.


Besmelenin "be"si, beynin noktası ve "Bismi". İşte biz bu besmelenin altında o noktadan ibaretiz. Şiblîye "sen Şiblî misin?" diye soranlara, o, şu cevabî verir: "Hayır, ben, müstakim ve nurânîhat altında gölge yapıp O'nun vücuduna âyine olan noktayım.


Allah lafzı şerif İni başka bir lügattan nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelimeden veya bu elimeden türemiştir deyipO'na bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme muvafık gelmiyor. Vakıa, bazıları O nu bir kısım kelimelere irca ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bari nasıl ezeli ise, ezelden beri O'nun adı Allah'tır. (C.C) Allah kelimesine de bir temel kelime aramak muvafık değildir. Ama bu kelimenin etrafında "Ben bu kelimeye benziyorum" diyen kelimeler vardır ki, ben de onların mânafarmı arzedeceğim.


Herşey Allah'a bağlı veherşey Allah'la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası Allah kelimesidir. Allah kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ulûm ve maârif; evham, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde Allah kelimesine dayanmayan bütün ulûm, maârif ve tenlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka namlar takar, mânâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne mânâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.


Kâinatta her şey bir hakikata dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki bu kâinat o büyük hakikata dayansın ve mânâsını, tonunu bulmuş olsun. İnsan gibi bir âbide ve şecere-i hilkatin semeresi, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgarlarına dayanamaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, Rahman ve Rahîm kelimeleridir.


Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın şarkında, garbında, şimalinde ve cenubunda gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah'a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah'a bağlı, bütün hissiyatıyla O'na imân etrafında pervane gibi pervaz eden, ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalarını beklemektedirler.


Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu Allah kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ulûm ve maârif bir hakikata dayanmış ve mânâsını, tonunu bulmuş olacaktır.


İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah'a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın mânâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah'ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hak kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünki böyle bir kâinatın artık mânası kalmamıştır.


Allah Mâ'bÛd'u BilHak ve Maksûd-u Bil-tstihkâk'tır. Allah bizatihi mahbûbtur. Kalpler Allah 'ı zikirle itminana kavuşur. Bütün kırık gönüller Allah 'a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki onun izzet ve azametine ulaşamaz. Allah muhtecip'tir, bu gözlerle O'nu görmek mümkün değildir. O çok muaüâdır. Bütün kâinatı idare eden O'dur. Allah'ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde ayandan daha âyân olan Allah'ın asarını görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhurundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların meloeî, menceî, Allah'tır. Allah mü'min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında marifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların ma1bûdudur. Allah, Allah olduğu için Mabûddur. Şimdi de bütün bu arz ettiğim sözlerin hepsini "Allah" kelimesiyle alakalı ve lafz-ı celâleye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:


İlâh kelimesi (ül) "elehe"den gelir. "Elehe" ise "Sakin oldu kemâle erdi" gibi mânâlara gelmektedir. İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesafe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmeyen vicdan ve kalb taşıyan bir insan, neticede kendisi İçin mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i"Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O hayret ve dehşet içinde insanlık makamından esma makamına, esma makamından sıfat makamına, sıfat makamından şuûnât-ı zâtiye makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği ana kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekine hâsıl olacaktır.


"Dikkat edin kalbler ancak, Allah'la oturaklaşır, Allah'a imanla huzur ve itmi'nâna kavuşur." Öyle ise kemâl arayanların melcei, mencei Allah'tır. Dolayısıyla kelimesiyle cil sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu mânâ sezilmektedir.


Lafz-i Celâle ile alakası olan bir diğer kelime de (velehe) dir. irtifa etti, yükseldi mânâsına gelir. Yeryüzünde


müşrik istediği kadar şirk koşa dursun ve bâlâ pervezane "Ben fezaları dolaştım da Allah'ı göremedim." desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idare eden, herşeyi teşbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşrikin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâdır. İşte, Allah öyle mürtefi' öyle yüksektir. Bu da Lâfz-ı Celâlenin altındaki mânâda mündemiç bulunmaktadır.


Bir başka kelime de dj (velh) kelimesidir. «Velh şaşkınlık ve akim gitmesi demektir. Bu kelime bir yönüyle hayret makamını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nurunun bir cilvesidir.


insanlardan .bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık halidir. Bir diğeri ise, esma makamını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayn bir şaşkınlık içindedir.


ister ulvî,isterse süflîşekliyle olsun,bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nurunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük mânâ da yine lafz-ı Celâlede meknuzdur.


Yine Lafz-i Celâle' ile alakalı bir kelime de Lâhe dir.


mânâsmdadır ki, gizli oldu, gizlendi


demektir. Allah (C.C), gözle görülmez. Halbuki ayandan daha ayandır. Görünmemesi, varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek zıddı olan ve varlığın kemâl noktasına geleme­miş olanlar için söz konusudur. Gece, gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık so­ğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'-m zıddı ve niddi yoktur.


O Allah ki, görme, işitme hayat-memat, iman-küfür, adalet-zulüm ve bütün zıtlar hep O'nun tecellisiyledir. Hayır ve şer ondandır, böylesine her şey O'ndan olan, zıddı niddi bulunmayan Allah'ı görmeye imkân var mı dır?O'nun için O'na "O, şiddet-i zuhurundan gizlidir" diyoruz. Bin sene­den beri ehl'i kalb şiddet-i zuhurundan gizli olan ey kemâl-i nurundan muhtefî bulunan Allah'ım!" diye O'na münâ-catlarını I arz ve takdim etmektedirler. Hz. Hakkı: Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi mislü âlemde Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâîlah Şeriki yok berîdir doğmadan doğurmadan ancak Ehaddir, küfvü yok ihlas içinde zikreder Allah


Ayrı bir kelime de Elihe'dir. İltica etti sığındı mânâsına gelir. Arap, der. Bu, yavru annesine sığındı, iltica etti, yani demektir.


Bir yavru, aczi ve zaafını şefaatçi yaparak anasına sıöınır. Hatta o'ndan tokat yer yine ona iltica eder. Kul da Öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun, annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk'ın Rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine iltica edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk'tır ve bu iltica mânâsı da Lafz-i Celâlede gizlidir.


Kelimesinin bir diğer mânâsı da J-p (Kulluk yapb)dir. Ve Allah, "mabud" manasınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir.


Ve yine (Himaye etti) mânâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk'm, kulunu koruyup, himaya etmesini ifade eder.Aİl ise ilâh edinildi demektir. Zaten, Allah'tan başka İİah yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sa­dece ve sadece O vardır.


Şimdi hep bercber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma'bud-u Mutlak'ı, Lafz-i Celâlenin altında müşahade edelim:


O, ibadet edenlerin Ma'hûdu'dur O, dertlilerin dermanı, yarah gÖnüMerin derdinin şifasıdır, O, kâinatın nuru ve ziyâsidir. Herşey Qnunla hallolur. O'nu bulduğun zaman hadiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.


Lâfz-i Celâlenin diğer bir hususiyeti, başka İsimlerle İfâde edemiyeceğimiz bir mucizelik ifâde etmesidir. Başından elifi kaldırdığımız zaman *U kalırki, yine Allah demektir.


âyetlerinde olduğu gibi. Başından Lâm-ı kaldırdığımız zaman yine Allah demektir. Her iki Lâm'Ia beraber Elifi kaldırdığımız zaman kak ki Allah'ın zâtının unvanıdır ve yine Allah demektir. Ve biz çok defa zikir, vird ve fikrimizi demekle ifade ederiz. Aynı zamanda fsm-i A zam arasında sayılmaktadır. Lâfz-ı


Celâlenin son harfi dur ve Allah'ı ifade etmektedir. Hatta çok defa şâir esma ile Allah'a teveccüh etmekten


ise ile teveccüh daha muvafık olur.İşte Lâfz-i Celâle, böyle mu'ciznümâ bir kelimedir. Onun bu son harfi üzerinde kısaca durahm, sonra umûmî mânâsına tekrar dönelim.


"Hû" başlı başına bir mucizedir. İnsandediği zaman şu mânâları mülâhaza eder veya şu mânâların


mülâhazası ona dedirtir. Nerede ben, nerede sen. Ben bir katre hakir sudan mahlûk, sen ezei ve eded sultanı Ma'bud, Ben, sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, senin Esmana ait manaları birden İfade etme


sadedinde, unvanın olan sesleniyorum. Ve ancak "hû" demekle gönİümdeki ateşi-söndürüyorum.


însan, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerini anarken, çok kere o ismin teâluklannı hatırlar ve zikrettiği İsmin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: Yâ Kerîm dediği zaman Allah'ın kendisine olan ikramını hatırına getirir. "Yâ Muhsin" dediği zaman Allah'ın ihsanını, "Yâ Cemî!" dediği zaman da Allah'ın Cemâl ile tecellisini hatırına getirir.


Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki, "hû" dediği zaman ,Zât-i Ecelli A 'lâ ya hâs bir unvan ile, her türlü garaz ve ivazın, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O'nun Mâbûd'u-Mutlak olduğunu ilan etme sadedinde "Hû" demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinlik­lerinden "hû"demiş insanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, ruhu terbi­yedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.


Ayrıca, Allah (C.C) bize, kendini âsâr ve icrââtı ile tanıtmaktadır. Biz de O'nu kendimizde mevcud tecelli ve âsâr nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izafidir, hakiki marifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan, kerem, lütuf ve ihsan adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin failini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi Ölçüleri içinde meseleyi değerlendirir. Halbuki "Hû" deyince, nefsü'l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecelli Alâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de afaki bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenab-ı Hakk'ın huzurunda, O'na hitap sığasıyla "Sen" demeden teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle"O"manasına, "Hû" denmektedir ki. aslında her nefes ahş-verişjmiz,bir "Hû" dan ibarettir. Yani "Hû" bizim hayat kaynağımızdır. O'nu demeden yaşamamız mümkün değildir. Diğer bir husus da şudur:


İnsan, o sultanın huzurunda ve O'nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve alâyişi ve hatta kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, mâsivadan alır, sadece O'na çevirir ve


orada "O" manasına deyiverir. Herşey onun gözünde kendisi


ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu mânâları mütâlâa ve müşâhade etmiş oluyoruz.





Rahman Ve Rahim



Rahman, birisim sıfattır. Yani O, Cenâb-ı Hakk'm sıfatıdır. Fakat ismiyet öyle galebe çalmıştır ki Rahman elediğimiz zaman hemen aklımıza Allah gelir.


"Rahman, arş üzerinde istiva etti" Rahman, Kur'ân'ı insanlara talim ett/." dediğimiz zaman Allah'ı kasdetmiş oluyoruz. Öyle ise Rahman Allah'a has bir sıfattır, insanlara Rahman denmez. Rahman, namütenahi merhamet edici, namütenahi nimetlerle perverde edici manasına gelir. Nasıl ki, "Allah " kelimesini tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Öyle de Rahman kelimesini dahi tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Çünkü isimdir. Husûsi isimler ise tercüme edilmezler. Hele Rahman'ı "Esirgeyici, Bağışlayıcı'9 şeklinde tercüme etmek büyük hatadır. Zira dilimizde esirgeyici dernek, cimri ve bahîî demektir. Beşerin dahi kabul etmeyeceği bir çirkin sıfatı Allah'a isnad eden, bu manaları düşünüyorsa namaz kılarken dahi imandan olur. Onun içindir ki Rahman ı tercüme ve bir kelime ile ifade etmekten O ismin sahibine sığınırım.


Rahim'de Rahman gibi bir sıfattır. Fakat, Rahim Allah'a has değildir. Rahim Allah'ın sıfatıdır ama muhlûkat hakkında da kullanılır. Şimdi de bu iki kelimenin muvazenesini arzedelim:


İkisi de rahmet kökünden geliyor ve Allah'ın merhametini ifade ediyor. Fakat birinin Şümullü merhametine mukabil, diğerinin hususi merhameti vardır. İnce bir ifade tarzıyla: Rahman Vâhidiyetin, Rahim ise Ehâdiyetin tecellisidir.


Rahman kelimesi ezele, Rahim kelimesi jse lâyezâVe bakar. Allah, Rahman isminin ruhundaki merhameti ve o merhametin taallûku ile kâinatı yoktan var etmiştir. Sistemler, insanlar, Ağaçlar, kuşlar ve her şey Rahman ismiyle var olmuştur. Bütün mevcudat Rahman isminin cilveieriyje cilve-endaz olmaktadır. Bu geniş umumi ve şümullü rahmet bütün kâinatı içine almış ve Rahmâniyet bütün kâinatı ihâtâ etmiştir.


Herşey,bu Rahmaniyetin cebriliği altında, tav'an ve kerhen Allah'ın emirlerine itaat etmektedir, Rahmân'da cebrilik vardır. Allah kâinatı yaratırken kâinata, bizi yaratırken bize, kuşu, ağacı taşı yaratırken de onlara sormamıştır. İşte bu cebrilik, Allah'ın Vâhidiyetinin Lâfz-ı Celâlefden sonretgelen Rahmân'm muktezasıdır. Mâlik-ül Mülk O'dur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ve kimse ona müdahale edemez. Meseleyi sadece ezele" bakan ve Allah'ın zâtına isim olan Rahman açısından n^ütâala edecek olursak; küfür-iman, adalet-2ulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü her şey birbirine kanşıverir. Bu durumda irâde mevzubahis olamaz.


Böylece de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülüklerinden mesul olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata erer. O'da bir ağaç, bir taş ve dört ayaklı bir canlı gibi, fıtratın hududu çerçevesi içinde yaşar, bazı isimlere âyine olur ve göçer gider. Eğer kâinata sadece Aüah kelimesinden sonra


Rahmân"ın tecellisi hükümfermâ olsaydı, durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad buyurdu ve insanlarda irâdeyi yarattı; irâdesini iyiye kullananları mükafatlandırma, kötüye kullananları cezalandırma hikmetiyle Rahimiyeti ile de tecelli etti. Böylece insana esfel-i sâfilinden a'lâyı iüiyine kadar, ya aşağılann aşağısına düşme veya a'laların a'lâ'sına çıkma imkânını bahşetmiş oldu. Kuş kanat çırpıp yavrularının başında dönüyor, ağaçlar boy salıp büyüyor, sular çağlayıp akıyor, otlar yeşerip ağaçlar meyve veriyor ve bir hayvan olan anne, yavrusuna karşı hanîn ve şefîk olarak davranıyorsa; bütün bunlar Rahman'ın cilveleridir .Ancak, bunlarda irâde yoktur ve bu varlıklar Rahmân'ın kendilerine talim ve takdir ettiği hudutlar içerisinde yaşama mecburiyetindedirler.


Bir de iradeye kadar Cenab-ı Hakkın husûsî rahmet tecellisi vardır ki onu da bize Rahîm kelimesi ifade etmektedir. Demek oluyor ki, Rahman olmasaydı,biz vücuda gelmeyecektik. Kâinat ve bütün mevcudat yok olacaktı. Şayet Rahim olmasaydı irâdemizi kullanamayacak ve Cenâb-ı Hakk'ın dekâik-i san'aünı İdrâk edemeyecektik.


Rahman, kâinatı büyük bir kitap gibi gözümüzün Önüne serdi. Rahim, bize o kitabı okuma ve okuduğumuz


o kitaptan alacağımız huzmeleri kalbimizde iman haline getirme iradesini verdi: Ve yine Rahim, kâinattı sırlarını aşma, esmanın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvalini kurcalama ve Zât-ı Bâri'yi düşünmemizi mümkün kıldı. Zât-ı Bari nâkâbil-i idrâktir. Allah 'ı bin isimle değil milyarlarca isimle anlatmaya çalışsak, yine Zât-ı Bari hakkında bir şey anlatmış olamayız.


Hz.Ebu Bekir; "O'nu idrak edememe idraktir" der. Peygamber Efendimiz. (S.A.V)'de kendisine isnad edilen bir sözde; buyuruyor. "Ey herşeyden daha ayan daha beyân olan Ma 'ruf-u Mutlak, seni hakkıyla bilemedik " Onun içindir ki bizde;


"İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez


Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez" diyor aczimizi itiraf ve ilân ediyoruz.


Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, bu kâinatın kapısını Bismilİah'Ia açıyor ve insanları kâinatı müşahedeye davet ediyor. Bismilİah'Ia kâinatın kapısını kapatıyor. Ve yine Bismilİah'Ia Dâr-üs Selâm'ı açıyor, insanları ebedi mes'ûd etmek üzere Cennet'e davet ediyor.


Bismillah'ı her yerde cilve-endâz olarak görüyoruz. Çünkü onun içinde bütün esmayı hâvi ve şâmil bulunan Lâfz-i Celâle vardır.


Bu itibarladır ki, bu kudsî cümlelerin tercümesini yapmak mümkün değildir ve tercüme etmeye imkân


yoktur. "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım " diyen insan, ilk defa Allah *a "olan " demek suretiyle eskiden yokmuştu, sonradan olmuş gibi bir mânayı işmam etme hatası içindedir. İster "keynunet" isterse "sayruret" mânasına gelsin; ister "O Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" desin; Ve isterse "Allah'u Rahmân'ur Rahim" desin hepsinde bu kabil hatalar mevcuttur.


Kur'ân-ı Kerim'irî anlatmak İstediği bütün hakikatlar, hülâsa olarak besmelede mevcuttur. Ve besmele bu haliyle de harikadır. Bu harikalık elbette onun tesir gücüne de sirayet edecektir ki, Allah Rasûlü; buyuruyor. Son kelime muhtelif rivayetlerde değişir bazı rivayetlerde bazılarında ise ifadesi vardır. Hepsi


bir birinin mürâdifi bu kelimelerle Allah rasûlü; "Besmele ile başlamayan her iş, bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür." demektedir.


Kur'ân dört büyük hakikatten bahseder: Bunlar, Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalettir. Ve Besmele bunları hülâsa eder .Allah Lafz-ı celili sarih olarak tevhide bakıyor. Rahman onun sıfat-ı hâssı olup, nübüvveti isbat eder. Rahim sıfatı ise haşir ve adaleti dile getirir.


Bismillah, Beraat (Tevbe) Sûresi müstesna Kur'ân'ın bütün surelerinin başında vardır. Kur'ân yazan her kâtibin besmeleyi bütün surelerin başına yazması bil'icmâ farzdır. Yazmayan haram işlemiş olur. Şafii'lere göre bir kavil


müstesna bütün mezheplere göre hayvanlar kesilirken besmele çekilmesi farzdır. Ayrı bir mesele de, namazda fatiha'dan önce "Besmele" çekmek Şafii mezhebine göre farz, Hanefi mezhebine göre de sünnet olduğu hususudur. Ancak Mâliki mezhebine göre Besmele mendub değildir. Çünkü İmâm-ı Mâlik (R.A)


âyetiyle anlatılan, yarım âyet şeklinde kendisini gösteren Bismillah müstesna, Kur'ân-ı Kerim'de yüzonüç yerde geçen Bismillah'ı âyet kabul etmemektedir.


Bismillah'ı bazıları müstakil birer âyet saymışlar, bazıları da başında bulunduğu sûreden bir parçadır demişler. Hayatta her şeyin miftahı durumunda olan Bismillah, Kur'ân'daki sûrelerin de anahtarı durumundadır. İster sûreleri bir birinden tefrik etmek, isterse o sûreye bereket getirmek ve isterse o sûreyi anlama, müktezâsıyla amel etmek mevzuunda Allah'ın tevfikini dileme ve dilenmek için olsun, kısacası ne maksatla yazılırsa yazıisın o, arş-i azamdan insanların kalbine uzanmış nuranî bir iptir, manasındaki ulviyeti kavrayıp, fuyûzatından istifade eden insanlar, 'e tutunarak insanî arş'a çıkabilirler.


Allah (C.C) kâinatta var olan bütün hakikâtten, gönderdiği kitaplarında şerh ve izah etmiştir. Bu yüce hakikatlari Allah, ona gönülleri kendi arşına ma'kes olabilecek peygamberlerin sinesinde mana, dillerinde harf ve kelime olarak ifade etmiştir. Bütün bu mukaddes kitap ve sahifelerde anlatılan hususlar en, son kitap Kur'an'da tafsil edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, bütünüyle Fatiha sûresinde, Fatiha sûresi de Besmele'de hülâsa edilir. İşte besmele, bütün peygamberler ve kitapları birbirine bağlayan böyle nurani bir iptir. Kâinatta var olan bütün hakikatlar bir nüve halinde, muhakkak surette Besmele'de mündemiçtir. Ancak onu bulup çıkarmak, herkese müyesser değildir.







Sûre Ve Ayetler Arasında Münasebetler



Kur'ân-ı Kerim'in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Sanki, Kur'ân, bir anda ve tek bir mesele için İnmiş gibi bir tenasüp arzetmektedir. Besmele ile Fatiha Sûresi arasında da aynı hususu görmekteyiz. Ancak bu münasebeti arz'dan evvel bir iki meseleye temasta fayda vardır;


Bir lâfzın mânâya üç şekilde delâleti vardır.


Birincisi: Vaz' delâletidir. Her kelime, kendine ait bir mânaya delalet ederki, herkesin anladığı ve anlayacağı bu mânâya, ifade edilen lâfız vaz'edilmiştir. Umum insanların anlayışı bu merkezdedir. Meselâ dediğimizde


"Hamd alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" manası vaz'î bir delâlettir.


İkincisi: Aklî delâlettir ki, bir mertebe daha hâstır. Meselâ: Aynı cümlede, niçin Hamd önce, Liîlah sonra zikredilmiştir? Allah lâfzının delâlet ettiği mânâlar nasıldır? gibi sorularla bazı hakikatlan istidlal etme aklî bir delâlettir.


Üçüncüsü: Zevkî delâlettir: Bu ikinci mertebe olan aklî delâletin bir mertebe daha üstündedir. Havâss'ül havasa has bir husustur. Meselâ: cümlesini meydana getiren


kelimelerin sıralanışı ve mürâdiflerine kıyasla bu kelimelerin


tercih hikmeti gibi meselelerin yanında, zahirden öte bazı mânâları duyarak zevketme, bu mânâya dahildir.


İşte bu üç yolla Kur'ân-ı Kerim'i incelemeyi denemek hem benim, hem de belki çoklarının başından aşkın bir meseledir. Bununla beraber Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'a hürmetimin ifadesi olarak Onun bu cephesine temas etmeden geçmeyi de Kur'an'a karşı hürmetsizlik ve sû-i edep sayıyorum. Anlatılan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'dır. Anlatmak istediğim meseleleri ben tam anlatamazsam, siz de tam anlamazsamz dahî yine de anlayacaksınız ki, bu kelâm Allah Kelâmıdır. İşte o anlamama içindeki anlama, idrak gibi büyük mânâ ile Mevlâ'nın huzuruna gelip derseniz tam halis bir teveccüh yapmış, belki de insanî miraca çıkmış olursunuz. Burada başka bir hususu da arzedeyim;


Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'm mufassal manasını namazda düşünmek hoş görülmemişdir ve mekruhtur. Çünki huzuru ihlâl eder. Namazda Kur'ân'ı Allah'ın kelâmı olma mânâsını Mevla'nın huzurunda durmayı ifade eden manayı, onu idrak edememe manasını müşâhade, mütalâa, tefekkür etme havası ve o havanın insan üzerindeki baskısı ve ağırlığı derken derin bir haşyet ve saygı ile Allah huzuruna gelme ki, bence matlub olan da budur.


Fatiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur'an-ı Kerim, bu sûre hakkında "Es-seb'ul-mesâni" tabirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimizin dilinde bu sûreye "Ümmü'l-Kitap" "E$-Şâ6ye" "El-Vafiye" denmiştir.


O, ilâhi bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur.Fâtiha, halkı, Hakk'a ve Hâlık'a yaklaştıran sırlı bir sûredir.


Fatiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddi bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki besmele İle de alâka ve irtibatı vardır ki, buna siy âk ve sibak denir. Zaten her söz sıyâk ve sıbâkıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tesbit edilmiş olur.


Fatiha sûr-esi, Kur'ân-ı Kerim'in ilk süresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fatiha sûresine sibak olabileceği gibi besmele de ona sıbâk olabilir.


Fâtiha'nm evveline bir Jî (söyle) veya İyi (oku) fiili takdir olunur.


Ebû Nuaym ve Beyhâki'nin Delâillerinde, Vahy'in bidayetine ait şu vak'a anlatılır:


Peygamber Efendimiz (S. A. V) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir,insanlığı kurtarmak için birmübarek mağarada çare­ler ararken, karanlık yerlerde Mehbit-i Vahy-i ilahiyye'ye tam makes olabilecek ,semavileşen mukaddes kalb-i pâk'ini feyz-i akdesten gelen nurlara tevcih ettiği sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, refika-yı muhteremesi ve hayatının sonuna kadar kendisine sadakattan ayrılmayan Hz. Hatice'ye açmıştı. O da elinden tutup O'nu amcâzedesi Varaka b. Nevfel'e götürmüştü. Varaka Hıristiyanlığı kabul etmiş, arapça İncil yazıp halka İncil'i anlatan bir zattı. Allah Rasûlü'nden evvel halka İncil'i gösteriyor ve bu Allah'ın kitabıdır diyordu. İncil'de Allah Rasûlü'nün geleceğine dair işaret ve beşareti gördüğü için hemen hemen o'nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu. Kim bilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. O'nun çok yukarılarda aradığı uzun zaman sonra başında bir rahmet bulutu gibi gelecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olabilecek Hz. Muhammed (S.A.V) onun yanına geliverdi. "Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girer çıkarken, Rahmet Dağından aşağıya inerken, daima arkamda Ya Muhammed, Ya Muhammed... sesini duyuyorum" diyordu. Varaka incil'de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her Peygamberin Allah'a böyle muhatap olacağını bildiği İçin "Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle ondan sonra benim yanıma gel" demişti. Allah Rasûlü (S.A.V) Varaka'nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emin, Ya Muhammed dediği zaman Allah RasÛlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril okudu, Allah Rasûlü de belledi.Ve Fatiha'yı Şerife'yi sonuna kadar okudu.


Cibril'in gelip Efendimize ismiyle hitap ettikten sonra diyerek bu ilk sûreyi getirdiği rivayet edilmektedir.[1]


Bu itibarla, Fatiha'nın sibakında, Cenâb-ı Hakk'ın "Oku" veya "söyle" emirleri vardır. Ve Fatiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.


O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fatiha ile başlar. Zaten, bütün Kur'ân-ı kerim, esâs itibariyle Vahy-i Semaviye dayalıdır. Fâtiha'da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübarek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da Öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin adeta onun siyânet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.


"Bismittahirrahmânirrahim" ile de Fâtiha'nın çok sıkı münâsebeti vardır. Adeta "Bismitiahirrahmânirrahim" Fâtiha'dan bir ayet gibidir. Onun içindir ki bir çok fukahâ "Bismittahirrahmânirrahim"\ Fâtiha'nın yedi âyetinden biri saymıştır. "Bismillah"i\e Fatiha arasında adeta şiir ahengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. "Bismilla-hirrâmanirrahim"\n mânâ-i münifini arzederken; Cenâb-ı Hakk'ın Celâli İle mahlukâtı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed (S.A.V)'in çekirdeğinin nuru etrafında kâinatı geliştirip mânâlandirdığını ve kâinat ağacının başında ihsanı meyve verdirdiğini arzetmeye çalışmıştık. "Bismillah" Allah'ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (C.C) Besmele'nin sonunda Habibine ad olarak taktığı, Rahmetenlilâlemin ve Rahim olan Hz. Muhammed (S.A.V) in nurunu yarattı. O'nun nurundan kâinat teselsül edip geldi. Hadiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara jeolojik devirler, isterseniz gazların kaynaştığı devirler deyin. Atılan çekirdek ağaç olmuş büyümeye doğru gidiyordu...


Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınızı daima onun başındaki meyveye çevirirsiniz. Hatta ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu mânâsız olabilir, meyve vereceği ana kadar açan dalı budağı, yaprağı hepsi de mânâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir mânâ için dikilmiştir. Sizin daima matmah-ı nazannız ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir. Onun gibi Allah (C.C) yokluğa Hz. Muhammed nurunu tohum olarak attı .İşte bu varlık, ondan meydana geldLİstersen iz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom alemi ondanhasıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idraki­mizin dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey var­sa o da, arş-ı azamdan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hu­lasası Allah'ın "safi, öz, hulâsa" mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed (S.A.VJ'dir.


İşte Bismillah bize bu mânâları ifade ediyor. Allah, Celâliyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahimiyyetiyle bizlere irâde veriyor; kâinatın mânâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu mânâları


ifade edince Bismillahirrahmânirrahim ile Elhamdülillah arasında münasebet kurabiliriz.


Besmelede Cenâb-ı Hakk'm rahmetinin bir cazibesi vardır. Hiçbirşey kendini bu cazibeden kurtaramaz, öyle ise FâÜha sûresi de bu cazibeden uzak kalmıyacaktir. Zaten biz, bütünüyle Kur'ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fâtiha'ya da besmele İle başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize tevcih edilen şu mukadder sorular vardır. Besmelede, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahimiyeüyle anlatan Cenâb-ı Hakk 'a karşı, siz nasıl mukabele etmelisiniz? Bismillahfda, Celâliyle, Cemâliyle tecelli eden bu câzibe-i rahmete karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz? tşte bu mukadder


sorulara bizim cevabımız şeklinde oluyor. Bununla da, bizi bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât'a hâmd ve senalar olsun demek istiyoruz. "Bismillahirrâhmanirrahim'le Cenâb-ı Hak külli ve umumi olarak tecelli ediyor ve Rahimiyetiyle de bize kendi iradesinden bir İrade veriyor ve artık eşyanın manasını anladığımıza göre, birşeyler alma yolunu açıp bize hidayet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa sonra da müslümanlığa erdiriyor ve Besmelenin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet cazibesiyle çepeçevre bizi saran Allah'ın rahmetimize dedirtiyor.


Allah'a hamdolsun bizi var etti, Allah'a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah'a hamd olsun bizi müslüman


kıldı. Allah'a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan Hz. Muhammed (S.A.V)'e ümmet olma şerefiyle şeref­lendirdi...


Bismillahirrâhmanirrahim'de gâibane gezişler içinde bulunuyor ve Allah'ın asarında Allah'a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (C.C) Rabbülalemin olarak kâinatı teşbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklü­ğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fâtiha'da da "Errâhmânirrahim" isimlerini mütâlaaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat Rahmanirrahim'le kaynamakta adetâ.bir şefkat dalgasıdır birbirini takip edip gitmekte, bir merhamet mevcesi teselsül etmekte ve bütün bunların verâsında da Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize Rahmetiyle böyle hissettiren Allah'ın sonsuz Rahmetine karşı, bütün mahlûkatm ağızlarıyla, duyuşfanyla ve kalbî hissedişleriyfe diyoruz. İşte arasında böyle münasebetler vardır. Biz araştırmalarımızı gâib ve Allah'dan uzak olarak yapıyor ve bir mânâda Allah'tan uzak bulunuyoruz. Bis-mülah'in başında da gaybubet ve fark makamı olduğunu-tasavvufi bir tabirle sîze arzetmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybubet ve fark makamıdır. Halbuki cem makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah'ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arzedebiliriz:


Allah'ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah'a kulluk ancak bütün kâinatın mânâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de namütenahi makamı görecek bir teleskop lazımdır ki, bu geniş dairede Allah'ın icraatını görebilsin, anhyabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi diyebilsin veyahutta Allah'ı teşbih ve takdis edebilsin. Halbuki bütün bunlara kâmil manada muttali olamadı­ğımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba iman ediyoruz.


İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah'a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzlan çözer ve eritir. Artık o, ogüne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler his-setmeye başlar ve sonra hakikatma yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsmda Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinde onu o vaziyette tanzim eden Allah'tır hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğü zaman, bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvama getiren Allah'tır hakikati içini sarıverir. Ve kendi nevinin sîmâsında, bütün güzelliğiyle Rahman ve Rahim'in tecellisini müşâhade eder. İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybubet makamından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalp ve vicdanında Cenâb-ı Hakk'a karşı "Sen" diyebileceği bir "sen" hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ'nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle kendini Evvel, Ahir,


Zahir, Bâtın isimlerinin halitas: önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle "Yalnız sana kulluk yaparız" der. Ve Allah'a "sen" diyebileceği makama erer.


Sultan'ın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah'a vereceğimiz hediye ise Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratmada tuttuğu maksad olacaktır. O da Mârifet-i ilâhidir. Biz, O'nu bildiğimizi O'na takdim edecek, zimamınO'nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız "sen"diyeceğimuhatabını bulmuş olacaktır. Vicdanı­mızda Allah'a ait bu duygu mündemiçtir. Ancak, vicdanı­mız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani "Rabbülâlemin"in icrâatını ve Rahmetle tecelli etti­ğini gördükten sonra içimizdeki gubâr silinecek ve apaçık "sen " ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra "sadece" manasını ifade denen ya "sen" manasına gelen 'i ekleyecek ve"Ancak sana kulluk yapıyoruz" diyeceğiz.


Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra der.


Zira o,kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitab makamına uruç ettiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah'tan isteyecektir. Çünkü O, herşeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk'm Kudret ve azametini müşahade etmiş ve gayb makamından hitab makamına da ancak bu sayede ermiştir.


Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur.Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. İstenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeliye bu fırsat kaçırılma­malıdır. Onun içindir ki, hiç vakit kaybetmeden, doğru-yola hidâyeti taleb sadedinde der ve Rabbinden kendini Sırât-ı Müstakime ulaştırmasını İster. Demek oluyor ki, ezelde ve Besmelede bâtın olan hakikat Fatihada ve şu anda bizim hâl-İ hazır durumumuz­da zahir bir mütekellim olmuştur. Bu muammaya parmak basan Nebiler Sultanı "Allah, kendi kelâmında kullarına zuhuf etmiştir. Fakat onlar O'nu göremezler" sözüyle bunu ifade etmektedir. Bütün bu anlattıklarımız ttBismillahirrahmânirrahim"le Fatiha'nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki bu ikisi bir şiir ahengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmelenin sıyâkıyla alâkalı münasebette de bir çok nükteler vardır: Nasıl ki biz, Besmeleye dayalı Fatiha'da tam huzura erebiIiyorsak.öyleFariha'nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.


Zira Fatiha ile Rabbülâlemin unvanının sahibi bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu Rabbülâlemin unvanı altında kavrar ve idrakına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk'm bu unvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hadiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu unvana bakan insan hayret ve dehşetinden dona kalır. İşte burada, "Errahmân,, ve "Errahim,, isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki namütenahi bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O'nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir .Aynı zamandaO,din gününün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. "Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. O, bizzat var olmalıdır." Bu varlık ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir zâtın öyle bir güne sahibiyetiyİe mümkündür. Ve işte insan ,Fatiha'mn içinde dolaşırken ,onda,sıyâk itibariyle


böyle bir huzura erer. Erer, çünkü o, diyecek ve Cenâb-i Hakk'a bizzat muhatab olacak bir makama yükselmiştir.


Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem sıyâk hem sibak itibariyle bir bütünlük arzediyor. Zira Fatiha'nın Kur'an'la öyle bir alâkası var ki sanki tek başına bir yıldız gibi ve sair gezegenlerle hiç bir bağı yok ve adeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler.Zira Kur'ân âyetlerinin bir manası da"Necm" dir. Necm aynı zamanda yıldız demektir. Semanın yıldızlan nasıl hem aynı hem gayn, hem bağlı, hem kopuk; Öyle deKur'an-ıMu'ciz-ülBeyân'ın ayetleri dahi sankimüstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizâm ve ahenk içindedir.


Fatiha Hamd kelimesiyle başlar. Hamd, kelime olarak şükür ve medih manalarına geldiği de olur. Ancak arada bir çok farklar vardır. Onun içindir ki Fatiha sûresi, ile değilde ile başlıyor.


HAMD: Hamd edilecek zâtın ihtiyarıyla verdiği nimetlerine mukabelede bulunma ve ona teşekkür etmenin yanısıra O, hamdedilmeye lâyık ve bütün ihsanın menbâi olması sebebiyle de O'na karşı arz-ı şükür etme manasını ihtiva eder. Hamd'de, O'nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o şahsın böyle bir hamde liyâkatidir. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk'ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür vehmedin hissimizi arzetmemiz bir hamddir.


ŞÜKÜR: Şükür, kendisine teşekkür edeceğimiz zat tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukabil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki teşekkür umumidir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah'a karşı bir teşekkürdür. "Eşşükrü îillah" demek, Allah'a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah'ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlânm kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah'ın nimetlerine mukabil bir teşekkürdür.


MEDİH; Medhe gelince o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah'a güzelliğinden dolayı medih olabilir. "Güzelsin Allah 'im, Cemal sahibisin Allah'ım, mevce mevce kâinatta dalgalanan bütün güzellikler, senin güzelliklerinin cilve~i inikasıdır Allah'ım." demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazan da medih hiç lüzumu olmadığı halde, başkalarına karşı müdahane yapma işinde kullanılabilir, Onun içindir ki Aîlah'u Teâlâ Hezretleri'ne medyuniyet ve şükran hislerimizi teşekkür ve medihle değil hamdla ifade ediyoruz. Allah Rasûlü: buyuruyor. "Yüzünüze karşı medh eden­lerin yüzlerine toprak saçm"[2]. demek suretiyle medhi zemmediyor ve tecviz etmiyor. Allah Rasûlü (S.A.V) buyurarak hamdi de medh


ediyor. 'İnsanlara karşı hamd-ü sena da bulunmayan, onların nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamd etmez.[3] diyerek medih ile hamd'i birbirinden ayrımaktadır. Medih başkadır hamd başkadır. Allah'a hamd etme ve şükr etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna da muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah'ın lâyuad velâyuhsa nimetleri vardır.Sadi Şirâzi, Gülistanında "Bir insan her nefeste Allah'a karşı iki şükür borçludur." der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle teşekkür etmen icab eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır. Onun için Kur'ân-ı Kerim 'Kullanmdanşükreden ne kadar az,[4] diyor. Fakat şükür, sadakat makamıdır. Her hâl-ükârda


"Allah'a şükretmek, Allah'a karşı minnet ve şükran sanadır." demek bu sadakatin nişanıdır. Hamde gelince:


Allah Rasulü : "Hamd, Allah'a teşekkür


etmenin başıdır." buyurmaktadır. Hamd bir bakıma Allah'tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp ona minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimi olarak Allah'a teveccühün ifadesi olması itibariyle şükürden üstündür. Şükür sadakat, hamd ihlas makamıdır. Hamd ihlas makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah'a karşı kulluğunu idrak edip demek, samîmi ve muhlis kimselerin şiarıdır.


Buraya kadar hamdin, şükrün, medhin mânâlarını anlatmaya çalıştık. Şimdi de hamdın makamını kısa da olsa arz edelim:


Hamd, Mün'am'in in'âmı idrak makamıdır. O nimetten istifade makamından çok üstündür. Üstündür çünkü, in'âmı idrak Mün'im'i anlamaya vesiledir. Onun içindir ki bu makama, Makam-ı Mahmud denilir. Hatta bu makam da Hamidiyet ve Mahmudiyetin cem'edilmesi sözkonusudur. Bu dakik meseleyi şu şekilde izah edebiliriz:


Bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi: Bu hediyenin maddi kıymet ve değeridir ki bu hususta, ondan alınacak zevk ve lezzet sadece maddesi itibariyle ve maddesi kıymetindedir. İkincisi ise, onun bir padişah hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddi bir kıymetin hiçbir değeri yoktur. Belki bu makamda mühim olan bu hediyenin padişaha ait oluşudur. Şimdi böyle bir hediyeden alınacak zevk ve sürür evvelkinden bin derece daha fazladır. Zira bu hediyeden onu veren padişaha intikal mevzubahistir ve önemli olan da odur. Cenâb-ı Hakk'm in'âm ve ihsanı karşısında da durum bundan farklı değildir. Verilen nimetlerden istifade ile, bu nimetleri verene intikal etme ve O'nunla huzur bulma arasındaki fark ise küçümsenemeyeceK kadar mühimdir.


însan hem hâmiddir hem de mahmûddur... O, Cenâb-ı Hakk'a karşı ifa ettiği hamdiyle Hâmid, gökte ve yerde övülüp medhedilmesiyle de mahmûddur. Zaten kâinatın hülâsası ve beşeriyetin iftihar tablosunun isimleri olan Ahmed-Mahrnud ve Muhammed kelimeleri de hep hamd masdarmm etrafında dönüp durmaktadır.


O'nun adı Ahmed'dir. Çünkü Ük defa kâinat Ahmedle başlamıştır. Kâinatın başında Ahmed, sonunda ise Muhammed vardır. Allah'ın elifi'nin ilk remz edildiği yer, Hz. Ahmed'in adının başıdır. Ve Muhammed adı, kâinat manzumesine bir kâfiye olarak gelmiştir. Orada Ahmed, burada Muhammed'dir. Ve böylece insanlık manzumesi sona ermiştir.


Hz. Muhammed (S.A.V) hayatta kulluk yaptıkça Cenâb-] Hak tarafından övülmüş, övüldükçe de mütema­diyen kulluk yapmış, Hâmidiyet ve Mahmûdiyeti bir araya getirmiş ve Allah O'nu medih, O'da Allah'a hamd etmiştir. Zira Makâm-ı Mahmûd'u İşgal ve ihraz eden bir insan, öyle bir lütfa mazhardır ki, o ana kadar Allah'a ettiği bütün şükürlerden başka, bu makama mazhar olmanın da şükrünü bir miktar daha artbrdımı, onun da şükrünü eda etmelidir.


Onun içindir ki Cenâb-ı Hak, "Eğer şükür ederseniz nimetimi artırırım."[5] yani Makâm-ı Mahmud-u genişletirim buyurmaktadır. Ve biz de Makam-ı Mahmud'a râd dualarımızda ezan okunduğu zaman ellerimizi açar "Onu vaad ettiğin Makam-ı Mahmud'a övdüğün insanların makamına ulaştır; makamını genişlettikçe genişlettir" deriz.[6]


Çünkü Makam-ı Mahmud'un sahibinin elinde Livâü'1-Hamd vardır. Beşer, kâinata Ahmed'le girmiş, nurunu Muhammed'le bulmuştur ve emn-ü emânı da Livâü'l-Hamd'm altında elde edecektir ve bu sayede diyerek[7] Cennete girecektir.


Hamd, kâinatın başlangıç ve ruhudur. O, Cenâb-ı Hakk'm Matmah-ı Nazarı olan Hz. Muhammedi'm (S.A. V) etrafında nurani bir halice halinde, O'nu örmekte ve hep O'nu ifade etmektedir. Bizler de Cenâb-ı Hakk'dan Livaü'I-Hamd'in altında toplanmayı niyaz ediyoruz ki, bu hakikate İşaretle Allah Rasûlü; "Ümmetim hammâddır." buyurmaktadır. Hammâd, durmadan Allah'a hamd eden demektir. Ve biz de devamlı, hem işin başında hem de nihayetinde hamd etmekteyiz.


İbn-i Ebi Hatim'in rivayet ettiği Ibn-i Abbas hadisinde Hz. Ömer (R.A) Hz. Ali'ye sorar:


Günde beş vakit namazdan sonra Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu-Ekber ve Lâilehe illallah diyoruz. "Sübhanallah, Lâilehe illallah ve Allah'u Ekber'i anlıyoruz, ama "Elhamdülillah" ne demektir? Cevap verir: "öyle bir kelimedir ki, o kelimenin Rabbi o kelimeden razı olmuştur, o kelime Allah'ın hoşnut olduğu bir kelimedir." Bu cevap ince ve dakik bir sırrı ifade etmektedir.


Nesei ve Tirmizi'nin İbn-i Ömer (R.AJ'den rivayet ettiği bir Hadis-i Şerifte de Allah Rasûlü (S.A.V) şöyle buyurdular.


"Allah'ın kullanndan bir kul; Allah'ım Celâl-i Vechinle azim sultanlığınla sana hamd olsun" dediği zaman melekler ne yazacaklarını bilemediler, Allah'ın huzuruna çıktılar ve :


-Allah'ım kulun bir şey söyledi, fakat biz bu sözlere mukabil ne yazacağımızı bilemedik, dediler. Cenâb-ı Hak onların ne dediğini iyi biliyordu fakat:


-Kulum ne dedi? diye sordu. Melekler: dedi dediler. Bunun üzerine


"Siz, kulum ne dediyse onu yazın, O söz bana öyle ulaşsın. Ve ben, onun mükafatını, esas mahiyetine göre vereceğim." buyurdu.[8]


Başka bir hadislerinde de Allah Rasûlü: "Hamd, mizanı dolduracak tek şeydir." buyurmaktadır.[9] Terazinin diğer kefesinde ne bulunursa bulunsun, Allah'a karşı saygı dolu bir kalp ile "Minnet ve şükran sana" diyerek hamdetme, fiilen onun huzuruna gelme ve lisânı o istikamette çalıştırma ve bütün bunlara munzam olarak kalbi Allah'ın huzurunda durmanın heyecanıyla dalgalandırma, mizanı doldurmaya yetecektir ki, Allah Rasûlü böyle buyurmuştur.


Rab kelimesi, ismi fail manasında bir mastardır ki, terbiye eden demektir. Ancak, demeyip de, denmesinde bir hikmet ve bir nükte vardır.


Şöyle ki, sanki Rab, mürebbinin ta kendisidir. Çünki kâinatın geniş safha ve sahtfelerinde terbiye ettiği binlerce hadise için lazım gelen ne kadar şey varsa hepsini Allah yapmaktadır. Ezcümle: Sadece beşerin terbiyesini ele alacak olsak, beşere Cenneti gösteren onu terbiye eden Allah'tır. Cehennemi gösteren ondan terhib eden, Peygamberimizi gösterenr O'na ittibaı teşvik eden, Kur*an hakikatlannı gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur'ân 'da kâinatı dile getiren, kâinatı anlatıp insanın karşısına apaçık hakikaüan ayan beyan seren, Allah'tır. Bütün bu dairelerde umumi tasarruf yapan Allah olması itibariyle, Adi dediğimiz zaman, mahz-ı adalet mânâsını anladığımız gibi, Rab dediğimiz zaman da sırf terbiye edici, mânâsı anlaşılır. Bu mânâda ondan terbiye etmenin dışında bir fiil sâdır olmaz.


İbrahim Hakkı:


Her işte hikmeti vardır Abes fiil iglemez, Allah'tır, demek suretiyle bu hakikati anlatmaya çalışmaktadır.


Varlığa gelen ve eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah'tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiyp hudutlarının dışına çıkmış hiçbir hadis gösterilemez. Bu âlemşümul terbiyenin tek ve yekta sahibi Rabbülâlemin olan Allah'tır, insanı da terbiye eden O'dur. Belki, hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve ahiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hak insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebi ile bir bedeviyi, kabiliyet ve istidat ölçülerine göre terbiye etmektedir.


Beşeriyet, ancak O'nun terbiyesi ile hakiki kemâle ulaşabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur'ân'ı rehber


edinmektir.


Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rab olan Allah'dır.


Felsefe, eşyayı birbirine düşman gösterir. Halbuki Kur'ân, hayatta bir teavün ve yardımlaşmanın hakim olduğunu, muhtelif vesilelerle dile getirir ve hayata o zaviyeden bakar.


Evet, Kâinatta câri kanunlar, hep bir yardımlaşma örneğidir. Cemâdat, nebatatın, nebatat, hayvanların ve hayvanlar da insanların imdadına koşuyor. Aynı zamanda bu, onlar için kemâle tırmanma mânâsına geliyor. Toprak, şefkatli bir ana gibi sinesinde bitki yetiştiriyorsa, buna nasıl kavga ve cidal denebilir? Felsefe, meseleye ters yönden baktığı için, bu teâvün ve imdada koşmayı, karşı taraftan gerçekleştirilmiş bir gasp şeklinde görmektedir. Bu sakil ve hatalı bir yaklaşımdır ki, doğrusunu Kur'ân gösterir. Cenab-ı Hak, nizam ve intizam içinde, hâdise ve kanunlar eliyle bütün kâinatı çalkalamakta ve herşeyi kemâle sevketmektedir. Bunlardan hasıl olan yegâne hikmet ise, iyiyi kötüden, hayrı serden, nuru zulmetten ve elması kömürden ayırmak ve tefrik etmektir. Bu kanun ve çalkalama iledir ki, mü'min cennete, kâfir ve mücrim de cehenneme ehil hale gelir. Cenâb-ı Hak, burada ayırdığı gibi Ahiret yurdunda da bu iki sınıfı birbirinden ayıracak ve "aynîm bugün ey mücrimler" diyecektir.[10]


Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, kâinatta câri tekşey; Cenâb-ı Hakk'm terbiyesidir. Ve Allah (C.C) hâdiseleri (Rab) ismiyle terbiye etmektedir. Sadece, insandaki kemâle sevkedüişi müşahade edebilen bir insan, bu hakikati kabul edecek ve başka bir delile de ihtiyaç duymayacaktır.


Hâdiseler, Allah fC.C)'in kudret elindedir. İlk muharrik dâima Cenâb-ı Hakk' olduğu gibi, belli bir gayeye doğru bu hareketi devam ettiren de O'dur. Ve eşya, işte bu ilk tahrikle kemâle doğru sevk edilir. Bir çocuğu ele alacak olursak, onun, varlığa ermesine sebep ne sperm ne de yumurtadır. Önce anne-babayı yaratan, sonra da çocuğu anne kamı gibi üç karanlık içinde geliştiren ancak ve ancak Allah'tır. Çünki illetle ma'lül arasında münasebet olması lazımdır. Yani bir "tenasöb-ü illiyet,, prensibi vardır ve bunu görmemezlikten gelmek katiyyendoğrudeğildir.Bu hükmü şöyle bir misalle tavzih edebiliriz. Sîz ortada büyük bir abidenin yapıldığını ve bu abidenin hemen yanında eli kolu bağlanmış bir çocuğun bulunduğunu görseniz, çocuk "bunu ben yaptım" iddiasında bulunsa, elbette siz buna inanmazsınız. Çünkü yapanla-yapılan şey arasında bir mutabakat ve bir münasebet olması gerekirken burada bu uyum ve münasebet yoktur. Aynen öyle de, ortada her şeyiyle mükemmel abide-misal bir kâinat durmakta ve bunun etrafında da eli kolu bağlı çocuk hükmündeki sebepler bulunmakta. Nasılki abidenin yapılmasını çocuğa veremiyorsak, bu kâinatın yaratılışını da sebeplere veremeyiz. Öyle ise bu kâinat yaratan, terbiye edip kemâle doğru sevkeden ancak Rabbülâlemin olan Allah'tır. Doğrusu münkirin Allah'ı inkârda ısrarını anlamak mümkün değil... Halbuki seradan süreyyaya, zeminden asumana, delillerle bezenmiş, süslenmiş, her hal, her keyfiyet Allah'ın varlığına delâlet etmektedir. Herşey O'na delâlet ettiği halde onu inkâr etmek ve tanımamak, şaşılacak ve aynı zamanda korkunç bir küfür, korkunç bir başkaldırmadır.


İşte Rabbülâlemİn'in hakikati bu zaviyeden ele alınıp değerlendirilebildiği takdirde, ilim kuşağı bir marifet kuşağı olacak ve eşya da bir kitap haline gelecektir.


Eğer beşer, Cenâb-ı Hakk'm ve Kur'ân-ı Mu'ciz-üİ Beyân'ın ona bakışı zaviyesinden kendine bakabilse ve Keiâmuilah'ı bu şekilde bir kere olsun, tetkik edebilseydi, bugünkü halinden çok daha başka bir keyfiyette olacak ve ilâhi kelâmı bugün anladığından çok daha farklı şekilde anlıyacaktı.


O Allah ki, İnsanı Rahmetiyle yaratmış ve yine Rahmet eseri olarak, Kur'ân'Ia insanın imdadına koşmuştur. Ve yine, Rahman Suretinde bezediği insanı, Rahmetinin mevce mevce coştuğu Kur'ân'ma muhatap kılmıştır. İşte bu zaviye ve seviyeden insan, kendini ve kendisine gönderilen kitabı tetkik edip inceleseydi, Allah Resulü'nün: "Eğer bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.[11] Bir başka yerde de, "Ne kadar isterdim insan olacağıma bir odun parçası olsaydım.[12] ifadesindeki, mükellefi­yetin ağırlığını omuzlarında hissedecek, utancından ve mahcubiyetinden dolayı kaçacak yer arayacaktı. Evet sıfat-ı ilâhi semâsından ve esmâ-i ilâhi burcundan kendisine bakış, insanı bu hale getirecektir. Ama, bu da his ve duygularla Kur'ân'a bir gavvâs gibi dalmak veya Kur'ân'ın yıldızları arasında pervaz edip kanat çırpmakla mümkündür.


Devr-i Saadette, insanlık kendine bu şekilde baktı, kendini buldu, ve Allah da onları beşer üzerine hâkim kıldı. O Allah ki: "İnsanları yeryüzünde halife yaptım " demektedir. Ve kendisine gönül, kafa ve hislerle tam bir teveccüh olduğu devirde


"Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da Arza mutlaka iyi kullarım vâris olacak (bu yer onların eline geçecek) diye yazmıştık[13]. Hakikatıyla tecelli etmektedir. Evet O, herzaman bütün mirasını salih kullarına bıraktı. Onun içindir ki, Saadet devrinde tek söz sahibi, müslüman-lar idi.


Allah (C.C) kâinatla, insanla kendi arasında bir muadele vaz'etti. İnsanı karşısına alıp ona "Sen" diye hitap-


da bulundu. Sonra "sana" göre "ben" senim dedi. Rubûbiyet dairesinin karşısına ubudiyet dairesini yerleştirdi. Rahmâniyyet ve Rahimiyyeti beşerle paylaştı. Ve Besmelede bize bunu talim edip duyurdu. İşte biz de, O'nun sonsuz Rahmet ve inayetine mukabele edip diyor ve ondan gelen her şeye minnet ve şük­ranlarımızı takdim ediyoruz.


Kudsi cümlesinde, iman adına inanacağımız bütün esas ve rükünler mündemiçtir. Şimdi de bu hususu izah etmeye çalışalım. Hamd, Cenâb-ı Hakk'm asarını görüp O'nu alkışlama, Kemâli karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanma, Cemâli karşısında muhabbetten coşup taşma ve ihsanı karşısında yüzü yerlere sürme demektir. Lâfz-i Celâlenin kelime ve lügat yönüyle mânâsını arzederken temas etmemize rağmen, kısaca bu hususu bir kere daha hatırlatmamız faydalı olacaktır.


Allah kelimesinin altında "Ma'bud", her şeyin kendisine inkiyad ettiği, münkâdun ileyh, sığınılan, kendisine dayanılıp iltica edilen, azameti karşısında hayranlık ve şaşkınlık duyulan ve kendisine itimâd edilip güvenilen mânâları vardır. Demek oluyor ki "Elhamdülillah " denildiğinde, kendisine dayanılan, hayrette kalındığı zaman kendisine iltica edilen ve muhtaç olunduğu zaman kendisine el açılan ve sadece kendisine ibâdet edilen bir ma 'bud mânâsı kasdedildiği gibi O'nun dışmdakileri Ma'budiyetten azletme mânâsı da kasdedilmektedir. Yine "Elhamdülillah" denildiğinde Cenâb-ı Hakk'm sonsuz tasarrufu, kemâlde güzelliği karşısında bir hayret ve şaşkınlık ve bundan Ötürü bir secde, ve Cemâli karşısında mest ve sermesi kendinden geçme ve kendini boynu tasmalu ayağı prangalı bir köle ve kul görme mânâsı da düşünülmektedir. Hamd ve Lâfz-i celâlenin baktığı bu büyük mânânın tercümanı ise tır. Bütün kevnî hakikatlar da mündemiçtir. Bu kudsi cümleyle mü'min kâfirden, müslim mülhidden, münkâd zındıktan, muhlis müna­fıktan ayrılır. Adeta bir alamet ve bir nişandır.


Onunla bir zümre diğer zümreden fark edilir .Şu kadar var ki, bu kudsi kelimeyi sadece dilimizde söylemekle bu mazhariyete eremez ve varmamız gereken ufka varamayız. Zaten bu kelime gönülde iz9ân, benlikte kabullenme şeklinde kendini gösterir ve insan hissiyatında hâkimiyetini kurarsa ona iman de-nir. Yoksa üşüyen bir insanın "ateş ateş" demekle ısınamayacağı ve zehir içen bir insanın "zehirlenmeyeceğim, zehirlenmeyeceğim" demek suretiyle zeh­rin tesirinden kurtulamayacağı gibi söylenen sözler de çok defa kendini iman ve iz'an halinde gösteremez. İnsan en az zeh­rin öldürücü, ateşin yakıcı olduğuna inandığı kadar derken ma'bud'u bilhak yalnız ve yalnız Allah olduğuna inanmalıdır ki buna "iman" densin. Evet insan sadece O'nu görmeli, O'nu bilmeli ve O'nu tanımalıdır. Ve yine kulluğu da sadece O'na takdim etmelidir. îşte o zaman dilindeki gönlündekiyle birleşir ve hakkıyla mümin olur.


Bu şekilde olmayan iman, iman değildir. Hayır, hayır ateşin yakıcılığına ve zehirin öldürücü olduğuna inanıldığı kadar Alah'a inanılmıyorsa, bu iman olmaz, buna iman denemez.


Burada şu mühim hususu da arzejdelim: Ateşin yakması ve zehirin öldürmesi, bunların kendi hassalarından değildir. Ateşte yakıcılık, zehirde öldürücülük birer kanundur ve bu kanunları yaratan da Allah'tır. Onun içindir ki bir insan "ateş bizatihi yakar" veya "zehir bizatihi öldürür" dese Allah korusun ehl-i dalâlet olur ve ehl-i sünnetten ayrılır. Ateş, ancak'Allah'ın dilemesiyle yakabilir. Nitekim Hz. İbrahim'i yakamamıştı. Zehir ancak Allah'ın dilemesiyle öldürebilir. Nitekim Bişr (R.A)'i öldürdüğü halde Rasûlulîah'i öldürmemişti. Bu hâdiseler gösteriyor ki ef ali yaratan ancak ve ancak Allah'tır. Allah'a inanan her insan, bunu bu şekilde kabul etme mecburiyetindedir. Maddesiyle dünyaya bağlı olan insan, ancak böyle bir imanla semâya doğru merdiven merdiven yükselir. Devamlı onu ma'bede doğru sevkeden gizli bir kuvvet vardır ve o, ibadet edemediği an ve zamanlarda tarifi mümkün olmayan bir vicdan azabıyla karşı karşıyadır. Sanki onu meâliyat ve yüce ufuklara doğru sevkeden itici ve çekici bir kuvvet varda o, onlarla ufuk ufuk huzur aramaktadır. îmanı sayesinde insan, bir itici ve çekici kuvvete, irade ve akimi teslim eder. Ve bu teslimiyet de onu, Cennet'e ve Cemâl-i Bâki'ye götürür. Artık o, bu sayecje mutmain bir insandır. îman, onun kalbinde yakîn hasıl etmiştir. Ve gönül dünyası, cennete açık ve Cemâlullah'a mücellâ bir ayine olduğu gibi, onun hanesi ve kendisi gibilerin meydana getirdiği ve getireceği cemiyet de burcu burcu lâhut âlemine ait kokulan neşredecektir.


Kulluk, beşerin fıtratında vardır. Allah (C.C) însani yaratırken, kul olacak fıtratta ve kıvamda yaratmıştır. Ancak beşer çok kere bunu kötü ve yanlış yere kullanmıştır. Taş, ağaç, yıldız, ay ve güneş gibi ibâdete asla liyakati olmayan, Allah'ın mahluku,aciz, zayıf varlıkları kulluk mihrabına dikmiş ve böylece, ulvilerin ulvisi kulluk makamından, süflilerin süflisi şirk ve küfür derekesine düşmüştür. Aslında bu netice dahi bize, biraz evvel söylediğimiz hakikati anlatıyor; kulluk, fıtratta var olan bir duygudur. însanlar hakiki mabudu bulamadıklarında, bir sürü mâbüdlar uydurarak onlara serfürû etmeleri bu tabii halin inhirafından başka birşey değildir.


Halbuki Fıtrat dini olan Hanifiyetin büyük önderi Hz. İbrahim, Kur'ân'm ifadesi içinde, bütün esbab ve vesaiti ayaklar altına alarak, Allah'a yükselmenin yol ve usulünü göstermektedir. O, panl parıl parlayan ve insana göz kırpan yıldızların, mabud kabul edilemiyeceğini, yine onların gaybubiyetiyle ilan ederken, Ay ve Güneşin ufulüyle de aynı hususa parmak basıyor ve uful edip gidenlerin mâbud olamıyacağını, her seviyedeki insanın anlayabileceği bir dil ve üslubla ifade etmiş oluyordu. İşte beşer bunu idrak ettikçe, Hz. İbrahim;


"Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim,[14] deyişindeki mânânın yükseltici halkasına tutunup, nurani helezonlarla yükselecek, kemâl ve zirve noktası olan kulluğa çıkacak ve insanlığın ne demek olduğunu da, ancak bu yükselişle anlayacaktır.


İnsanlık, bu seviyeye peygamberler sayesinde ve onlann vasıtasıyla ulaşır. Peygamberlerin aydınlık yolunda, kalb gözünden perdenin kalkmasıyla insan, Cenâb-ı Hak'la adeta yüz-yüze gelir ve O'nu seyreder. Zaten mübarek bir sözde O, "Ben arz ve semâya sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım." demektedir ki, bu sırra ermek de ancak kullukla olur. Bu öyle bir sırdır ki sadece yaşanır. O'nu kitaplar yazmaz ve velî onu ifadeden acizdir. Hatta az kimse müstesna, İnsanlar Kur'ân tilâvetinde dahi bu hisse ulaşamazlar. "Bu öyle bir haldir ki, bütün vasıta ve vesileler artık silinmiştir. Gönül sultanı kendi sarayına teşrif etmiştir. Ve o anda insan kendinde değildir. Kendisini dahi unuttuğu bir hal içinde kararsız, hayret ve hayranlığın doruğunda bulunmaktadır. Bu halde olan bir insan ne der? Hal ve durumunu nasıl anlatır? işte bu durumda bazıları demiş. Diğer bazıları da, bu hallerini ile anlatmaya çalışmıştır. Bir diğer grup da "Kâinatta onun tecellisinden başka bir şey görmüyorum " diyerek kendisine göre bir üslubla bu hali anlatmak istemiştir. Fakat ne denir ise densin, ne söylenir ise söylensin, esâs duyup hissedilenler yanında bu ifadeler sadece insana bir nefes aldırmak içindir. Yoksa meselenin esasını kelimelerle ifade katiyyen mümkün değildir.


Beşer, tevhid ve Allah'a imanla huzura kavuşur. Ve deyişimizin altında, kendini bize tanıtan ve bu tanıtışıyla bizi tevhide erdiren, Cenâb-ı Hakk'm bir lütfuna karşı da, şükranımızı arzediş mânâsı vardır.


Birlik, Allah *m lazımı gayr-i mufankıdır. Allah 'ı düşünüpte O'nu "Bir" düşünmeme mümkün değildir.


Fakat biz bunu lafzan da ifade ediyor ve diyoruz. Böylece, Allah bir tane olduğu; hayır-şer, iyilik-kötülük elinde bulunduğu; bütün hasenat ve seyyiat O'nun yanında tesbit edildiği ve hasenatın mükafatını, seyyiatm cezasını verecek de O olduğu için biz hamdi Allah'a tahsis ediyoruz.


Kâinatta zerre kadar şerike mahâİ yoktur. Bürhân-ı tamânü' ve redd-i müdâhale kanunu şirki şiddetle reddetmektedir. Bir köyde iki muhtar, bir kasabada iki müdür, bir beldede iki kaymakam, bir vilâyette iki vali olmaz;keşmekeşlik olur. Bu durum gösteriyor ki hâkimiyet şerîk kabul etmez. Kâinattaki düzen, intizâm ve nizâmıyla kendini hissettiren Allah'ın eşi, ortağı olamaz. Allah O'dur ki, kudretine nisbeten bir zerreyi yaratmakla kâinatı yarat­mak arasında fark yoktur. Aynı kudretle, insanı yarat­tığı gibi bütün kâinatı; bir çiçeği yarattığı gibi bütün bir baharı; baharı yarattığı gibi bütün dereceleriyle cen­neti; ve bütün tazeliğiyle ebediyeti yaratır. Öyleyse hayâli ifsâd edip fâsık kılacak ve gönül huzurunu silecek şerik ta­savvuru insanı tedirgin ve rahatsız etmeden başka, Onun düşüncesini dağıtacak düşünce sistemindeki birliği boza­cak zihni bir marazdan başka birşey değildir. "Gökte ve yerde Allah'tan başka bir ilâh olsaydı, gök ve yer fesada uğrardı."[15] âyet-i kerimesi kelâmcıların "bürhan-ı temânü,, unvanıyla çok sarih bir şekilde bize bu hakikati anlatmaktadır. Onun için biz esbabı azlediyor, hıristiyanların düştüğü vartaya düşmeden kaçınıyor, hattâ gönüllerimizin sultanı Hz. Muhamrned (S.A.V)'e dahi, şirki işmam eden bir muhabbetin kalbimize girmesine asla meydan vermiyoruz. "Allah'ın hakkı Allah'a râci, Peygamberimizin vesileliği de Peygamberimize râcidir" diyor, dengeyi muhafazaya çalışıyoruz. Allah: O Allah'tır ki gökleri ve yeri elinde tutup bütün kâinatı idare eder. Hz. Muhammed (S.A.V), O sultandır ki Mabud-u Mutlakı görmüş, O'ndan emirler almış, itikat ettiğimiz akaidi, ayne'î-yakin müşâhade etmiş, yaşadığımız şeyleri bizzat yaşamış, müşâhadenin, yaşamanın, görmenin kendisinde hasıl ettiği yakîn ile karşımıza çıkmış, kendisi tereddüt etmeden inandığı gibi, bizleri de böyle bir inanışa davet etmiştir. Onun gönlünden çıkan en tonlu ifade ve sözler bütün mü'minierin gönlünde de ma'kes bulmuştur. Düşünün ki, aradan ondört asır geçmesine rağmen Rasûlullah'm marifet deryasına attığı cevherlerin meydana getirdiği dalgalar mütedahil daireler gibi yirminci asrın


sâhiüne kadar gelip ulaşmıştır. kudsi hakikati, Allah'ın Mâbud-u Mutlak olduğunu, kulluk ve ibâdetin sadece O'na yapılıp, sadece O'nun karşısında serfürû edilmesi gerektiğini anlattığı gibi, Hz. Muhammed'in (S.A.V) O'nun elçisi ve kâinat sarayında O'nun teşrifatçısı olduğunu da dile getirmektedir. Bu keiâm gönül evimizde, bir hisse Allah'a, bir hisse de Rasûlullah'a ayırıyor ve biz hakikatim böyle anlıyoruz.


Mü'min işte bu imânı elde edip her şeyi Allah'ın yed-i kudretine verdikten sonra, kâinattaki bütün eşya ile bir münasebet kurar. Artık O'nun ruhunda vahşet, tiksinti ve ürküntü yoktur. O taş, toprak, kuş, ağaç, hülasa bütün hayvanat ve bütün nebatatla kardeş, olur. Mü'min, kâinata mehd-i uhuvvet (Kardeşlik beşiği) nazarıyla bakar. Çünki her şey "bir"den gelmiş ve neticede "bir"e dönecektir.


İnsan, cesed ve eşbahıyla haşr olacağı ana kadar, ruhuyla Allah'a bağh kalacaktır. Daha sonra da yere dönecek ve Mevlasmı apaçık görüp mevcudiyetini hissedecektir.


Uhud savaşından dönerken AİJah Rasulü, başı 126


yarılmış, dişi kırılmış, mecruh ve yaralı bir haldeydi. Emir dinlemedeki nezaketi o gün için kavrayamamış olan sahabi yüzünden, mutlak bir galibiyetten olunmuştu. Buna rağmen O, bütün varlıkla kurduğu sevgi ve dostluğu perçinleştirircesine" "Uhud bir dağdır. O bizi bizde onu severiz" buyurmuştur.[16] Bu sevgi atmosferi, hata işlemiş sahabinin ruhunda öyle bir emniyet hasıl etmiştir ki, o anda söylenecek başka bir söz belki bu tesiri icra edemezdi. Ancak, biz bu hâdiseyle, meselenin ayrı bir yönüne bakmak istiyoruz. O da Aİlah Rasûlü'nün eşya ile olan münasebetidir. Sanki o anda Uhud dağı, üzerinde birçok mü'min şehid düştüğünden ve kâinatın yaratılış gayesi olan nebinin dişinin kırılmasından dolayı, ürkmüş, irkilmiş vaziyetteydi. Ve işte Allah Rasûlü, bu ifadesiyle Uhud'a teselli veriyordu.


Başka bir defasında da, üzerinde bulunduğu dağ sarsı­lınca; buyurarak, "Dur ey dağ senin üzerinde Nebi, Sıddık ve bir de şehid var" demiş ve onun emri üzerine de dağ durmuştu.[17] Belki son durum itibariyle bu bir mucizeydi. Ancak evvelki hal efendimizin her zamanki tavrıydı. O, eşya ile münasebete geçiyor ve bütün bir kâinata kardeşlik beşiği nazarıyla bakıyordu. O'nun, hayvan, ağaç,taş ve dahakice varlıklarla konuştuğu tarihçe müsellemdir. Ve bir mü'minin de, Allah Rasûlünün bu hareketinden alacağı ders ve ibret cidden büyüktür.


Bu hakikata ulaşma da ancak, tevhide ermek ve herşeyin "bir"den gelip "bir"e rücû edeceğine tam ve yakini bir imanla inanmakla mümkündür.


Onun içindir ki Allah Rasûlü (S.A.V) imanın tercümanı olan cümlesini şu mübarek sözüyle şöylece tavsif ediyor.


"Ben ve benden evvel bütün peygamberlerin söylediği en faziletli, en hayatbahş, en manâlı, en tonlu ve çaplı ifade ifadesidir."[18]Allah'tan başka yaratıcı ve Ma'bud, Allah'tan başka kendisi için mest ve sermest olunacak varlık yoktur.


Tevhid akidesini kudsî cümlesinde bulduğumuz gibi, meleklere imanı da aynı cümle içinde bulmaktayız. Zira bu cümlede, en ulvi şekilde Allah'a hamd etmek mânâsı vardır. Halbuki zaaf ve isyanlarıyla insan, çok kere, esas ulviyetine layık şekilde Hamd etmekten uzaktır. Demek ki, isyan ve nîsyan kendilerine arız olmayan ve daima Allah'a kulluk yapıp O'nu yâdeden kullar olmalıdır. Evet, Allah'ın böyle mükerrem kulları vardır ve dinde onlara "melek" denir.


Hz. Hakkı:


Hakkın mükerrem ibâdı meiekler yerde, göklerde, Avamından avâm-ı nâsı efdal eylemiş Allah.


ifadesiyle bize bu hakikati anlatmaktadır.


Ayrıca, bu kudsî cümle içinde, yapılacak kulluk ve ibadette, meleklere benzemeye teşvik vardır. îsyansız ve nisyansız kulluk yapmak isteyenler meleklere benzemelidir. Bir fark var ki, insan, meleknümun kulluğu sayesinde, meleklerden üstün hale gelir. Zira, ondaki zaaflar tekemmülü için bir vesile olur. Halbuki meleklerin makamı sabittir. Diğer taraftan, insan halife olarak yaratılmıştır. Melekler mutlak bir itaat içinde, fıtratlarına tevdi edilen vazifeyi yapmaktadırlar. O melekler ki, Rabbleri onları


şöyle tavsif etmektedir, "Onlar Allah'a, Allah'ın emrettiği şeylere asla ve kat'a baş kaldırmazlar ve harfiyyen Allah'ın emirlerine itaat ederler"[19]


İnsan da en az onlar kadar yaratılış gayesine uygun hareket etmelidir ki, hilafet gibi bir paye ile şereflendirilmenin şükrü edâ edilmiş olsun. Aynı zamanda bu kudsi cümlede, Allah'a karşı ibadetlerini takdim eden diğer varlıkiara-sadece bu yönleriyle-benzemeye de teşvik yapılmıştır. O varlıklar ki Rabbilerine karşı:


"Biz itaat ederek geldik" demişlerdi.[20]


Kur'ân-ı Kerim'i ve sair kitapları da içinde taşımaktadır. Kur'ân-ı Kerim'i bize gönderen Allah'a hamd ve sena olsun. Biz Allah'a kulluk yapmayı, O'nu sena etmeyi, Peygamberlere karşı ta'zimat ve tekrimatı ancak Kur'ân sayesinde öğrendik. O Kur'ân gelmeseydi; biz hâmdetmeyi bilemeyecek ve Allah'a kulluğun keyfiyetini anlayamayacaktık. Binaenaleyh Kur'ân nazil olması suretiyle biz kulluğu ve Allah'ı Öğrendik. Allah'a karşı kulluğumuzu ancak o kitaptaki programa göre yapıyoruz. Böyle bir program olmasa idi kulluk da olmayacaktır. O zaman yaptığımız hareketler bir toteme, bir puta ve bir heykele yapılan şeylerden farksız olacaktı. Öyleyse kulluk dediğimiz zaman, kulluğun programı olan kitabı düşünmem meye imkân yoktur. Meleğin dilinde, Nebinin tebliğinde, Allah âleminde, kelâm sıfatı muhtevasında kitabı düşünmeden kulluğu ve Mâbud-u Mutlak'i düşünme mümkün değildir. Böylece, bir taraftan bize hamd ettiren kitap, diğer taraftan hamd, sena ve şükrün keyfiyetlerini talim etmesiyle iû jlJ-ı kudsîcümlesinde matvi bulunmaktadır. Kitap, melek ve meleğin emir getirmesi düşünülür de şu kâinatı en güzel bahçe gibi hazırlayan, en müdebdeb bir bağ haline getiren, bizleri çeşit çeşit nimetleriyle perverde eden, sonra bu nimetlerin arkasında kendisini bize tanıttırmak isteyen, tanıttırmak isterken de ezeli ve ebedi hutbesi olan Kur'ân-ı Kerimle o nimetleri anlatan Allah (C.C)'m, o kitabı bize tebliğ edecek bir keşşafı, bir Yaver-i Ekrem'i ve şu kâinat sarayına gelecek seyircilere, şu muhteşem meşherdeki esrarı şerhedip anlatan bir dellalı olmaması muhaldir. Onun içindir ki Peygamberlerin gönderilmesi lüzumlu bir keyfiyet arzetmektedir. Ve & jlJj ifadesinin altında Peygam­berler de vardır. Aslında bu kelimeyi telaffuz etmekle sanki biz Allah *m peygamberler göndermesine karşı da hamd etmiş oluyoruz. Zaten peygamberlik kafilesinin kafiyesi olan Hz. Muhammed (S.A.V)'in adı da hamd kökünden gelmektedir.


"Ahmed'i Mahmud-u Muhammed derler sana " diyen şair, O'nun hem Ahmed, hem Mahmud ve hem de Muhammed olduğunu anlatmaktadır. Evet O, hem çok hamdeden, hem Allah in matmah-ı nazarı, hem de'ferd-i ferid makamının tek ve yekta sahibidir.


Kudsî cümlesini candan ve gönülden söylemek ve bunda müdavim olmak bize öldükten sonra dirilmeyi de hatırlatır. Zira, devam etmeyen nimet, nimet değil nikmettir. Nikmet ise, insandaki dostluk ve muhabbet duygularını düşmanlık ve nefrete tebdil eder. Dünyada kendisini bunca nimetleriyle tanıtan,sevdiren bir Rahmet-i Sonsuz, bu dünyada kendisine hamdettirirken, nimet ve rahmetini kesmek suretiyle, edilmekte olan hamde hatime çektirmeyecektir. Aksine, ebedi bir hayatta, insanlara ebedi olarak hamdettirecektir. insanlar hamdederek yaşıyor ve ahirette hamdederek yeniden dirilecek ve mü'minler meleklerin teşrifatçılığı ile cennete girdiklerinde, diyerek vadinde duran ve kendilerine cenneti bahşeden Rabb lerine hamdedecek-lerdir.


Demek oluyor ki, bu kudsî ve mübarek cümle, Kur'ân'ın esas gaye ve hedefi olan dört ana meseleyi icmal edip içinde sakladığı gibi, imanın bütün rükünlerini ve ibadetin bütün çeşitlerini de ihtiva etmektedir. Hakiki hamd madem ki, cennette devam edecektir. O halde cennete ehil hale gelmek dünyada hamdetmek ile mümkün olacaktır. Ve insanı cennete ehil hale getiren de ancak ibadet ve takvadır ki, bu hususlar Kur'ân'da tafsil edilmiştir.


Dolayısıyla hakiki olarak demek bütün Kur'ân'ı kendine rehber edinmek ve bütünüyle İslâm'ı yaşamakla olacaktır.


İstidrâdîbir fasıldan sonra, şimdi de kelimesi üzerinde duralım. 4o Kelimesine yukarıda bir nebze temas etmiştik. Mevzunun sonunda bu iki kelimeyi yine değişik bir zaviyeden tahlil edeceğiz.


Alemler,mânâsına gelir.Bu kelimenin başında bir lâm-ı tarif vardır. Lâm-ı tarif ahd için kabul edilecek olursa Cenab-ı Hakk'ın bildiği, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kasdolunuyor, demektir. Âlem ise alâmetten gelen bir kelimedir. Zerreler âleminden, yıldızlar âlemine kadar her âlem, Canâb-ı Hakk'a ait bir alâmet ve bir delil olması hasebiyle, âleme âlem denilmiştir. Ruhlar âlemi, eşbah âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve daha nice âlemler...


Bu manâsıyla âlem ne güzel şeydir ki, onunla Allah bilinir, kâinat ne kadar eşsiz bir tablo ki, o tabloda Allah müşahede edilir; elvan elvan kâinattaki cemâl dalgaları ne tatlı şey ki, onda cemil-İ mutlak ve kemâl-ı ale-1 ıtlak'm cemal ve kemâli görülür. Cemal ve kemale ermek ise görmeye bağlıdır. Bu da ancak devamlı düşünen bir beyne ve gönüle müyesser olur. Kâinatta hiçbir var'ık abes ve boş yere yaratılmamıştır. Bu hakikat teemmül ve tefekkürle inkişaf eder. fşte bu inkişaftır ki, olarak kendini tanıtan Mevlayı anlama ve idrak mevzuunda önümüze yeni yeni ufuklar açar.


Hz. Ömer devrinde, çekirge kahtı oldu ve çekirgeler birden bire ortadan kalkıverdi. Hz. Ömer çok mahzun ve mükedder oldu. Yemen, Şam ve Irak'a gidenlere "Oralarda çekirge görürseniz bana haber verin" diye tenbihlerde bulundu. Sonra Yemen'den gelen birisi elinde bir avuç çekirge ile geldi ve bunları Halifenin önüne attı, atınca da halife "Allahu Ekber" dedi. Orada bulunanlar "Ey Allah'ın Peygamberi'nin Halifesi biz bu hareketinizi anlayamadık" dediler. Cevaben şöyle buyurdular: "Allah Resulünden şöyle işittim."


"Allah bin ümmet yaratmıştır. Bunlardan altıyüzü denizde dört yüzü de karadadır. Ümmetlerden biri de çekirge ümmetidir. Yeryüzünde ilk defa helak olup yok olacak çekirgedir. Onlar yok olduktan sonra, diğerlerinin yok olması onu takip edecek ve teker teker her ümmet helak olup gidecektir." "Ben de âlemin nizamının benim zamanımda bozulmasından ve ahengin değişip kıyametin kopmasından endişe ettim.'


Hz. Ömer'in bu sözünde, yukarıda arzetmeye çalıştığımız tefekkür ve tedebbürün mânâsı gizlidir.


Batılı bir mütehassıs "kelaynaklar" öldüğü zaman endişesini izhar etmiş ve "Niye endişe ediyorsun?" diye soranlara da, şöyle cevap vermişti. "Sâni-i Azam'm, âlemler adına kâinatta yarattığı her şey bu kâinatın tamamlayıcı cüzleridir. Bunlardan bir tanesi eksildiğinde Dünyada bir eksiklik meydana gelir. Yılan, akreb, bit, pire ve sizin ağaçlarınıza musallat olan parazitlerin varlık içinde birer yeri vardır ve bunlar adeta kâinatın tamamlayıcı unsurlarıdır. Hâlık-ı Âzam bunlarla kâinatı tamamlamış ve hikmetim bunlarla ikmal etmiştir. Binaenaleyh birinin eksilmesi kâinatta bir eksikliktir ve bu eksiklik birbirini takip edecek ve kâinat sona doğru gidecektir. Nasıl ki insan vücudunda, vücud için lüzumlu maddelerden bir tanesi dahi eksik olsa, bu eksiklik başka arızalar doğurur derken vücuttaki ahenk bozularak, daha başka maddeler de eksilmeye başlar ve insanın ikbali, idbara döner; öyle de insan-ı ekber olan kâinat da, onu tamamlayan cüzlerden birinin eksilmesiyle aynı akibete duçar olur."


Şimdi de kudsi cümlesini ayrı bir yönüyle ele alıp tahlil edelim:


Burada mastar olduğu halde isrh-i fail manasına gelen "RAB" kelimesi ve ardından da bütün âlemler mânâsına "Alemîn" kelimesi zikrediliyor. Bütün âlemlerin terbiyecisi ve bütün âlemleri kemâle erdiren Allah'dır. Demek bütün âlem Allah'ın terbiyegerdesidir. O'nun terbiyesini görmeyen kemâle eremez. O'nun terbiyesini almayan ot, ot olarak varlığa eremez. O'nun terbiyesiyle tımar olmayan ağaç meyve veremez. O'nun terbiyesinden geçemeyen hava zehirden tasaffi edemez. O'nun terbiyesini görmeyen şeker kamıştan ayrı olamaz. O terbiyedir ki ummadığımız taş gibi kaskatı şeylerden hayatdar, caniı varlık meydana getirir. O terbiyedir ki çok ölüleri hayata mazhar edip dipdiri yapar. O terbiyedir ki en basit şeyleri dahi kemâle mazhar edip en mükemmel, en müdebdeb, en muâlla şeyler haline getirir. Ve siz ona gösterilen itina ve itiyat karşısında hayret ve hayranlık secdesine kapanırsınız.


Terbiye, bir şeyin olabileceği en son noktaya ulaştırılması demektir. Bir otun çiçek açma kabiliyeti varsa onun müntahası çiçek açmaktır. Bir ağaç meyve veriyorsa onun münteha noktası da meyve vermektir. Esasen meyve vermesi gereken bir ağaç meyve vermiyorsa o, terbiyede kemâle ermemiş, terbiye olmamış demektir. Bir yılanın terbiyesinde de bir son hududu vardır. Eğer bu yılan zehirli ise, onun terbiyedeki kemâli, zehrin teşekkül etmesidir. Kör yılanın gözü görmez fakat hayatta yaşamasını devam ettirecek mekanizma tam ve en mükemmel şekilde onda teşekkül ederse artık o fıtratın kendisine tayin ettiği hududun bu son noktasına varmış sayılır. O, onun kâb-ı kavseynidir. Meyve veren ağacın meyve vermesi; çiçek açan bir otun çiçek açması.bir hayvanın fıtraten kendisine tayin edilen ve kudret elinin kendisine çizdiği hudutların son noktasına ulaşması hep onların kâb-ı kavseynidir. İnsanın da bir kâb-ı kavseyni vardır. Ve o en kâmil insanda miracda ifade edilmiştir. Büyük mürebbi Nebiler Sultanı (S.A.V) Kâb-ı kavseyne çıktığını anlatırken; Allah eliyle terbiye edilmede en son noktaya vardığını anlatmaktadır. İmkân âleminden sıyrılması, kesretten çıkması ve vahdeti kavraması, sonra da kesrettekileri vahdete götürebilme aşk ve heyecanının duyulması, işte biz bu ana imkân ve vücub arası mânâsına "kâb-ı kavseyn,, diyoruz.


Şöyle ki, terbiye edilen herşey terbiyesi ve tımarı neticesinde Allah'a delalet etmektedir. Siz fundalıkların kapladığı fakat hiçbir tımarın görülüp müşahade edilmediği bir dağa, bir vadiye, bir deniz kenarına gidip karmakarışık otları müşahade etseniz, düşünmediğiniz için, bunları bir an için de olsa esbaba, tabiata verebilirsiniz; kendi kendine olmuştur diyebilirsiniz. Ama ilim kıstasıyla bakacak olursanız, onların da, Allah tarafından yapılmış olduğunu göreceksiniz. Fakat birde görseniz ki, bu gelişi güzel, karma karışık zemin ve yeşillikler bir fundalık değil de arasında yollar açılmış ve su vermek için cedveller düzenlenmiş ağaçlar budanmış, etrafında bir daire çevrilmiş, tel örgü yapılmış... Ve sonra oraya kuşları kaçırmak için korkuluklar dikilmiş, bir muhteşem bağ ve bahçe... Bütün bunları gördükten sonra artık bunun gelişi güzel, tesadüfen olduğuna hiç ihtimal verebilir misiniz? "Raslanü eseri olarak böyle olmuş,, diyebilir misiniz? Tesadüfe hamledebilir misiniz? Asla ve kafa.İşte Allah (C.C);kâinatı böyle tımar edilmiş olarak karşımıza çıkarıyor. Tıpkı cedveli açılmış, bağı bahçesi tımar edilmiş, ardında yollar yapılmış ve sonra korkuluk gibi şeyler dikilmiş, etrafı da tel örgüyle İhata edilmiş bir bahçe gibi... Karşınıza çıkan her ağaç, o bağdaki her parça, her gül ve çiçeğin adeta insan gibi Allah dediğini duyacaksınız. İşte, bunun için sanki cansızlar da, şuurlular arasına katılarak "âlemin,,den bir parça oluyor. Allah hepsini katıp karıştırıyor. Meleği insana, insanı şeytana, şeytanı cine... Ve seni bir safta mütalaa ederek diyor ki; ağaçtan ota, ottan bağa, bağdan bahçeye, bahçeden hadaik-ı arz'a kadar., ondan da semanın yıldızlarla yaldızlanmış tertemiz yüzüne kadar herşeyi terbiye eden ve herşeyi en münteha noktaya kadar götüren, Rabbülâlemin unvanıyla, Allah'tır.


Kâb-ı Kavseyni ister ok ve yayla misallendirelim, isterse başka şeylerle anlatalım. Bütün bu ölçüler hiçbir zaman, gözünün biriyle kesrete bakan diğer gözüyle de Vacib'ül Vücuda nazar eden ve böylece vücudla imkânı bir araya getirip vücud ve imkân arasında bir makamı cem eden Hz. Muhammed (S.A.V) vaziyetini ifade edemez.


Terbiyede beşerin kâb-i kavseyne kadar gitmesi için ona da yol açıktır. Ve eğer beşer, kendisi için mukadder olan bu Kâb-ı kavseyne ulaşmamışsa, kimlerden ve nerelerden aşağı düşeceğini düşünmeli ve mutlaka yerini kontrol etmelidir. Düşünmelidir, çünkü Kur'ân böylelerine; "Onlar hayvanlar gibi, belki tutup gittikleri yol itibariyle onlardan da aşağıdır."[21] buyuruyor.


Allah (C.C), müteselsilen bütün kâinatı terbiye etmektedir. O'nun bu terbiyesiyledir ki, atomdan çeşitli mürekkebler; mürekkeblerden de hücreler yaratılıyor. Sonra hücreler de terbiye ediliyor, onlardan da cardılar meydana geliyor. Daha sonra da atomlardan aylar, yıldızlar ve sistemler yaratılıyor. Ve yaratılan sistemler âlemleri meydana getiriyor ki, Allah unvanıyla bize bunları anlatıyor.


O, bütün alemlerin terbiyecisidir. kelimesinin, akıllıların cemilendiği bir sığa ile zikri de, esasen bu âlemlerin terbiye keyfiyetini anlayıp idrak edeceklerin akıl sahibi insanlar olmasına tatlı bir işarettir. Bu İşaretten de anlaşılıyorki, âlem anlaşıldığı nisberte Cenâb-ı Hakk'a alâmet olmayan bir âlemin var olmasının da mânâsı yoktur.


Eğer şuur ve idrakıyla âleme bir kıymet ve değer getiren insan, bu âlemden hariç tutulacak olsaydı, yerine cemisi getirilecekti. Fakat tağlip tarikıyla


denilmiştir. İnsanın yanında, melekler ve cinler gibi varlıklar da şuur sahibidir. Ancak onlar, insan-ı kâmilin anlıyabileceği çok şeyi anlamaktan acizdirler.


Bunda diğer bir nükte de şudur. Sanki cansız ve şuursuz varlıklar, şuur ve akıl sahibi varlıkların potasında eritilerek, şuurlu ve akıllı birer varlık haline getirilmişlerdir. Kâinat, bir bağ ve bahçenin sahibine delâlet edip adeta onu terennüm etmesi gibi, Cenâb-ı Hakk'ı terennüm etmektedir. Hasılı gökyüzüne, yıl­dızlarla yazılsaydı semanın yıldızlarla


yaldızlanmış tertemiz yüzündeki yaratılış mucizesi kadar, Cenâb-ı Hakk'ı ilan etmiş olmazdı. İşte, bir çiçekten semanın o temiz çehresine kadar her varlık, ciddi bir terbiye ile ele alınıp terbiye ediliyor ki, bu intizam ve nizam devam ediyor. Ve devamıyla da durmadan ve ebedi


bir lisanla, Ediyor. Öyleyse bu varlıklar da sanki şuurlu gibi hareket etmektedirler. Dolayısıyla nin içine girmeye layıktırlar. İşte bunları bu noktaya sevkeden unvanıyla bize kendisini anlatan Allah (C.C)'tır.


İnsan, terbiye istikametinde bir ameliyeye yani kendisinden meyve alınabilecek bir muameleye tabî tutulmazsa tefessüh eder. Nasıl ki ağaçtan beklenen meyvesidir; öyle de insandan da beklenen bir meyve vardır; o da kâb-ı kavseyn-i beşeriyeye çıkmaktır. O,bu meyveyi elde etme hususunda muamele-i kimyeviye gibi bir muameleye tabi tutulursa, meyve verir, tutulmazsa tefessüh eder. Sütün bozulması gibi bozulur gider. İnsanla süt arasındaki münasebeti,kâb-ı kavseyne çıktığı noktada Nebiler Nebisi (S.A.V) bize şöyle anlatmaktadır. "Bana o noktada bir bardak süt ve bir bardak ta içki takdim edildi, ben önce tereddütte kaldım sonra da sütü ahp içtim bunun üzerine Cibril:


"Fıtratı ihtiyar ettin. İçkiyi içseydin ümmetin tuğyan edecekti.[22] dedi. Beşer fıtratı, hususiyle Ümmet-i Muhammed'in fıtratı, süte benzetilmektedir. O olduğu gibi kalsa ekşir, bozulur, içindeki virüsler çoğalır. Sonra da hiçbir işe yaramaz hale gelir. Ve artık yağından, ayranından, peynirinden istifade edilmez. Ama bir ameliye-i kimyeviyeye tabi tutulursa, ondan yağ ve peynir elde edildiği gibi ayranından da istifade edilir. Tıpkı insan da bunun gibidir. Meselâ insan, tamamen terkedilmiş bir halde kalsa, ona ne iyi ne de kötü hiçbir şey telkin edilemese ve lahut alemiyle olan münasebeti kesilse, o da, süt gibi işe yaramaz hale gelecek ve atılacaktır. Onun içindir, ki, çok âli gayeler için yaratılmış olan insan, eğer Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta hüküm ferma terbiyesine uygun ve muvafık hareket etmez ve Ö'nun yolundakilerine dahil olmazsa, esfel-i safiiin denen en aşağı derekeye sükut eder. Ve cehenneme yakıt olur.


RabbüJâlemin unvanıyla kendisini bize tanıttıran ve bu unvan sayesinde binbir isminin cilvesini gösteren Allah'ın isimlerinde kurbiyet kazandığımız nisbette terbiyeli ve insanî kab-ı kavseyne yükselmiş olacağız. Yoksa hayvandan daha aşağı bir duruma düşecek ve sükût edeceğiz.


Yanlış müdahale ve bilmeyerek karışmalar da insanı yozlaştırır. Alemin terbiyecisi Allah'tır. Çünkü bu âlemi bir bütün halinde O yaratmıştır. Bir şairin yirmi beyitten ibaret bir şiir yazdığını düşünelim. Sonra bu şiirin muhtevasını incelemeden ve bu şiiri okumadan içine başka iki beyit ilave edelim, sonra da bunu şiirden anlamayan avamdan bir insana götürelim. Ondan, bu iki beytin diğerlerine uymadığını anlatan sözler işiteceğimizden şüpheniz olmasın. Zira diğerleriyle bu iki beyit arasında bir uyumsuzluk olacağı muhakkakdır. Aynen onun gibi kâinat bir şiir gibidir ve her beyitin diğerleriyle bir münasebeti vardır. însan da bu kâinat beyitleri arasında bir beyit halinde tanzim edilmiştir ve kâinat denen bütünden bir parçadır. Kâinatı onsuz ve onu da kâinatsiz düşünemeyiz. Öyleyse insana bütün kâinatın terbiyesi içinde bir yer vermek lazımdır. Diğer bir tabirle insan, kâinatta cereyan eden kanunlara tevfik-i hareketle terbiye edilmelidir . Halbuki beşer daha tam manâsıyla tabiatı ve kâinat bilemiyor. Ruh, akıl ve his âlemleriyle olan münasebetine akıl erdiremiyor; vicdan denen ve tek başına Vacib-ül Vücüd'a delâlet eden o ince sır kaynağını kavnyamıyor. Dolayısıyla onun kendi hakkında vereceği isabetsiz hüküm de varlık hakkında verdiği hükümden farksız ve belki de daha isabetsiz olacaktır. Bir hayli zamandan beri beşer, kendi terbiyesine müdahale etti. Ve bu hususda psikoloji kitapları yazdı; terbiye adı altında bunu nesillere takdim etti. Bu dönemde nesillerin terbiyesini derpîş eden psikolog ve pedegoglar, büyük büyük laflar ettiler. Ettikleri laflar o kadar tiz perdedendi ki çok kimseler bütün cazibesi, müphemliğine bağlı bu lafların tesirinde kaldı ve neslin ancak onların dediği şekilde terbiye edileceğine kandılar. Halbuki işte yetiştirdikleri nesiller! Kitabına, mürebbisine, anasına, babasına, atasına, mazisine, köküne, nizamına ve hatta bütün kâinata düşman bir nesil! Tiz perdeden "on üç milyon yarattık" dediler. Birinci küfrü, "yarattık" demekle irtikap ettiler. İkinci küfrü de, yüzlerine tüküren anarşist neslin tükürmesiyle hak ettiler. Bütün dünya aynı badireden aynı girdap içinde Rabbin terbiyesi dışında terbiye olamıyacağını hal diliyle göstermekte "Terbiye ettim" diyenlerin yüzlerine tükürerek bu koca yalanı onların yüzlerine vurmaktadır.


Nesle yanlış müdahele onu şirazeden çıkardı. Bilmeyen el ve kafalar ona terbiye adına zehir içirdi. İlim, fikir, düşünce ve hisde yetersiz zorba bir zümre, ardı arkası gelmeyen kapris ve arzularına, nesilleri âlet edip onun üzerinde oyun oynadı. İnsanı herhangi bir tecrübe tahtası telakkisiyle, tecrübe etmeye kalkıştı. Bu ardı gelmeyen denemeler çeşit çeşit sâri hastalıklara sebebiyet verdi. Nice millet ve devletler yıkıldı, yıkıldı ama, yıkılanlardan ne birşey duyan ne de hisseden oldu. Zaten insanı bir pislik fabrikası ve bir makina yığını şeklinde değerlendirenlerden his ve duygu da beklenemezdi ya. Evet, onların bütün iktisadî ve siyasî kavgalarının altında, insan hakkındaki bu yanlış telakki yatmaktadır. Kendi zaaflarının aynasında görüp öyle mütaala ettikleri insan mefhumu, işte bu hevesperestlerin elinde bugünkü hale gelmiştir. Beşer kendi fıtratına ve aslına dönerek bu gidişe bir dur demezse, netice pek de iç açıcı olmayacaktır.


İnsanlık, kendisiyle ruh, kalb ve hisleri arasındaki münasebeti kavrayıp Cenâb-ı Hak'la olan alâkasını idrak edebilirse, ancak ondan sonra bu inhiraftan kurtulaçakdır ki, bunu da bize sadece, Kur'ân'ı Kerim ve Kur'ân'ın tecessüm etmiş tek timsali Nebiler Sultanı anlatır ve izah eder. Zaten yukarıda bir-nebze dahi olsa-bâtıh tasvirimiz de, bu mânâya intikal edebilmek içindi.


İnsanın evc-i kemâle çıkması ve fıtratının kâb-ı kavseynine ulaşması ancak ve ancak ilahi terbiye ile terbiye edilmesine bağlıdır. Bu kemâle eriş ise, Allah ahlakıyla ahlâklanma düsturunda esas mânâ ve tonunu bulacakdır. Din, insana böyle bir ahlâkı tavsiye eder. Ve sadece tavsiye ile kalmaz, insanı elinden tutup bu makama erdirecek yolun başına getirir ki, sırat-ı müstakim de Kur'ân'ın tutup gittiği bu yoldur.


Halbuki, bugüne kadar beşerî sistemler, meseleye ne kadar ilmî ve pozitif veçhe vermeye çalışırlarsa çalışsınlar onların her mualecesi insana indirilmiş müthiş bir darbeden ibaret kalmıştır.


Vitrin hırsızları, merd-i kiptinin şecaat arzederken sirkatini söylediği gibi, şecaat arzettiklerinde vitrin hırsızlıklarını anlatacaklar. O milletlerin, o devletlerin radyolarında, televizyonlarında, âsi, şaki ve anarşistler halka kurtuluş ordusu şeklinde takdim edilip gösterilecektir. Onların radyoları âsiyi, şakiyi alkışlayacak ve dünya dü­şünürleri, dünya terbiyecileri ve terbiye müesseseleri de buna aydınlık diyecek. Verilen terbiye eseriyle ölçülür. Ve işte sokaklar ve işte bugünkülerin verdiği terbiye.JEski vahşiler şimdi birkaç dakika içinde yapılan cinayeti bütün hayatları boyunca yapamıyorlardı. En vahşi insan beş on adamı ancak öldürebiliyordu. Fakat bugün, tanklarla, tayyarelerle ve kimyevî silahlarla binlerce insan birden katlediliyor. Ve işin en acı tarafı da bütün İnsanlık tamamen


yıkımdan ibaret olan bu manzarayı hissiz ve sessiz seyrediyor. Merhum dertli şair Akif'in dediği gibi:


His yok, hareket yok, acı yok leş mi kesildin Hayret veriyorsun bana sen böyle değildin Kurtulmaya azmin ne için böyle süreksiz...


Topyekün beşer bu korkunç yıkılışı hissizlik ve sessizlik içinde seyrediyor. İşlenilen cinayetlerin bir cüz'ü dahi başka şekilde meydana gelseydi, feryatlar basılacak, gazetelere yazılacak, radyolar ile ilan edilecektir. Esasen yeri dağ olduğu halde yanlışlıkla ilim irfan yuvalarına gelip çöreklenmiş ve orada eşkiyalık yapmaktayken eşkiyahğın müntehasına ulaşan, yani idam sehpasma çıkan insanlar hakkında mersiyeler ve destanlar yazılmıştır. Diğer taraftan binlerce insan öldürülürken kimsenin gözünden bir damla yaş dahi akmamıştır.


ilim, fen, teknik onun mahiyetindeki insanî cevherler uyarılmadığı için, yığın yığın faraziyeleriyle onu kendisinden dahi şüphe eder hale getirdiği gibi, teknik de onun tahripteki kuvvetini arttırmaktan başka bir şey yapmamış ve onu eski canilere rahmet okutturacak kadar canavarlaştırmiştır. Evet, bugün beşer, bir daha zabt-u rapt altına alınamayacak şekilde bütün zaaflanyla öyle bir hortlamışdır ki, bir daha ona söz dinletmek oldukça zor görünmektedir. Çünkü bugüne kadar ona, durmadan, nefse ait zaaflar ve menfi eyilimler insanın esas gaye ve yaradılış hikmeti gibi telkin edilmiştir.


Bugün modern tekniğin ölüm kusan aletleriyle bir anda binlerce insanın ölümüne sebep olunurken, topyekûn beşer, bütün bu ciğersûz hadiseleri gayet hissiz ve duygusuz olarak seyretmektedir. Mürüvvet diye de tarif edilen insanlıktan, artık nasibi olan çok az gibidir.


Bugün batı, kendi nesillerini bu şekilde dejenere ettiği gibi İslâm âlemini de aynı âkibete uğratmaya uğraşmaktadır. Ve bunda muvaffak olmadığı da söylenemez. Esasen şahsiyet adı altında telkin edilen enaniyet ve gurur gibi şeylerle, günümüzün insanını şımartmış, nesilleri firavunlaştırmış ve hiçbir değer hükmü dinlemez hale getirmiştir. Sağda ve solda bu şekilde nefsinin zebunu nice türediler vardır ki, hiçbir zaman lâyık olmadıklan makamlan işgal ve insanımızı idlâl etmektedirler.


Siyasi hayat tamamen yürekler acısıdır. Makyavelist düşünce, faydayı mihrap haline getirmiş ve insanlık, kendisine faydalı olanın kulu ve kölesi olmuştur. Bu,öyle bir yanlış telakki ve düşüncedir ki, kendi siyasi görüşüne taraftar olan şeytan olsa, ona melek nazanyla bakar; fakat, kendi muhalifi melek dahi olsa, o da sadece bir şeytandır, îşte bu sakîm görüş bugün telkin edilen terbiyenin acı fakat gerçek bir neticesidir.


Nesli bozanların elinde kendi çıkar ve anlayışlarına göre kıstaslar vardır. Ve onları kıstaslarına göre kimin iyi kimin kötü olduğunu tahmin etmek çok zordur. Allah (C.C):


"Allah meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman" mealindeki ayetiyle insana en büyük payeyi vermiştir[23]. Yani insana "Benim Halifem" demiştir. İnsan O'nu temsil edecek,mirat-ı ruhlarıyla Allah'a ayine olacak ve kâinattaki umumi hareket içinde iradesiyle Cenâb-ı Hakk'ı gösterecektir. Ve işte Allah böyle bir halife yaratacağını söylemektedir. Nesil yozlaşıp, bodurlaştıktan sonra ise meleğin endişesiyle alâkalı duruma şahit oluyoruz. Melek: demişti.


Onun bir tereddüdü ve sanki anarşist ve nesli bozanı görmüş gibi bir endişesi vardı. Ve bu endişesini dile getirerek Cenâb-ı Hakk'a "Yerde anarşi çıkaracak, bozgunculuk yapacak ve sonra kan dökecek kimseleri mi halife kılacaksın?" diye sormuştu...[24]


"Rabbülâtemin" ifadesinin altında şu manalar da mülahaza edilebilir. Bütün kâinatta tecelli eden Allah'ın isimleri vardır. Bu isimlere göre herşey bir kemâle doğru koşmaktadır. Nebatat, hayvanat ve cemadat hepsi ciddi bir iştiyakla hareket etmekte ve kemâle sevkedilmektedir. Taşlar parçalanır toprak olur.!Toprak ayak altında çiğnenir, ne&atata bağrını açar ve saksı olur. Nebatat hayvanat için kendini feda eder ve hayvanlık mertebesine çıkar. Hayvan da bütün hızıyla insanlık mertebesine çıkmak için koşmaktadır. Böylece herşeyde bir kemâl göze çarpmakta ve bu kemâlin durduğu noktada da tefessühün başladığı müşahade edilmektedir.


Kâinatta kemâle doğru bu umumi koşuş içinde Rabbülâlemin unvanıyla Allah, insanların da iradeleriyle bu koşuya katılmalarını istiyor. Bütün âlem bir kemâle doğru koşup giderken insan yerinde mi sayacak? Bütün âlem semere verirken o böyle semeresiz ve bodur mu kalacak? Ağaç meyve veriyor. Eğer insan marifet meyvesini veremez, kalbine O'nu yerleştiremez, dünya ve mâfîhâyı O'nun namına terk edemezse; semere vermemiş ve yozlaşmış demektir. Halbuki insan, Allah'ın bütün isimlerini camı bir âyinedir. Allah'ın her ismi bir hat, bir çizgi ve bir nokta hâlinde onun mahiyetine dercedÜmiştir. Sonra Allah (C.C) insandan kendi iradesiyle koyduğu kerem, ihsan, akı! ve fikir gibi cevherleri yine insanın kendi iradesiyle izhâr etmesini talep ediyor. Yani o, iradesini kerim, muhsin, akıllı ve mütefekkir olma yolunda kullanacak ve Cenâb-ı Hakk'ın yerleştirdiği bütün madenleri doğru ve istikamet içinde ateşlemeye bakacaktır. İnsanın manevi mahiyetinde öyle madde ve madenler vardır ki, bunlar ilâhi fitillerle ateşlenirse, elmas, gümüş, altın ve pırlanta halinde arz-ı didâr edecek; fakat beşeri kıstaslarla ateşlendiği zaman ise elmas, kömür haline gelecektir.


"Rab" kelimesi mâsdardır. Allah öyle terbiye edicidir ki, O'nda terbiyenin dışında bir şey göremeyiz. Tabiri caizse sanki O terbiyenin ta kendisidir. İnsan da terbiyede öyle kurbiyet kazanmalı ki, adeta terbiyenin ta kendisi olsun. Onu terbiye anlayışı içinde abideleştirmek istedikleri zaman bu abideye kim bakarsa baksın "Vallahi bu terbiye anlatıyor" demelidir. Onun içindir ki terbiyede en ileriye giden Hz. Muhammed (S.A.V)'in sadece kulluğuna bakan kimse onda adeta Allah'ı müşahade ederdi. Şu söz onun için söylenmiştir.


o Nebi'ki secde ettiği zaman secdesinde Allah zuhur eder!' O Allah'ı Öyle tazim, öyle tekrimederki O'nun o vaziyetine bakan "Allah var ve O'nun kalbi Allah'ın elinde tir tir titriyor derdi. îşte insan böyle bir terbiye ile yetiştirilirse, terbiyenin kendisi haline gelebilir. Geldiği zaman da, en küçük daireden en büyük daireye kadar onun tesir ve atmosferi kendini hissettirir. Aile ve cemiyet bu anîayışa yavaş yavaş da olsa alışır ve bütünleşir. Bu durumda, söylenen sözler makes bulur, teklifler hüsnü kabul görür. Ve insan kendi mâhiyetinde müncelî ve mütecelli olan bütün Esma-i İlahiyeye tam ve câmî bir âyine olarak yaradılış gaye ve payesine erer. Zaten Cenâb-ı Hak, kendisini insanda görmek için onu yarattı. İnsan, tam manasıyla O'nun İsimlerine ayine olursa hakiki kurbiyeti kazanmış ve böylece Cenâb-ı Hakk'ın terbiyesine kavuşmuş olur.


Bir ameliyeye tabi tutulmadan, bir muamele görmeden ve tımar edilmeden neslin salâhını beklemek safdilliktir. Eğer bütün dünya nesillerinde bir salah bekleniyorsa bu bizim kendi gayret ve iradelerimizle Allah'a teveccüh etme şeklinde tahakkuk ettirilmeye çalışılmalıdır. Evet Resulü Ekrem'in (S.A.V) dediği, yaptığı ve olduğu gibi bir düzen kurmak istiyorsak O'nun gibi hareket etmeliyiz. O, Bedir'de, ellerini açtı ve"AIlah'ım bu senin askerindir.[25] Burada mağlup olursa kıyamete kadar artık senin adını anacak olmayacakdır." diye yalvardı. O kadar ısrarla yalvardı ki, cübbesi sırtından düşerken O, bunun farkında bile değildi. O, bu noktaya kadar irade ve ihtiyarıyla ya­pabileceği herşeyi yapmış ve tam kıvamında bir cemaatla Allah'ın huzuruna çıkmıştı. Ondan öte bütün himmetiyle ve inayetiyle Allah'a dayanıyor, "Allah'ım ötesini sana havale ediyorum." diyordu. Ve Allah,Habibi'nin imdadına koşuyor, onu teyid ediyordu. Ve artık insanlarla beraber o meydanda, melekler at koşturuyordu. İşte böylesine bir teveccühtür ki, Allah'ın tevfik ve inayetiyle nüfus-u ernmaremizin ve bütün nüfus-u emmare için çalışan şeytanlaşmış insanların başına melek kırbaçlarının inmesi şeklinde bir netice doğuracaktır. Allah doğrudan doğruya işe vaziyet ve müdahale edecek ve O'nun terbiyesine tevfik-i hareket ettiğimizden dolayı da böyle bir terbiye yaratacak ve bizi terbiyeli zümreler arasına katacaktır.


Allah'ın terbiye kanunları dışındaki terbiyeye terbiyesizlik denir. Evet, kemâle erdirmeyen ve insanı müntehaya götürmeyen terbiye noksandır. Halbuki terbiye, bir bütün olmalıdır. Bir yol bizi insanın varacağı son noktaya götürmüyorsa o yol batıl bir yoldur. Ve bir insanın varacağı münteha ve en son nokta ise,onun, evc-i kemâle çıkması ve kâb-i kavseyne ulaşmasıdır.


Muhiddin îbn-i Arabi, Şam'da bir sokakta gezerken, bir şakînin bir darağacında maslub (asılmış) olduğunu görür. Hemen onun yanına koşar ve gayz içinde bu adamı seyreden kimselerden birinin yanma sokulur ve sorar:


- Bunu niye astılar? Adam:


- Hazret, bu bir şakî idi, der. Tekrar sorar:


- Ne yapmıştı? Adam cevap verir:


- Eşkiyalık, insanlara musallat oldu, ırza, namusa saldırdı, adam öldürdü...


Bunun üzerin Muhiddin îbn~i Arabî, koşar şakînin ayaklarını öpmeye başlar. Etrafındakiler ona:


- Hazret, bu insanların en pest ve en aşağısıdır. Ne diye ayaklarım öpüyorsunuz? derler. O, cevap verir:


- Hayır, dediğiniz. gibi değil. Her mesleğin bir müntehasi, bir kemali, bir son noktası vardır. Her meslek, meslek sahibini o noktaya sevkeder. Meslek sahibi o noktaya vardığı zaman kemâle ermiş., olgunlaşmış olur. Şekavet mesleğinin son noktası da idam sehpasıdır ve bu zât mesleğinde muvaffak olmuştur. Onun için ayağını öpüyorum.


Hazretin vermek istediği bir ders vardır. Ve bu dersi en beliğ şekilde mücerred ile müşahhası birleştirerek verrrîiştir. Ve şunu demek istemektedir:


Ey İnsan senin de bir kâb-ı kavseynin var. însan-ı Kâmil olmak. Ve ey mü'min senin kâb-ı kavseynin ise Allah, Resûlüllah ve Kitabullah'ta fâni olmak ve nefsaniyetin itibariyle eriyip gitmektir.


Besmelede zikri geçen şu iki isim Fatiha'da tekrar zikrediliyor. Bunda da şu hikmetler düşünülebilir.


Birincisi: Mesele, fıkıh açısından ele alınırsa; Besmele Fatiha'nın bir cüzü olmadığını işaretle böyle denİİmiştir.Ve dolayısıyla, bu isimlerin burada zikri bir tekrar manasını taşımaz.


İkincisi: Meseleye hikmet yönüyle bakacak olursak; sonsuz ve sınırsız isimlerin sahibi olan Allah (C.C) kendini evvela "Allah" ismiyle tanıttıktan sonra bu isimlerle insanın imdadına yetişiyor. Zira, Zât-i Uluhiyetin bütün kâinatta görülen vahidiyet tecellisini bir beşerin anlayıp İdrak etmesi mümkün değildir. îşte bu azametli ve aklı boğan keyfiyetteki tecelliyi anlattıktan sonra, her ferdin kendi aynasında görüp kavrayabildiği tecellilerini nazara vererek O'nun sonsuz rahmeti zikredilmiştir. Bu isimlerin zikriyledir ki insan kendi mirat-ı ruhunda kâinatı ve kâinatın delalet ettiği Zât-i Uluhiyetin manasını anlar.


Üçüncüsü: Bir başka yönüyle de, Allah lafzından sonra bu iki ismin zikredilmesi terhib ve korkutmadan sonra, teşvik ve terğib manasını taşımaktadır. Zaten, Kur'ân-ı Kerim'de, nerede bir terhib varsa hemen bir terğib ve nerede terğib zikredilirse ardından onu bir terhib takip eder Bu bir âdet-i İlahidir.


Ayeti bu meseleyi en güzel şekilde cemetmektedir. "Kullanma haber ver,Ben Gafur ve Rahim'im. Ve yine haber ver,Benim azabım can yakıcı bir azaptır"[26]


Devs'in aslanı Ebu Hureyre (R.A)'nm rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Allah Resulü şöyle buyuruyor: "Eğer mü'min, âlemlerin ötesinde kendisi için hazırlanan ukubeti görseydi, Cennetten ümidini keserdi. Kâfir de, Rah-met-i Ilâhi'nin genişliğini düşünseydi, Rahmet'ten ümidini kesmeyecek ve istifade etmeyi düşünecek­ti."[27] Bu hadiste de terhib ve terğibin cemedi-lişini görüyoruz. Onun için "Rabbülaîemin" diyen Allah (C.C), kâinattaki umum tasarruf atını anlattıktan sonra, insandaki hususi tasarrufunu da zikretmiş ve insanı ihmal etmemiştir.


Mesela diyerek gökleri kitap sahifeleri gibi düreceğini ve buna muktedir olduğunu anlattığı Kur'ân^ı Kerim'de


gibi ayetlerle de hususi tasarrufu olarak, kişi ile kalbi araşma girdiğini ve insana şahdamarından daha yakın olduğunu anlatıyor[28]. İşte Fatiha sûresinde de, "Allah" lafzıyla bütün isimleri kendinde toplayan zatın tasarrufunu takdim etme'sinden irkilen ve ürken insana, Errahman ve Errahim isimlerini zikrederek onlara ünsiyet ve kalplerine imtinan vermiş oluyor. Sanki insanın kulağına bu isimlerle şu mana­lar fısıldanıyor: O kadar korkup ürkme. İşin temelinde merhamet vardır. O, Rahmetiyle sizi yaratmış ve yine rahmetiyle hayatınız için gerekli olan herşeyi sizler İçin hazırlamıştır. Ancak sedece dünya sizi tatmin edemez. Sizin için bîr cennet ve bir Cemâl-i Bâkfyi temaşa da lazımdır. O,Rahimiyetiyle, sizler için bunu da müyesser kılacaktır. Bir vahşet ve yalnızlıktan sonra insanın içinde ılık bîr ünsiyet hasıl eden bu iki kelime ne kadar mukaddes, ne kadar mübeccel. Ve Allah lafzından sonra bu iki ismin zikri ne kadar lüzumludur...!


Allah'ın merhameti daha çok, yıkılmış, dilgir, perişan ve afetlere müptelâ bir insanın, o âfet, bela ve musibetlerden kurtulup halâs olması ona iyi ve güzelin takdim edilip verilmesi şeklinde kendini gösterir, İşte bu keyfiyeti, Rahman ve Rahim ifade eder. Binaenaleyh, meseleyi birinci cihetiyle ele alacak olursak, Cenâb-ı Vacibül Vücud azametle kâinatı çalkalıyor ve mevcudatı yokluk aleminden varlık alemine çıkarıyor; ikinci şıkta ise; Allah'u Teâla Hazretleri varettiği her şeye kamet-i kıymetine uygun, hususi iltifatda ihsanda bulunuyor ve herkesi nimetleriyle perverde ediyor.


Rahman ve Rahim kelimelerinin ruhunda, "rikkat-i kalb" dediğimiz kalb inceliği, nefis meyli manaları vardır. Yani rahmet ve merhamete muhtaç olanlara karşı, bir meyl-i nefsî, bir rikkati kalb ve bir şefkat olmaktadır. Ve sonra bu meyl-i nefsî, rikkat-i kalb ve bu şefkat saikiyle onlar hakkında düşünülmesi gereken düşünülür. Bazı tefsirciler, buradaki kalb rikkati ve nefsin meylini Zât-ı Bârî hakkında uygun görmediklerinden bunların lâzımını ve nimet vermenin sebebini düşünerek bu âyeti "Allah, haklarında hayır murad eder" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bunu biraz izah edelim:


Bizdeki rahmet, birine karşı acıma, rahimiyet ise nefsin meyli şeklinde tezahür eder. Kolu kanadı kırık, mazlum, mahzun, mükedder birini gördüğümüz zaman, elimizde olmayarak kalbimizde bir rikkat duyar ve ona karşı meylederiz. İşte müfessirler, zaaf ifade eden bu kelimeleri Allah hakkında kullanmayı muvafık görmediklerinden diyorlar ki: "Nefsin meylinin lâzımı,nimet vermenin sebebi hayır murad etmektir. Öyleyse Errahman, Errahim, insanlar hakkında hayır murad eden Allah demektir." Fakat bu takdirde Allah'ın şâir sıfatları hakkında da bu şekilde düşünmek iktiza eder. Meselâ Allah'ın Basar ve Sem' sıfatları vadır. Allah Basîr ve Semîdir. Yani Allah görür ve duyar. Bir kısım vasıtalarla meydana gelen görme ve duyma Allah'a isnad edilemez. Bizdeki görme, güneş şuaları yardımıyla ve bir mesafeye bağlı olarak meydana gelir. Ve bizim gördüğümüz şeyler olduğu gibi, görmediğimiz şeyler de vardır. Duymamız da yine bir kısım sebeplere bağlı olarak meydana gelir. Onun için bu esbapla meydana gelen görme ve duyma Allah'a isnad edilemez. İşte nasıl ki, bu şekildeki görme ve duyma Cenâb-ı Hakk'a isnad edilmez; öyle de, bizde nefsin meyli veya rikkat-ı kalb olarak tezahür eden Rahmaniyet ve Rahimiyet de Allah'a isnad edilemez. Bizdeki nefis meyline ve rikkat-i kalbe mukabil, O'nda mukaddes olarak bu mânâlar vardır. O'nun görme ve işitmesi de tamamen bizimkinden farklıdır. Binaenaleyh, bu sıfatları mecaza hamledip te'vil yapma, biraz tekellüflü olur ki, sonra Allah'ın binbir ismini te'vil etme lüzumunu duyacağız. Onun içindir ki, biz "Rahman-Rahim, Mü'min, Miiheymin, Rezzak,, vs. derken bunları Allah indindeki manalarıyla mütelaa ediyoruz.


Cenâb-ı Hak eşyayı yoktan varedip, vücud sahasına getiriyor. Âdeta bize diyor ki, "isteseniz de istemeseniz de Rahmaniyetimle sizi varediyor ve sizin için gerekli olan şeylerle varlık ve hayatınızı devam ettiriyorum. Rahmani­yetimle var ettikten sonra, Rahmaniyetimin kemâlini gös­termek için; size Rahimip'etimle de bir irade veriyorum. İradenizi kullanmanızın ve kullandığınız iradenin çapına gö­re de ötede size mükâfat vereceğim. Siz, iradenizi kullan­makla bir şekle gireceksiniz. Ve bu şekil, ahiret âleminde bir kısım nimetlerden istifade etmeye hazırlanmak demektir. Elverir ki sizler, kendi heva ve hevesinize uyarak be­nim rıza dairemin dışına çıkmayasınız. Aksi takdirde orada cezanızın daha ağır olacağım düşününüz."


İşte Allah-ü Teâla kendisini Rahman ve Rahim olarak tanıttırırken biz de, o Rahmaniyet ve Rahimiyetin altında bu mânâları seziyoruz. Bunu bir misalle tavzih edelim: Müdebdeb muhteşem bir saray ve bu sarayın içinde çeşitli varlıkların tenezzüh ve seyr-û seyahatini sonra da bütün bu gezip dolaşanlara mukabil, saraya teşrifatçı, saray sahibine yaver bir zat düşünelim, öyle bir yaver ki, tepeden tırnağa madalya ve formalarla tezyin edilmiş; sarayın en aziz varlığı olarak, her haliyle kendini hissettiriyor. Nereye gitse hüsn-ü istikbal görüyor, kime teveccüh etse edeple emrine koşuyor, kime dönüp baksa haşyetle iki büklüm oluyor. O zaman anlarız ki, şehzadeler gibi sarayın içinde dolaşan bu yaver, saray sahibinin yanında en aziz, en şerif ve iltifatına en çok mazhar olan bir zattır. Ve yine anlarız ki bu zat, saray sahibinin merhamet ve şefkatine en çok mazhar olandır. Aynen öyle de, kâinat bir saray,insan o saray içinde en kerim, en eşref bir yaver ve en ekmel şekilde Allah'ın Rahmaniyet ve Rahimiyetine mazhar bir varlıktır. O bir ağaç veya şurada burada otlayan dört ayaklı varlık değildir. Üstün bir seviyeye çıkarılmış, diğer varlıkların üstünde bir kısım ihsanlara mazhar edilmiştir. Şimdi hiç uygun mudur ki, bu kadar mazhariyetten sonra o, gitsin, kendi şahsiyetine, kendisine lütfedilen şeylere münasip olmayan işlerle uğraşsın. Ezcümle, pislikleri karıştırsın, kapının önünde uygun olmayan mahluklarla; bitle, pireyle, fareyle, akreple, yılanla, çiyanla meşgul olsun; üzerinde taşıdığı madalyalar, formalar ve saray sahibinin matmah-ı nazan olduğuna hiç dikkat etmesin. Aksine böyle davrandığı takdirde hemen hükmümüzü verir ve deriz ki; bu zat, böylesine nimetleri düşünmeyerek, bu gibi adi işlerle meşgul olmasının cezasını muhakkak görecektir. Bununla Allah'ın, Rahmaniyet ve Rahimiyetinin altında, insanın mazhar olduğu lütuflarla, yaptığı işlerin birbirine münasip olmamasının ve Allah'ın inşânı muhatap olarak kabul etmesine mukabil, insanın bu iltifatları değerlendirip değerlendirmediğini anlatmak istedik...


Fatiha hakkında Ebu Hureyre (R.A)'ın rivayet ettiği bir Hâdisde Allah'la(C.C) kul arasındaki bu muadele bize şöyle anlatılır. Fatiha'da Allah (C.C) kuluyla konuşuyor ve şöyle buyuruyor:


"Fatiha'yı ikiye taksim ettim. Yarısı benim yarısı kullunundur. "Kul dediği zaman Allah'ü Teâle "Kulum bana hamd etti. "der. Kul zaman Allah-ü Teâla "Kulum beni sena etti. "der. Kul dediği zaman Allah-ü Teâla "Kulum beni temcid etti" der. Ve buraya kadar benimdir. Kul dediği zaman Allah-ü Teâle "Bu kulumla benim aramdadır." der. Sûrenin ahiri ise sadece kulumundur ve kuluma istediği verilecektir.[29] İşte insan Fatiha'yi okurken bu muadele ve paylaşmaya dikkat etmelidir. Kul; "Allah'ımbeni doğru yola hidayet et; İfratın tefritin ortası yola; şehvete düşürmeyeceğin, gazaba uğratmayacağın cerbezeye attırmayacağın yola... Akılsızlık içinde boğmayacağın, her türlü arzu ve isteklerden tecrid etmeyeceğin yola... Bunakların, akılsızların, hissizlerin yoluna girmekten beni muhafaza buyur. Nebilerin, sıddıkların, şehidlerin yoluna hidayet eyle. Mağdubin ve dâlftn'den eyleme." diyor. Allah (C.C)'da "Bu kuluma aittir ve kulumun istediği verilecektir." cevabını veriyor. Artık, kul olarak biz de Mevlâ-i MüteâPin karşısında daima bu muadeleyi düşünerek, Rahman ve Rahim'in bizi tezyin etmesi, boynumuza madalyalar asması, bizi prens hâline getirmesi karşısında, mükellefiyet ve mesuliyetimizi idrak ederek ona göre bir, vaziyet almaya çalışmalıyız.


Böylece Rahman ve Rahim kelimelerinin altında bir de küçük bir tekdir ve itabın, küçük bir tenbîh ve ikazın bulunduğu hatırlatılmış oluyor.


Cenâb-ı Hak bize binlerce lüfuf ve ihsanda bulunmuştur. En büyük ve en birinci lütfü bizi yokluktan varlığa, ademden vücuda getirmiş olmasıdır. Ve sonra mütenahiden namütenahiye çevirmiş, kesretten vahdete tevcih kılmış, boğulaciğımız bir âlemde elimizden tutmuş, bizi vahdet dairesi içinde saadet saraylarına müteveccih kilmış^geldiğimiz yere yüzlerimizi çevirmişsımyla sinelerimizi şad kılmış. Evet Allah'tanız Allah'a dönecek ve bu suretle beka bulacak, ebediyete mazhar olacak sonra da sermedi bir saadet elde edeceğiz. O.İütfunu, ikramını böylece bizlere duyurmuş ve bununla kalbimizi mutmain kılmıştır. Bizler de bu lütuflarla lütufyab ve bu şerefle şerefyabız. Ve dahası, sadece bunlarla da bırakmamıştır. Çünkü bu iyinin kötüye, dalaletin hidayete, küfrün İmana, şeytanın meleğe, şeytan avanesinin Nebi'nin avanesine karıştığı burada hadiselere bir yön verme, sahili selâmete çıkarma, müslüman kılma, sonra da müslümanların gireceği dârüsselâma sokma gibi nimetleri var ki, herbiri ayrı bir lütuf ve ihsan sayılmaktadır. Binaenaleyh, Cenab-ı Hak, bu işleri becerip yapabilmemiz için bize kendi iradesinden bir irade vermiş ve bu irade île bizlere ebediyetlere ve ebedî saadetlere namzet kılmıştır. Vakıa, burada şöyle bir soru sorulabilir: Kâinatta her şeyi yaratan Allah'tır. Gözümüzü gördüren, kulağımızı duyduran, soluğumuzu aldırıp verdiren, hasılı bütün efaiimizi yaratan Ö'dur. Zira O: "Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah 'hr." buyuruyor.[30] öyle ise İnsan iradesinin manası nedir? Acaba insana irade isnad etmek, Allah'a şerik koşmak sayılmaz mı?...


İrade, Allah tarafından bir lüfuf olarak İnsana verilmiş öyle bir silahtır ki,su-i istimal edildiği zaman sahibini öldürür Ve su-i istimal edilmeye de çok müsaittir. Allah insana bir lütuf olarak irade vermiş, insan da çok defa bu iradeyi kötüye kullanarak haddini aşarak.kendisini Allah'ın şeriki görmüştür, işte bu mevzuda inhiraf edenlerden Fira­vun, Allah'ın kendisine "Rabbülâlemin"demesine mukabil o da kalkıp [31]"Sizin en yüce Rabbiniz benim". demiştir. Kendisinde gördüğü irade ve eşyaya müdahale­yi, Allah'a şerik şeklinde tasavvur etmiş-hâşâ ve kellâ-Allah'ın karşısına bir şerik gibi çıkmıştır. Halbuki kâinatta zerre kadar şerikin yeri yoktur. Vücûd , tamamen tecelli'i Vahdet'ten meydana gelmektedir. Eğer bir Vahdet ve birlik olmasaydı herşey yok olacaktı. "Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka bir ilâh olsaydı yer, gök fesade uğrardı"[32]. Şerik yoktur ki, yer gök intizam ve nizam içindedir. Şeriki farzetmek yerin göğün fesadını kabul etmek demektir. Onun için şerik-i Bârî mümteni ve muhaldir, Allah'ın eşi ortağı yoktur.


Bize verilen iradeye gelince, Cenâb-ı Hak bu iradeyi sadece beşeri kesb ve kazançlarda kullanmak için vermiştir. Fakat bu iradeyi kullanmamıza göre bir mücâzat ve mükâfat va'dinde bulunmuş ye şöyle demiştir: "Sana muvakkaten hâkimiyet, mâlikiyet ve itâdemin gölgesinde cüz'i bir şey veriyorum. Ancak bunu su-i istimal edersen ahiretyurdunda senin yakandan tutup cezalandıracağım. Binaenaleyh bugün sen, senin iradenle iş yaptığını zannetsen dahi, o günün Mâlik-i Hakikisi Benîm ve sen Bana hesap vereceksin." İşte Cenâb-ı hak bu ölçü ve muadele içinde, beşere, yapacağı işlerde sadece parmakla dokunma gibi bir müdahale hakkı vermiştir. Ancak hadiseleri yaratma işini kendi üzerine almıştır. Zaten, insana verdiği irade de sadece O'nun Rahimiyetinin bir cilvesinden İbarettir.


Kur'an-i Kerim'in üslubundaki insicama bakın ki, "Errahmanirrahim"de gizli bir remiz ve işaretle anlattığı,biz insanların mesuliyetini,bu âyette gayet sarih olarak dile getirmekle, bir evvelki âyetin gizli kalan yönünü hemen bir âyet sonra tefsir ve izah ediyor.


O, Allah'tır. Alemlerin Rabbidir. Rahman ve Rahimdir. Size verdiği iradenin' karşılığını verecektir. Çünkü O din gününün tek ve yekta sahibidir. "Yevmüddin" ceza günü demektir. Ancak buradaki ceza türkçede anladığımız manada değildir. Zira, biz cezayı daima ikab manasında kullanırız. Halbuki, ahiret hem mükafatın hem de İkabm olduğu bir gündür. Öyleyse, ceza günü iyi ve kötünün mukabele gördüğü bir gün demektir.


Din günü: Ceza, hesap, itaat ve kahır günü manalanna geür. Ancak umumi manada din günü, hak din olan İslâmın zuhur edeceği gün demektir. Ceza ve mükafat denince, akla kıyamet gelir. O takdirde, din günüyle kıyamet kasdolunmuş olur. O gün Sûra üflenecek, haşr ve neşr olacak ve amel defterleri sahiplerine teslim edilecektir. Ardından iyiler iyiliklerinin mükafatını, kötüler de kötülüklerinin cezasını göreceklerdir.


Kur'ân-ı Mü'ciz-ül Beyân, insanlara, imanın bütün erkânını hemen bu bir iki âyet içinde îmâ ve işaret ediyor. derken Rabbülâlemin olan Allah'ı ve O Allah'a karşı ubudiyet vazifesi olan hamd ve senayı, Rahman ve Rahim isimleriyle Kur'ân-ı Kerim'in zuhurunu, nebi'nin bi'setini, ve hemen bu lütufların arkasından da "Haşru neşir" hatırlatıyor. Ve böyle bir insicam içinde birbirini gerektiren imanın erkânını nazanna veriyor ve insanı hizaya gelmeye davet ediyor.


Allah var, kulluk yapacaksın. O Rahman ve Rahim'dir. Peygamber göndermiş, kitap.inzal etmiş ve sana yolunu göstermiştir. Öyle ise Allah'ın hem kahırla hem rahmetle tecelli edeceği, zalimin cezalandırılıp mazlumun mükafatlandırılacağı, merhamete muhtaç olanın merhamete mazhar, ve bu hakkı kaybedenin gazaba duçar olacağı bir ceza günü mutlaka gelecektir. Burada rahmetin cilvesi olarak dalgalanan bütün nimetler inkıtaa Uğrasa dahi, numune olarak gösterdiği bu şeyler öteki âlemde, hem Rabbülâlemin hem de Rahman ve.Rahim'in muktezası olarak devam edecektir. Firavunlar, şeddatlar, zalimler ve mâlikiyet iddiasında bulunanlar o gün yakayı ele verecek, burada Rabbinin emirlerine râm olan kimseler ise o din gününün Mâlikinin huzurunda emn-ü eman içinde Darüsselâm'a dahil olacaklardır.


Hadis-i Kudside "îki emniyeti ve iki korkuyu bir arada vermem." diyen Allah-u Teâla'nın, iki korkuyu bir arada vermediğini, mü'minler o gün orada mutlaka görecek, Kâfirler de, iki emniyetin bir arada olmadığını müşâhade edeceklerdir. İşte bu muadele ve muvazene içinde iman esaslarına baktığımız zaman, insan ruhuna ve insan fıtratına ne kadar mülayim ve iman rükünlerinin nasıl birbirini istilzam ettiğini müşâhade etmiş oluyoruz.


Kıyamet günü her şeyin ayağa kalktığı gün. însan da o gün kıyam edecek. İnsanın amelî, hissiyatı, yığın yığın meydana getirdiği manalar, hamd-ü senası, tuğyan ve dalaleti, küfrü küfranı; şükr-ü şükranı, Allah'a karşı senası hep kıyam edecektir. Her şeyin kıyam ettiği o gün Allah-ü Teâla ve Tekaddes Hazretleri de açık saltanatıyia kıyam edecektir. Kıyam edeceğini İfade için Kur'ân-i Kerim diyor. Halbuki O, dünyanın da Mâlikidir.


Acaba niye sadece ahiretin Mâliki diyor? Çünkü o gün herkes Rabbi kim, Mâliki kim, Halikı kim Onu apaçık gorecekdir. Onun için diyor. Birde burada "yevm" kelimesini zikrediyor. Yevm, gün demektir. İnsan ömrünün bir günü, cemaat ve milletlerin ömrünün de bîr günü vardır. Bir gün de vardır ki, o da dünyanın Ömürünün günüdür. Ve bir gün daha vardır ki tam dünya gününe mukabil, ahiret günüdür. Bu gün dünya, yarın ahiret derken bu iki günü kasdetmiş oluruz; dünya bir gün, ahiret de bir gündür. Yüce Allah'ın şu muhteşem saltanatında, dünya ve ahiret sadece iki gündür. Bütün zamanlar ona nisbeten bir an-ı seyyale gibidir, gelir geçer. Fakat Allah'ın üzerinden zaman geçmez. O,


"Yemez içmez zaman geçmez


Bendir cümleden Allah"


hakikatıyla anlatılmaktadır. Evet, beşer kendi gününü tamamladığı zaman bu günün hesabını o gün verecektir. Dünya da gününü itmam ettikten sonra orada lâyık olduğu mevkiyi ihraz edecek ve zerratıyla bakî âlemin binasında kullanılacak ve Cennet'in bir köşe taşı olarak Cennet'te istimal edilecektir. Sen ve senin dünyan, sen ve senin milletinin dünyası, sen ve bütün mahİukatın dünyası, umumi ve hususi dünyaların birer günleri vardır. Fakat bütün bu günlerin muhasalası âyetiyle[33] ifade edilen o günde, Allah'ın lütfü ve kahrı olarak senin önüne dökülecektir. İşte, o güne din günü diyoruz.


Din gününün bir manası da dinin zuhur edeceği gündür. Biz esas olarak Allah'a, meleklere, haşre, kitaplara, peygamberlere, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanıyoruz. Salata, savma, hacca, zekâta itikat ediyoruz. İşte bütün bu inandıklarımız orada mana ve mahiyetleriyle zuhur edecektir. Allah'ı, şefaat dilemek ve dilenmek üzere Nebi'yi, saf saf olmuş ve çepeçevre ehl-i dalâleti sarmış halde melekleri, ve meleklerin inişiyle göklerin şak şak olup titrediğini ve o dinin tamamıyla zuhur ettiği o günü, kader kalemlerinin yazdıklarını; kaderimizi, namazımızı, kalbî duygu ve doyuşlarımızı, savmımızı, aç durmamızı ve ağzımızın kokusunu hatta, bunun ne mânâ ve mahiyet aldığını, Allah'ın ondan nasıl hoşnut olduğunu, kısacası ahiret âlemine ait anlatılan bütün tabloları görecek ve müşâhade edeceğiz. Evet, o gün, âyet ve hadislerle ifade edilen hakikatların en küçüğünden en büyük hakikat olan Ulûhiyet hakikatına kadar din, bütün vuzûhuyla ortaya çıkacaktır.


Din bir vaz-ı ilâhidir. Buraya Lâhut âleminden gelmiştir. Aslı, mana ve mahiyeti oradadır. Burada insan hayatında zuhur ettiği gibi orada da edecektir.


"Din bir vaz-ı İlâhidir, insanları kendi ihtiyar ve iradeleriyle bizzat hayra sevk eder. " Din Allah kanunudur. Din'in bir adı Şeriat, diğer bir adı da İslâm'dır. Din-şeriat-islâm Allah tarafından vaz'edilmiş bir kanunlar mecmuasıdır. Din, insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla hayra sevkeder ve iraÜeyi selbetmez. İnsan, cemâdatm kendilerine has hayat tarzına mahkûm edildikleri gibi fıtratın hudutlarına hapsedilmemiştir. Ayrıca irade ve ihtiyar verilmekle o, hayrı ve şeYri seçme mevzuunda muhtar bırakılmıştır. Binaenaleyh dini tarif ederken, insanı kendi ihtiyarıyla bizzat hayra sevkeden diyoruz. Dikkat edilecek olursa zatında biz, dini hayra sevkeder görüyoruz. Ve o din hayra sevkedecek, vaad ettiği neticeleri bize kazandıracak bütün hissiyatımızla beraber aklî, kalbî arzu ve emellerimize göre verilmesi gerekeni vererek bizi tatmin edecek bir zâtın elinde olmalıdır ki, ona din denebilsin.


Bu itibarladır ki, beşeri, "vicdan" ile idare etmeyi düşünenler, Onun karşısına vicdanlar sayısınca yollar çıkardıkları için onu, irşad? hidayet ve bir yola sevk etme yerine idial etmişlerdir. Akıl, her meseleyi halleder, diyen rasyonalistler, kalbi ve ruhu anlamayıp, insana tam nüfuz edemeden, sırf akılla yola çıktıklarından dolayı onlar da yolda kalmış ve hiçbir meseleyi" halledememişlerdir. Aslında akıl, sadece vaz'ı İlâhi olan dini anlamak için bir alettir. Akıl, dini ve Allah'ın kanunlarını anlayarak dinin ruhundaki diyaneti iktisab edecektir. Vaz'ı İlâhi olan din ise beşere her yönüyle cevap vermektedir. Beşer, akıl ve kesbiyle diyaneti kazanmakla mükellef kılınmıştır. Zaten diyaneti olmayan bir dinin ve dini olmayan bir diyanetin yaşamaya da haklan yoktur. Din ve diyanet bir hakikat-ı uzmanın iki yüzüdür. Din bir vaz'ı İlâhidir yani Allah'ın kanunu ve Şeriatıdır. Onu hayata hayat edinmeye gelince o da beşerin kesbidh ki buna da "diyanet" denir.


Ferd, dini,hayatma hayat yaptığı ve dinin prensip ve düsturlarını hayatına gaye edindiği nisbette diyanet sahibi olur. Ve bütün bunları yaparken de yaptığı şeylerin hakkaniyet ve doğruluğuna inanır. Sadece ve sadece Mevlâ'nın hoşnut olmasını mütâlâa ve mülâhaza ederse, din adına yapılan şeylerin hiçbirisi zayi olmaz.


"Kim zerre miktar hayır yapsa mükafatını, kim de zerre miktar kötülük yapsa cezasını görecektir.[34] Bununla beraber insanın, yaptığı şeylerin hemen arkasından bir menfaat beklemesi gayr-i samimi olduğuna delalet edeceğinden onun ihlâssızhğına hükmedilir ve ihlâssiz olduğu için de Dergâh-ı Nezd-i Uluhiyet'te hüsn-ü kabul görmez, ibadeti yüzüne çarpılır. Ubudiyetin, Allah'a kul ve diyanet sahibi olmanın daî ve muktezisi Allah'ın emridir. Yani insan, Allah emrettiği için dindar ve diyanet sahibi olur. Neticede Allah'ın rızasını düşünür, başkaca bir menfaat beklemez. Sırf Allah'ın rızasını düşündüğü bu yolda yaptığı şeylerin semeresini ahirette Allah'ın lütfundan bekler. Bu itibarla denebilir ki din, Allattın emrettiğini yine Onun rızasını kazanmak için yapma ve neticeyi de Allah'tan beklemenin unvanıdır.


"Mâlik" kelimesinde melik ve mâlik olmak üzere İki kıraat vardır. Melik, "Mülk" kelimesinden mâlik de "milk" kelimesinden müştaktır. Melik, devlet reisi, devlet idarecisi, tedbir ve hazırlık yapan, devleti yürütüp yöneten ve idare eden zât demektir. Bu kelimenin müştak olduğu kök "Afü//r"tür. Bir melik varsa muhakkak onun bir mülkü ve memleketi vardır. Şeriatta buna "dâr" Müslüman olan bir melikin hükümferma olduğu bir memlekete de Dâr-üi îslâm denir. "Mük"e gelince o emtia ve emval gibi şeylere denir. Mülkün sahibine de Mâlik denir. Aİlah (C.C) bir tek âyet içinde hem meliki hem de mâliki zikretmektedir. Zira melik olmazsa, ne mâlik ne milk ne de mülk olur. İlk defa bir melik olacak, devletini, milletini düzene ve nizama sokacak ve belirli haklan bir kısım ferdlere taksim ve tayin edecek, herkes kendisine tayin edilen haklara sahip çıkarak sahip çıktığı hakkın mâliki olacak...Devlet reisi o mülkün mâliki olmakla beraber aynı zamanda meliktir. Herkes de kendi hissesine düşen şeyin sahibi manasına mâliktir. Burada çok ince bir hususa dikkat edilmelidir. Allah (C.C) bu âyetinde, kendisini yeryüzünde temsil edecek olan insanın, kuracağı devlet sistemini ve bu sistemin esaslarını da tesbit ediyor. Aslında devletleşme de Cenâb-ı Hakk'ın insanlara emaneten verdiği Mâlikiyet unvanının bir tezahüründen ibarettir.


Eğer devlet sadece Mâliklik esasına dayandınlırsa bundan Liberalizm devlet anlayışı doğar. Bu sistemde sadece esas olan ferd ve ferde ait olan haklardır.


Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın, arzu ettiği ve bu âyetiyle işaret buyurduğu devlet sisteminde bir taraftan mâlikiyet, diğer taraftan da melikiyet nazara verilmekte ve devletin bu iki esasa oturtulması tavsiye edilmektedir.


Sadece devletçiliğin esas alındığı yerde fertlerin hakkı gasbedilir. Ancak üst kademede bulunan bir kaç kişi mesud ve bahtiyarr onların dışında devleti meydana getiren diğer uzuvlar mefluç ve perişan olur. Sadece fertlerin esas alındığı sistemde de devlet mefluç hale gelir. Zira böyle bir toplumda netice itibariyle adem-i merkeziyetçiliğe gidildiğinden devlet, uzuvları birbirinden koparılmış bünyeden farksızdır. Halbuki ideal bir devletin hem meliki hem de mâliki olmalıdır ki, hem idare eden hem de idare edilenlere gereken haklar ancak bu devletçilik anlayışıyla verilebilir.


"Din gününün mâliki Allah'tır". Allah (C.C) bu İfadeyle, bir taraftan bize kendi mâlikiyetinin bir gölgesi olarak bahşettiği mülk edinme duygusundan ve insana bahşettiği devletleşme selahiyetinden ve bu devletin esas ve umdelerinden bahsederken diğer taraftan da ayrı bir hususa dikkatlerimizi çekiyor ve adeta bizlere şöyîe diyor: "Size dünyada nisbî bir mâlikiyet veriliyor. Ancak, ahirette mülk tamamen Allah'a ait olacaktır. Öyle ise fâni ve geçici olan mâlikiyetinizi ebedi ve daimi kılabilmenin yollarını araştırınız."


Mülk Allah'ındır ve onun mirasçısı da Allah'ın sâlih kullandır. İslâm dininde mürtedin hayat hakkı olmadığı gibi


miras hakkı da yoktur.


Ferdî hukukta bu böyle olduğu gibi, millet ve devletler hukukunda da böyledir. Onun için İslâm, yeryüzünde Allah'ın dini hakim oluncaya kadar cihadı farz kılmıştır.


Ayrıca, Mâlikiyet ve Melikiyet esasları Ü2erine oturtulmuş bir devlet anlayışında, ne ferdin ne de devletin hukukları zayi olur. Tamamen adem-i merkeziyet zararlı olduğu gibi, inhisarcı bir devlet anlayışı da zararlıdır.


Allah'ın halifesi olan insan, yeryüzündeki tasarrufunu O'nu temsilen yapar. Allah adına yapılan bu tasarrufta, adalet ve nizam vardır.


Bu âyetten anlaşılacak diğer bir mânâ da şudur:


Din gününün sahibi Allah'tır. Öyleyse diğer bütün mâliklerin mâliklikleri izafi ve geçicidir ve onlara atiye olarak verilmiştir. Sanki bu âyetin işaretiyle Cenâb-ı Hak şöyle ferman etmektedir: Ey firavunlar, nemrutlar, ey "melikim'1 diye ferih-fahur yaşayanlar, şahlar, şehinşahlar! Mülkün' ve saltanatın elinizden heba olup gideceği bir gün gelecek, İşte. âyetinin ifade ettiği hakikat-ı


uzmanın zuhur edeceği o günün tek ve yekta sahibi benim[35] Bineanâleyh, mülkünüzü idare ederken bir kendi mâlikiyetinize ve melikliğinize bakın, bir de "Maliki Yevmiddîn"in mâlikiyetine bakın. Siz küçük mülk dairenizde tasarruf yaparken, nazarınızı ara sıra "Maliki Yevmiddin"e çevirirseniz, salâh ve istikamet içinde idare etme hakkını kazanırsınız. Yoksa hayatınız heba olur gider, sizler de perişan olursunuz.


Mâlikiyetinize itimat ettiğiniz zaman; mülkünüz bâd-ı hevâ gider. Ama siz mâlikiyetinize güvenmeyip Allah'ın mâlikiyetine itimat ettiğinizde, mülkünüz, mâlikliğiniz ve melikliğiniz elinizden alındığı o gün, Allah, Rahman ve Rahim ismiyle zuhur ederek o mülkü, Rahmaniyet ve Rahimiyyetinin içine koyacak ve size İayezal ve lâyetezelzel bir saltanat ve bir mülk verecek, sonra da sizleri orada ebedi melikler ve mâlikler yapacaktır.


Allah (C.C) hu âyetlerle Cemâl-i Mutfak ve Kemâi-i Mutlak olarak, bizden teveccühümüzü ister ve bize derki: "Eğer birine hamd etmek istiyorsanız bana hamd edeceksiniz. Çünkü ben Allah'ım, zâtında Kemâl ve Cemâl sahibi benim, sîzin de Kemâl ve Cemâl sahibine hamd etmeniz gerekir. Eğer ileriye matuf bir isteğiniz, arzunuz, birinden bir dilek ve dilenmeniz varsa benden isteyin. Çünkü şefkatli, merhametli, Rahman ve Rahim ismiyle zuhur eden benim. Eğer bîr korku ve tasanız varsa ve hesabınızın kötü çıkacağı korkusunu taşıyorsanız yine bana müracaat edin. Çünkü Mâîik-i Yevmiddin benim, orada hesabınızı görecek de yine benim!"


Fatiha-ı Şerifin başmda; bizi müslüman yapan, Hz. Muhammed (S.A.V)'e ümmet kılan en ekmel ümmet olarak ona sımsıkı bağlayan kalbimizi nezd-i Uluhîyetine çeviren ve böylece bizi pek çok nimetlerle perverde eden


Allah'a hamd ve sena etmekle işe başladık ve dedik. Onu tanımış insanlar olarak kâinata ve nefsimize nazarımızı gezdirdik; vücudumuzu teşkil eden atomların deveran ve cevelanmdan, kâinatı teşkil eden sistemlerin, galaksilerin harekat ve seyeranına kadar her şeyde O'nun Rububiyetini gördük. Gördük ki, her şeyi kamçılıyor, kemâle doğru sevk ediyor. Gördük ki, her şeyi Cennet'in ve Cehennem'in binasında kullanacağı unsurlar haline getiriyor. Gördük ki, her şey Onun terbiyesiyle terbiye oluyor. Bu azametli icraatını müşahade ettik. Sonra anladık ki 'bütün bu muntazam ve peşipeşine hadiseleri böyle durmadan intizamla sevk ve idare eden, iyiyi kötüye katan, çirkinin yanında güzele ve küfrün yanında imana yer veren Allah, bütün bunları ayıracağı bir yer getirecektir. İşte o gün yevmiddin ve o yer de Mahkeme-i Kübra'dır. İyinin kötünün ortaya döküleceği, iyiliklerden ötürü insanların demet demet mükafat olacağı, kötülüklerden ötürü saklanacak yer arayacakları o güne "din günü" diyoruz. Dinin ve Allah hâkimiyetinin apaçık ortaya çıktığı o günün tek ve yekta sahibi Allah'tır. Çünkü o gün sadece O konuşacak, hükmü O verecek, infazı O yapacak ve mükafatı da O bahşedecektir. Öyleyse hayatta olduğumuz sürece yalnız "O" demeli başka birşey dememeli...


Bize O'nu bulduran bütün bu araştırmalardan sonra Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna geliyoruz. Sanki Sûrenin oraya kadar olan kısmı bizi O'nun karşısına çıkmaya hazırladı ve bu hazırlıktan sonra biz de, Cenâb-ı Hakk'ın huzur-u kibriyasma çıkarak bendeîîğimizi takdim etmek istiyor ve diyoruz.


"Namaz mü'minin miracıdır" diyen söz sultanı, işte bu noktaya dikkat çekmektedir. Sen, kavisler çiziyor, helezonlar meydana getiriyor, mekânı aşıyor, imkânla vücûb arasına yükseliyor ve cem'i, farkı bir arada tutabilecek bir keyfiyeti mahsusede "Yalnız sana kulluk yapar, yardımı senden isteriz." diyecek makama uruç ediyorsun. Ne büyük saadet ki, Nebiler Sultanının madde ve manasıyla yükseldiği miraçtaki makama sen de inanç, kanaat ve yakininle, günde beş defa çıkmaya muvaffak oluyorsun.


Fiili muzari, nefsi mütekellim maal gayrdır. Kelime iştikak olarak, "abede", "ubudet", "ubudiyet" veya "ibadet" kelimelerinden iştikak etmiştir. Abede, bir işi azim ve hırsla yapmaktır.


Ubudet, tevazu gösterme ve yüzü yerlere sürme, demektir. Ubudiyet ise, sistemli olarak, tanıdığı Mevlâ'sına karşı tazimat ve tekrimatta bulunmanın adıdır. Ve ibadet de hudû ve huşu içinde Mevlâ'nın istediği şekilde yapılan kulluktur. Yani sen, alabildiğine azimli, kararlı ve nazarını O'ndan başka birşeye çevirmeme gayreti içinde yüzünü yerlere süreceksin. O'nun büyüklüğünü kabul senin küçüklüğünü idrak şuuruyla; hem de gelişi-güzel, sistemsiz değil; O'ndan aldığın bir sistem ve Ölçü içinde, ciddi bir huşu ve hudû O'na karşı arz-ı tekrimat ve ta'zimat şeklinde takdim edeceksin, ben kulum sen Mevlâ'sın, ben köleyim sen Seyyidsin, ben afakta gezen dolaşan perişan bir varlığım, sen ise bana ne zaman geleceksin diye bekleyen


Mevlâ-i Müteâlsin... işte derken bütün bu manalar kasdolunmaktadır.


îbadetin şeriat manası; hâlis bir niyetle, sevap beklemek üzere, Allah'a kurbiyeti düşünerek yapılan taat, demektir. İbadet dediğimiz zaman, hem taat hem de kurbet dediğimiz Allah'a yaklaşma manası bunun içinde düşünülür. Ama; ibadet, taat, kurbet tamamen birbirinden başka manalara gelen kelimelerdir. Taat; niyet meselesi bahis mevzuu olmadan, şahıs gözetilmeden, sevap kasdıyla yapılan şeye denir. Kurbet ise niyet olmasa dahi belli bir şahsa yaklaşmayı düşünerek ona karşı yapılan taattır.


İnsanın nefsini ve kâinatı tefekkür etmesi, değişik bir tabirle enfüsî ve âfâkî tefekkürü henüz bir niyete bağiı olmadığından ve daha tanıyacağı şahsı tanımadığından dolayı bir taat olsa bile kurbet ve ibadet değildir. Meselâ, bizler, afakî ve enfüsi tedkiklerde bulunuyoruz, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi ilimlerle meşgul oluyor ve bu arada nefsimize dönüyor, enfüsî tedkiklere dalıyoruz, bu ve buna benzer araştırmalarla, derin bir tefekkür ve tezekkür içerisine girmiş oluyoruz. Ancak, bu tür faaliyetler Mevlâ'ya karşı bir taat olsa bile, kurbet ve ibadet olmaz. Çünkü böyle bir şey yapmak niyete muhtaç ve mütevakkıf değildir. Kurbet değildir, çünkü yaklaşacağımız o yüce Zatı, henüz mükemmel bir şekilde tanımış olmuyoruz. Böyle nurani bir caddede müntehaya, cümlesini bütün ruhumuzda duyarak söylediğimiz zaman varmış olacağız. Kur'ân-ı Kerim okuma sadaka verme v.s. gibi hasenat niyete muhtaç olmadığından birer taat ve kurbet olsa bile ibadet değildir.


öyleyse ibadet: İnsanın bütün benliğiyle, bütün duygulanyla.iç ve dış bütün havassıyla,fikrî melekeleri, his âlemi, kafası ve lisanıyla Allah'a teveccühten ibaret olan sistemli bir hareket tarzına denir. Bu manaya geldiği için de ibadetin bozuk bir türkçeyle "tapmak-tapmmak" şeklinde tabir ve tercüme edilmesine imkân yoktur. Tapmak ve tapınmak; daha ziyade şuursuzca, niyetsiz ve sistemsiz yapılan hareketlere denir. Eski mabûdlara, ilâhlara, modern firavunların heykellerine ve resimlerine karşı yapılan saygı duruşuna dilimizde tapınma ve tapma dense bile katiyyen, ibadet denemez. Çünkü o, Zât-ı Ecel-i A'lâ'ya hastır. Evet ibadet sadece O'na yapılır. Onun için biz orada ne çjaî ne de çj£- değil ancak diyoruz.


"Yalnız sana ibadet ediyor ve yardımı yalnız senden bekliyoruz." Bu arzettiklerimiz kelimenin şeriattaki izahıdır. Ve biz derken bunu düşünürüz. İbadet bir tapma


tapınma karşılığı olmadığı gibi 'İtaat ediyoruz" demek de değil ve "Sana yaklaşıyoruz" demek hiç de değil.


Belki aczini, fakrını, zaafını, ihtiyacını, hiçliğini nazar-ı itibara alarak, ferah, refah ve saadeti O'na yaklaşmada bilerek kemâl-İ tazim ve tekrimle O'na doğru gitmenin adıdır. Allah'a karşı yapılan bu şekildeki tazim ve tekrim bir başkasına yapılmadığı ve yapılamayacağı için, başkalarına karşı gösterilen saygı, hâlen ve kalen takınılan hürmet çeşitlerinin hiçbirisine ibadet denemez.


Meselenin ilm-i nefisteki tahliline gelince; insan nefsi, insan ruhu, elemlerin, ızdırapların, ümit ve sevgiler uğrağıdır. însan, nefsinde acı bırakabilecek bir şeye karşı daima kuşku duyar, ondan hoşlanmaz, ve ondan uzak kalmağa çalışır. Keza o, lezzet getiren sebeplere meftundur, o sebeplere karşı ümitle bağlanır veya hırsla sarılır. Tabii elem getiren faktör ve sebeplere karşı da öfkeyle mukabele eder ve onlara karşı tetikde durur. Demek insan; devamlı arzuladığı, istediği, arkasına düşüp koştuğu, ümitle, el ve sine'sini açtığı bir kısım hadiselerle; ürkttüğü, korktuğu, öfkelendiği, kaçmak istediği, vak'alarla karşı karşıya bulunmakta. Esasen insan, böyle bir korku ve o korkudan doğan bir ürkme; ve böylesine bir muhabbet ve bu muhabbete dayalı bir ümitle insan olma muvazenesini devam ettirir. Bu muvazene sayesinde cemaat ve cemiyetten ümit zail olduğu zaman yeis baş gösterir. O zaman da bütün çalışma şevki kınlır ve faaliyet söner, insan ümidi kırıldığı zaman atalet ve tembellik içinde kalır. Öyleyse ümidin silinmemesi için, ümidin dayalı bulunduğu muhabbetin pörsütülmeden hayatiyetinin devam ettirilmesi gerektir. Korku fertten ve cemiyetten silindiği takdirde, âkibeti düşünülmeden; fert, aile, toplum ve millet topyekün hesapsız işler yapmaya başlarlar. Bu da, bütün bir insanlığın tuğyanına sebebiyet verir. Onun içindir ki, bu korku ve muhabbet hissi, insanla birlikte yaratılmıştır. İnsanın mahiyetinde, bütün kâinatı içine alacak bir muhabbet ve kâinatta cereyan eden, hususiyle istikbalde kendisini bekleyen veya beklediğini sandığı hadiselerden ciddi bir şekilde korkusu vardır. Bazen bu korku sebebiyle bütün ümidi temelinden sarsılır, hatta yıkılacağından endişe eder. Yüzü kara, eli boş Hak karşısına öyle çıkacağından tir tir titrer ve korkar. Bu, haddizatında adalet ve istikametin devamı için şarttır. Fakat su-i istimal edildiği zaman; herşeyden; yerin zelzelerinden kuyruklu yıldıza, yılanın, akrebin sokmasından bir mikroba kadar herşeyden korkar. Böyie bir korku ise, insanın istikbalini zehir eder. Çünkü o öylelerden korkar ki ne acıma bilir ne de merhamet eder. Korku öyle bir beladır ki onu başından atacağı ana kadar katiyen huzura kavuşamaz.


Muhabbete gelince o da belâlı bir musibettir. însan öylelerine gönül verir, öyİelerine bağlanır, öylelerinin arkasına ümitle düşer ki, onlar onu tanımaz, yüzüne bakmaz ve giderken de "Allah'a ısmarladık" demeden çeker giderler. Evet, gençliğin, gücün, kuvvetin, takatin giderken sana "Allah'a ısmarladık" bile demeden çekip gittiler. Hayat arkadaşın, annen, baban, evladın da giderken sana, "Allah'a ısmarladık" demeden çekip gidiyorlar. Öyle ise, muhabbet dahi belâlı bir musibet oluyor. Su-i istimal edildiği zaman insanın başına neler neler açıyor. Hele bazen insan, gönül verdiği, ümitle bağlandığı şeye o türlü bağlanır. O'na gönlünü Öylesine verir ki bütün bütün o nun kulu-kölesi olur. Ona öyle bağlanmıştır ki, muhabbet onu kör ve sağır etmiştir de ma'şuku, mahbubu, ma'budu aieyhinde söylenen hiçbir şeye kulak vermez ve ona ait fena ve zevalden hiçbir şeyi görmez. İşte bütün şirkler, puta tapmalar, Allah'a karşı eş ve ortak koşmalar bu duyguyla meydana gelmiş ve zamanla korkulan ve sevilen şeyler birer mabut haline getirilmişlerdir.


Evet korktuğunun şerrinden emin ve sevdiğinin sevgisine mazhar olabilmek için yığın yığın mabudlar, putlar türeyivermiştir. Kaib bir kere fani şeylere bağlandı mı insan artık hüsrandadır. Çünkü öylelerine bağlanır ki o ne bağlandığı insandan evvel gitmeme hususunda teminat verebilir ne de onun bağlandığı ümitleri yerine getirebilir.


Allah Rasûlü (S.A.V) herkesin gönülden bağlanması gereken sultanlar sultanıydı. O sultanlar sultanı, sinesinde kalp ve vicdan taşıyan her berrak gönül tarafından sevilirdi. Bununla bereber fâniye gönül bağlamayıp bakiye gönül bağlama muvazenesini çok iyi kavramış insanlar O'nun vefatıyla sarsılmadılar. Ama, doğrudan duğruya fâniye bağlananlar sarsıntı geçirdiler ve çokları bağlı bulunduğu dini terketti.


Gelişen her şey kemâle erdiği gibi netice itibariyle de zevale mahkûmdur. Rasûlü Ekrem de ulvî mükellefiyetleri­ni en samimi hisleriyle yerine getirmiş, vazifesini hitama erdirmiş sonra da Allah'ın davetine icabet edip gitmişti. Bu mevzu ile alakalı, calib-i dikkat şu hususu arzetmede yarar var; bu kritîk devrede Hz. Ömer gibi bakiyi- fâniyi çok iyi bilen nadide bir dimağ dahi sarsıntı geçiriyor. Ve "O'na öldü diyenin kafasını keserim" diyor. Fakat O'na Allah'ın elçisi olarak, Allah'tan ötürü bağlı bulunan sadıklar sadıkı; faniye fani, bakiye baki kadar bağlanan bir İnsan vardı. O gün, Medine'nin az yukarısındaki Sunh mahallesinde bulunuyordu. Medine'ye döndüğü zaman Medine'nin ufkunu siyah bulutların kaplamış olduğunu gördü. Herkes ağlıyordu ve kimse tek kelime bile söyleyemiyordu. Hz. Ali gibi, kükrediği zaman arslanlann ödünü koparan bir Haydar-ı Kerrar dahi yıkılıp dize gelmiş ve ayağa kalkacak hali yoktu... Sadık insana kendisinden sadakat istendiği zaman sadakat izhar etmesi vazife olur, Evet Sıddık-i Ekber'e büyük bir iş düşüyordu. O esnadaki mevcut atmosferi değiştirecek ve yepyeni bir akım hasıl ederek orada Bakî kimdir fani kimdir onu anlatacaktı. A-ma daha önce Efendimiz'in (S. A. V) hane-i saadetine uğra­yarak mübarek nâşa yaklaştı ve eğilip O'nun mübarek yü­zünü öptü. Ne tertemiz dudaklaf ki o tertemiz alına değiyor ve değerkende şöyle diyordu: "Sen bir kere öldün bir daha ölmeyeceksin, mevtin dahi hayatın kadar temiz ve güzel!" Daha sonra mescidin içine giriyor; perişan ve yıkılmış sa-hâbi topluluğunu yanp geçiyor, minbere çıkıyor ve o muh­teşem hutbesini irad ediyor. Sonunda da herkesi içinde bulunduğu uykudan uyaracak şu ayet-i kerimeyi okudu:


Meali: "Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice Peygamberler gelip geçti"[36]. Sahabi o anda birdenbire uyanıp kendine geldi. Çünkü peygamber gitmiş vahiy de sona ermişti. Acaba bu âyet yeni mi nazil oluyor diye düşünüyorlardı. Hadisenin dehşeti Kur'ân'da böyle bir âyetin bulunduğunu sahabiye unutturmuştu. Güneşler güneşinin üfûl edeceğini, ayın batacağını o ana kadar akıllarından bile geçirmemişlerdi...


Ayet; "Muhammed (S.A. V) sadece ve sadece Allah'ın elçisidir, çok şereflidir. Çünkü ezel ve ebed sultanının


yaver-i ekremidir. Ondan evvel çok peygamberler gelip geçti. O, vefat etse veya öldürülse, şehid olsa, girdiğiniz gibi ökçelerinizin üzerinde dönüp gerisin geri mi gideceksiniz, içine girdiğiniz dini terk mi edeceksiniz?"


diyordu.[37]


Bu âyet Uhud'da nazil olmuştu. Ondan sonra da sahabi onu durmadan okumuştu, fakat altındaki manayı Hz. Ebu Bekir gibi kavrayamamışlardı. Rasûlullah (S.A.V) vazifesini yapıp gitmişti, fakat daima iş yapan,[38] oıan [39]âyetiyie kendisini anlatan, her an ayrı bir şe'n ve tecelli sahibi olan Allah Bakîdir. Hz. Ebu Bekir'in sesi mescidde adeta ihtizazlar hasıl ediyor, bütün cemaatı lerzeye getiriyor ve sahabi yeniden Allah'a teveccüh ediyordu. O coşma, o dalgalanma Rasûl-i Ekrem'in vefatı üzerinde koparılmak istenen kıyametlerden ilkini bertaraf ediyor ve daha sonra peşipeşine zuhur edecek hadiselere karşı da onları uyarıyor, dikkat ve teyekkuze sevkediyordu.


Evet bu noktaya gelirken söylediğimiz sözü tekrar edelim. Gönül verdiğiniz, ümit bağladığınız hangi fânî vardır ki, sizden evvel göçüp gitmeyeceğine, bütün ümit ve arzularınızı is'af edeceğine dâir teminat versin? Şimdi, Allah'a verilecek muhabbeti o ölçüde Rasûlullah'a dahi vermek caiz olmazsa, sizin bir sürü küçük, fâni ma'budlarınıza ve sanemlerinize göstereceğiniz muhabbet ve alâkayı tevhit şuuruyla gözden geçirmek iktiza edecektir.


Gönül fâni varlıklara teveccüh edince, insan düal yaşamaya başlar, adeta ikileşir. Çünkü insanın içinde korku ve muhabbet vardır. Bu muhabbet ve korku hakiki sahibini bulamazsa, insan bir ölçüde her korku ve muhabbet duyduğuna bağlanır; hatta yerinde perestij eder. Böylece o, bir sürü ilâh uydurup başına musallat etmiş oîur. Ama o, korkunun da,muhabbetin de İlk ve son mercii Allah'ı bilir ve bunu bütün ruhuyla kabullenirse, o insan,tevhide yükselmiş ve bu korku muhabbet sayesinde hakiki huzur ve saadete ermiş olur.


Demek oluyor ki, bizi yaradan Hâhk-ı Azam, Sâni-i Âzam, bizi kendisine tevcih edebilecek fakülteleri içimize kurmuş çalıştırıyor. Ve aynı zamanda kâinatı İçine alacak bir muhabbeti, yine kâinat kadar büyük bir korkuyu da bizim içimize yerleştirmiş. İşte bu korku ve muhabbet, sahib-i hakikisine verildiği zaman, menba-ı saadet ve huzur olur. Yavrunun anneye, annenin yavruya olan mütekabil muhabbetleri buna güzel bir misaldir.


Allah korkusuyla kalbi tir tir titreyip, ümitleri temelinden yıkılacağı endişesini taşıyan bir insan sıkıldığı zaman yine Allah'a müracaat eder. İşte bu korkuda, alabildiğine derin, alabildiğine sınırsız bir lezzet vardır. Korkuda bu kadar lezzet olursa muhabbetin lezzetini varın siz kıyas edin. Öyleyse Allah'a kulluk, alabildiğine bir korkunun yanında alabildiğine bir muhabbetle yapılır. Ve ibadet dediğimiz vazife de, bir bakıma birbirine zıt gibi görünen bu şeylerin halitasından ibarettir. Kulluğun İçinde, korkudan ummanların çağladığını, muhabbetin dalga dalga mevcelendiğinî, derin bir saygının, hudutsuz bir huzurun esip durduğunu, dalgalanıp ruhu sardığını müşahade ve mülahaza ederiz ki, biz buna ibadet diyoruz.


Acz ve zilletini idrak edemeyen, rahmetin ve ümidin, ne kadar kıymetli olduğunu bilmeyen kimse kem talih,ve ibadetin neşvesini kavrayamamış kimsedir. Evet, ibadetin ruhunda hem yüzü yere sürme, Allah'ın Rahmetine bel bağlama, ümitlenme, hem de ümitlerini kaybetme endişesiyle tir tir titreme vardır. Hem büyük bir endişe hem de yanında alabildiğine neşe içiçedir. Endişeyle neşeyi bir araya getirdiğiniz zaman, Mevlâ'nın huzurunda olduğunuza inanabilir, havf ve reca muadelesini yapmış sayılabilirsiniz. Ama bir tarafta burnunu dikip gezen mütekebbirler, korku nedir bilmeyen nikbinler, herşeyi bektaşi iyimserliği içinde görenler, kuruntulara bağlananlar, diğer yanda da ümitsizlik içinde yaşayan me'yııslar, kulluk şerefindeki ulviyetin ne demek olduğunu idrak edemeyen zavallılar hiçbir zaman bu neşve ve bu huzuru duyamazlar. Allah'a karşı yapılan kullukta dengeli, ölçülü, Onun tayin buyurduğu kıstaslarla hareket etmek şart olduğu gibi, niyet de şarttır. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz değildir. Allah RasûlÜ:"Mfce ayakta duranlar vardır ki ayakta durmaları kendilerine yorgunluktan başka birşey kazandırmaz ve nice aç duran, oruç tutanlar vardır ki orucundan yanma kalan sadece açlık ve susuzluktur[40] der. Demek gönlün sadece ve sadece O'na teveccüh etmesi gerekir. O düşünülmeden verilen zekât,zekât;sadaka da sadaka değil, bir tebzir ve kur'ân'ın diliyle şeytana arkadaş vğ yâr olmaktır. O'nun maksud olmadığı emr-i bil ma'ruf ve nehy-i ani'l münker, diyalektik yapmak ve insanları demogoji ile aldatmak demektir. O'nun maksud olmadığı bir dhad gösteriş ve alâyişten ibaret, servet ve samanı heder etmek demektir. Demek ki ibadetin ruhunda gaye Mabud olacak ve abd, Mabud'a teveccüh edecek, kulluk Mabud'a yapılacak. Aslında aynı kökten gelen bu kelimeler biribirinden ayrılmaması esasına göre hareket edilecek.


Kul, "Senin izzetini düşünerek, zilletimle; azametini düşünerek hakirliğimle huzuruna geldim. Kimseye bel kırmayan, boyun bükmeyen ben, senin İçin belimi de hnyor, boynumu da büküyorum. Gururumu, sana yapılan secdenin ruhaniliğiyle ayaklar altına alıyor ve yüzümü yerlere sürüyorum. Çünkü sen Mabud'sun, ben abdim. Sen Hâlık'sm ben mahlûkum. Bütün fakirliğimi ilân ederek senin huzuruna geldim. Çünkü sen bana bir akû, bir meyil bir şuur verdin ve bunları topladm, vicdanıma rükün yaptın. Vicdanım sana karşı minnet ve senalarını eda etmek istiyor. Bütün kâinat şahid olsun ki ben kulum ve işte bununla şeref duyuyorum." İşte mü'min derken bunları duyar ve bunları düşünür. Bu bir küçüklük değil, insanın gerçek büyüklük yolunu sezmesinin ifadesidir. Bizler, "Muhammedün abdühü ve Rasûlühü" derken bu sırra parmak basıyoruz. Muhammed, (S.A.V) Allah'ın kulu ve Rasûİüdür. O, önce kuldur ve kulluğu devam eder. Allah Rasûlü, peygamberlik gelmeden evvel kuldu, peygamberlik geldi, kulluğu devam etti. Vefatıyla peygamberlik gitti ama, O yine Allah'ın kuluydu. İşte biz Allah'a karşı derken bu şekilde bir kulluk kasdediyoruz.


Evet, hürriyetimizi, dünyaları verseler başkalarına vermeyiz. Allah'tan gayrisi için esareti kabul etmeyiz. O'ndan gayrisi için ne kulağımıza halka, ne de boynumu­za tasma takmayız. Ancak bizi yaratan, sonrada varlığını vicdanlarımıza duyuran Allah için, bin canımız ve başımızdaki saçlarımız adedince başımız olsa, seve seve hepsini feda ederiz. Onun uğrunda bütün korkulara göğüs gerer, onun yolunda bütün başka sevgileri feda ederiz. Her şeyi kaybettiğimiz zaman O'nu kazanacağımız için de, bütün bunları iştiyakla yapanz. O'nun için feda olmayı cana minnet bilir vücud-u Hak için ter içinde, gözü yaşlı, sinesi buğu buğu Hak sevgisi ve Hak saygısıyla yaşamayı Cennet hayatına tercih ederiz. İşte bizler, böylesine coşkunluk, içtenlik, samimiyet ve ihlâsla, dağlara yüklenseydi onları paramparça edecek bir vazifenin altına giriyoruz ki, âyeti de bunu ifade ediyor[41] Dağ, taş bu emaneti götürecek keyfiyette değildi. Onlara bu emanet tahmil edildiği zaman kaçındılar ve götüremeyiz, dediler.


Kur'ân'm siyak, sibak ve ifadesîndeki insicam ve akıcılık o kadar tatlı, içten ve o kadar ahenklidir ki, dağların, taşların yüklenmekten içtinab ettikleri bu ağır vazife altına girerken, hemen ne yapıp ne edeceğimizi de bize talim ederek, ışık tutuyor ve yollan aydınlatıyor. Biz de "Yardımı ancak senden istiyoruz. Yoksa yolda kalır, âvâre ve sergerdan olarak mahvolup gideriz." gibi bir mana bütünlüğü içinde dedikten sonra ûytu le yeni bir ilticada bulunuyoruz.


İstiâne: Yaptığımız bütün işlerden Allah'a karşı bir avn ve maûnet talep etme, yaptığımız ibadetlerin suhuletle yapılmasını Allah'tan dileme ve insanın karşı karşıya kaldığı meselelerde Allah yardımına, Allah inayetine belbağlama demektir. Bu itibarla biz, İbn-i Abbastan mervî olan bir hadisde de ifade edildiği gibi, ibadetlerimizde, işlerimizde hâlis, muhlis olarak bütün samimiyet ve içtenliğimizle yardımı sadece ve sadece Allah'tan istiyoruz. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır; yardım ve avn, zaruri ve gayr-i zaruri olmak üzere iki kısımdır. Zaruri olan, rahmetiyle bizi yaratan Allah {C.C)'ın, âlât-ı edevat şeklinde mahiyetimize koyduğu şeylerdir. Meselâ: El, ayak, göz, kulak, vs . şeyler. Bizler nazar ibadetini gözlerimizle yapar, gözlerimizin aldığı mânâları, fikir labaratuvannda değerlendirir, adeta bal yapıyor gibi marifet petekleri kurmaya çalışırız. Bunu da kafa yapar. Ama O, evvela başa bu fakülteleri yerleştirmiş, mekanizma arasında münasebetler te'sis etmiş ve herşeyi işleyen mükemmel bir fabrika haline getirmiş. İşte Allah'ın bize baştan verdiği bu şeylerin hepsine zaruri avn ve yardım diyoruz. Bunlardan bir tanesinin eksikliği bahis mevzu olduğu zaman insan, istenilen şeyleri tam olarak yapamaz.


Bir de gayr-i zaruri olan avn ve yardım vardır ki, bir işi yapacağımız zaman Cenâb-ı Hak melek, melekûtiyet, Rahmet ve Rahmaniyeti ile teşvik eder, yol gösterir. Hâdî ismi ile imdadımıza yetişir, yollan tenvir buyurur ve bizleri irşad eder. Fıkıh usulüyle meseleyi anlatacak olursak bunlardan evvelkine "kudret-i mümekkine", ikincisine de "kudret-i müyessire" denir. Birincisi mümkün kılan bir kudrettir, ikincisi de kolaylaştıran suhulet hâsıl eden bir kuvvet ve kudrettir. îşte biz yaptığımız her şeyi, başta Allah'ın yarattığı âlât-u edevatla, sonra da yine O'nun inayetine dayanarak yaparız. Burada şu hususu da anlatmadan geçemiyeceğim;


Kendi yaratılışımızdan, "yaptık, ettik" dediğimiz fiillerimize kadar, bütün davranışlarımız Allah tarafından yaratılmaktadır. Allah, ilk hilkati cebren yapmıştır. Yani ilk hilkat cebrî ve vehbidir. Allah, yarattığı dünyanın hendesesini insanlara sormamıştır. Onu kendi çizmiş, kendi yaratmış ve kendi var etmiştir, işin bu tarafında tamamen cebir ve hâkimiyet hükümfermadır. İnsana Cenneti ve Cehennemi kazandıran ve buna sebep olan iradeye gelince;(yukarıda tafsilatıyla arz ettiğimiz)gibi, bu irade Cenâb-ı Hakk'm Rahimiyeti ile verilmiştir. Ancak bizden hâsıl olan her iş ve fiil yine Allah tarafından yaratılmaktadır.


îşte de yip bizlerejkendisine teveccühü öğretirken yardım talebi selâhiyetini bize veriyor. Adeta, "Yardım talep edebilirsiniz, sizden talep, kesp, teveccüh; benden yaratma, meydana getirme ve elden tutma; sizden gerilim benden yüksekler yükseğine alıp götürme," diyor. Biz de, O'ndan dilerken ve bu yardım dilemeyi O'nun kelâmında, O'nun emri olarak öğrenirken,bize talep etme selâhiyetinin verildiğini görüyoruz. Öyleyse her işimizde bir fâil-i Hâlık'ın eserinin nisbeti vardır. Meydana gelen her şey,Hâlık ve Fail olan Allah'ın, kesb ise, bize aittir. Fiil,bu iki şeyin nisbetinden doğuyor. Ve insana öyle bir paye öyle bir şeref veriliyor ki, burada Hâlık'la mahlûk, Ma'bud ile abd bir muadele ve muvâzene durumunda bulunuyor. Yani biz kulluk yapacağız, Allah da elimizden tutacak. Meseleyi böyle anladıktan sonra, artık ne cebre ne de mutezileye sapma meselesi asla bahis mevzuu olamaz. Burada çok kısa olarak kadere de temas etmek istiyorum. Aslında bu bahis, kaderle alakalı mevzuda ele alındığı için orada mutaalâ edilmesi daha uygun olur.


Olacak şeyler, olmazdan evvel Allah'ın ilminde, ilmî vücudlarıyla vardı ve sonra bunlar, Allah'ın ilmindeki şekilleriyle kudret ve irade vasıtasıyla var edildiler. Allah'ın bilmesi, meydana gelen vak'aların şu veya bu şekilde olmasını zorlamaz. Hele sermayesi kesbden ibaret olan insan, iradesini hangi tarafa tevcih ederse, Allah o istikamette bir şeyler yaratır. Şurası bilinmelidir ki kader, insanın iradesi hesaba katılmak şartıyla, hiçbir şey yokken Allah'ın ilminde eşyanın şöyle veya böyle var olmasını, Allah'ın bilmesine diyoruz. İnsanın iradesi hesaba katılmak suretiyle, insanın yapacağı veya İnsanın başına gelecek şeyleri ilm-i ilâhi defterinde tesbit etmek, insanı zorlayıcı olmadığından, mesele katiyyen ne Kaderiye mezhebinin ne de Cebriye mezhebinin dediği gibi değildir. Onun için rahatlıkla1 diyoruz ki, bizden kesb, Allah'tan yaratma, bizden teveccüh, O'ndan elimizden tutma, bizden O'na kulluk ve O'ndan bize Cennet'i kazandırma...


Şimdi buradan da hemen şu noktaya intikal edebiliriz: Hâlık ve mahlûk arasında çok tatlı bir mukabelenin ifadesidir. Bu, o kadar şerefli, o kadar yüksek bir anlaşma, ahd ve akiddir ki,beşer bunun üstünde daha yüksek bir şerefe, bir payeye mazhar olmamıştır. Sizden herhangi birinize "bir memlekete sultan oldunuz" deseler, bu yüksek mevki ve makam, Allah'la insan arasında yapılan bu makaveleye nisbeten çok sönük kalır. Gökleri ve yeri yaratıp elinde tutan, bu geniş rububiyet dairesi içinde, aynı zamanda her an senin kalbine bakan ve o kalbi elinde evirip çeviren Allah'la, bir mukavele akdinde bulunman ve demen, senin için öyle bir şereftir ki, bu şerefi anlatmaya imkân yoktur, yalnız şu kadarını diyelim: Rabbülâlemin ismiyle tasarruf yapan; seni kemâle doğru sevk eden ve sana kemâl kazandıran, Rahman ve Rahim isimleriyle yeryüzünü bir sofra, senin dünyanı da ayrı bir sofra yapıp, Rahmaniyet ve Rahimiyetiyle tecelli eden, yani ağzına aldığın lokmayı, kurduğu mekanizmayı işlettirmek suretiyle ağzını sulandıran, merhamet edip midenin bezlerine su ifraz etörip, mideni ıslattırarak hazmı kolaylaştıran, bağırsak mekanizmasını, ciğer ve böbreği ve daha senin şuurunun taalluk etmediği nice şeyleri çalıştıran ve her hadisenin arkasında Rahmaniyet ve Rahimiyetini sana gösteren, senin koyduğun en muhteşem, en müdebdeb sofradan daha müdebdeb ve muhteşem sofraları yeryüzünde de sana takdim eden; önüne koyduğu bu şeylerle senin ve senin gibilerin vitamin ve protein ihtiyaçlarını karşılayan; daha binbir çeşit nimetleri, nimetlerdeki tad, renk ve kokulanyla sana Rahmaniyet ve Rahimiyetini gösteren Allah, sana kendisini tanıttırdı, bir paye ve şeref verdi. Sonra vicdanında kendisini hissettirdi. İyiliklerin ve kötülüklerin karşılık göreceği bir günü ihtar ederek seni yarınlar için hazırlanmaya çağırdı. Evet bu gün sen, öldükten sonraki hayata göre adımlarını atıyorsun, bunu sana O lütfetti. Sen mânevi yapın ve ruhi hayatın adına bir keyfiyet kazandın, bir kısım sermaye edindin ama bu işin ana parası O'ndan geldi. Zira temel maddeleri O lütfetti. Sonra doğru yola da O hidayet etti ve birşeyler yapmaya muvaffak kıldı. Fakat bütün bunların yanı başında, sanki elde ettiğin şeylerde senin müdahalen, mâlikiyetin varmış ve bir şeylere sahipmişsin gibi seni karşısına aldı; sana değer veren bir muvazene ve muadele içinde "Kulum senden kesb, benden yaratma, senden cennet yolunda olmak, benden Cennet'e koymak, senden masiyetten ictinab, benden muvaffak kılmak," dedi ve adeta seninle bir mukavele.


akdetti. İşte biz derken; Rasûlü Ekrem, nasıl miraçta Allah'a selam verdi, selam aldı, nasıl ümmeti için Allah'tan namaz hediyesini getirdi ve nasıl, sevabı olduğu gibi baki kalmakla beraber mükellefiyet tahfif edildi. Öyle de de aynı mukabele ve mukaveleyi bütün benliğimizle duyuyoruz ve ağyardan usanmış kalb-lerimiz aynı şeylerle dolup taşıyor.


Bir diğer yönüyle bize cemaat şuuru veriyor. Evet, biz de "Ben" demeyi bırakıyor "Biz" eliyoruz. Bu sözü birimiz söylüyor, diğerlerimiz sükût ediyor. Namaz, bizim içtimaî hayatımızın, denge, düzen ve nizamının sembolüdür. Eğer biz,namazda bunu duyarsak cemaat halindeki yaşayışımızda, pırıl pırıl kendisini gösterir, "Biz" kuru kalabalıktan ibaret bir cemaat değil; aksine ruh birliğiyle ahenk içinde muntazam bîr cemaatiz. îşte fert,ilk defa bu düşünce ile cemaat şuuruna ulaşır; hissî yaşamadan kurtulur. Mantıkî ve aklî yaşama seviyesine ulaşır; içine gireceği, kendisinin de bulunacağı cemiyet içinde, bir uzuv olmaya liyakat kazanır. Bu da,biraz ferdin vicdanının genişliği veya darhğıyla alâkalıdır. Vicdanı derin kimselerin teşkil ettikleri ve edecekleri cemiyet, vicdanın vüs'ati nisbetinde temelli, köklü, sarsılmaz ve devamlı olur. Vicdanı dar ve müsamahasız olan kimseler ise henüz bir cemiyete uzuv olma seviyesine ulaşamadıklarından onların teşkil edecekleri cemiyete biz, kuru kalabalık nazarıyla bakıyoruz. Tahlilini yapmaya çalıştığımız böyle bir topluluğa "cemâat" denir. Bu cemaatin ilk tatbik-i sûrisi namazın cemaatle eda edilmesindedir. O da,Hanefî Mezhebinde sünnet; Hanbeli Mezhebinde farz; Maliki ve Şaftı mezhebinde farz-ı Kifa-ye kabul edilmiştir.


Allah-u Teâla Hazretleri, Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli, âyetlerinde böyle bir cemiyeti hazırlayıcı unsurları ve


hazırlanan cemiyetin terbiye edilmesi hususunda lâzım gelen kanunları vaz etmiştir. O, ilk defa, bu mevzuda


cemiyeti teşkil edecek fertleri hazırlamıştır. Fertlerin hazırlanışı vahye müstenid oîarak önce peygamberlerin, sonra da müçtehid ve mücedditlerin eliyle olur. Fertler yavaş yavaş toplu olarak yaşamaya hak ve liyakat kazanınca, artık bir araya gelmeye başlarlar. Bir kanun ve hâkimiyet altında başbaşa, omuz omuza âdeta bir vücudun uzuvları haline gelirler. Bu anlaşma ve uzlaşma ancak kanunlardaki vahdete, istinad edilen umdelerdeki birliğe bağlıdır. Eğer kanunda ve umdelerde bir birlik ve vahdet yok.insanlar da korku veya muhabbetle aynı kapıya dönük değillerse tefrika ve dağınıklık baş gösterir. Kalbleri parça parça, kafaları dağınık olan kimselerin mükemmel, birbirine bağlı, kenetlenmiş, sağlam bir cemiyet teşkil etmeleri asla düşünülemez, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân "ben" demeyi yasaklayıp "biz" deyin derken işte bu manada bir cemiyetin teşekkülünü hedefler. Sonra da o mükemmel fertlerin, yeni mürekkebleri meydana getireceğine işaret ve irşad buyurur. Daha sonra o mürekkeblerin içinden, beyne doğru giden bir kısım atomlar, moleküller gibi tasaffi eden, cemiyyet beyninde bulunmaya liyakat kazanan bir kısım kimseler cemiyetin başına geçer ki, böylece idari mekanizma kendi kendine teşekkül etmiş olur. Bunlar kaprisi olmayan, vicdanı geniş fertlerdir ki, onlan da ancak Nebi ahlâk ve terbiyesi yetiştirir.


le[42] Nebinin sinesindeki inşirahın, makam-i imtinanda anlatılması çok manidardır. Allah Peygamberidir ki, sadrını, sinesini, açtıkça açmış; en menfi davranışları müsamaha ile karşılamış ve cemaata giden yolları göstermiştir. Binaenaleyh vicdanın genişliği, açıklığı, inşirahı nisbetinde cemiyet gelişip, güç kazanıyor. Demek oluyor ki, bir cemiyetin, tarihin kaderinde hakim rol oynaması, o cemiyeti teşkil eden ferdlerin vicdanlarının genişlik veya darlığıyla çok alâkalıdır.


Cemiyeti büyüten, ferdin vicdanıdır. Ferd kaskatı, kendisini daima bir kısım hususiyetleriyle hissettirip duruyorsa, bu cemiyet muvakkaten kurulsa bile devam etmez, zamanla yerle bir olur. Fakat ferdler müsamahalı,


vicdanlan alabildiğine geniş, Resûlüllah gibi sırrına mazhar iseler; kuracakları cemiyet köklü, sağlam olacaktır. Böyle bir cemiyete herkes rahatlıkla girebilir. Böyle bir cemiyyet belki çok çabuk kurulmaz; fakat çok uzun ömürlü olur. Ve zamanla tarihin kaderine hakim olabilir ki, Resuller yolu da bu yoldur. En mükemmel şekliyle bize, cemiyetin ilk rüknü olma imtiyazını yine Resûlüllah göstermiştir. Sonra teker teker fertlerde bunu tam görmesek bile, Resûlüllah'm tesis buyurduğu cemaatta tam manasıyla görebiliriz. İnşaallah âhir zamanda insanlığa yeni bir veçhe verecek, tıkanmış ilimlerin yolunu açacak, maddî ve manevî semalara doğru yükselmeyi temin edecek Kur'ân cemaatına Allah, bu inşirah-ı sadrı ihsan buyuracaktır. Bunu O'nun sonsuz Rahmetinden umuyoruz...


Vicdanı dar, kalbi katı, his ve kaprislerini yaşayan bir kısım kimseler, ahenkli bir cemiyet içinde her ne kadar ahengi bozmadan yürüyebilseler bile yeni bir cemaat teşkil etmeleri düşünülemediği gibi; inhisar-ı fikirle "herkes benim gibi düşünsün" diyen, nefsinin esiri kimselerin de cemiyet teşkil etmeleri asla ve kat'a düşünülemez.


Hak yolundaki her mesleği hak bilen, başka meslekler içinde de hak ve hakikat nüvelerinin bulunabileceğine inanan, vicdanı geniş, sadrı alabildiğine açık, hakka müteveccih ve müsamahalı kimselerin kurdukları cemiyet­ler daima uzun ömürlü olmuşlardır. Îşteüı hd-ü peymânmda bunu da anlıyor, islâm cemiyetinin temel dinamiklerini beraber müşahade etmiş bulunuyoruz. Allah "ben" değil, "biz" deyin buyuruyor. Benliğinizden vazgeçin. İbadet ve tâatınızı ise,cemiyetin içinde öyle bir şuurla Allah'a takdim edin: "Ben kim, benim kulluğum kim! Fakat ben de, şu insanlar arasmdayım ve onların arasında sana kulluk yapıyorum.'''Fıkıhda ayıp muhayyerliği misalinde olduğu gibi, bir insan on çuval mal alsa ve bunlardan bir tanesi sakat çıksa, ya onların hepsini reddeder,ya da onu öylece kabul eder. işte ben de, sakat, yarım-yamalak kulluğumla, bu kanunun himayesine girerek diyorum ki, Allah'ım bunlar kulluklarını sana takdim ediyorlar. Bunların bu kullukları gibi, yeryüzünde binlerce cami ve mescidde, daha binlercesi kulluğunu sana takdim ediyor. Ben,bütün samimiyetimle, vücudumun zerrelerinden, atomlarından -ki; onlar mecburi bir cemaatdır;- ağaçlardan, otlardan, hayvanlardan ki, onlar tabiî ve fıtrî bir cemaatdırr insanlık cemaatına, melekler cemaatına, cinler cemaaüna-ki, bunlar da iradî birer cemaatdırlar.- bütün bunların kullukları arasında, ben de, benim kulluğumu sana arz ediyorum. Tek başıma söz söyleyecek, talepte bulunacak halim olmasa bile "Sen "demiyor, "Biz" diyor, onların arasına giriyor, hayatımın, ancak cemiyetin hayatıyla devam edeceğine inanıyorum. Medenî bi't-tab' (yaratılış itibariyle medeni) olmanın iktizası olarak iktida ettiğim imama uyuyor, onun okuduğunu dinliyor ve onun arkasında konuşmuyorum.


Hanefi Mezhebinde, imam Kur'an okurken cemaatın dinlemesi;mütekâmil, mütedeyyin ve mütemeddin bir cemaatın, bir reis tarafından temsil edilmesi çok güzel sembolize edilir. îşte bu tabloda,apaçık bir cemaat şuuru görüyoruz.


in diğer bir yanı da tevhîd-i ubudiyet ve tevhid-i Rububiyetle alakalıdır. Bu hususu da kısaca arz edelim:


Allah (c.c) bu âyete kadar bize, tek ve yekta, ferd-i ferid Rab olduğunu anlattı. "Ben Allah'ım" dedi ve biz de O'na "Allah" dedik. Allah gökte ve yerde eşi, menendi, zıddı ve niddi olmayan zât-ı ecell-i a'lâ demektir. Rabbülâlemin diyerek terbiyesinde de ortağı olmadığını söyledi. Vücudumuzun atomlarından en uzak sistemlere, galaksilere, nebülozlara kadar her şeyin taht-ı tasarrufunda olduğunu anlattı.Rahmanirrahim, diyerek anne karnında yavrudan; bir taşın içindeki böceğe kadar her şeyin çok iyi beslendiğini; vücudumuzun hücrelerinden en büyük sistemlere kadar gayet mükemmel bir şekilde, o Rahmetle çalıştığını anlattı, gösterdi ve şöyle ifade etti; Rahman ve Rahim sadece Ben'im, rahmet vermede de eşim, ortağım, zıddım, niddim, menendim yoktur. Din gününün yekta mâliki Ben'im. iyi kötü, güzel çirkin, iman küfür, dalalet hidâyet, hepsi burada karışık olabilir; fakat din gününün hâkimi olan Ben,bunları ayıracak; "Günahlılar, lekeliler,siz ayrılın.[43]" diyeceğim. İşte bütün bunlarla Allah, buraya kadar birliğini anlattı. Ve zaten anlatmasaydı da biz kâinatın tertemiz simasına bakıp, kâinat kitabını okuduğumuz zaman O'nun birliğini rahatlıkla anlayacaktık ve anlıyoruz da. İşte buna tevhid-i Rububiyet diyoruz. O, Rab olarak sana verdiği her şeyi tek başına vermiş sen dealdığm her şeyi sadece O'ndan almış durumdasın.Öyleyse, sana düşen de,sadece O'nu bilmen ve O'nu tanımandır. Samimiyetin nisbetinde nazarını ağyardan çevirecek ve Rabbülâlemin olan Allah'a hitap sığasıyla "Sen" diyeceksin. İşte bunu diyebildiğin an, kulluğu sadece O'na karşı yaptığını ve isteyeceğini de sadece ondan istediğini fiilinle göstermiş olacaksın ki, bu da O'nun tevhid-i Rububiyetine mukabil tevhid-i ubudiyettir. Yani, Kulluğunu münhasıran ona yapma... Rab nasıl birdir, kul da bütün gönlüyle, hissiyatıyla ve letâifiyle "Ben de sana öyle bağlıyım. Sen nasıl kâinatı bana musahhar kıldın ben de senin emirlerine öyle musahhanm. Bu musahhariyetim benim için cana minnettir. Çünkü ben, senin nimetlerinle perverdeyim." demelidir. Bu da Halikla aramızda bir muadelenin, tevhid-i Rububiyete karşı tevhid-i ubudiyetin ifadesidir. İşte bu sırra akıl erdiremeyen zavallılardır ki, bir kısım ağaçlan, çayları, ırmakları, ineği, öküzü ilâh edinmişlerdir. "Mani" ler gibi zulmete ve nura tapmışlar; "yazdan" Ve "Ehriman" diye ilâhlar uydurup arkalarından gitmişlerdir. Mabud-u Mutlak'a kulluk zevkine eremeyen ve bu hazzı elde edemeyen kimseler binlerce Mabuda gönül vermiş, binlerce mahbuba bağlanmış ama, daima sükut-u hayale uğramış, ümitleri yıkılıp gitmiş ve perişan olmuşlardır. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (S.A.V) muallimiyle, Kur'ân mürşidiyle tevhid-i Ulûhiyet ve 4evhid-i Rububiyet dairelerinde, o Rububiyet ve Rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmekle mükellef olan bizleri, İrşad, hidayet ve lütfedip avare, sergerdan bırakmadığından zerrât-ı kâinat adedince kendisine hamd ve sena ediyoruz...


Allah'a karşı kulluk,çaph insanların İşidir. Ferd bunu tek başına yapamıyorsa ancak dayandığı, itimat ettiği ve bağlandığı cemaatla Allah'a takdim ettiği zaman Allah'ın azametine uygun bir kulluk takdim etmiş olacaktır. îşte kul, ihtiyaçlarını, aczini, fakrını anladığı böyle bir anda: demek suretiyle imdadât-i Sübhanîyeyi intizar ediyor. Yardımı sadece Cenâb-ı Hak'tan istiyor. İsterken de, kendisi için en önemli yardımın ne olacağını bilemediğinden, Allah (C.C) Rahmeti eseri olarak ona en evvel istemesi gerekeni talim ediyor ve kuluna demesini Öğretiyor.


Zira insan, Cenâb-ı Hak'ın hidayeti olmadan ne ferdî ve ruhî hayatını düzene koyabilir ne de bir aile veya cemiyet kurabilir. Bütün bunlar Allah'ın hidayetine vabestedir. İnsan ruhunun tahlil ve incelenmesi; zaaf ve faziletleriyle insanı anlama, ferdî kıstaslarla yapılırsa, netice daima hatalı ve eksik olacaktır. Halbuki bu mevzuda ölçü olarak İlâhi prensibler kabul edilirse, hakikat anlaşılıp idrak edilir ve ruha ait karanlık kalan kısımlar da gün ışığına çıkar ve aydınlanır.


Aile yapısı ilâhi prensiblere göre ayarlanmalıdır' Aksi düşünce ve faraziyelerin, aile hayatını ne hale getirdiği herkesin ve her kesimin malumudur.


Cemiyet ise, esas manasıyla ancak ilâhi prensipler muvacehesinde kurulabilir. Zira ittifak ancak ve ancak Hûdadadır. O'nun dışında temin ve tesis edilen ittifaklar, yarını olmayan gizli ve korkunç ihtilaflardır. Dolayısıyla, böyle ihtilaflarla kurulmuş bir cemiyete de cemiyet denemez.


İşte bütün bu aksaklıkların giderilip, en uygun ve münasip olanın keşfedilebilmesi, bu mevzuda Cenâb-ı Hakk'ın hidayetini zaruri kılmaktadır. Onun içindir ki, bizler, O'ndan yolların doğrusuna hidayet etmesini istiyor


ve diyoruz.


Hidayet, Allah'ın, çok muhtaç olan insana bütün ihtiyaçlarına kâfi gelecek şekilde cevap vermesidir.


"îhdi" kelimesi arapcada emr-i hazırdır. Emirler, yukarıdan,büyükten, bir fiilin meydana gelmesini cebren gerektiren cümlelerdir. Yani bir talebin emir olabilmesi için o talebin yukarıdan ve büyükten gelmesi ve aynı zamanda bir fiilin yapılmasını zaruri kılar mahiyet arzetmesi lâzımdır.


Eğer bu aşağıdan yukarıya, küçükten büyüğe bir talep şeklinde olursa, buna recâ ve dua denir. Ve yine bu talep emsal arasında cereyan ederse ona da iltimas adı verilir.


"Ihdi" kelimesinde bu üç şekilden ikinci husus bahis mevzuudur. Yani aşağıdan yukarıya küçükden Büyükler Büyüğüne bir dua ve yakarış, bir reca ve niyazdır. Bu işe hidayet denir. Biz, ile kendi hakkımızda istediğimiz şeyi başkaları için de İstiyoruz. Hidayet, insanı, matlubuna tatlılıkla iletme, ulaştırma, beraber tutup götürme, hatta icabında neticeye kadar beraber bulunma, manasına gelir. Bir de edebiyatta bu işin delâlet-i gayr-i musîbe ve delâlet-i mukîbe gibi kısımları vardır. Manası şudur: Birisi tam matluba ulaştırıyor,diğeri ise ulaştırmıyor. Allah tevfik ediyor. Yolunu gösteriyor. "Bu yoldan" gidersen Cennet'e vanrsın, diyor. Bir de elimizden tutuyor, lütfediyor, göz açıp kapayıncaya kadar dahi bizleri arzularımızla, nişlerimizle, kaprislerimizle başbaşa bırakmıyor. Buna da ulaştırıcı delâlet diyoruz. Bizi azdırmıyor, saptırmıyor, azıp sapmamıza meydan vermiyor.


"Ihdina" kelimesini dilimize tercüme etmek istediğimiz zaman "Bize hidayet ver" sözü, yanlışlar arasında doğruya en yakın bir tercüme olur. "Bizi doğru yola ilet." sözü çok yavandır. Çünki hidayetin manası sadece iletme değildir. Tatlılıkla insanın arzu ettiği şeyin yanma götürme, bazan da sonuna kadar beraber gitme manasmdadır.


Halbuki iletme bunu İfade etmez. "Elimizden tut bizi şuraya götür." sözü de »hidayetin karşılığı olamaz. Bunda da,tatlılık meselesi arada kaynayıverir. Onun için hem tatlılık meselesini, hem elden tutmanın,hem de hidayetin onun nazarına arzedilmesinin manasını, bir arada ifade eden kelimesine, verilse verilse mana olarak "Bizi


hidayet et, bizi hidayete erdir." şeklinde bir mana verilebilir...


Hidayet, arapça olup, hem müteaddi hem de lâzım olarak kullanılır. Bunda da ince bir nükte vardır. Bunlardan birisi vasıtalı ,diğeri de vasıtasız hidayettir.


Bazen olur ki, hidayet için bütün vasıtalar hazır olduğu halde, insan hidayete eremez. Halbuki bazen, hiç de müsait olmayan şartlarda hidayete erilebilmektedir.


Hz. Nuh'un oğlu, bir Nebi ocağında doğup büyüdüğü halde, hidayetten nasibdar olamazken.Âzer'în evinde Hz. İbrahim, Firavun'un hanesinde de Hz. Musa yetişir ve birer büyük peygamber olurlar. İşte bütün bunlar bize vasıtalı ve vasıtasız hidayeti anlatmaktadır. Cenâb-ı Hak, "Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır." O'nun hidayeti de böyledir. Ve O; namütenahi hidayet etmiştir. Evvelâ: Ruhanî ve cismânî iradelerimizle murâdianmızı tevfik etmiştir .jEvet, biz bir,ruh bir de cisimden mürekkebiz. Bu cismanî ve ruhanî iradelerimizin tevfiki tamamen Allah'ın hidayetidir. Ruh ve cisim ayrı birer âlemdendir. Adeta ruhun ayrı, cismin ayrı birer irade ve muradları ve ayrı birer temayüzü vardır. Bu murad, bu iradeyle insan, tamamen Allah'ın hidayetiyle bir araya gelmişdir. Ve insan huzur ve saadete gidecek yolu da ancak bunlarla kazanabilir. Allah insanın aklî kuvvetiyle tabi kuvvetini hidayete erdirmekle hidayet etmiştir. Yoksa akıl tuğyan ederdi. Nice akıllı ve sağlam muhakemeli kimseler var ki, bunlar,AIlah, kitap tanımıyor ve Kur'ân karşısında firavunlukdan geri durmuyorlar. Allah'ın, akıllarını hidayete erdirdiği kimseler hakkındaki hidayet ise, aklı matlûbuna, maksud-u mahbubuna ulaştırması şeklinde olmuştur. Ayrıca bizim,bîr tabiata dönük yönümü bir de manâ ve mahiyetimiz vardır. Allah (C.C) bunu da matlub ve maksuduna ulaştırmış,bizi bir ağaç ve ot gibi yapmamıştır. Bu da Allah'ın ayrı bir hidayetidir.


Allah (c.c) hakkı batıldan ayırmak suretiyle de hidayet etmiştir [44]âyeri bu hususu anlatıyor. Hak ve batıl, fesad ve salâh apaçık gösterilmiş ve her iki yolun gösterilmesiyle insana hidayette bulunulmuştur. Allah (c.c)[45] buyurmakta ve insanları kendi yoluna hidayet edeceğini söylemektedir. Kitap ve Peygamberlerin gönderilmesi de hidayet şekillerindendir.[46] âyetiyle [47]gibî âyetler bize daha değişik hidayet vasıtalarının olduğunu anlatırlar.


Bütün bunlardan anlıyoruz ki biz,zerreler âleminden canlılar âlemine, canlılar âleminden insanlık âlemine kadar


her basamakta Allah'ın bu çeşit hidayetine mazhar olmuşuz. Bu noktada durup "Allah'ın insanlar hakkında hidayeti sonsuzdur." desek sezadır. Vahiy, ilham, esrarın çözülmesi ve eşyanın hakikatinin ortaya çıkması, sâdık rüyalarla bir kısım hususların tebliğ ve telkin edilmesi gibi hususlar da, Allah'ın diğer hidayetleridir. Fakat bu hidayet nebi ve velilere ait olduğundan, hususidir. Onun için herkes vahiyden ve ilhamdan istifade edememiştir.


Biz,ü derken bütün bu manaları ihtiva edecek ve Cenâb-ı Hakk'ın âlem şümul terbiyesi içinde bir sürü eğri büğrü yollar arasında, tek doğru yol olan İslâm'a hidayet edilişimizin nasıl büyük bir lütuf ve nimet olduğunu anlamaya çalışacağız. Evet zerreler âleminden canlılar âlemine kadar bir sürü berzah ve engellerden geçen bizler, daha sonra da insanlık âlemine gelinceye kadar yine bir çok berzahlardan geçtik. Ancak bunların hiçbirinde bizim zerre kadar dahlimiz olmadı. Ve hep hidayet üzere bulunduk. Bizden çok daha akıllı ve kabiliyetli milyonlarca insan sapıklık içinde bocalarken, ayrı bir hidayet imdadımıza yetişti ve îslâm diniyle şereflendirildik: varlığın en şereflisi, tiz. Muhammed'e (S.A.V) ümmet olduk. Bunlar ve bunlar gibi Rabbin sonsuz hidayeti karşısın­da, O'na tahmidat ve tesbihatımızı arz ediyoruz.


"Essırat": Bu kelimenin başında harf-i tarif vardır. Bu harf-i tarif,ya "ahd" içindir ki "Essırat" belli yol demektir. Öyle belli yol ki; bizden evvel milyonlarca salih insan, binlerce peygamber ve yüzbinlerce veli o yoldan


geçmişlerdir. İşte böyle belli ve herkesin anlaya­cağı bir yoldur.Veya "cins" için olur ki o zaman "Şehrah"


"alelıtlak geniş bir yol", "herkesin yürüyebileceği bir yol" manasına gelir.


"Sırat" kelimesindeki "Sad" harfi esasen "dvc. Fakat "ra"nın tefhimi ve "ü" harfine itbak için haline gelmiş ve "Sırat" olmuştur. Hz. Osman Kur'ân'ında ve cumhurun re,'yinde "sıraf'da "sad" vardır.


"Sırat" kelimesi, inişli çıkışlı, bazen dar, bazen geniş, geçmesi, aşması zor bir yol manasına gelir. înişiyle, çıkışıyla bazan dar, bazan geniş keyfiyetiyle sanki bize, Allah'ın rızasına giden ve geçilmesi çok zor olan bir yolu *ve Cehennem üzerine kurulan ve insanların Cennet'e geçmek için muhakkak üzerinden geçmekle mükellef oldukları sıratı hatırlatmaktadır.


Burada istidradi (anti parentez) bir hususa temas etmekte fayda var. Kur'ân-ı Kerim'in manasını tam anlayabilmek için kelimelerin manalarını, onlara dayalı yan manaları, mâsadak oldukları hususları ve delâlet ettikleri cihetleri anlamak şarttır. Bunlar bilindiği zaman Kelâmullah'm herbir âyeti,gökteki bir sistem veya bir yıldız gibi uzaktan uzağa bize göz kırpmaya başlayacaktır. Ve biz, Kur'ân'ın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacağız. Osman Gazi, Kur'ân karşısında sabaha kadar elpençe divan duruyor, Hz. Ebıı Bekir sabaha kadar gözyaşlarıyla onu okuyor. Hz. Ikrime her gün O'nu yüzüne gözüne sürüyor "Rabbimin Kelâmı" diye hâhişkar bir hava içinde Kur'ân'a karşı tazimat ve tekrimatta bulunuyorsa, bunları sırf zarfa yapılan tazim şeklinde anlamamak lazımdır.Evet bu da Kur'ân'ı Kerim'in kelimelerindeki derinlikte, manalanndaki vüsatte ve Allah kelâmı olması manasında anlaşılmalıdır.


Allah Hakim'dir. O kendisini bize anlatırken;[48] diyor. Yani "Dikkat edin size esrarengiz


bir şey anlatacağım. Bu Kur'ân-i Mu'd~ül Beyân, Aziz ve Hakim olan Allah tarafından indirilmiş bir kitaptır." Demek ki Allah (C.C) kâinatı hikmetle yarattığı ve her şeyde bir faide ve maslahat gözettiği gibi kelâmında da bir hikmet gözetmiştir. Öyleyse derinlemesine Allah'ın kelâmına ne kadar dalınırsa sezadır. Zira, her kelimenin altında çok mânâ vardır. Binaenaleyh biz derken işte bu nokta-ı nazardan kelimeleri derinlemesine ele alıp tahlil etmemiz icap ediyor.


Mevzumuz olan ayette tabiri kuüanıhyor.jHalbuki arapçada bu kelimenin müradifi çok lafız vardır. Meselâ: Sebil, tarik ve menhec gibi. Halbuki, diğerleri değil de sırat kelimesi seçilmiştir. Ayrıca "müstakim" kelimesinin yerine "müstevi", veya bu manaya gelen başka bir kelime seçilebilirdi. Fakat öyle olmamış da, müstakim kelimesi kullanılmıştır, işte Hakîm olan Allah'ın hikmet dolu kitabında bu kelimelerin tercihi iyi anlaşılmalıdır ki, murâd-ı İlâhi bir nebze idrak edilebilsin...


Kur'ân-ı Kerim,bir kelimeyi söylerken ilk defa o kelime bulunduğu yer itibariyle bir mana ifade etmektedir. Bir de şâmil olduğu pek çok manalar vardır ki,bunlan arapçada; takyit, tahsis, ta'mim, ıtlak şeklinde İfade ediyoruz. Bazan olur ki o kelime çok şümullü manaları İfade ettiği halde bir manaya tahsis etmemiz İcap eder. Bazan da olur ki, onu tamim etmemiz, umumi manalanyla mütalaa etmemiz gerekir. Onun için dediğimiz zaman umumi


manâsıyla mı, hususi manasıyla mı, ıtlak adı altında mı, yoksa bir kayıtla mı ifade edeceğiz? Bunları anladığımızda bir taraftan Allah'a karşı kulluğumuzun, bîr taraftan hidayet talebimizin ve bir taraftan da cemaat halinde yaşamamızın, Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerine dayalı olduğunu göreceğiz.


tefsirinde şu mânâları görüyoruz.


Mutedil yol, hak yol, şeriat, islâm, Allah Resulü ve Ashab'ının yolu, Cennet yolu ve Cehennem köprüsü... Bütün bu manaları Resulü Ekrem (S.A.V) çeşitli hadislerinde ifade buyurmuşlardır. Ezcümle îbn-i Hatim'in Hz. Ali'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz "Sırat-ı Müstakim: Kitabullah"der. Böylece kul "Allah'ım beni kendi kitabına hidayet et, Kur'ân'ındaki makasıdı anlamaya


muvaffak kıl." demiş oluyor. Öyleyse bu açıdan Kur'ân-ı Kerim'dir ve kuI,Kur'ân-ı Kerim'i


istemektedir. Keza Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi'nin yine Hz. Ali'den rivayet ettikleri hadiste denilir.


Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân: hablülmetindir, insanlar için bir sirât-ı müstakimdir.Oîzzet ve hikmetle dolu hakikatlar mec muasıdır[49] deniImiştir.Bundan da anlaşılıyor ki "Sırat-ı Müstakim" fcûı ve hakim olan Allah'tan bize gelmiş, yani ötelerden elimize uzatılmış nurani bir iptir. O'na tutunduğumuz ve Allah'tan, Kur'ân'a tutunmayı istediğimiz zaman saadete erecek, insanî semalara çıkacak, İnsanî rüşdü elde edecek ve Allah'ın tevfikine mazhar olacağız. Yine hadiste ifade edildiği gibi "Sırat-ı Müstakim" Allah kelâmıdır. Kul, O'nunla maksad-ı İlâhiyi anlayacak, muktezasıyla hareket edecek ve Allah'ın lütfuyla,Cennet'e girme hakkını kazanacaktır. Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği ayrı bir hadis-i şerif de Nevvas b. Sem'an Hazretleri Allah Resulünün şöyle buyurduklarını naklediyor;


"Allah Sırat-ı Müstakim'i size şu misalle anlatıyor: O, inişli çıkışlı bir köprü ve bîr yoldur. Ve o köprünün kenarlarında sur ve sınırlar, bir de dışarıya açılan kapı ve pencereler vardır. Kapıların üzerinde de örtülmüş örtüler mevcuttur. Her kapının yanında birisi: Ey insanlar!


Doğru yola girin ve zinhar eğri büğrü yaşamayın demektedir. Bir de köprünün üzerinde birisi vardır ki, o da, insan o kapılardan birisini açıp dışarıya çıkmak ve dışarıya bakmak istediği zaman; sakın kapıyı açma, der, Dikkat edin sırat ve o inişli çıkışlı yol İslâm'dır. Etrafındaki surlar Allah'ın tayin buyurduğu şeriat sınırlarıdır. O kapılar da muharremattır. Allah'ın yasak ettiği şeylere o kapılardan çıkmakla girilir. (Onun içindir ki hadislerde, ahir zamanda çıkacak deccal ve süfyanı görmek üzere başını dışarıya çıkaran kimselerin boynuzları çıkacak ve bir daha kafalarım içeriye alamayacaklar şeklinde rivayetler var... Yani insan başını şeriatın sınırları dışına çakardığı zaman bir daha içeriye alması belki de çok müşkül olacaktır, O kapılar Allah'ın haramlarıdır.) Sırat üzerinde bağırıp çağıran ve doğru yola girilmesini emreden, Kur'ân-ı Mu 'ciz-ül Beyân 'dır. Sırat üzerinde seslenen ise m üslümanm vicdanıdır"[50]


Vicdan, Allah'ın yasak ettiği şeylerin mahiyetindeki çirkinliği görerek hep tiksinti duyar. Küfür ye dalalet içinde bulunan bir kalbin kalak ve izdıraplannı ancak o hisseder. Evet insan dalalete, küfre başını uzatacağı zaman daima vicdanının iniltisini duyar. Öyleyse siz bir taraftan Kur'ân'm nidasına kulak verin, beri taraftan da vicdanınızı dinleyin. Kur'ân'm ışığı altında, Allah'ın size misal olarak irad buyurduğu sırat üzerinde sağa sola inhiraf etmeden, hara­ma açık kapılardan başınızı dışarıya çıkarmadan, Allah'ın çektiği o perdeleri kaldırmadan, yasak sınırına yaklaşmadan bu yolu katetmeye çalışın.


Ard arda arzettiğim bu hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, Sırât-t Müştekim dediğimiz zaman maksad ve murad-ı ilâhi neyse, bizim burada düşündüğümüz bu kelimenin delalet ettiği mânâlardan ancak tâft bir mânâdır. Biz de bunu medlulün sıfatlarından bir tanesi olarak kabul ediyoruz. Sırat-ı müstakim dediğimiz zaman bunui. karşısına pek çok mânâların konduğunu görüyoruz.


Ezcümle, şeriat bu mânâlardan biridir. Biz Uoal derken "Allah'ım bizi şeriata ulaştır" diyoruz. Bir manası da îslâmiyettir. Bu mânâya göre "Al­lah'ım bizi İslâmeyete ulaştır"demektir.Üçüncü bir mânâ-st doğru yoldur. **ile "Allah'ım doğru yola ulaştır, "denmek istenmektedir.Ve nihayet Sırat-ı Müş­tekim, mutedil kimselerin,mutedil yolu demektir. Bu mânâ­da da ge derken "Bizi ifrat ve tefrite düşmeyen


kimselerin yoluna ulaştır " demekteyiz. Binaenaleyh ilk bakışta ile birbirine muhalif taleblerde


bulunuyor gibi gelirse de, hâdd-i zâtında burada birbirinden farklı şeyler istenilmemektedir. Zira burada ıtlak, takyid, tamim veya tahsis meseleleri bahis mevzuudur.


Sırât-ı Müstakim, doğru yoldur, islâm ve şeriat da doğru yoldur. Ve bunların hepsinde ifrat ve tefritten korunmuştuk vardır. Öyleyse bunlar birbirini tamamlayıcı kelimelerdir. Yani islâm veya şeriat deyince zaten bu kelimenin içinde doğru yol, ifrat ve tefritten uzaklık kasdolunmaktadır. İslâm, en doğru yoldur. Çünkü O, Allah'ın kanunlar mecmuasıdır. Allah'ın çizdiği çizgiden başka doğru yol düşünmek, doğrunun ne demek olduğunu bilmemenin ifadesidir.


Meseleyi istiâre-i temsiliye île anlatacak olursak: Sırât-ı Müştekim esasen doğru ve geniş bir yoldur. O, ne tarik, ne sebil ve ne de menhectir. Sırat-ı Müstakim, bir taraftan doğru bir şehrah, herkesin gideceği bir yol, bir taraftan da vicdanî bir mânâdır. O, bizim fikir ve meyillerimizi, üzerinde cereyan ettiği esâslarla bizi tam muradımız olan hayra sevkeden, ilmî-amelî, nazarî-fikrî apaçık bir yoldur.


Şimdi, denilip Cenâb-ı Hak'tan yardım istenildiğinde, insanın gönlündeki hususlar mücerrettir. Mutlak mânâda bir yardım kasdolunmaktadır. Halbuki ^«lJli -Ulj-^aİl lu*l ile bu tecrid, ta'yin edilerek müşahhas hele getirilir. Bu müşahhas ifadenin altında ise şöyle bir talep sezilmektedir; meyil, düşünce ve hissiyatımızı hareket ettirip, bizi muradımızın hayırlı olanına erdir ve bizi ilmî, amelî ve nazarî olarak matlubumuza ulaştır. Bizi dünya hayatında sürçtürme ve rızan istikametinde daim ve kaim eyle...Belagat ilminden az nasibi olan kimse, bu iki ayet arasındaki ahenk ve tenasübü zevkederek, ruhunda bu iki âyeti tek cümle şeklinde anlayıp idrak eder. Bu idrak iîe de, dileme ve dilenmenin esas mahiyetini kavrar.


Esasen bütün yollar, Allah'tan gelir ve Allah'a gider. Allah'a gitmeyen yol yoktur. Çünkü kâinatta birbirinin içinde, eğri büğrü veya düz bütün yollar, Allah'ın kanunlarının cereyan şeklinden ibarettir. Bir yol vardır; içki içilir, bir yol vardır; zina edilir, bir yol vardır; o yolda insan öldürülür. Bütün bu yollar Allah'ın kanunudur. Ama bu yollardan bazısından Allah'ın gazabına, bazısından da Allah'ın rızasına gidilir. Kâinatta, vâz'ına, müteallıkma, mahalline istinad edilen kanunlar vardır. Fakat, ilim adına cehl-İ mürekkeb içinde bulunan bazı İnsanlar, belki de kasdi olarak esasen kâinatta var olan bu kanunların sadece varlığından haber veren insanlara, bu kanunların mucidi adını vermişlerdir. Halbuki bütün kâinatın ve kâinattaki kanunların şehâdeti ile kâinatı ve kâinattaki kanun ve hadiseleri vaz ve icad eden Vazı-ı Hakiki ve Mûdd, yalnız ve yalnız Allah'tır. Bu kanunların varlığından haber veren bir insana hiçbir zaman mûcid denemez. Bu, büyük bir hatadır. Esasen kâşif de denemez. Eğer bunlara bir şey demek icab ediyorsa; o da hatanın en hafifi ve doğruya en yakını kâşif kelimesi olur. Çünkü kâinatı bir fabrika halinde kuran, bir saat gibi işlettiren ve tâ ölüme kadar uzayıp giden bu yolu vaz'eden Allah'tır. Niçin insanın başı koptuğu zaman ölüyor? Çünkü bu, Allah'ın bir kanunudur... Kanun, Allah'tan gelir, Allah'a gider. Ama bazısının gelişi Allah'tandır da, gidişi Allah'ın gazabınadır. Ve yine kanun da vardır ki Allah'ın lütfuna gider. Namaz kılma, sadaka verme, iyilik yapma hep birer kanundur ve hepsi Allah'ın rızasına giderler. Öyleyse biz kâinatta haynn-şerrin, güzelin-çirkinin, İnsanın içinde hoşnutluk veya burkuntu hasıl eden şeyin iç içe olduğunu görüyor ve bütün bu iç içe olan şeylerin verasmda Allah'ın tasarrufunu müşahede ediyoruz.


Kanunlar Allah taralından vaz'edildi diyor ve bununla şu neticeye varıyoruz: Her hayrın yanında bir şer ve her şerrin yanında bir hayır vardır. Çok kere hayır dediğimiz yolun esasen şerre, şer dediğimizin de bir hayra dayalı olduğunu görürüz. Hayır ve şerrin birbiriyle içice olduğu bu kanunları vaz'eden ise Allah'tır. Hırsıza yol gösterme


de bir hidayettir. Ve işte Cenâb-ı Hak:


"Onlart Cehennem yoluna hidayet edin"[51] derken bu manaya işaret buyurmaktadır. Onun içindir ki biz,Cenâb-ı Hak'tan hidayet isterken, bu yolun mutlak hayır yol olmasını ve neticede muradımıza ancak bu şartla ulaştırmasını istemiş oluyoruz. Yolun neticesinde bir hayır, ve hayır neticesinde de Allah'ın nzası yoksa, o yol Allah'ın belasıdır. O yolda giden de Allah'ın belâsına maruz kalır.


insanın maddi yapısı çeşitli unsurlardan terkib edilmiştir. Bu maddeler arasında İlk bakışta hoşa gidenler olduğu gibi, hoşa gitmeyenler de vardır. Fakat bunlann hepsi belli bir hikmet ve gaye içindir. Meselâ bu maddelerden birinin eksikliği, bünyenin güç ve takattan düşmesine sebep teşkil eder. Ancak, bu kadar ehemmiyetli olan bu madder yukarıda da söylediğimiz gibi,-bizim için sevimsiz ve hatta tiksindirici durumda da olabilmektedir. İnsanın maddi yapısı böyle olduğu gibi, ruhî ve manevî yapısı da böyledir. İnsanın bu yönünü meydana getiren his ve duygular arasında da çok sevimsiz ve tiksindirici olanları vardır. Meselâ insana verilen şehvet, öfke ve daha zaaf buudlu bir çok duygular, ilk bakışta insanın İçinde burkuntu hasıl ederler. Halbuki bunlar, hayrın içine karışmış bir takım serlerden ibarettir. Ve, Allah'ın yarattığı kanunlar dairesi içindeki yolların zaruri malzemeleridir ki, bunlarla bir yere gidilecektir. Eğer gidilecek yerde hayır düşünülüyorsa Allah'ın rızasına,ve eğer şer düşünülüyorsa Allah'ın gazabına gidilir.


Allah, İnsana bir şehvet duygusu vermiştir. Bu duygu ile kadın erkeğe, erkek de kadına karşı bir alâka duyar. Ve yine insanda, sevme duygusu ve bir mülk edinme duygusu vadır. Diğer bir duygu da öfke. Ve yanlış kullandığında milyonlarca insanın idlâl ve sapıtmasına sebep olan akıl... bütün bunları insana veren Allah'tır ve insan, bütün bu duyguları menfi yönde de kullanabilmektedir. Bu duygular keyfiyette farklılık gösterse bile hayvanlara da verilmiştir. Ancak keyfiyetteki bu farklılık, küçümsenebilecek bir farklılık da değildir. Zira, bu duygular, insan oğlunda insanca, hayvanlarda da hayvancadır. Mesela, insana verilen duygulara bir had ve sınır konulmadığı halde, hayvanların duygu ve hisleri belli bir sınırla sınırlandırılmıştır. îşte insana verilen bu duyguların bir ifrat, bir de tefrit yönü vardır.


Meselâ; insana hiç şehvet verilrneseydi, o yemek yemek istemeyecek, uykuya karşı ihtiyaç duymayacak, evlenmeyi düşünmeyecek, karşı cinslere arzu ve iştiyakı olmayacak ve böylece nesil üremiyecek ve dolayısıyla da insanlık tükenip gidecekti. Bir de bu işin ifrat durumu vardır. Bu durumda da insan saldırgandır, sınır tanımaz. Yukarıda geçen Hadis-i Şerifte olduğu gibi harama nazır pencereleri açar, perdeleri kaldırır, sınırlan aşar, haram dairesi içine girer ve Allah'ın hudutlarını ayaklar altına alır,


çiğner.


İşte, Şeriat -İslâm-doğru ve mutedil yol denilen sırât-ı müştekim, bütün bu ifrat ve tefritlerden uzak bir hadd-i vasattır. Bu ilâhî nizamı kendisine düstur edinenler de,sırât-ı müstakim erbabı olarak vasıflandırılır. Kimdir bunlar? Bunlar haramdan tiksinti duyan ve helâle karşı hâhişkar bulurian ve haram korkusuyla şüpheli olan şeyleri dahi yer yer terkeden Allah'ın mü'min kullarıdır.


Şehvet duygusunda gösterdikleri hadd~i vasat diğer duygularda da aynıdır. Onların dışında bulunanlar ise,ya ifrat ya da tefrit içindedirler.


Irz, namus ve bütün mukaddesatı çiğnenirken-öfkelenmeyen ve sadece sâmit infialle olanları seyreden kimse, öfkenin tefritini yaşıyor demektir. Bir de, herşeye öfkelenen ve her hadisede fırtına koparan tipler vardır ki, bunlar da işin ifradındadırlar. Halbuki mü'min, öfkelenecek şeylere karşı öfkelenir ve diğer hususlarda sabırlı davranır. Demek ki, eğer bu duygu verilmeseydi, büyük serler husule gelecekdi... Belki öfke kendisi de şer gibi görünür, fakat bazen, bu şer bir çok hayırlara dâyelik yapar. Bu hususta en güzel misal Allah Resûlü'dür. Bir bedevi gelerek cübbesinin yakasından tutar ve çeker. Allah Resulü gayet sakin ve scğukkanlı sorar:"Afe istiyorsun?"Adam küstahça: "Hakkımı" der. Ve Allah Resulü mütebessim bir çehreyle yanındakilere: "Bu adama hakkını verin"in[52] buyurur.


Fakat bir yer ki.orada hak ayaklar altına alınır, işte orası Aİlah Resûlü'nün arslanlan gibi kükrediği ve hak yerini buluncaya kadar öfkesinin dinmediği bir yerdir.


Onun İçindir ki bütün vicdanıyla diyen Resuller Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)'dir. Ve bütün vicdanıyla uldiyenyine O'dur. Evet ulvî mahiyetiyle bu işe tam mazhar olan sadece ve sadece Allah Resûlü'dür. Sırât-ı Müstakim erbabı küçük meselelerden kızıp öfkelenmez. Ancak, vatanına, dinine, mukaddesatına saldırmalar karşısında da kayıtsız kalamaz. Bu muvâzene bozulup alt üst olduğu zaman sırât-ı müstakim erbabı ortadan kalkmış demektir. Bu du­rumda diyen cemaat ta yoktur. Öyleyse


cemaat kuru kalabalıktır. Ve öyleyse o cemaat inanmamıştır ve nimetleriyle yeryüzünü sofra haline getiren, Rahman ve Rahim olan Allah'ı tanımıyor demektir. Dolayısıyla her şeyi terbiyeye doğru sevk eden Alemlerin Rabbi'nden habersizdir. Netice olarak da onlar, üzerlerinde Allah'ın nigehban olduğuna İnanmıyorlar demektir. Sırasıyla ve tek kelime gibi, Fatiha Sûresinin içinde zincirleme olarak bunlan rahatlıkla takip edebiliriz...


Bir de akıl gücü vardır. Bu akıl gücünün İfratında diyalaktik ve kuru mantık yapılır. Kitleler yanlış yollara sürüklenip götürülür, insanlık dalalete atılır, yığın yığın yalanlar söylenir, kitleler şuursuz, hissiz câmidler gibi bunların arkalarından sürüklenir gider. Ta'dil edilmemiş bu mantık, aldatmada kullanılan bir mantıktır. Selim ve


münsif bir mantık sahibi kimse ise "Sözlerimi mihenge vurun; eğer yanlış ve kötü çıktıysa bana havale edin." demektedir. Böylece mantığın ne işe yaradığını, mantığın tarîk-î müstakimini ve mantıkta doğru yolu. tayin etmektedir. Mantığın bir de tefridi vardır. Evet, en basit meseleleri anlamama, akılsızlık ve bunaklık, mantığın tefritidir. Ve mantığın orta şekline gelince;, kimseyi aldatmaz, kandırmaz, iyiyi kötü, kötüyü iyi göstermez; nasılsa, hangi fıtrata sahipse Öyle görünmeye çalışır. Bu da mü'min'in yoludur ki, Kur'ân'da derken, bizim Allah'tan istediğimiz yol da budur.


Bir de kuvve-i tabiiye vardır. İnsan bir yönüyle tabiat dediğimiz Allah'ın yarattığı hükat ağacının bir meyvesidir. O, Allah'ın sanatlarının meşheri olan tabiattan sıyrılıp çıkmıştır. însan tabiata dönük yönüyle tabiatperest olur. Her şeyi tabiatın içinde arar ve kendi menşeine bağlar. Çevresinde meydana gelen her şeyin menşeini de kendi menşei gibi görür. Kâinatı, gözündeki gözlüğün rengine göre müşahade eder ve değerlendirir. Tarihi maddecilik, tabiat-perestlik bu esas ve yanılmaya bağlıdır. Aslında bu bir inhirafdir. Evet insan, mânâ ve maddesiyle bu âlemden çıktığı için,haliyle ona dönük olacaktır. Fakat bu mevzuda tabiata inhimak etmenin tevlid edeceği zararların da biünmesi lazımdır. En eski kominital sistemlerden yahudi tabiat perestliğine; ondan tarihî maddeciliğe ve ondan da eksıstansiyelistlerin hattâ modern naturalistlerden yeşillerin tabiat perestliğine kadar bütün akımlar tabiat adına ifrat etmiş ve ahengi bozmuşlardır.


Evet, bunlar tabiata dönelim, gönlümüzce yaşayalım, fıtratı terketmeyelim, basit yiyip, basit içelim, insanların ve Ilâhlann vaz ettikleri kanunlan bırakalım kayıt ve şart altında yaşamayalım, gibi söz ve mülahazalarla ifratkâraııe bir tabiatperestliğe kayıp gittiler ve insan-tabiat arası muvaze­neyi alt-üst ettiler.


Bir de tabiatı tamamen terk etme vardır. Yani doğrudan doğruya hayalleri yaşama. Bu bütün bütün tabiatı inkâr şeklinde ister septist ve sofistin düşüncesi, ister mistiğin düşüncesi olsun, kâinat ve tabiata kapalı bu ruhlar, fıtratlarını, çıktıkları yer ve menşelerini unutur, varlık, eşya ve bütün şuuna sırtları dönük yaşarlar. İçinde yetiştikleri fıtrat kanunlarına karşı alâkasız kaldıklarından bir gün gelir o çarklarla çarpışıverir ve silinir giderler. Halbuki o tabiat kitabını bir fabrika ve bir saat gibi tanzim edip çalıştıran Sâni-i Âzam, insanlarla kâinat arasında bir münasebet kurmuştur. Binaenaleyh, içine kapalı,tabiattan ve kâinattan kaçan kimse de bu mevzuda tefrite sürüklenmiş kimsedir. Aslında, çok defa ifratlar tefritleri, tefritler de ifratları doğurmuştur. Bir taraftan tabiatı tamamen terk etme, diğer taraftan bütün gücüyle tabiata sarılmayı tevlid etmiştir. Bu itibarla insanın tabiata dönüklüğünde de bir tefrit ve bir de ifrat vardır. Bu mevzuda da sırât-ı müstakim, Rasûlü Ekrem (S.A.V)'in ve O'nun ashabının yoîudur.


Hz. Ömer kâinatı çok iyi anlamıştı. Devlet nasıl idare edilir, onu gayet iyi biliyordu. Bir asker, bir mücahit, aynı zamanda bir sofi, bir âbid ve bir zâhiddi. Dünyayı çok iyi, anlamış, eşyanın tabiatına vâkıf ve onunla dengeli bir


münasebeti vardı. Varlıkla içli-dışîı; ihtiyacı kadar yiyor, içiyor; dinlenip istirahat ediyor; evlenip yuva kuruyor ama; katiyyen cismanî hayatı birinci iş ve gaye haline getirmiyordu. Şam eyaletini gezmeye gittiği zaman emanet olarak bir deveye binmiş, devenin üstündeki semer de aşmdıra aşındıra şalvarını yırtmiştı. Büyük Ömer'in onu dikecek ipliği de yoktu. Orada bir pazardan iplik almış, bir tarafa oturup şalvarını dikmişti. Belki, giyeceği yeni bir şalvarı da yoktu; ama, o gün Ömer memleketimizden yirmi kat daha büyük bir devletin Devlet Reisi idi. Evet 0, tabiat içinde fakat ne aşırılığa kaçarak haddinden fazla ona inhimak, ne de hüsn-ü takva içinde onu terk edip Allah'a ve Allah'ın kanunlarına karşı gelmiyordu. İşte sırât-ı müstakim erbabı!..


Allah (C.C) insanoğlunu yarattı. Terbiye sıfatıyla terbiye edip kemâle doğru sevk etti. Rahmet sıfatıyla tecelli buyurup Rahman ve Rahirniyeti ile insanî kemâlata yükseltti. Bizler, anne karnından delikanlılık çağına kadar rahmetle nasıl donatıldığımızı, yeryüzü ziyafet sofralarında nasıl çeşit çeşit nimetlerle perverde edildiğimizi,ağaçların başında bize arz-i didâr eden meyvelerle nasıl cennet nimetlerine uyarıldığımızı duyuyor, hissediyor ve bu sonsuz nimetler karşısında Rabbülâlemin'e hesap vereceğimizi düşünüyor, sonra da din gününün sahibine sığmıyor ve O'ndan hidayet talep ediyoruz.


Allah'tan hidayet.hem seviyeli, şümullü,hem de her zaman talep edilmelidir. deyip imamın arkasında saf bağlayan, kâbe-i muazzamaya teveccüh edip, hayalen Rasûl-ü Ekrem'in arkasında duruyor gibi biatini yenileyen bir cemaatın, evet bütün hissiyat ve benliğiyle Allah Rasûlüne uyan bir cemaatın hidayet talebinin manası nedir? Biz hidayette değil miyiz? Rasûl-ü Ekrem'in arkasında saf bağlayıp, kıbleye teveccüh etmedik mi? derken âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a imanımızı ilan etmedik mi? Bütün bunları ettik ama yine hidayet talep ediyor ve "Bizi doğru yola hidâyet eyle, refikimiz ol, sonuna kadar götür." diyoruz. Bundan da anlaşılıyor ki, hidayet kelimesinin zahiri manasından başka bir manası daha mevcuttur ve hidayet seviye seviyedir. Ehl-i dalâlet ve fısk; "Allah'ım bizi hidayet et." derken, Kur'ân'ın tarif buyurduğu hidayete ermeyi istemektedirler. Yarım yamalak inanmışlar ise, "bizi taklitten kurtarıp, tahkikin âb-ı hayatını içir ve bize eşyanın hakikatini göster." demekteler ve erdikleri hidayetin kemâlini talep etmektedirler. Kemâle eren kimse ise; derken "Allah'ım hidayetimi devam ettir, son deme, can hulkuma gelinceye kadar emanetinde beni emin kıl, emin insan olarak emaneti sana tevdi etmeye beni muvaffak eyle." demektedir.


Bazen de gelip ruhumuzu saran, isteyerek veya istemeyerek ağzımızdan çıkıp kalbimizi yaralayan küfür sözleri, küfür düşünceleri olur. Kimbilir, hayalimiz günde kaç defa fıska girer ve arkasından da bizi sürükler götürür. Ve yine kimbilir kaç defa ulvî hislerimiz hayalin taktığı kancaya takılır da onun arkasından sürüklenir gideriz. Gider de ulvî his, meleke ve kabiliyetlerimizi söndürüveririz. işte böyle bir insanın bu durumlar itibariyle günde kırk defa demesi; günah, dalâlet, küfür ve küfran adına; hayatına, manevi yapısına, ruh ve kalb âlemine bulaşan is, pas, kir, toz ve toprağı süpürmek içindir. Sanki o, şöyle demektedir. "YarabbÜsana hamd olsun ki, ben hidayetteyim. Bu bir şükran hissi iktiza eder. Ve bu hidayetimin devam etmesi için çeşitli arıza ve pürüzlerden âri ve beri olmam gerekir. Halbuki ben beşerim. Nisyandan mürekkebim, daima sürçüyor ve düşüyorum, işte bu hatalann beni batırmaması, günahların beni küfre götürmemesi için her dakika senden hidayet talep ediyorum." Bunun içindir ki, mü'min olan bizler, gerek seviye itibariyle ve gerekse zaman kaydı altına girdiğimizden dolayı daima dememecburiyet ve mükellefiyetindeyiz.


Sırât-ı müstekim'in hidayet, hayır ve doğru yol manasına geldiğini zikretmişdik. Fakat doğruya giden yolun çeşitli dönemeç ve yerlerinde bir kısım şerİer de türemiş, insanı beklemektedir. Bu serlerin içinde de bir kısım hayırlar vardır. Serler de, hayırlar da Allah'ın kanunudur. Binaenaleyh Sırât-ı Müstekim'in bir yönü şerri tanıma, tanıtma ve serden emin olma, diğer yönü de hayn tanıma, hayrı tavsiye ve hayrın yaşamasını temin etmedir. Bunun müsbet yönüne; emirler yönü, menfi yönüne de; nehiyler yönü denir. Meselâ; Allah-ü Teâla bize zina etmeyin, içki içmeyin, hırsızlık yapmayın, kumar oynamayın, faizcilikde bulunmayın v.s. diyor ve hükmün menâtını anlatıyor. Sonra da bunların karşısına çeşitli cezalar koyuyor. Bu Allah yolunun, Din-i mübinin, kulluk yolunun, şeriatın bir yönünü teşkil etmektedir. Diğer yönünü de "Namaz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca gidin, anne babaya itaat edin, Peygamberlere ittiba edin vs." gibi emirler teşkil eder.


în'am: Allah'ın bize nimet vermesi, nimetin bize ulaşması demektir. Esasen "En'amte" kelimesi harf-i çere ihtiyacı olmadan kendinden sonra gelen mef'ule teaddi eder. Bununla beraber "Aleyhim" derken "âlâ" harf-i çeri vardır. Bu, emrin yukarıdan geldiğine, gâlibane ve fnüstevliyane emir verildiğine; cezmen bizim tarafımızdan bu emrin ifa edilmesi gerektiğine bir işaret ve bir remizdir. Evet bu harf-i çerle bizim mükellefiyet ve kulluğumuz ve Cenâb-ı Hakk'ın da azamet ve Rububiyeti anlatılmaktadır.


İn'âmda, insanın nimet lezzetinden istifade etmesi ve haz duyması manası vardır. Aİlah bize nimet verir, biz de o nimetten lezzet alır, haz duyarız. İşte buna in'am diyoruz. Burada esas itibarıyla işin sebebi zikredilip neticesi murad edilmektedir. Şöyle ki, "En'amte" kelimesiyle in'am söylenir. Halbuki insana lezzet veren nimettir. Binaenaleyh o in'amdan istifade etme işine de nimet diyoruz. Arap dediği zaman bunu kastediyor. "Nice nimet sahipleri vardır ki onların nimetleri yoktur." Yani nimetten istifade edemezler. Ekmeği, buğdayı, yağı, tuzu vardır da ağzının tadı yoktur yiyemez. Serveti, samanı vardır da gırtlağında bir ur çıkmıştır bundan dolayı da sadece bulamaç İçmektedir. Nimetten istifade edemez. Erkekse zevcesi vardır, kadınsa zevci vardır, fakat bütün bunlardan istifade edemezler. İslam ülkesinde doğmuş-büyümüştür ama, hakikatlara karşı gözleri kapalı ve habersizdir. "O mahi-ler ki deryada yaşar, deryayı bilmezler." Evet, nimetlerin en büyüğü İslâmiyettir. Bu öyle büyük bir nimettir ki; azametiyle, şümulüyle kendisini gösterdiği halde, minarenin dibinde, caminin kubbesinin altında yetişen nice kimseler vardır ki bu nimetlerden istifade edemezler. Kulaklarının dibinde tarrakalarla "Allah" denmektedir. Ama, maalesef bunu duymamaktadırlar. Nice Ebu Talipler vardır ki Ezel ve Ebed Sultanı'nm yaktığı sönmez şule evinin içinde yandığı ve kırk sene O'nu sinesine bastığı halde ondan bir reşha, bir lem'a alamamış ve istifade edememiştir. Onun içindir ki nimetin mevcudiyeti kâfi değildir. Nimetle beraber o nimetten istifade etme imkânlarının bahsedilmesi de en az o nimet kadar mühimdir. İşler iç içe o kadar girift ve o kadar karışıktır ki, in'am fiili Allah'a verilmezse hiçbir zaman meselenin altından kalkılmaz. Bundan dolayı biz în'am fiilini Allah'a vererek şöyle diyoruz:


"Onların yoludur ki sen in'am ettin." İn'amı biz edemeyiz, saltanat sahipleri de melikler ve mâlikler de edemezler. Ancak in'amı mülk ve milk sahibi, herşeyin zimâmı elinde, mekân ve zamanlar, onun arşının yanında, büyük bir çöle nisbeten küçük bir halka kadar kalan Allah verebilir, derken bütün hissiyatımızla bunu duyuyor ve ruhumuza da bunu duyurmaya çalışıyoruz. Bizim namütenahi nimetlere ihtiyacımız olduğu için Allah'ın bize namütenahi nimetleri vardır. Fakat biz ne liyâkatımızla ne de iktidarımızla bu nimetleri dört bir yandan celbedemiyoruz. Bütün bunlar ancak Mevlâ'nın lütfuyla oluyor. Nimetlerin O'ndan gelişi bir lütuf olduğu gibi bu nimetlerden istifade edebilmemizi temin etmesi de ayrı bir lütuftur.


Allah-u Teâlâ'nın bize verdiği nimetleri dünyevî ve uhrevî diye ikiye ayırabiliriz. Bunların da bir kısmı vehbî bir kısmı da kesbidir. Keza bunların da bir kısmı ruhanî bir kısmı da cismanidir,


Allah (C.C) bize ruhanî nimet olarak bir hayat bahsetmiştir ki, biz bu hayat sayesinde yalnız bulunduğu yerle münasebet kurabilen cansızlar gibi olmaktan kurtulmuş oluyor mekânlarla münasebete geçiyor ve rengârenk zemin yüzüyle alâka kurabiliyoruz. Bu, Allah'ın bize nefhettiği hususi bir eseri ve semeresidir. Yine Allah-ü Teâla ruhanî olarak bize akıl, şuur, idrak sonra da bütün bunları anlayıp, anlatabilecek ve kendimizi bulmanın bir adı olan vicdanı vermiştir.


Cismani olarak da Allah (C.C) bizlere bu beden, göz, kulak, burun ve ağız gibi azalan vermiştir. Bütün bunlarla biz, Allah'ın lütfedeceği zahir nimetlerden ağızla istifade edilebileceklerden ağızla, gözle istifade edilebilecek nimetlerden de gözle istifade ediyoruz. Ve yine Allah Kâinattaki seslerle insan kulağı arasında bir münâsebet tesis buyurmuştur ki, çıkan sesler aşırı gürültüleriyle kulak zarımızı patlatmıyor.


Bu nimetlerin bir kısmı da bize vehbî olarak verilmiştir. Onların içinde bizim hiçbir dahlimiz yoktur. Ve bunlara asla parmağımız bile karışmamıştır. Şu bedeni meydana getiren uzuvlarımızın verilişi ve şu ruhi fakültelerimizin bahşedilişi hep vehbîdir. Bir mü'min için en büyük nimet olan İman, ancak ve ancak Cenâb-ı Hakk'ın bir atiyesidir. İnsanın onda bir tesiri yoktur. însan sadece verilen bu nimetlerin artmasına sebep olabilir. Bu hususta da, vazifesi sadece, dua, talep ve şükürdür.


Allah'ın (C.C) ifrat ve tefritlerimizi, kulluğu terkimizi, haddi tecavüz etmemizi, bize verdiği kabiliyetleri su-i istimal veya o kabiliyetleri muattal bırakıp çalıştırmayışımızı bağışlamasına uhrevi nimetler nazarıyla bakılır. Diğer taraftan kalbimizin imâna müheyya olması, Cennet'in biz gitmeden hazırlanması, Cennet'e karşı içimizde sonsuz bir iştiyakın bulunması uhrevi birer nimettir. Sen çiçeği, baharı, Cennet'i ve bütün Cennet cemâlinin tek bir cilvesi olan Allah'ın cemâlini istiyorsun.-Sendeki bu sonsuzluk arzusu, sana, senden olamaz. Bu arzu, her şeyiyle namütenahi olan Allah'tan gelmektedir. Demek Cennet arzusunun senin içinde kabarması, seni şevke getirmesi, Allah derken[53], bu âyet'in senin ruhunda ma'kes bulması ve senin intizâr edip o yola gitmen ve tarik-i selâmetten dârüs-selâma varıp ulaşman tamamen Cenâb-ı Hakk'ın mevhibesi ve lütfudur. Bunlarda senin dahlin de yoktur.


Uhrevî nimetler de vehbî, kesbî, ruhanî ve cismanîdir. Bunların bir kısmı marifet halinde içimizde bize zevk ve lezzetini hissettirmektedir. Bir kısmı da cismânî arzularımıza cevap verecek şekilde; Cennet ve ebedi saadet halinde hazırlanmıştır. İşte derken, "Dünyevî ve uhrevî, cismanî ve ruhanî, vehbî ve kesbî bahşettiği bütün nimetleri alelıtlak hepsini ihtiva edecek şekilde ne kadar Allah'ın nimet ve lütfü varsa, o nimet ve iütuflara mazhar olmuş, Allah'ı hoşnut etmiş salih zümrenin yoluna bizleri hidayet eyle Allah'ım" diyoruz.


Cenâb-ı Hakk'ın, başımızı okşayan binlerce lütfuna mazharız. Bunlardan bazıları da bizim için hayatî değer arzetm ektedir.


Bizler için tanınan hayat hakkı, ferdi ve içtimai bir şuur ve bu şuurun şevkiyle teşkil edilen cemiyet ve bu cemiyetin salâhı, şükrünü eda etmekten aciz olduğumuz büyük ve çaplı nimetlerdir. Ayrıca, şahsi hayatımızı donatan sayısız nimetlerin yanında, hayatımızı ilim ve sâlih amelle tezyin etmemize müsaade buyurulması ve neticede de cennet ve Cemâli Bâki'yle müşerref olma gibi nimetlerin bizi beklemesi, takdir ve hayranlıkla sinelerimizi coşduracak büyük atiyelerdir. Hele bu saadete erebilmemiz için lütfen, hürriyetin ihsan edilmesi, kelimelerin kalıplarına sığacak gibi değildir. Evet, hürriyet büyük bir nimettir. Hakiki mana ve tonunu da Allah'a kullukta bulur. Biz kayıd ve prangalarımızın bir ucunu Cenâb-ı Hakk'in eline verdiğimiz zaman gerçek hürriyete kavuşmuş oluruz. Mevlâna'nın "Her köle âzad olduğu zaman sevinir. Ben ise, sana köle olduğum zaman şâd ve mesrurum." ifadesi bu hakikati ne güzel izah eder.


Cenâb-ı Hak bizi kendine bağlamakla bize hürriyet vermiştir. Hürriyet; insanın kendi hukukuna mâlik olması demektir. Kendini idare edecek bir hukuka mâlik olmayan insan esir ve köledir. Binâenaleyh vaz-ı İlâhi olan kanunlarla idare edilmeyen ve bu kanunları tahrip ve tebdil eden, beşeri kanunlarla insanı idare etmeye çalışan kimseler ferdi, kayıt ve esaret altına alıyorlar, demektir. Onun içindir ki Allah'a kulluğu kavrayamamış bir kimsenin hürriyetinden asla söz edilemez. "Ben hürüm ve Allah'ın kuluyum.',' diyebilme vahdetin ifadesidir. "Başkalarının görüp gözetmesi altında hayatımı tanzim ediyorum. Başkalarının vaz'ıyla idare ediliyorum." manasına gelen bir ifade, esaret ve köleliği itirafdır. Hürriyet asla Allah'a kulluktan tefrik edilemez. Bu bir telazûm ifadesidir. Dolayısıyla gerçek Allah'a kulluğu tam hissedememiş, onunla doyamamiş bir kimse hürriyetin ne demek olduğunu katiyyen bilemez. O'nun gönlünde o kadar mevhum ilâhlar vardır ki, memleketinde kahraman kesilen bir tanesi ona ilâh olabildiği, olabileceği gibi, her hangi bir


kuvvetli adam da ona ilâh olabilir. Çünkü o, kalp birliğine varamamış, kalbini tek noktaya teksif ve hürriyet havasını teneffüs edememiştir. İşin en acı yanı dâ, böyle fertlerin meydana getireceği cemiyetin de devamlı esaret altında olacağıdır. Bugün çevremizdeki milletler hep esaret altındadır ve bunun sebebi de hürriyet nimetine karşı nankörlüktür. Evet hürriyet nimetinin kıymetini bilmeyenlerden Allah hürriyet nimetini almıştır.


derken bu cümlede iki şık düşünüyoruz;


Birincisi: iîkincisi de: şeklinde "bihi" zamirinin takdiridir. "bihi" zamirini takdir ederken "sırata" irca ediliyor.


Fakat herhalde müdakkikin nokta-i nazarı olarak demeyi tercih etmede fayda var. Fakat zamiri kinâeyi olarak kullanılmak ta faydadan hâli değildir. "bihi" zamirinin râcî olduğu "sırat" kelimesiyle biz şu manayı anlamış oluyoruz. Sen o belli yolda ol. Bu yol gelişigüzel yol değildir. Bir bakıma harf-i tarifi ahd için olarak kabul edersek, mânâyı şöyle anlayabiliriz. Bu yol bizden evvel gelen en meşhur ve en namdâr insanların birer ay, birer güneş, birer yıldız gibi doğup battığı yoldur. Bu yol; binlerce münevver insanın gelip geçtiği güzergâhtır. Bu yol; İslâm uğrunda, şeriat ve din adına kurulan yüzlerce devletin yoludur. Bu yol;Hz. Adem'den Hz. Muhammed (S.A.V)'e kadar beşerin yaşadığı yoldur. Eğer harf-î tarife cins manası verecek olursak; bu yol; bir bakıma kapalı bir yoldur. Binâenaleyh biz bütün benliğimizle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ediyor ve diyoruz ki;AUah'ım asıl mahiyetlerini, ulviyetlerini bilemediğimiz, fakat senin İndinde büyük değer ve kıymetleri olan o kimselerin yoluna bizi hidayet etmeni istiyoruz ki, bizden sonra gelen kimseler de onların adlarını anarken, onlarla beraber bizi de ansınlar. İşte bu noktaya parmak basıyoruz. Yani bir gün gelecek şu camileri dolduran cemaatların da adı anılacak dendiğinde biz de onun içine girmiş olacağız. Binaenaleyh bu cümleyi söylerken insanın içinde bir iştiyak ve bir şevk uyanır. Ben, beni hayırla yad etmeleri, benim için dua etmeleri, hatta dualarında beni vesile tanımaları için benden sonraki ahfadıma öyle bir miras bırakmalıyım ki, o sadaka-i cariyeden daima istifade edebileyim.


Harf-i tarifi, ahd için kabul ettiğimiz zaman; âyetiyle murad,[54] âyetiyle kasd edilen zümrelerdir. "K/m Allah'a ve Resulüne itaat ederse işte onlar Allah'ın in'am ettiği nebi, sıddık, şehid ve salihlerle beraberdir. Bu ne hoş bir arkadaşlık, ne hoş bir kardeşlik, ne hoşhemdem olma, ne boş beraber bulunmadır." Demek ki anlatılan nebiler sıddıklar, şehidler ve sâlihlerdir. Resulü Ekrem (S.A.V) miraca yükselirken her peygamberi kendine has bir keyfiyette gördüğünü dile getirmekte ve Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf ve diğer peygamberlerin neler yaptığını ve nasıl bir hareket içinde bulunduklarını, ona bağlılıklarını ve münasebetlerini anlatırken, kendinden evvel, kendi yolundan gelip geçenleri anlatmaktadır. Bu tablo, aynı zamanda camiye gelen cemaatın nasıl nurani bir zümrenin arkasından gittiğini anlatma bakımından da çok Önemli ve teşvik edicidir. Bu tablo Öyle bir tablodur ki, cemaat bunu ruh ve hayaliyle hissedip kavrayabilse zevk ve şevkle Allah'a karşı kulluğunu yapacaktır. Çünkü o, nebilerin, sıddıklann, şehidlerin, sâlihlerin arkasındadır. Eğer harf-i tarif cins için olursa kelimesi bundan bedel olur. Eğer ahd ise sıfat olur. Arapçada sıfatla mevsuf arasındaki mutabakat §arttır.


ve kelimesi arasında bir mutabakat olması lâzımdır. İkisi de belli manasına malum veya ikisi de belli olmayan manasına nekre olması, ikisi de tekil veya çoğul olması gerekir. Sıfatla mevsuf arasında bu mutabakat olmazsa bunlar birbirinin sıfat ve mevsufu olmazlar. Arapça'da bir izafet terkibi vardır. îzafet-i ma neviye tarif ifade eder. Fakat muzaf, gayr, şibih ve misil kelimelerinden birisi olursa tarif ifade etmez, "Gayr" kelimesi marifenin başına da gelse yine tarif ifade etmez. Gayr, tam zıddına muzâf olursa bir ölçüde tarif İfade eder.


"Gayrdan" sonra gelen kelime ona asla marifelik kazandırmayacaktır. Bütün bunları şu hususu anlatabilmek için arzetmiş oldum. Burada, sıfat düşünmek biraz zor olacak, fakat bedel de hepten uzaktır. Bedel ol­sa, ne olur, sıfat olsa ne olur? Bedel de mübdelün minh-den ziyade ondan sonra gelen kelime kasd ediliyor. O zaman mana şöyle olur. Sanki burada keli mesi hiç kasdedilmiyorYani, "Allah'ım bizi öyle bir yo­la hidayet et ki; o yol, mağdubin ve dâllînin yolu değil­dir." Halbuki burada hükme esas teşkil edecek kelam değildir. Bu iki cümle arasındaki münâ-sebeti kurduktan sonra 'e in­tikal etmek istiyoruz.


Gazap; öfkelenme, şiddet, hiddet gösterme ve hışırdanma demektir.Bidayet itibariyle OVıa, şiddet,hiddet, hışım gösterdi denmez. Belki bunların neticesi olan intikam alma veya bir belâ gönderme gibi fiiller kasdolunur. Demek ki dediğimiz zaman Allah'ın belâsı başlarına gelmemiş ve Allah'ın intikamına maruz kalmamışların yolu manasını anlıyoruz. Burada ayrıca şu hususa da dikkat edilmelidir. Her gazap, şiddet, öfke ve hiddet muhakkak belâ ve musibet demek değildir. Bir şeyde gazab olur fakat altında Rahmet'de olur. Her gazap Rahmet'İn intihaya uğradığı noktada başlamaz ve her rahmet de gazabın başladığı noktada sona ermez. Bazan gazabın içinde rahmet vardır. Meselâ: bir adam birini Öldürür. Bu katil hakkında şeriatın gazab halinde tezahürü vardır; öldüren öldürülecektir. "Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri'[55] İşte o katile karşı şeriat adına hıncımız vardır. Kur'ân ona karşı şiddetli ve hiddetlidir. Fakat buradaki şiddet ve hiddete rahmetsizlik diyemeyiz. Çünkü bu hükümde mazlum ve hakkı çiğnenene bir rahmet vardır.Demek oluyor ki gaza­bın içinde merhamet var.


"Gazap ve rahmeti cem eden Allah 'im, şanın ne yüce, ne mukaddes ve ne münezzehtir." Ve aynı zamanda Kur'ân ferman etmektedir:


"And olsun ki sizleri korku, açlık, mal, semerât ve evlat noksanlığıyla imtihan edece­ğiz. "[56] Bütün bunlar gazab-ı ilâhidir. Fakat bu gazaba uğrayan ne mel'un, ne yahudi, ne de nasranidir. Onun içindir ki her gazapta rahmet inkitâa uğramaz. İnsan ruhî hayatıyla, kalbî alemiyle Allah'a müteveccih olduktan sonra gazaplar Allah Resûlü'nün ifade buyurduğu gibi onun hakkında ayn-ı rahmettir. Allah Resulü (S.A.V) şu muvâzene ve muâdelesiyle bize büyük bir hakikati anlatmaktadır. "Mü'min ne bahtlı, ne talihli kimsedir, kendisine nimet isabet ettiği zaman şükreder, Allah'ın rızasını kazanır. Belâ isabet ettiği zaman sabreder. Yine Allah'ın rızasını kazanır. "[57] İşte biz derken: Allah'ın gazabına uğramış ve Allah'ın yolundan çıkmış insanlardan olmamayı Allah'tan talep ediyoruz. kelimesine gelince: Arapçada "dalal" sapıklık


demektir. "Dall" de sapık insana denir. "Dâllin" ise sapıklar manasına bir cemidir. Dalâlet bazan şaşkınlıktan olur, bazan da şaşkınlık dalaletten olur. Dalâlet; körlük, akıl kullanmama ve hayrette kalmalıdır ki, bunlar bazen dalâlete sebeptir. Bazen da insan dalâlete düşer, sonra da arkasından akılsızlık, bunaklık, şaşkınlık hayret ve dehşet gelir. Bunlar bir bakıma birbirinin lâzımıdır. Âdeta aralarında devir vardır. Evet biz derken şaşkınlık ve hayret içinde dalâlette bulunan, hak ve hakikatin berrak yüzünü göremeyen kimselerinyoluna atmaması için rica ve niyazda bulunuyoruz.


Burada ayn bir husus da şudur: âyetindeki kelimelerinin başında harf-i tarif vardır. Arapçada harf-i tarifin; ahd-i zihnî, ahd-i hârici cins ve istiğrak gibi manalara geldiği malumdur. Burada lâm-ı tarifi cins manasına alacak olursak; ne kadar dalâlete giden ve ne kadar Allah'ın gazabına uğramış varsa hepsini kasdetmiş ve onların gittikleri yola gitmekten Allah'ın hidâyetine sığınmayı talep ettiğimizi ifade etmiş oluruz. Eğer lâm-ı tarife istiğrak mânâsını verecek olursak; teker teker her fert ne çeşit dalâlete gitmişse onların gittikleri dalâlete gitmekten Allah'a sığınıyor ve hidayetini talep ediyoruz demektir. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir


hadis-işeriflerinde: "Allah'ın gazabına uğramış, yahudiJer, sapıklara gelince onlar nasaradır."[58] buyurmuşlardır. Kur'ân-ı Kerim, gadaba uğramışları ve dalâlete düşmüşleri yahudi ve hristiyanlar için söylediği gibi bazan da onların dışındakilere söylemiştir. Binaenaleyh bu ayetlerle sanki şöyle denmek istenmektedir: Müslümanların en yakın zıddı yahudi ve hristiyanlardır. İşte kâfirlere kadar ne kadar Allah'ın gaza­bına uğramış ve dalâlete düşmüş varsa onların yoluna jtilip atılmadan, Allah'ım sana sığınıyorum." Allah (C .C) Kur'ân-ı Kerim'de yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:


"Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu ve onlar Allah'ın gazabına uğradılar. "[59] Böylece Allah yahudinin Allah'ın gazabına uğradığını anlatıyor. Hristiyam da[60] demek suretiyle ele alıyor ve taşkınlık yaptıklarını, dalâlete düşüp başkalarını da idlâl ettiklerini, sapıklığı şiar haline getirmiş olduklarını yüzlerine vuruyor ve onlan bizim karşımıza sapık olarak çıkarıyor. Bu şekilde en ehven kâfirden en şedid kâfire kadar, hepsi bir nevi Allah'ın gazabına uğramış ve bir kısım dalâlete düşmüşlerdir.


Kur'ân-ı Kerim, Efendimize ve O'nun devrindeki sahabeye ve kıyamete kadar gelecek olan cemaatlara bu sözü söylerken, yahudi ve hristiyan ne haldeydi ve niçin gazaba uğramış, dalâlete düşmüşlerdi? Ve niçin onlara sapık deniyordu? Kısaca buna da atf-ı nazar edelim:


Yahudiler Tevrat'ı tahrif etmişlerdi. Kendi yazdıkları şeylere "Allah'ın Kitabı" diyorlardı. Ruhani reisleri arzu ve isteklerine göre kitaplara şerh koyuyor ve halka öyle anlatıyorlardı. Nazarlar tamamen maddeye doğru çekiliyordu. Yahudi, yeryüzünde her şeyin temelinde ekonominin, iktisadın bulunduğu fikrini müdâfa ediyor ve herkese bunu telkin ediyordu. Gönüllerden Allah'a iman sökülüp atılıyor ve onun yerine maddi refah, huzur ve saadet ikâme edilmeye çalışılıyordu. Yahudinin bünyesine kesrete dalmış nazarını, kesretten vahdete, müntehadan mebdeye ye fâniden bakiye çevirmek için bütün güçleriyle savaşan peygamberler yahudi eliyle hunharca şehid edilmiştir. Bir peygamberin evinUıaşa ve kella-bir eşkıyanın evini sarar gibi sanyor, terbiyesizce içeriye dalıyor, korkunç bir cüretle peygambere saldırıyor ve ağaç biçer gibi biçiyorlardı Bu peygamberlerin, yahudi arzusuna muhalefetlerinin neticesiydi. Esasen yahudi daha Hz. Süleyman'ı müteakip manevi saha ve plânda tamamen yıkılıp, iflas etmişti. Ve bu manevi yıkılışı, maddi yıkılış takip etti. Artık Hz. Süleyman'dan sonra gelen devlet İdarecileri yahudiyi idare edemez hale gelmişlerdi. Maddeleri manaya bağlıydı. Bunun içindir ki yahudi mevcudiyetini gizli cemiyetler kurarak muhafazaya çalışıyordu. Böyle yanlış bir yola girdiğinden dolayı kendine yakın olan kimseleri dahi kuşkulandırdı. Ve böylece, madde ve mana alanında rahmet liyakatini ve rahmetten istifade hakkını kaybediverdi. İşte yahudiyi bu tabloda seyredin ve damgasının yahudinin alnma vuruluşunu görün ve sonra da Hz. Muhammed (S.A.V)'in ümmeti olarak yahudinin düştüğü aynı çukura düşmemek için; maddeyi mânânın yerine ikame etmeyin. Gönüllerde AÜah yerine ekonomi ve iktisadın, maddi refah ve saadetin ikâmesine taraftar olmayın, Râşûl-ü Ekrem'in (S.A.V) getirdiği yolda, anlattığı hakâik içinde halkı hakiki yol olan tarik-i müstakime hidâyet etmeye çalışın. Çünkü insanlar hep aynı yerden düşer, aynı şeylerle bozulur ve aynı şeylerle Allah'ın gazabına uğrarlar. Nitekim sizin zıdd-ı karîbiniz olan yahudiler de bu yollarla düştü ve helak oldular.


Hristiyanlar yahudilerden daha geri değildi. Onlar da İncil'i tahrif etmiş, İncil sayısını yüze çıkarmışlardı. Ta İznik toplantısında dörde irca edileceğlâna kadar, birbirini nakz eden yüz tane İncil vardı. Mezhep mücadeleleri ve iç kavgalar Hristiyanlığı yiyip bitiriyordu. Nasıl olmasın ki, mantık azledilip akıl hapsedilmişti. Mantık ve akla yasak damgası vurulmuştu. Bu ikisi, ibadethaneye ve kiliseye giremiyordu. Ruhani reisin yanına gelen akıl ve mantığıyla gelemiyordu. Mantıksızca teslis akidesine inanıyor; ilâh hem birdir hem üçtür, diyorlardı. İşi böylesine raydan çıkaran ruhani reisler rahatlıkla kilisede Cennet satıyor ve insanları Cehennemiden kurtardıklarını iddia ediyorlardı. Böylece sapmış ve sapkın hale gelmişlerdi. Tarîk-i müstakim çoktan unutulmuştu. Ve Hz. İsa'nın yolu çoktan terkedilmişti. Binaenaleyh, bunlar dünyanın bütür. nimetleri içinde gark olsalar dahi yine sapıklık ve dalâlet içindedirler. Ve işte bizi bunların yoluna atılıp itilmeden de muhafaza buyurması için Allah'a niyaz ediyor ve "Allah'ım bizi onların yoluna da itme" diyor sonra da bu umumî duanın kabulü için "amin"lerle gürlüyoruz. Allah Rgfeûlü, Buharı ve Müslim'deki Ebu Hureyre hadisiyle:


ferman etmektedir, "imam, âmin dediği zaman siz de "âmin" deyin. Zira imamın "âmin" deyişine melekler "âmin" derier ve kimin "âmin"i meleklerin ıtâmin"ine tevafuk ederse Allah onun geçmiş günahlarını affeder"[61]. VeyineAhmed b. Hanbel Musned'inde,Tirmizi ve Ebu Davud'da sünenlerinde rivayet edilen bir Hadis-İ Şerifte


şunu naklediyorlar: "Allah Rasûiü ûs dedikten sonra cemaatla birlikte öyle bir "âmin" derdi ki cami lerzeye gelirdi"[62].


"âmin"; "istecib" manasına gelmektedir. Fatiha ile Allah'a karşı ubudiyetimizi arz etme, muhtaç olduğumuz şeyleri dileme ve dilenme neticesinde bu metalibimizi kabul et manasına "âmin" diyoruz.


Şimdi de buraya kadar dediklerimizi kısaca hülasa edelim.Kur'ân-ı Kerim; bütün geçmiş kütüp ve suhufuca­mi olduğu gibi, Fatiha sûre-i celilesi de Kur'an-ı Kerim'i; cami ve hâvidir. Bunu bize söyleten sadece inandığımız kitaba olan saygımız değildir. Eğer Kur'ân-ı Kerim'in keli­meleri üzerinde hassasiyetle, inceden inceye durulacak olursa, birinin diğeriyle çok sıkı bir bağlılığı olduğu müşa­hede edilir. Bütün Kur'ân'da böyle olduğu gibi Fatiha Sû­resinde de böyledir. Fatiha, çok derin, çok geniş ayrı ayrı hakikatları anlatmasına rağmen, adeta birtek âyet gibidir. 'e kadar okuduğu­muz zaman sonunda yemin ederek, "Bu bir tek âyettir" desek yeminimizde hânis olmayız. Hakikaten bir âyet in­sicamı içindedir. Onda bir ayet sebepse, öbür ayet neti­cedir. Bir ayet bir hükümden bahsediyorsa,ondan sonra gelen âyet o hükmün menâtını anlatır. Bir âyet içtimaî ha­yata müteallik bir meseleyi dile getiriyorsa,diğer âyet o me­selenin kanunlarını anlatıverir. Binaenaleyh, dünyadan-ukbaya hakaikin bir yüzünü bu âyet, Öbür yü­zünü de başka bir âyet anlatır. Kısaca, teker teker bunla­rın hepsine küçük birer temasta bulunalım.


Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a hastır, "çünkü Allah'tır. Allah ile hamd arasında böyle sıkı bir münâsebet vardır. Niye hamd Allah'a hastır? Çünkü O Rabbülâlemin'dir. İnsanı cemâdat mertebesinde bırakmıyor, terbiye ile kemâlâta ulaştırıyor. Ve yine insanı öyle bir keyfiyete ulaştırıyor ki orada melekler insan Önünde saf tutuyor. İşte böyle, insanı ahlâk-ı âliye-i Kur'ân ile terbiye eden Allah'a niye hamd olmasın ki?O,Rabbül âlemin'dir ve hamd O'na hastır. Çünkü Rahman-u Rahim'dir. Kâinattaki varlığın her parçasında Rahmet izi müşahade edilmektedir. İnsanın simasında, insanın siretinde, insanın mânâ ve mahiyetinin her zerresinde Rahmet izi görülmektedir. Böylesine Rahmet izi her yerde kendisini hissettiren ve hissettirdiği her hâdisenin arkasında "Allah" dedirten nasıl Rabbülâlemin olarak kabul edilmez? Nasıl o kadar zerrede Rahmetini gösteren Allah'ın her hadisede terbiye eseri görülmez? İşte hamd böyle bir zât'a hastır.Hamdi sezecek, Rabb'i bilecek ve Allah'a gideceksiniz. Adeta peşi peşine gelen üç cümle tek cümle gibi ubudiyete ait her şeyi havi. Allah'a kulluk vazifesini yapacaksınız; Çünkü bir taraftan O,sizi rahrneüyle perverde ederken^beri taraftan da size bahşettiği ihsanatın hesabını O'na vereceksiniz; öyleyse O'dur. Mâük-i yevmiddin olduğu için O'na hamd edeceksiniz. Her ne kadar ceza gününün", Cennefin Cehennem'in yegâne sahibi dahi olsa, sizi Mâlik-i yevmîddin'e baktırmadan Rahman ve Rahim'e baktırıyor ve içinizde recâ hissini uyararak diyor ki; Mâlik-i yevmiddîn'e intikal etmeden Rahman ve Rahim'e bakın,içiniz dola dola O'nun rahmetini ümid edin. Ve mahkeme-i kübra'yı hatırlayın, ondan sonra da azabından korkun. Adımlarınızı ona göre atin! Öyle de Allah'a hamdinizi takdim edin. İşte Rahman, Rahim ve Mâlik-i Yevmiddin'e kadar bu âyetler birtek cümle gibi olduğu açıkça görülüyor. Böylece kendimizde ve kâinatta nimetlerini, terbiye ve musahabetini gördüğümüz Allah'ı âsârıyla da müşâhade ediyor ve verilen bu şuur merhalesinde cemaat mefhumunu da kavrıyoruz. Sonra da bütün hissiyat ve ledünniyaümızı, bütün mülk ve mele-kûtumuzu bir araya getirip yek vücud olarak diyoruz. Böylece Cenâb-ı Hakk'a karşı, O'nun azamet ve ululuğuna ferdi ubudiyetle mukabelede bulunamayacağımızı ve dolayısıyla cemaat halinde O'na arz-ı ubudiyet ettiğimizi itiraf etmiş oluruz. O Allah ki, zerrattan seyyarata kadar her şeyi terbiye etmekte ve bize her an Rahmâniyet ve Rahimiyetini göstermektedir. O'nun azametine uygun teker teker kulluk yapamayacağımız için bir araya geliyor ve bir imamın arkasında saf bağlıyoruz. Sonra Kürre-i Arzı da saf bağlamış kabul ediyoruz. Da­ha sonra asırları aşıyor ve bizden evvelki asırlara varı­yoruz. Sonra da hayalen gelecek asırlara gidiyor ve kürre-i arzın bütün insan'arım tevhid dairesi içinde ittifak ettiklerini düşünüyoruz, Hep beraber Kâbe-i Muazzama'nın etrafında; geçmiş bütün asırlar peygamberleriyie,gelecek bütün asırlar müceddit ve velileriyle Rehber-i Ekmel, Muktedâ-İ Kül, tek imam, ferdiyetin tek mazharı ferd-i ferid olan Hz. Muhammed (S.A.V)'in arkasında saf bağlamış beraberce diyoruz. Bunu da aşıyor ve vücudumuzda baş başa verip cemaatlaşan, bütün hücrelere diğer varlıkları meydana getiren atomları da dahil ederek bir cemaat kabul ediyor ve diyoruz. Buraya vardığımız zaman den buraya kadar gelen ayetleri bir tek âyet insicamı içinde görüyoruz. O kadar ki bu cümlelerden birini çıkarıverirseniz ciddi bir gediğin meydana geldiğini görürsünüz. Ve yine fazla bir şey eklerseniz, göz ve kulak tırmalayıcı bir manzaranın zuhur ettiğini müşâhade edersiniz. Ayrıca bu büyük kulluk vazifesini yaparken, Rabbimizden ve O'nun bahşettiği yardım dileme selâhiyetini kullanma da âyetin içindeki insicama ayrı bir tatlılık katmakta ve insana bahşedilen iradenin ne büyük bir lütuf olduğunu anlatmaktadır. Sonra demek suretiyle Allah'tan yardım adına istenecek şeylerin en kudsisi, en âlîsi "yolurh" dediği ve bizden evvelki kimseleri ona hidâyet ettiği sâlih, velî ve nebîlerin yoluna hidayet edilmeyi talep ediyoruz


İnsana göz açıp kapayasıya kadar Allah'tan bir şey talep etme selâhiyeti verilmiştir. Allah'a inanma şuuruna eren ve O'nu İçinde hisseden, bütün benliğiyle adeta fenâfillah olan insan, bir cemiyette ve cemaat içinde Allah'a kulluğunu takdim ederken; fenâfillah olmanın, aynı zamanda cemiyet içinde isbât-ı vücud etmenin havasını teneffüs etmektedir. Yani bir yönüyle yok olma ki buna "Rumuz-i bî hodi" bir taraftan da o cemaat içinde benlik kazanma ki buna da "esrar-ı hodi" diyoruz. Evet, cemaatın benliği içinde kulluğunu Allah'a takdim etme havasıyla Allah'a teveccüh öyle tatlıdır ki, tam bu teveccüh esnasında Allah sana bir talep selâhiyeti veriyor, "kulum benden bir şey iste" diyor. Gözünü açıp kapayıncaya kadar bu kısa an içinde, hiç vakit fevt etmeden bütün benliğin ve içinde bulunduğun cemaatla diyorsun.


Bizler de şu anda yolların ayrımında bulunuyoruz. Ya mağdub ve dâllin yoluna gitme bahis mevzuudur. Evet, eğer gönüllerimiz coşmaz, senden birşey istemezse o yollara gitme ihtimali vardır. Veyahut da gideceğimiz yol senin yolun, nebîlerin yoludur. Şehrâh, apaçık olan o yol, gidilmiş, yaşanmış ve tecrübe edilmiş bir yoldur. Daha dün senin Habib-i Edib'in o yolu tercübe etti ve sadık yaranla-rıyla bu yola girdiği İçin dünya imparatorluklarını dize ge­tirdi. Her yerde Sen'in adını duyurdu. İşte duyulmuş, bilinmiş, binlerce insanın gittiği, alabildiğine geniş, aydın ve berrak bu yol sâliklerini senin huzuruna getiriyor. As­lında bu yoldan gelmeyen de Sana gelemez. Zira iki nok­ta arasında sadece tek çizgi doğrudur. İşte bu doğru da sadece Sen'in yolundur. Bu iki nokta arasında başka çiz­giler bulunsa dahi onların hepsi çok az eğridir. Bu az eğ­rileri biz Hristiyanlık ve Yahudilik olarak kabul ediyor, birine "mağdûbin" diğerine "dallın" diyoruz, bunların da biri Se­nin gadabına gitmiş diğeri de sapıttığı için nereye gideceği belli değildir. Onun için, bizi, binlerce eğri büğrü, doğru­ya yakın yollar içinde tek doğru olan, Sen'in doğru dedi­ğin yola hidayet etmeni Sen'den talep ediyoruz,, diyoruz.


İşte başından beri izah ve tefsirine çalıştığımız Fatiha Sûresi yedi âyetten meydana gelmiş bir sûre olmasına rağmen sanki tek bir âyet, tek bir cümle insicamı içindedir.


Esasen bu hususiyet «Ve kadar baştan sona bütün Kur'ân-ı Kerim'de de mevcuttur. Biz, Kur'ân'ın sıralanışı itibariyle ilk sûresi olan Fatiha Sûresinde bunu isbata çalıştık. Ancak ciddi bir çalışma ve gayret, bir bütün halinde Kur'ân'daki bu mucizevi yönü isbat ve izaha teksif edilse, tefsir adına büyük bir boşluk daha giderilmiş olacaktır.


Biz, bu dediklerimizi de Fatihaya bir fatiha kabul ediyor ve sözü bu işin erbabına havale ederek, Cenâb-ı Hakk'tan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ı hakkımızda şefaatçi kılması için temenni ve niyazda bulunuyoruz.


Allah'ım! Kur'ân-ı hayatımıza gaye kıl ve O'nu hayatımızın hayatı haline getirmeye bizleri muvaffak eyle! Amin. [63]



1 yorum:

Unknown dedi ki...

kitabın tamamı mı bu?