7 Kasım 2007 Çarşamba

semarkanditefsirinde fatiha

FATİHA SÛRESİ


Malûm olduğu üzere Kur'ân-ı Kerim 114 sûre ve 6666 âyetten meydana gelmiştir. Fatiha bu süre-i celîlelerin birincisidir. Fatiha sûresi Besmele ile beraber yedi âyettir.


Fatiha sûresi, İmam-ı Mücâhid'e göre Medine'de, Ebü Salih İbn Abbas'a göre Mekke'de, bazılarına göre bir kısmı Mekke'de, bir kısmı da Medine'de inmiştir.


İmam-ı Fakîh Ebu'1-Leys Ir.a.) Ebû Hüreyre'den rivayet ederek demiştir ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur'an'da bir süre var ki Allah onun gibisini hiç bir peygambere vermedi. İbn Kâ'b, «O hangi sûredir, yâ Resûlâllah?» diye sorunca Peygamberimiz: «Namazda okuduğun Ümmü'l-Kur'an'dır, Allah dört kitapta bunun gibi bir süre daha indirmemistir. Dört kitapta bunun benzeri yoktur. Bu sûreye 'Seb'ul-Mesânî' de denir ki, Allahü Teâlâ bunu bana verdi, buyurmuştur- (Buharı). Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de buyurulm ustur:


-Andolsun ki, biz sana (namazın her rek'atında) tekrarlanan yedi (âyet-i kerime)'yi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik» (Hıcr: 87).


Yâ Muhammed, biz sana yedi âyet ve Kur'ân-ı Azimüşşan'ı verdik. Müfessirlerin çoğu «Seb'ul-Mesâni-'nin namazın her rekatında okunduğu için Fatiha sûresi olduğunu söylemişlerdir. Seb'ul-Me-sâni'nin Fatiha sûresi olmadığını söyleyenler de vardır Bu surenin hikmetleri çoktur. Peygamberimiz (s.a.v.): «Her gün evinde Fatiha iie ihlâs sûresini okuyanı, Yüce Allah fakirlikten kurtarır, bereketini artırır. Fatiha çeşitli rahatsızlıklara - Allah rızası için - okunursa şifadır» buyurmuştur.


İbrahim Teymî (r.a.): -Fatiha sûresinin bin açık, bm de gizii hikmeti vardır» demiştir.


Vtüseylimetübnü Kasım (r.a.) : «Fatiha sûresinde Allah'ın adlarından beş ad vardır. Bunlar «lillâhi, Rabbi, Errahmâni, Errahimi, Mâliki» dir. Fâtiha'yı okuyan bunların hepsiyle Allah'a dua etmiş olur. Allah'tan ne dilerse verilir» demiştir.


İmam-ı Gazali (r.a.): «Nüfuzunun artmasını, toplumun saygınlığını kazanmasını, Allah'ın ayıplarını örtmesini isteyen Fatiha sûresini okusun. Bu sûreyi okuyana şeytan yaklaşmaz. Onu hak yoldan alıkoyamaz. Korktuklarından kurtulur, arzu ettiklerine ulaşır. Allah'ın rahmetini kazanır. Açlık, yokluk görmez. Bu sûreyi okuyan - Allah'a güvenerek - zalimlerin ve kötülerin şerrinden kurtulur, ömrü boyunca iyilik içinde olur» demiştir.


Beş vakit namazı kılan, her namazdan sonra yirmi defa Fatiha sûresini muntazam bir şekilde her gün okuyan bu sûrenin bir çok hikmetlerine ulaşmış olur. Böyle bir adam her türlü iflâstan kurtulur. Zengin olur. Allah'a bağlanan kalb bir daha O'ndan kopmaz. (Her namazdan sonra yirmi defa okuyamayanlar müsait zamanlarında yüz defa okurlarsa yine niyetleri hasıl olur.)


İmam-ı Ebu*l-Leys (r.a.); îbn Abbas'tan rivayet ederek şöyle demiştir: «Jj^l demek -bütün şükredenlerin şükrü Allah'a mahsustur.


Allah'tan başkasına şükür lâyık değildir» demektir. Çünkü bütün nimetleri veren Allah'tır, Şükür de nimet sahibine lâyıktır.


îmam-ı Katâde: -Yüce Allah bu sûreye şükürle başladı, surenin sonunda gadaba uğrayan Yahudilerle, sapıklığa düşen Nasranİleri zikretmesi buna işarettir. Sonsuz şükürler olsun o padişaha ki, bizi gadabına uğrayanlardan. Haktan uzaklaşanlardan yapmadı. Bizi İslâm'la şereflendirdi. Rahmetine lâyık gördü» demiştir.


Bazı tefsir sahiplerinin görüşü ise şöyledir: «Yüce Allah kitabına namd ile başlayarak zatına şükretti. Bundan dolayı kulların da Allah'a şükretmesi vacip oldu. Allah'ın kullarına bahşetmiş olduğu nimetler sayılamayacak kadar çoktur. İnsanlar bu nimetleri saymaya kalksalar asla sayamazlar. Bu nimetlere karşılık elbette Allah'a şükür gerekir. Şükrü bize öğreten de kerem sahibi Allah'tır. Yüce AUah iki cihan güneşi olan Hazret-i Peygamber (s.a.v.)'e


ile tenbih edip buyurdu ki: -Bütün nimetlerin sahibi Allah'tır. Size nimetlerini bahşeden O'dur.» Buna mukabil şükür yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.


mânadan dolayı «Elif lâm» ile gelmiştir. Bize verilen nimetler karşılığı yaptığımız şükür ve hamdlerimiz yalnız Allahra mahsustur, ikinci mâna, bizim de Allah'a hamd ü sena etme--miz için Allahü Teâlâ zâtına hamd ü sena etti.


Hüseyin b. Fadıl (r.a.): «Kullar Allah'a şükürden âcizdir. Ona hakkıyla şükredemezler. İnsanlar zaaflarına kapılıp kendilerinde bir üstünlük görerek övünmesinler diye Allahü Teâlâ kendi zâtına hamd ü sena etti» demiştir. Çünkü insan daima kendini beğenir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de:


-Siz, kendinizi mednetmeyin» (Necm: 32) buyurmuştur. Bir kimsenin ben buyum, ben şuyum gibi sözlerle kendini övmesi İslâm'da yasaktır. Böyle bir övünme kibir alâmetidir. Yasak olan şeyi işlemek Allah'a âsi olmaktır. Mü'mine kibir değil vakar yaraşır.


Allahü Teâlâ'nm kitabına -Hamd» ile başlamasının üç hikmeti vardır:


Birinci hikmet: Kulların Allah'a nasıl ibadet, şükür ve hamd edeceklerini bildirmek içindir.


İkinci hikmet: İnsanların medhe lâyık özellikleri olsa bile noksanları da çoktur. Ancak kemal sahibi Allah'tır. Noksan ve hatâlar içinde olan insanın kendini övmesi ve büyük görmesinin çok hatâh bir hareket olacağını bildirmektir.


Üçüncü hikmet: İnsanın hiç hatası olmasa, her hâli medhe lâyık bulunsa bile fani olan insana bütün bu özellikleri veren Allah'tır. Allah'ın vermiş olduğu bu lütuflarla kibirlenmenin ve övünmenin Allah'a itaatsizlik olacağını bildirmektir. Allah'ın verdiği ile kibirlenen adamın hali şu misale benzer: Başkasının malını fakire vermek için görevlendirilen bir adam, kendi malını fakirlere dağıtıyor-muş gibi hareket ederek, kendini medhetmesi ne kadar yersiz bir harekettir. Başkasının malıyla övünmek, rüyada zengin olmaya benzer. Bu ne kadar hayâlse başkasının malıyla övünmelc de o kadar hayâldir. Mal başkasının, kendini medheden başkası. Bunun için Yüce Allah insanların kendilerini medhetmelerini ve kendilerine verilen meziyetlerle övünmelerini men ediyor. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun yine noksanlıklarla doludur. Noksan sıfatları bulunmayan yalnız Allah'tır, övgüye lâyık olan O'dur. Kitabına hamd ile başlamasının hikmeti de budur. O, ebedî ve ezelidir. O'nun


varlığı başkasından değildir.


Abdullah îbn Abbas (r.a.) demiştir ki: lâfzı bütün şükredenlerin kelâmıdır. Âdem (a.s.) yaratıldığı zaman aksırdı ve dedi. Buna mukabil Yüce Allah Adem'e rahmet edip


«Yâ Âdem, Rabbin sana rahmet etti, sen de O'na hamd ü sena et. Çünkü sen O'nun için yaratıldın» buyurmuştur. Allah'a hamd ü sena edenlere Allah rahmet edecektir. Allah'ın rahmeti her şeyi ihata etmiştir.


Nûh Aleyhisselâm kendisine iman edenlerle beraber gemiye binip düşmandan uzaklaşınca Yüce Allah'a şöyle dua etmiştir:


«O Allah'a şükürler olsun ki, bizi düşmanın zulmünden kurtardı» (Mü'minün: 28).


Hz. İbrahim yaşlanıp çocuğu olmasından ümidini kesmişti. Yüce Mevlâ Hz. İbrahim'in yaşlılığına rağmen İsmail ile İshak'ı ona verdi. İbrahim Aleyhisselâm da Allah'a şükrederek:


«Bana (şu) ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun. Çünkü benim Rabbim duaları elbette işiten (kabul eden) dir» (İbrahim: 39) demiştir.


Âlemlerin Rabbi olan Allah lütuf ve ihsanı ile Dâvud ve Süleyman Aleyhisselâm'a hilâfet ve peygamberlik verince, onlar:


«Bizi mü'mîn kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» (Nemi: 15) dediler. Bize hilâfet ve peygamberlik vermekle mü'min kullarının birçoğundan üstün kıldı. İlim ve hikmet öğretti.


Yüce Allah Hz. Muhammed ts,a,v.)'e şöyle buyurmuştur;


«Ve de ki: Hamd, evlât edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, bir noksanlıktan dolayı başkasının yardımına ihtiyacı bulunmayan Allah'a olsun. O'na kemâl-i ta'zim ile ta'zimde bulun» (İsrâ: 111).


Yâni evlât edinmeyen, mülkünde ortağı olmayan, başkasının yardımına ihtiyacı bulunmayan, ezeli ve ebedi olan, bütün noksan sıfatlardan beri olan Yüce Allah'a şükürler olsun. Benim Rabbim yücedir. Kimse O'na hükmedemez. Mülküne ortak olamaz. Her şeyin sahibi ve velisi O'dur. Her şükür Allah'adır. Her şükür nimet mukabilindedir. Allahü Teâlâ kullarına sayısız nimet bahsetmiştir. Nitekim Cennet ehli âhiretin şiddetinden kurtulup cennet nimetine kavuştukları zaman, Kur'ân-i Azîmüşşân'm beyanına göre şöyle diyeceklerdir:


-Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun* (Fâtır: 34). Mahşer ve kıyamet sıkıntılarını bizden giderip cennet nimetini bize bahşeden Allah'a şükürler olsun.


Dünya ehli de Allah'a şükrederek şöyle demişlerdir;


-Gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a hamdolsun» (Enam: il.


Geceyi, gündüzü, yeri ve gökleri yaratan Allah'a şükürler olsun. Bunlarda bizim için sayılamayacak kadar nimetler yaratmıştır. Allahü Teâlâ'nın mülkünde ortağı yardımcısı ve çocuğu olsaydı Allah olamazdı. Allah ezelî ve ebedîdir. Ortağı yoktur. Bunun için bütün nimetlerini kullarına vermiş, karşılığında şükür istemiştir.


Aile efradı olan bir padişah düşünün. Bu padişahın bütün ser-. vetini emri altındakilere vermesine aile efradı asla razı olmazlar. Şayet verecek olsa aile efradı buna mani olur. Ancak kendi avane-sinden artanı emri altındakilere verir. Tamamını veremez. Yüce Mevlâ'nın ortağı ve O'nun ihsanına mâni olacak biri bulunmadığı için bütün nimetlerini kullarına vermiştir.


Bu nimetlere mukabil, kullarının da kendine şükretmesini emretmiştir. Şükür, kulun yaratılışının gereğidir. Kul şükreder, Mevlâ nimetini artırır. Şükür nimetin artmasına vesiledir. Kulun şükretmesi Yaratan'm hoşuna gider. Yüce Mevlâ'yı memnun eder. Allah'ın nimeti kullarının üzerine daimîdir. Allah'ın nimetlerinin sonu gelmez. Bitip tükenmez. Bitmeyen, tükenmeyen nimetlere karşı kulun da her an Allah'a şükretmesi vaciptir. Kul, Allah'ın vermiş olduğu nimetlerin şükrünü hakkıyla edâ edemez. Buna hiç bir kulun yetmez. Sadece hayatı boyunca kendi vücudundaki nimetlerin şükrünü eda etmeye çalışsa, onların şükrünü bile eda etmekten âcizdir. Kendi vücudundaki nimetlerin şükrünü eda edemeyen, bunca nimetin şükrünü nasıl eda edebilir? İnsanın sayısız nimetler karşısında şükürden âciz olduğunu bilmesi de ayrıca bir şükürdür.


Acziyet içinde olan insanın aczini bilip, Yaratan'ına boyun eğmesi, O'na teslim olması da şükür sayılır. Yaratan'a teslimiyet, O'-nun emirlerine boyun eğip yerine getirmekle ve verdiklerine şükretmekle mümkün olur. Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Bunu bilip ömürlerini ibadet ve itaatla geçirenler İslâm nimetinden istifade etmiş, Allah'ın -Bana hamd edin» emrini yerine getirmiş olurlar. Çünkü Yüce Allah kullarının kendine hamdetmesini emretmiş, Allah adı ile Hamd ismini birlikte zikretmiştir, Kur'ân-ı Ke-rîm'de Yüce Allah:


«Hamd yalnız alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur- buyurmuştur. Bu ifade hem Allah'a hamd, hem de Allah'a ta'zimdir.


İbn Abbas tr.a.) şöyle demiştir: -Rab» kelimesi seyyid yerine kullanılmıştır. Seyyid ise Ulu anlamına gelmektedir. Yüce Allah, Yûsuf kıssasında Yûsuf Aleyhisselâm'ın zindan arkadaşı olan sucuya şöyle söylediğini beyan ediyor:


-Rabbine dön- (Yûsuf: 50).


Bu âyeti Ibn Abbas misal vermiştir. Hamd ve şükür yalmz âlemlerin seyyidinedir. Âlemlerin seyyidi bütün varlıkların Rabbidir.


Bazı müfessirlere göre «Rabbü'l-âlemîn* bütün varlıkların yaratanı, rızıklandıram, besleyeni, halden hâle değiştirenidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah insanı nutfe iken kan, kan iken bir parça et, bir parça etten iskelet ve ruh vererek dünyaya getirip ölene kadar şekilden şekle sokmuştur. İnsan bütün bunları düşünürse Rabbine nasıl kulluk yapması gerektiğini anlamış olur.


Bazı bilginlere göre «Rab» sahip mânasına gelmektedir. Nitekim Araplar:


derler: Mânası «Bu evin ve bu hayvanın sahibi demektir. «Rabbü'l-âlemin>'in mânası, -Yüce Allah bütün âlemlerin sahibidir.»


Soru: Yüce Allah Fatiha sûresinde «Rabbü'l-âlemîn» diye zikretti de neden «Hâliku'l-âlemin» veya buna benzer sıfatlardan birini zikretmedi? Sadece Rabbü'l-âlemin diyerek -Rab* de tahsis etmesinin hikmeti nedir?


Cevap î Rab, besleyen ve terbiye edendir. Çünkü yaratılanların daima beslenmeye ve terbiyeye ihtiyacı vardır. Bunun için -Rab-zikredilmiştir. Bu açıklamadan şu soru akla gelmektedir.


Soru: «Rab» besleyen anlamına geldiğine göre neden Yüce Allah, demedi?


Cevap s «Rab» besleyen, terbiye eden ve büyüten anlamlarına gelir. Halbuki Allah'ın «Rezzak- sıfatı sadece varlıkların beslenmesi ile ilgilidir. Allah'ın Rab sıfatı, Rezzak sıfatından daha şümullü olduğu için «Rabbü'l-âlemin» denilmiştir. Zira terbiye yalnız beslenmekle olmaz. Beslenmek sadece varlıkların gelişmesini sağlar. Halbuki varlıkların beslenmeye ihtiyaçları olduğu gibi, terbiyeye ve korunmaya da ihtiyaçları vardır. Rab kelimesi bunların hepsini içine aldığı için Yüce Allah «Rabbü'l-âlemîn- buyurmuştur. Rab kelimesinin bu sayılanlardan daha başka bir çok hikmetleri vardır.


Yaratmış olduğu bütün varlıkların rızkını veren Allah'tır. İnsanlar kendi rızıklarını kendilerinin kazandığını sanmasınlar. İnsanların çalışması, koşuşması rızkı elde etmek için bir sebeptir. Gerçekte rızkı veren yalnız Allah'tır. «Rızkımı ben kazanıyorum» demek küfürdür. Yüce Allah'ın «Rezzâk-ı âlem» olduğunu inkardır. Bütün gayretler Allah'ın tayin etmiş olduğu rızkı elde etmek için bir sebep ve bir vasıtadır. Bize düşen görev de budur.


Diğer bir açıklamaya göre «Elhamdü lillâhi rabbil âlemin»'in mânası şöyledir: Sonsuz şükür ve hamd ü senalar âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a mahsustur. Allah, gizli ve açık çeşitli nimetleriyle âlemleri besleyendir. Bu nimetlerin kimi ruhani; namaz kılmak, Kur'an okumak, teşbih çekmek ve Allah'ı zikretmek gibi. Kimi de cismanîdir, yenilen çeşitli gıdalar gibi. Bunlar olmadıkça hayatın devam etmesi mümkün değildir. Bütün bunların hepsi Allah'ın «Rab» sıfatının birer tecellisidir.


îslam bilginleri âlem hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimine göre âlem bir nesnedir. Bazılarına göre yeryüzünde hareket eden her canlı bir âlemdir. Bazılarına göre ise akıl sahibi olan, Allah'ın emir ve yasaklarının muhatabı bulunan insanlar, melekler. emler gibi varlıklardır. Diğer varlıklar âlemden sayılmaz, demişlerdir.


Bazı bilginler de âlem hakkında beş görüş ileri sürmüşlerdir.


Birinci görüş: İnsan ve cin topluluğu âlemdir. Bunun delili de şu âyet-i kerîmedir:


«Furkan'ı (Kur'ân'ıl âlemlerin bir korkutucusu olsun diye, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah'ın şanı) ne yücedir» Fürkan: 1).


Ulu padişah kulu Muhammed üzerine Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi ki, bunun ile âlemleri korkutucu olsun. Bu âyetin muhatabı insanlarla cinlerdir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de ibadetle mükellef tutulan bu ikisidir.


İkinci görüş j Rüzgâra âlem denilmiş ve misal olarak şu ayet getirilmiştir:


«Sizi, şüphesiz bütün âlemler üzerine üstün kıldık» [Bahara: 122).


Başkası üzerine sizi üstün yaptık. AUahü Teâlâ insanları âlemler üzerine hükümran kılmıştır.


Üçüncü görüş: Âdem Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir. Şu âyet-i kerîme de bunun misâlidir:


«Lût'u da, içinde âlemler için bereketler verdiğimiz arza (ulaştırarak) kurtardık' (Enbiyâ: 71).


Âdem Babamızdan kıyamete kadar geçen devirlere âlem denjl-miştir.


Dördüncü görüş i Nuh Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de -.


•Bütün âlemler içinde (bizden) Nuh'a selâm» CSâffât: 79) bu-


yurulmuştur.


Nüh Aleyhisselâm insanlığın ikinci babasıdır. Bunun için Nûh Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar geçen zamana âlem denilmiştir.


Beşinci görüş: Kendilerine kitap verilenlere âlem denilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmuştur:


«Kim küfrederse şüphesiz ki, Allah âlemlerden ganîdir.» (Al ı İmrân: 97).


Ehl-i kitaptan kâfir olanların zararı kendilerinedir. Küfürlerinin Allah'a herhangi bir zararı dokunmaz. Ancak inkârlarının cezasını kendileri göreceklerdir. Allah bütün âlemden ganî ve münezzehtir. Her varhk O'na muhtaçtır. O, hiç birine muhtaç değildir.


Peygamberimiz (s.a.vj : «Allah on sekiz bin âlem yaratmıştır. Dünya da bu on sekiz bin âlemden biridir» buyurmuştur.


Bazı bilginler de, yaratılan varlıkların her biri bir âlemdir ki, Allahü Teâlâ hepsinin Rabbidir. demişlerdir. Onları yaratan, beşleyen, büyüten ve koruyan O'dur.


Übey ibn Kâ'b Cr.aJ: -«Âleminden maksat meleklerdir. Meleklerin sayısı on sekiz bindir. Dört bin beş yüzü Doğu'da, dört bin beş yüzü Batı'da, dört bin beş yüzü kuzeyde, dört bin beş yüzü güneydedir. Melekler o kadar çoktur ki, sayılarını Allah'tan başkası bilmez. Gerçek sayılarını ancak Allah bilir. Bu konuda bizim fikir beyan etmemiz mümkün değildir. Bunlardan başka Hak Teâlâ meleklerle dolu, genişliğini kendinden başka kimsenin bilmediği bir yer yaratmıştır ki, oradaki melekler yüksek sesle Allah'ı teşbih ederler. Onların sesini yeryüzündekiler duysalardı, korkudan helak olurlardı. Bunların bir ucu Arş'ı yüklenen meleklere ulaşır» demiştir.


Allahü Teâlâ kullarına «Rubûbiyet» sıfatını açıkladıktan sonra, -Rahmet» sıfatını arz etti ve:


buyurdu.


Soru: Yüce Allah neden «Rububiyet» sıfatından sonra «Rahman» sıfatını zikretti? Diğer isim ve sıfatlardan birini zikretmedi?


Cevap s Bu tertip Allah'ın rahmetinin gereğidir. Zira bir kimse muhtaç olanı görüp ona acımazsa ihtiyacını karşılamaz. Ona acıyacak ki, ihtiyacını karşılasın. Allahü Teâlâ yarattığı varlıkların ne durumda olduğunu biliyor. Bunun için rububiyet sıfatını zikrettikten sonra diyerek şuna' işaret etti: Ey kullnm ben sizi çeşitli şekillerde terbiye ettim. Size rızık verdim, ihtiyaçlarınızı karşıladım. Zaruretlerinizi giderdim. Bütün bunlara mukabil Allah kullanndan kendine ibadetten başka bir şey beklemiyor. Bunlar Allah'ın rahman ve rahim sıfatlarının gereğidir.


îmam-ı Kelbî: «Bu İki isim Allah'ın şefkat ve rikkat sıfatıdır. Bundan dolayı muhtaç ve zayıf kullarına rıfkla muamele edsr» demiştir. Rıfk, Allah'ın sıfatlarından biridir. Zira Peygamberimiz ts.a. «Muhakkak Yüce Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever» buyurmuştur.


Rıfk yumuşaklıktır. Allahü Teâlâ halim, lâüf ve müşfiktir. Allah kullarına yumuşaklıkla lütfetmeyi sever. Katı kalbli olan kullarına rıfkla muamele etmez. Onlara gadap eder. Allah merhamet sahibi ve yumuşak kalbli kullarını sever.


Bazı tefsir sahipleri, Allah'ın rahman sıfatının rahim sıfatından daha mübalâğalı olduğunu söyleyerek Peygamberimizin şu duasını


delil göstermişlerdir:


•İlâhî! Dünyada rahmansın ki, mü'min ve kâfir ayırmadan hepsini nzıklandırdın. Âhirette rahimsin ki, sadece inanan kullarını âhiret nimetiyle mükâfatlandırdın. İnanmayan kullarını da âhirette cehennem azabı ile cezalandırdın» (Buhârî).


Bazı bilginlere göre de, Allah'ın rahim ismi rahman isminden daha geniş kapsamlıdır. Zira mü'min için hem dünya, hem de âhiret nimeti vardır. Allah mü'min kullarına hem dünyada, hem de âhirette rahmeti ile lütfeder, inanmayanlara da Allah'ın sadece dünya nimetleri vardır. Onların âhiret nimetinden nasipleri yoktur.


Bir kısım tefsircilere göre ise bazı yönden Allah'ın rahman ismi, bazı yönden de rahim ismi daha mübalâğalıdır. Yukarıda zikre-dildiği gibi.


Allah'ın rahman ismi rahim isminden önce zikredilmiştir. Rahman ismi yalnız Allah'a mahsustur. Allah'tan başkası bu isimle vasıflandırılanız. Bu isim mâna yönünden şümullüdür. Yüce Allah dünyada kimi dilerse ona rahmet eder. Allah&n rahim ismi ise mâna yönünden sadece inananları kapsar. İnanmayanlarla ilgisi yoktur. İsim yönünden umumîdir, herkesi içine alır. Herkese merhametli anlamında rahim denir. Bununla vasıflandırılır.


Yüce Allah Fatiha sûresinde Rahman ve Rahim isimlerini zik-


rettikten sonra diğer ismini de zikrederek -Hamd ve şükür, rahmet sıfatı gadabı üzerine galip gelen, bütün mahlûkatın yaratıcısı Allah'a mahsustur. Kıyamet gününün sahibi ve maliki O'dur.» Orada Allah'tan başkasının hükmetme yetkisi yoktur. Bu yetki kimseye verilmemiştir. Dünyada yetki verdiklerine (makam ve saltanat sahiplerine) asla zulmetmez, belki adaletiyle azaba lâyık olanlara ceza, ihsanına lâyık olanlara da mükâfat verir.


Kıraat imamları «Mâliki* kelimesini farklı okumuşlardır. İmamlardan kimi «Meliki», kimi de «Mâliki» okumuştur. Bu okuyuşlar aslı ve mânayı bozmazlar.


Melik, padişah demektir. Mâlik ise herhangi bir şeye sahip olana denir. Meliki yevmiddin okuyanlar, Yüce Allah'ı padişahın va-sıflandınldığı isimle vasıflandırmışlardır. Mâliki yevmiddin okuyanlar ise Yüce Allah'ı -Mâlik» sıfatı ile vasıflandırmışlardır. Buna göre Allah kâinatın mâliki, hâkimi, nâzındır. Bu belde O'nun müî-küdür. Buranın ve bütün mevcudatın sahibi O'dur. Fakat «Melik» kelimesinden bu mâna anlaşılmaz. Melik mücerred bir isimdir. Hükme delâlet eder, mülke delâlet etmez. Bundan dolayı Yüce Mevlâ'yı «Mâlik* sıfatı ile vasıflandırmak daha evlâdır. Çünkü Allah'ın mâlik sıfatı hem melike, hem de mülke delâlet eder.


Mâlik b. Dinar (r.'a.Tdan rivayet edilmiştir: «Peygamberimiz Cs, a.v.) ve dört halifesi namazda ve namazın dışında Fatiha süresini «Mâliki yevmiddin» diye okumuşlardır.»


îmam-ı Fakihi demiştir ki: Babam Muhammed tbni Şuca'nm şöyle dediğini nakletmiştik «Ben Fatiha sûresini kıraat ederken -Mâliki yevmiddin» şeklinde okurdum. Gramer ilmi ile meşgul olanlardan bazıları «Meliki» şeklinde okumanın daha önemli olacağını söylemeleri üzerine Meliki okumaya başladım. Bir akşam düşümde 'Niçin Mâliki yerine Meliki okuyorsun? Hz. Peygamber'in şu hadîsi sana ulaşmadı mı?1 dediler: «Siz, Kur'ân'ı okuduğunuz zaman onu ta'zimle okuyun. Zira ona ta'zim yaraşır.» Bu rüyadan sonra Mâliki okumaya başladım. Fakat yine bir akşam rüyamda, «Peygamberimizin şu sözünü duymadın nru?» dediler:


Kur'ân okuyana her harfi için on sevab yazılır» [Tergıb ve Terhib). Kim Kur'an okursa her harfi için on sevap yazılır.


Neden mâliki yerine meliki okuyup da her okuyuşunda on sevabını azaltıyorsun, diye sordular. Bu rüyamdan-sonra Lügat Uminin tanınmış simalarından olan İmam-ı Kurtubî'ye meliki ile mâliki arasındaki farkı sordum, Kurtubi: «Aralarında çok fark vardır. Meliki binlerden birine, mâliki binlerin binine denir. Bundan sonra hep mâliki okudum» dedi.


«Şükür o Allah'a ki, bütün mahlûkatın Rabbi ve esirgeyicisidir. Gizli ve aşikâr olan herşeyi tertip eden, rahman ve rahim olandır.» Kıyamet günü Yüce Allah verdiği nimetlerin şükrünün eda edilip edilmediğini soracaktır. Ve Yüce Allah «Hesap gününün hâkimi ve mâlikidir.» Bütün kullarım hesaba çekecektir.


Bazı bilginler de, Yevmiddin, ceza ve mükâfat günüdür, demişlerdir. Nitekim hadîste: «Ne yaparsan aynısı sana


da yapılır» buyurulmuştur. Hayır yaparsan karşılığında hayır, şer yaparsan karşılığında şer görürsün. Yani kötülüğün karşılığı kötülüktür.


Soru: Yüce Allah, kıyamet gününün mâlikidir, sözündeki hikmet nedir? Halbuki Allahü Teâlâ iki cihanın sahibi ve mâlikidir?


Cevap: Dünyada bazıları Allah'ın mülkünde ortaklık iddia edip, Allah'lık tasladılar. Nemrud, Fir'avun ve benzeri gibi. Halbuki kıyamet günü kimse mal-mülk ve Allah'lık iddiasında bulunamayacaktır. Kıyamet günü hepsi Allah'a boyun eğip itaat edeceklerdir. Zira her yaratık kendi derdine düşecektir. Nitekim o gün Yüce Allah: 'Fâni dünyada mülk dâvasında bulunanlar, bugün mülk kimindir?» (Mü'min 16) diyecektir. Bunun üzerine bütün yaratıklar, iman ve inkâr edenlerin hepsi bir ağızdan: «Mülk, bir ve kahhâr olan Allah'ındır^ (Mümin: 16) diyecekler, hep birden gerçeği itiraf edecekler ama iş İşten geçmiş olacaktır.


Dünyadayken kibirlilik taslayanlan Yüce Allah kahhâr sıfatıyla helak edecek, kendine boyun eğdirecek, itaat ettirecektir. Kibirlenmeleri ve saltanatları onları kurtaramayacaktır.


Soru: Allahü Teâlâ Fatiha sûresinde yevmiddin, yani ceza gününün mâliki diye zikretti de, kıyamet gününün adları olan «yevmü'l vâkaah, yevmü'l kâriah, yevmü'İ hakkâh veya bunlara benzer bir ismine «mâlikiyet» izafe edip neden -mâliki yevmi'l-kâriah» veya -mâliki yevmi'l hakkâh» demedi.


Cevap: Allahü Teâlâ önce kullarının kendisine şükretmesini tenbih edip bütün mevcudatın yaratanı, besleyeni, koruyanı ve terbiye edeni olduğunu beyan etti. Rahman sıfatı ile dünyada kullarına sayısız nimetler verdi. Bu nimetlere karşılık onlara şükretmeleri için emir verdi ki, insanlar bütün azaları ile şükretsinler diye. Nitekim gizli ve aşikâr vücudun en hücra köşesine kadar o nimetier giderek azaların beslenmesine, gelişmesine ve kuvvetlenmesine sebep olur. Bunun için verilen nimetlere şükür, ancak uzuvların da harekete geçmesiyle olur. Azalar Allah'a muhalefetten alıkonulup ibadete yöneltilir, yasaklarından uzaklaştırılır, emrine sarılırsa kul o zaman hakkıyla Allah'a şükretmiş olur. Yoksa sadece dille şükür kelimesini söylemek yeterli değildir.


Yüce Allah bu hakikati bildirdikten sonra kullarının dikkatini çekiyor: önünüzde ceza ve mükâfat günü var. O günün sahibi ve mâliki benim. O günden kimse kurtulamaz. Eğer size verdiğim nimetlerime hakkıyla şükrederseniz, rahim sıfatımla korktuklarınızdan kurtulup umduklarınıza ulaşacak ve cennet nimetimle mükâfatlandırılacaksınız. Orada kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Herkes dünyada yaptıklarının karşılığını görecektir.


Eğer, nankörlük yapar, bu dünyada nimetlerimize şükretmez, bize isyan eder, nefsinize uyup şeytana dost olursanız, bilesiniz ki, bunların karşılığını görüp cezasını çekeceksiniz. Ve o ceza çok acı olacaktır. Bu da dünyada yaptığınız amellerinizin ve isyanınızın karşılığıdır. Bunun için Yüce Allah «Mâliki yevmiddin» buyurmuştur.


Yüce Allah ceza gününü bildirdikten sonra buyurmuştur. Ey Rabbimiz «yalnız sana ibadet ederiz.» Mü'min kulları kendilerini O'nun hizmetine adayıp, «yalnız sana ibadet ederiz, mabudumuz sensin, kulluğumuz sanadır. Senden başka ibadete lâyık yoktur» deyip emirlerine boyun eğdiler. Yine âyetiyle şöyle derler: «Ey bize acıyıp lütfuyla ihsanda bulunan, bize sayısız nimetler bahşeden Rabbimiz ceza gününden korkup şükrünü yerine getirdik. Sana itaat edip emirlerini yapmaya çalıştık. İbâdete lâyık mâbud yalnız sensin. Senden başka ibadete lâyık yoktur. Bizim ibadet ve tâatımız ancak sanadır.»


Bu âyetin devamı olarak buyurdu, Yüce Allah, Yüce Yaratıcı bu kelâmı ile şuna işaret etmiştir: Kulların hakkıyla ibadet yapamazlar. Onlar âciz ve zayıftırlar. Allah'tan kendilerine bir yardım gelmeyince bu mukaddes vazifede başarılı olamazlar. Yüce Allah kullarına yardım edip, onları şeytanın vesvesesinden korudu. Onlardan ibadete mâni olacak şeyleri giderdi. Onlara hidâyetini tevfik edip buyurdu. «Rabbimiz, biz zayıf ve günahkârız. Sana hakkıyla ibadet edemiyoruz. Yalnız senden yardım talep ederiz.» Bize hidayet ver ki, şeytanın şerrinden korunmuş olalım. Sana İbadette bizi daim kıl. Zira bizi sen yarattın. Kulluğuna lâyık gördün. Yalnız sana kulluk ederiz. Bize kuvvet ve kudret ver kî, ömrümüzün sonuna kadar sana ibadet ve itaatte bulunalım.


Hz. Ali (r.a.): «Kul daima halini Allah'a arzetmeli ve yalvar-mahdır» demiştir. Kul dediği zaman yalvararak halini arzeder ve mabudumuz sensin, yalnız sana ibadet ve kulluk ederiz, demek ister. âyetini okuduğu zaman da -Yalnız senden yardım isteriz, Senden başkasından yardım istemeyiz- demiş olur. Yüce Allah'ın bu âyeti göstermektedir ki, kul her işinde Allah'ın yardımına muhtaçtır. O'nun yardımı olmadan hiç bir şey yapılmaz. Allah'ın yardımı olmadan kulun ibadetlerini yerine getirmesi bile mümkün değildir.


Yüce Mevlâ'nın âyet-i celilesi hakkında ilim erbabı çok şey söylemiştir. Ehl-i îman nasibini alsın diye biz de bunlardan bir kısmını zikrettik.


Diğer bir ifadeye göre demek, bizi yoktan var eden Allah dünya sevgisini kalbimizden söküp atar, riyayı terk ettirir, ihlâs Ue sana ibadet ederiz. Yardımı senden isteriz. Bütün varlığımızla sana kulluk ederiz. Kalbimizin sırlarının açılmasını senden dileriz. Kendilerine hidâyet verilip, hakkıyla ibadet eden kulların gibi bize de ibadet etmek nasip eyle. İbadetlerimizin doğru olmasını ve kabul edilmesini senden dileriz. Senin emrin ile sana ibadet ederiz. Bizi ibadetini beğenip kibre kapılanlardan eyleme. Halimizi ibadetine lâyık eyle. Senin yardımını senden istiyoruz. Rahmetinden bizi mahrum etme.


Soru: Allah'tan yardım dilemek işe başlamadan önce gerekmez mi? İş bittikten sonra yardım dilemenin faydası nedir?


Cevap: İşten sonra yardım talep etmek yapılan iş için değil, o işin sevabım talep içindir. Bir de şeytanın onu riyaya düşürüp nmo lini iptal ettirmemesi ve ibadet sahibini ibadetinden alıkoydurma ması, amelini Allah'ın yardımı sayesinde hayır ile bitirmesi içindir


Bazı müfessirler, «iyyâke na'büdü ve iyyâke neste'in» âyet-i ce-Hlesinin cemi (çoğul) olmasının hikmeti, farz namazların cemaatle kılınmasına işarettir demişlerdir.


Peygamberimiz (s.a.v.) cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece, tek başına kılman namazın ise iki derece sevabı olduğunu bildirmiş, cemaatle namaz kılmanın sünnet-i müekkede olduğunu haber vermiştir.


Kur'ân-ı Azîmüşşân'm özelliklerinden biri de, bazan gayba, ba-zan muhataba hitap etmesidir. Bu özellik Fatiha süresinde açıkça görülmektedir. Yüce Allah, -Elhamdü lillâhi rabbil âlemin- kelâmı ile gayba, •İyyâke na'büdü ve iyyâke neste'în» âyet-i celüesiyle de muhataba hitap etmiştir. Bunun benzeri Kur'ân-i Kerîm'de çoktur.


Allahü Teâlâ kullarının ihtiyacını bilip bunu gidermek için: buyurmuştur. -Bizi sırat-ı müstakime hidayet et.» îbn Abbas (r-.a.)'a göre bu âyetin mânası şöyledir: «Yolun en doğrusu olan İslâm'a bizi hidayet et.» Sırat-ı müstakimden maksat doğru yoldur, Bu da İslâm'dır. İslâm'dan başka yollar batıl yollardır. Islâmm dışında hak yol yoktur. Zaten «Hak- İslâm'dır.


Soru: Sırat-ı Müstakimden maksat İslâm'dır. İslâm, sırat-ı müstakimde olanlara mahsustur. Mevcut ve hasıl olanı tekrar dilemenin hikmeti nedir?


Cevap: Sırat-ı müstakim sahibini arzu ettiğine ulaştıran şeydir. Kulun arzu ettiği sıratın kendisi değil, sırat üzere daimi kalacak sebeplerdir. Maksuda ulaşınca o sebeplerle kaim olsun. O zaman mâna şu şekilde kendini gösterir: -Bizi, İslâm'ın gönüllerde yerleşip sabit olacağı sebeplere hidayet et. Onunla bizi arzu ettiklerimize ulaştır. Bizi dağınık ve batıl yollardan muhafaza eyle.»


Abdullah ibn Mes'uftan rivayet edilmiştir: -Peygamberimiz Cs, a.v.) bir gün bir doğru çizgi çizdi. îki yanına da eğri çizgiler çizdi. Bundan sonra buyurdu ki, «Bu doğru çizgi sırat-ı müstakim olan İslâm yoludur. Eğri çizgiler ise dağınık ve bâtıl yollardır ki, her birinin başında şeytanlar bulunur. İnsanları hak yoldan alıkoyup, batıl yollara çevirmek için uğraşırlar.»


-İsrailoğullan yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bu fırkaların her biri bir yol tutacak ve İslâm'dan çıkacaklardır. Bunların hepsi helak olup cehenneme gidecek, yalnız bir tanesi kurtuluşa erecektir. Kurtuluşa erenler, benim ve sahabemin yolunda olanlardır. Yani sırat-ı müstakimden ayrılmayanlardır. Sadece bunlar kurtulacak, diğerleri helak olacaktır.»


Yüce Allah Kur'ân-ı Keriminde şöyle buyuruyor:


«Resulüm, size gösterdiğim yol benim doğru yolumdur. O yola tâbi otun. Hak yoldan çıkıp şeytanın yoluna tâbi olmayın ki, o yol cehennem yoludur» CEn'âm: 153], Batıl yollar dağınık yollardır, daha doğrusu hakkın dışındaki yollardır. Yüce Mevlâ buna işaret ederet. buyurmuştur. «Rabbimiz, Rahim ve» Rahmanımız, ceza gününde malikimiz, dünya ve âhirette mabudumuz, bizi dağınık ve batıl yollardan muhafaza eyle. Sırat-ı müstakim üzere ayaklarımızı daim eyle. Gönlümüzü şeytanın vesvesesinden koru. îmanımızı muhafaza eyle. Bize, emirlerine karşı gelmek için fırsat verme. Fâni .âlemden, ebedî âleme göçerken, son nefesde îman nasip eyle.»


Her an devamlı bir hidayet üzere yaşamak en büyük ihtiyaç olduğu için Yüce Allah kullarına namazda ve namazın dışında Fatiha sûresini çok okumalarını ve her zaman bununla dua etmelerini emretmiştir. Böylece yapılan dualar, duaların kabul edildiği bir zamana rastlar ve saadet ehlinden olarak îmanlarının yok olma tehlikesinden emin bir şekilde âhirete göç ederler.


İlim erbabına göre bu âyette bazı incelikler bulunmaktadır. Bu inceliklerin her biri bir sınıfın duasına işaret etmektedir.


Buna göre 'in mânası şudur:


«Rabbimiz, bizi hak yola ilet. Seninle bizim aramıza şeytan girip ibadetten alıkoymasın. Bizi nefsimize uydurup sana isyan ettirmesin. Senin varlığına ve birliğine tam olan inancımızı gölgelemesin.» Bu, müritlerin duasıdır. Onlar, henüz tevbe edip muhalefetten kurtulamamışlardır. Mâbudlarma tam manasıyla teslim olamamışlardır. Allah'ın azametinden, celâlinden ve katırından haberdar değillerdir. Yaratan*m lütfundan, kereminden gafil olup rahmetinden uzaklaşmışlardır.


Mürid, gönül aynasından akıl gözüyle baktı, hakikat suretinin ayıplan ona göründü. Hatâları meydana çıktı. Allah'a muhalefeti dininde bilindi. Ki neredeyse helak olacaktı. O anda pişman olup doğruluk kemerini kuşandı. Beline ihlâs eteğini bağladı. Uyandı ve hak yoluna başını koydu. Tevbe silâhını eline aldı, tevekkül kabını beline taktı. Rıza ve teslim azığını içine koydu. Kanaat kılıcı ile nefs-i hevayı öldürdü. Şeytanı mağlûp etti, akıl ve canı güldürdü. Bunlarla mutlak hüküm sahibinin kapısına ulaştı. O'nun lütuf ve yardımından istifade etti. Allah'ın lütuf ve yardımından istifade eden, rahmet macunundan yer, marifet ilâçlarından içer, böylece kalbi ve bedeni sıhhat ve selâmet bulur. Kendine musallat olan hastalıklardan kurtulur. Kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Orada oturmaya hak kazanır. Bütün bu arzular ancak Yaratanın lütfü ile gerçekleşir.


Kulun asıl vazifesi, daima yaratanından yardım dilemesidir. Ona karşı her zaman hizmet makamında bulunmalı, huzurunda el bağlayıp gözlerinden yaşlar akıtmalı, Yüce padişaha yalvarıp tevazu diyerek şükretmelidir. Onun rahman ve rahim sıfatlarını ~ zikrederek, diyerek teslim olmalıdır.


Kıyamet gününün şiddet ve dehşetini hatırından çıkarma. Allah'a karşı yaptığın isyanları unutma ve onların sonucu olan cehennem azabını düşün. Aciz ve güçsüz olduğunu bil. Mülk sahibini ınedh ü sena et.


diyerek canı gönülden yalvar. Kul olduğunu aklından çıkarma. Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu bil. On-ıltvn yardım iste, ayetlerini oku ve kulluğunu isbat et. Bu durumunu devam ettir. Allah'a isyandan uzak ol. 'e devam et.


Yâ Rabbi, bizi hak yola hidayet eyle. Bize hidayetini nasip eyle lu, son nefesimize kadar kapında ve hizmetinde ebedi kalalım.


Soru: Mürid hakkında bu izahatı verdin. 'e kadar hoş, u lizol ve uygun. Bundan sonra müride -Na'büdü - neste'înü - ihdi-tıa» diyerek cemi lâfızlanyla dua ve niyaz etmek gerekir mi? Bu lâfı/.] urla kendi şahsına tazim etmiş olmuyor mu? Bu şahsına tazim oluyorsa, el bağlayarak Allah'a yalvarmanın ve boyun eğmenin ne gereği vardır?


Cevap: Kişinin dua esnasında cemi sigasını kullanarak «bize» diye dua etmesinin üç ihtimali vardır. Ayrıca birinci ihtimal de üçe ayrılır:


1— Yapılan dua umumi, hususî ve şahsi olur.


Umumi dualar: Bu türlü dualar bütün Muhammed ümmetini içine alır. Dua yapılırken mü'minlerin hepsi zikredilir. Zira Peygamberimiz (s.a.v.) «Dualarınızı umumî yapın» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerife uygun olsun diye dualar umumî yapılır, tşte bunun için dua eden şahıs cemi sığası olan -Biz» i kullanır.


Hususi dualar: Dua eden adam aile efradını1 hısım akrabasını kast ediyorsa, yine cemi sığası olan «biz» i kullanarak dua eder.


Şahsi dualar: Dua eden şahıs bütün azalarını kast etmiş olur. Dilini bunların tercümanı yapar, bütün işlerinin ve amellerinin hayırlı olmasını Allah'tan niyaz eder, daima hidayet üzere olması için yalvarır. Ve bunun için cemi sigasmı kullanır.


Cemi sigasıyla yapılan dua şahsa tazim değildir. Bu tazim Allah'adır. Çünkü âyette bu şekilde zikredilmiştir.


2— İkinci mâna'dir. Mânası, «Bizi yoktan var eden Rabbimiz, bize doğru yolu sen gösterdin.. Bizi doğru yola hidayet ettin. Gösterdiğin doğru yol üzere mülkünde sabit dururuz. Ebedî bizi bu yoldan ayırma.» Bu, bütün mü'minlerin duasıdır.


3— Üçüncü mâna: Yine bu âyetten şu mâna anlaşılmaktadır: -Ey Halikımız, bizi senin yoluna ilet. Ki senden başkasına kulluk yapmayalım. Senin ibadetinle sana yakın olalım. Bu vesile ile dünya ve âhiret mutluluğuna ulaşalım. Bu, ariflerin duasıdır ki, kendileriyle Allah arasında marifet (yakınlık) hasıl olmuştur. Onlar heran Mevlâ'nın hizmetine hazırdırlar. Mevlâ'nın yolunda karar kılmışlardır. Her an O'na dua ve niyaz ederler.


Arifler buna kanaat etmeyerek haliklarına daha yakın olmayı, makam-ı illiyyine çıkmayı, Rableri ile vasıtasız kelâm etmeyi arzu ederler.


Bu âyet i celîledeki incelikler sıralanırsa söz uzar. Ehl-i halden başkası da bunları anlamaz. Mânasını düşünemezler. Bilmedikleri için inkâr ederler ve dinlerine zarar verirler, Sözü uzatmamak için bu kadarla yetindik.


Bundan sonra Yüce Allah mümin kullarına tenbihatta bulunup «sırat-ı müstakim'i talep etmelerini buyurdu. «Bu yol daima hakkı dileyenlerin, sapık yoldan kaçanların yoludur.»


Nitekim Yîfce Allah: , buyurdu,


•Kâinatın halikı, bizi de kendine dost ettiklerinin yoluna ilet. O yolu sen ihsan edip gösterdin. O yol ile sana ulaştılar.» Gönüllerinde senden başkasının sevgisini taşımadılar. Onlar senin peygamberlerin, dostların, şehidlerin, saiih kullarındır.


İmam-ı Fakih (r.a.) Asım'dan rivayet ederek demiştir ki: Bu âyetle Peygamberimiz ve mağara ashabı kast edilmektedir. Sonra halifelere, yani Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e işaret edilmiştir.


Muhakkikler demişlerdir ki: Yüce Allah'ın âyat-i ceülesinin anlamı Allah'ın arif, evliya, iyiler, müridler ve bütün mû'-min kullarına şâmildir. Yüce Allah ariflere in'am ve ihsan etti. Bunu iman marifetiyle yaptı. Doğruluk ve rızasıyla evliyalara ihsan etti. Hilim ve yumuşaklıkla iyilere ihsan etti. îbadetlerindeki tad ve lezzetle müridlere in'am ve ihsan etti. Doğru yola hidayetle mü'min* lere in'am ve ihsan etti.


Bu âyeti okuyan mü'min, yukarıda geçenlerin hepsinin nasibini talep etmiş olur. Böylece ariflerin marifetini, evliyaların rızasını, iyilerin hilmini, müridlerin ibadetlerindeki lezzeti, salihlerin hidayet üzere olan istikametini kendinde toplamış olur. Aynı zamanda Allah'a yakın oiur ve dostlarının arasına girer.


Ebu Osman (r.a.) >i4^^J"j3fct^ âyetinin mânasını şöyle


açıklamıştır: -Ey bizi yaratan Rabbimiz, nefsinin kötülüklerini, şeytanın hilelerini ve tehlikeli yollan kendilerine bildirerek hidayet ettiğin kimselerin yoluna bizi de hidayet eyle. Onlar rızanı kazanarak ve hak yola girerek sana yaklaştılar.» Bundan sonra Yüce Allah


buyurmuştur. «Yâ Rabbi, bizi doğru yoldan sapmış, isyana dalmış olanların yolundan muhafaza eyle. Yardımını bizden esirgeme. Bizi mâsiyetlerimizle zelil ve helak etme.» Nitekim Yahudilerin yardımım Kesip kendilerini zelil ettin. İslâm'dan uzaklaşıp gadabına uğradılar. Nasranîler gibi sapıtıp yanlış yola düşürme bizi. Onlar İslâm'ı terk ederek Hristiyan oldular. Bizi İslâm'la şereflendirdin. Bizi ondan ayırma.


Tefsir sahipleri şu hususta birleşmişlerdir: Fatiha sûresinde geçen «Mağdübi aleyhim» den Yahudiler kast edilmektedir. Çünkü Allah'ın gadabma uğrayan Yahudilerdir. «Dallın- den de Hristiyanlar kast edilmektedir. Çünkü onlar İslâm'ı kabul etmeyip Hristiyan oldular.


Soru: Neden «Gadap» Yahudilere, «Dâllîn» Hristiyanlara tahsis edilmiş de, -Gadap» Hristiyanlara, «Dallın» de Yahudilere tahsis edilmemiştir?


Cevap: Yüce Aliah Kur'ân-ı Kerîm'de:âyetini Yahudilere tahsis etmiştir, Hristiyanlar hakkında ise;


âyetini zikretmiştir. Bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, gadap Yahudiler üzerine, dalâlet de Hristiyanlar üzerinedir.


Peygamberimizin şu hadîsi de bunun bir delilidir. Peygamberimiz bir gün Va'dil Kurada iken (bir yer ismi) bir zat geldi. -Ey Allah'ın Resulü, «Magdûbi aleyhim» kimlerdir, «Dâllîn» kimlerdir?» diye sordu. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: «Mağdûbi Yahudiler, Dâllîn de Hristiyanlardır- tMuvatta'). Bundan anlaşılıyor ki, Mağdûbi yahudiler, Dâllîn de Hristiyanlardır.


Yahudilere gadabm, Hristiyanlara dalâletin tahsis edilmesinin sebebi, Yahudilerin şerir ve azgm bir millet oluşlarıdır. Yahudiler kendilerine gönderilen peygamberleri ya öldürmüşler veya işkence etmişlerdir. Hristiyanlar ise hiç bir peygamber öldürmemişlerdir. Hazret-i İsa (a.sJ'ya îman edenlere Hristiyan denilmiş ve Hristiyan-)ık, adı geçen peygamberle başlamıştır. Dolayısıyla Hz. îsa ile Peygamberimize kadar geçen zaman içinde hiç bir peygamber öldürül-memiştir. Ancak Peygamberimizi çok üzmüşlerdir.


Hz. İsa'dan öncekilere de İsrailoğuUarı, yani Yahudiler denilmiştir. Yahudiler kendilerine gelen peygamberlerin hepsini öldürmüşler veya işkence etmişlerdir. Hattâ bir yıl içinde yetmiş peygamber öldürmüşlerdir. Allah'ın resullerine böyle muamele etmekten çekinmemişler, onları Öldürmeyi, eza, cefa etmeyi lâyık görmüşlerdir. Bundan dolayı yaptıklarının karşılığı olarak Allah'ın gadabma uğrayanlardan olmuşlardır. Böyle bir cezayı kendileri hak etmişlerdir.


Hıristiyanlar İse islâm'ı terk edip puta taptılar. Hak yoldan çıkıp batıla daldılar. Bundan dolayı dalâlete müstehak oldular. Onlar da bunu kendi elleriyle kazandılar.


Allahü Teâlâ mü'min kullarına hamd ü senayı öğretti. Mürebbi, rahman ve rahim sıfatlarını bildirdi. Kıyamet gününün sahibi, mâliki ve hâkimi olduğunu haber verdi. Mü'min kullarının nasıl dua yapacağını Öğretti. Daha sonra şükürlerin ve duaların kabul olması için Fatihadan sonra «Amin» denilmesini emretti.


İbn Abbas Cr.aJ «Âmin» hakkında şu açıklamayı yaptı: «Fatiha'dan sonra âmin demek, 'Yâ Rabbi, bizi gadabma uğrayanlardan değil de, sırat-ı müstakimde olanlardan eyle1 demektir. Fakat Âmin Fâtiha'dan değildir. Yalnız Peygamberimiz Fatiha'yi okuduğu zaman «âmini- derdi, demiştir.


îmam-ı Mücahit (r.a.): «Âmin, Allah'ın adlarından bir addır. Mânası, Yâ Rabbi, dualarımızı kabul eyle demektir», demiştir.


Peygamberimiz (s.a.v.): «Hristiyanlar hiç bir hususta size haset etmediler, yalnız Âmin'in faziletini bildikleri için hased ettiler» buyurmuştur.


Kâ'bü'l-Ahbar (r.a.); «Amin, Allahü Teâlâ'nın mührüdür. Mümin kullarının dualarını onunla mühürler» demiştir.


Imam-ı Mukatil (r.a.): «Âmin, Allahü Teâlâ'nın kuvvetidir. Allah'tan ayrılıp rahmet indirir* demiştir.


tbn Abbas (r.aJ: -Peygamberimize Âmin'in mânasını sordum. Âmin, Yâ Rabbi isteklerimizi tamamla» demektir dedi ve ilâve etti: «İmam veleddâllin dedikten sonra peşindekiler âmin derlerse melekler de bunların âminine iştirak eder ve Allah onların geçmiş günahlarını bağışlar.»


-Amîn, dört harftir. Fatiha sûresini okuyan kimse «Âmin» dediği takdirde, Yüce Allah her harfi için bir melek yaratır, o melekler o kul için kıyamete kadar mağfiret dilerler. Hak Teâlâ Fatiha'-yi okuyan mü'min kullarına rahmet nazarıyla bakar ve tevfik-ı hidayet kılar» buyurmuştur.


Hiç yorum yok: