7 Kasım 2007 Çarşamba

ibn kesir tefsiri nde fatiha


İBN KESİR TEFSİRİ
FÂTİHA SÛRESİ




(Mekkede nazil olmuştur, yedi âyettir)

1 — Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

2 — Hamd; âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur.

3 — Rahmân'dır, Rahîm'dir.

4 — Din gününün mâlikidir.

5 — Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.

6 — Bizi dosdoğru yola ilet.

7 — Nimete erdirdiklerinin yoluna, Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.

Fatiha sûresi, Mekkî (Mekke'de nazil olmuş) bir sûredir. İbn Ab-bâs, Katâde ve Ebu'l- Âliye böyle zikrederler. Medine'de indiği de söylenir. Bunu Ebu Hüreyre, Mücâhid, Atâ İbn Yessâr ve Zührî naklederler. İki kerre nazil olduğunu, birinin Medine dönemine, diğerinin Mekke dönemine rastladığını söyleyenler de vardır. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ «Sana Seba' el-Mesânî'yi verdik» buyurmuştur. Şüphesiz ki en iyisini Allah bilir.

Bu sûrenin yedi âyet olduğunda ihtilâf yoktur. (Amr İbn Übeyd sekiz, Hüseyin el-Ca'fî ise altı âyettir der. Her iki kavil de şâz'dır). Ancak besmelenin başlı başına bir âyet olup olmadığı tartışmalıdır. Nitekim Kûfe'li Kurrâ'nın tümü ile sahabe ve tabiînden bir topluluğun görüşü böyledir. Daha sonra gelen bilginlerden de bir grup bu görüşe katılmıştır. Âyetin bir kısmıdır veya başlangıçta âyet değildir diyenler ise Medîne'li Kurra'dır. Yeri gelince belirtileceği gibi bu konuda fakîhler üç ayrı görüşe sahiptirler.

Müfessirler dediler ki; bu sûrenin kelimeleri yirmibeştir, harfleri ise yüz onüçtür. İmam Buhârî, Tefsir kitabının başında der ki (Fatiha sûresine) «Ümmü'l - Kitâb = kitabın anası» adı verilmiştir; çünkü Mushafların yazılışına onunla başlanır ve namazda Kur'an okumaya Fatiha ile başlanır. Denildi ki, bu adın verilmesinin sebebi; Kur'an'ın bütün muhtevasının bu sûredeki mânâya râci' olmasındandır.

İbn Cerir der ki: Araplar her işin bütününe veya başlangıcına —ardından gelen bölümler varsa— bu hepsinin önderi veya anası hükmünde olduğu için ona «ana» adını verirler. Nitekim beyni kaplayan deriye başın anası adı verilir. Askerlerin altında toplandıkları sancağa da ana adı verilir. Bu konuda şâir Zürrimme'den de bir şâhid getirilir.

İbn Cerîr der ki: Mekke'ye «Ümmü'l - Kura = kasabaların anası» adının verilmesi hepsinin önünde yer almasındandır. Diğerleri ondan sonra gelmektedir. Çünkü yeryüzü onun altında yuvarlanmıştır, denilir.

Bu sûreye Fatiha adı da verilir, çünkü Kur'an okunmaya onunla başlanır. Sahâbe-i Güzin Mushaf-ı Şerifi yazmaya onunla başlamışlardır. «Seb'al - Mesânî» adı verilmesi de doğrudur. Çünkü namazda iki kerre tekrarlanır ve her rek'âtta okunur. Kaldı ki, Mesânî kelimesinin daha başka anlamları da vardır ki biz yeri gelince İnşâallah onlardan bahsedeceğiz.

İmâm Ahmed der ki; bize Yezîd İbn Hârûn... Ebu Hüreyre'den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) Kur'an'ın anası hakkında şöyle buyurmuştur : «Fatiha Kur'an'ın anasıdır, o iki kerre tekrarlanan yedidir ve o yüce Kur'an'm kendisidir.» İmâm Ahmed ayrıca bu hadîsi İsmail İbn Ömer İbn Ebu Zi'b'den rivayet eder. Ebu Ca'fer Muhammed İbn Cerîr el-Taberî der ki; bana Yûnus... Ebu Hüreyre (r.a.)'dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur :

«O (Fatiha) Kur'an'm anasıdır. O kitabın fâtiha'sıdır ve iki kerre tekrarlanan yedidir...»

Hafız Ebu Bekr Ahmed İbn Mûsâ İbn Merdûveyh tefsirinde der ki, Ahmed İbn Muhammed İbn Ziyâd... Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Elhamdülillahi Rab-bi'l - Âlemin, yedi âyettir. Bunlardan birisi Bismillâhirrahmânirrahim'-dir. O iki kerre tekrarlanan yedi ve yüce Kur'an'dır. O kitabın anası ve fâtiha'sıdır.»

Darekutnî de aynı şekilde bu hadîsi Ebu Hüreyre'den merfû olarak rivayet eder ve râvîlerinin hepsinin de sika olduğunu söyler.

Beyhakî de Hz. Ali, tbn Abbas ve Ebu Hüreyre'den rivayet eder ki, onlar «Seb'al - mesânî» iki kerre tekrarlanan yedi tabirini fatiha olarak tefsir etmişler ve Besmelenin de bunun yedincisi olduğunu belirtmişlerdir. Besmeleden bahsedince bu konunun devamı gelecektir.

Fatiha Sûresinin önemi:

İmâm Ahmed İbn Hanbel (r.a.) «Müsned» adlı eserinde der ki; Yahya İbn Saîd... Ebu Said İbn el-Muallâ'dan nakleder ki o şöyle demiş : Ben namaz kılıyordum, Resûlullah (s.a.) beni çağırdı, ben namazımı kıldım sonra Resûlullaha icabet ettim. Yanma geldiğimde buyurdu ki: «Bana gelmekten seni alıkoyan nedir?» «Ey Allah'ın Rasûlü ben namaz kılıyordum,» dedim. Buyurdu ki; Allah Teâlâ :

«Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Allah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem bilin ki, Allah şüphesiz kişi ile kalbi araşma girer. Ve muhakkak ona dönüp toplanacaksınız.» (En-fâl, 24) buyurmadı mı? Sonra devam etti; «Ben sana Mescid'den çıkmazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresini öğreteceğim» dedi ve elimden tuttu. Mescidden çıkmak isteyince dedim ki; ey Allah'ın Rasûlü, «Mescidden çıkmazdan önce Kur'an'ın en büyük sûresin: öğreteceğim buyurmuştunuz» dedim. O, «evet Elhamdülillahi Rabbi'l - Âlemîn.» İşte o, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'ın kendisidir» buyurdu. Bu hadîsi Buhârî de rivayet eder. Ebu Dâvûd, Neseî ve İbn Mâce de Şu'be kanalıyla muhtelif yollardan rivayet ederler. Vâkidî ise Muhammed İbn Muâz el-Ensâri yoluyla Übeyy İbn Kâ'b'dan nakleder.

İmam Mâlik İbn Enes'in «el-Muvatta» adlı eserinde, dikkat edilmesi gereken bir husus yer alır : Mâlik'in, A'lâ İbn Abdurrahman İbn Ya'kûb'tan rivayetine göre; İbn Âmir'in kölesi Ebu Saîd onlara şu bügiyi aktarmış: Rasûlullah (s.a.) Übeyy İbn Kâ'b'ı namaz kılarken çağırmıştı, o namazını bitirince Peygamberin yanma vardı. (Râvî der ki) Rasûlullah (s.a.) elini elimin içine koydu, mescidin kapısından çıkmak istiyordu ve şöyle buyurdu: «İsterim ki mescidin kapısından çıkmadan önce Tevrat'ta, İncil'de, Kur'an'da benzeri nazil olmamış bir sûreyi öğrenesin.» Übeyy İbn Kâ'b (r.a.). diyor ki: Ben yavaş yavaş yürümeye başladım. Onu bekliyordum, sonra dedim ki: Ey Allah'ın Rasûlü, bana vadettiğin sûre hangisidir? Buyurdu ki: «Na*-maza başladığın zaman ne okuyorsun?» Ben de Elhamdülillahi Rabbi'l

Âlemin» sonuna kadar okudum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «tşte o bu sûredir, o, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen yüce Kur'an'-ın kendisidir.»

Burada nakledilen Ebu Saîd, Ibn el-Muallâ değildir. Ancak îbn el-Esîr «Cami el-Usul» adlı eserinde böyle sanmıştır. Ondan sonra gelenler de bu zanna tâbi olmuşlardır. Zira Ebu Saîd İbn el Muâllâ En-sâr'dan bir sahabedir. Buradaki Ebu Saîd ise Huzâa kabilesinden bir tâbiîndlr. O hadîs sahîh ve muttasıldır. Bu hadîs ise eğer bu Ebu Saîd, Übeyy İbn Kâ'b'tan onu işitmemişse münkatı'dır. Şayet ondan işit-mişse —Müslim'in şartına göre— yine münkatı'dır. Doğrusunu Allah bilir. Kaldı ki, Übeyy İbn Kâ'b'tan başka bir şekilde rivayet edilmiştir. Nitekim İmâm Ahmed der ki, bize Affân... Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayet etti ve dedi ki; Rasûlullah Übeyy İbn Kâ'b'm yamna gitti, o namaz kılıyordu. Ey Übeyy, dedi fakat o, Rasûlullah'a icabet etmedi. Sonra ey Übeyy dedi, Übeyy yavaş davrandı. Sonra Rasûlullah (s.a.)'m yanına vardı ve dedi ki: «Allah'ın selâmı üzerine olsun ey Allah'ın Rasûlü.» Allah'ın Rasûlü de : «Sana da Allah'ın selâmı olsun ey Übeyy, ben seni çağırdığım zaman gelmen gerekmez miydi? Seni bundan alıkoyan nedir?» Übeyy dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü namazda idim. Hz. Peygamber dedi ki: «Allah Teâlâ'nın vahyettiği âyette şöyle Duyurulduğunu görmedin mi?»

«Ey iman edenler, sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman; Allah'a ve Rasûlüne icabet edin. Hem bilin ki, Allah şüphesiz kişi ile kalbi arasına girer. Ve muhakak ona dönüp toplanacaksınız.» (Enfâl, 24)

Evet ey Allah'ın Rasûlü dedi, bir daha tekrarlamam diye ekledi. Rasûlullah buyurdu ki: «Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da benzeri olmayan bir sûreyi öğretmemi ister misin? Ben evet ya Rasûlullah dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki : «Umarım ki sen onu öğreninceye kadar ben bu kapıdan dışarı çıkma-yayım. Sonra Rasûlullah (s.a.) elimi eline aldı, benimle konuşuyordu, söz bitmeden önce kapıdan dışarı çıkmasından korkarak yavaş davra-nıyordum. Kapıya yaklaştığımızda dedim ki : «Ey Allah'ın Rasûlü bana vaad ettiğin sûre hangisiydi?» Buyurdu ki: «Namazda ne okursun?» (Übeyy İbn Kâ'b) diyor ki, ona Kur'an'ın anasını okudum, O da buyurdu ki nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, Allah ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da onun gibisini indirmemiştir, o iki kerre tekrarlanan yedidir.»

Tirmizî, Kuteybe yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.)'den bu hadîsi naklettikten sonra ilâve olarak, «O, iki kerre tekrarlanan yedi ve bana verilen Yüce Kur'andır buyurmuştur» der, sonra da bu badisin. aa\v\Y» ve hasen olduğunu belirtir. Aynı konuda Enes İbn Mâlik'ten de bir rivayet nakledilir. Abdullah İbn îmâm Ahmed, İsmail'den... O da Ebu Hüreyre'den, o da Übeyy İbn Kâ'b'tan bu hadîsi benzer şekilde veya yaklaşık olarak uzun uzadıya rivayet eder.

Tirmizî ve Neseî ikisi de Ebu Ammâr yoluyla... Ebu Hüreyre ve Übeyy İbn Kâ'b'tan Rasûlullah (s.a.)'uı şöyle buyurduğunu naklederler : «Allah ne Tevrat'ta, ne İncil'de Kur'an'm anasına benzer bir (sûre) indirdi, o iki kerre tekrarlanan yedidir. O benimle kulum arasında iki parçaya bölünmüştür.» Neseî'nin ifâdesi budur. Tirmizî de bu hadîs, hasen ve garîbtir der.

İmâm Ahmed der ki; bize Muhammed... Câbir'den rivayet eder ki o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) 'm yanına vardığımda su taşıyordu. Allah'ın selâmı üzerine olsun dedim. O, bana karşılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Allah'ın selâmı üzerine olsun dedim yine bana karşılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Allah'ın selâmı üzerine olsun ey Allah'ın Rasûlü dedim o bana karşılık vermedi. (Câbir diyor ki:) Rasûlullah (s.a.) yürümeye başladı, ben arkasında idim, nihayet o bineğinin olduğu yere vardı. Ben de mescide girdim ve üzüntülü olarak oturdum. Rasûlullah (s.a.) yanıma geldi, temizlenmişti senin de üzerine Allah'ın selamı rahmeti ve bereketi olsun dedi, senin de üzerine Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi olsun, senin de üzerine Allah'ın selâmı rahmeti ve bereketi olsun dedi. Sonra buyurdu : Ey Câbir'in oğlu Abdullah, sana Kur'an'daki sûrelerin en hayırlısını haber vereyim mi? Evet ya Rasûlullah dedim. Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemîn'i sonuna kadar oku, buyurdu. Bu isnâd sağlamdır. Bu isnâdda sözü edilen İbn Akü büyük imamlar tarafından hüccet olarak kabul edilir. Abdullah İbn Câbir ise sahabedir. İbn'el-Cevzî'nin zikrettiğine göre bu zât, Ahdîdir. Doğrusunu Allah bilir. Denilir ki bu Abdullah İbn Câbir el-En-sârî el-Beyazîdir. Hafız İbn Asâkir böyle zikretmiştir.

Bu hadîsi ve benzerlerini delil getirerek bazı âyet ve sûrelerin diğer bazılarından üstün olduğu belirtilmiştir. Nitekim İshâk İbn Râhe-veyh Ebu Bekr İbn el-Arabî ve Malikîlerden İbn'el Ğaffar'ın aralarında bulunduğu bilginlerden çoğunun naklettiği budur. Diğer bir guruba göre sûrelerin arasında hiç bir üstünlük yoktur. Hepsi Allah'ın kelâmıdır, üstünlük atfetmenin üstün sayılmayanın küçüklüğüne sebep olması ihtimâli vardır. Kurtubî'nin Eş'arî'den, Ezu Bekir el-Bâkıllâ-nî'den, Ebu Hakîm İbn Hibbân el Büstî'den, Ebu Hayyân'dan ve Yahya İbn Yahya'dan naklettikleri bunlardır. İmam Mâlik'ten de böyle rivayet edilmiştir.

Buhârî Kur'an'm faziletleri babında der ki; Muhammed İbn el Müsenna... Ebu Saîd el Hudrî'den nakletti ki, o şöyle demiş : Biz bir yolculukta bir yerde konaklamıştık. Bir genç kız geldi ve dedi ki: «Kabilenin efendisini yılan soktu (iyiye yorumlamak için yılan sokana selîm deniyordu) erlerimiz de yoktur, aranızda rukye yapan var mıdır? Aramızdan bir erkek kalktı —ki biz onun rukye yaptığını bilmezdik— rukye yaptı ve adam iyileşti, ona otuz koyun emretti, bize de süt içirdi. Dönünce dedik ki; güzel rukye yapar miydin? Yoksa rukye yapmaya mı çalıştın? Dedi ki hayır, ben sadece Ümmü'l - Kitab (fatiha sûresi) ile rukye yaptım. Dedik ki hiçbir şey söylemeyin ta ki Rasûlullah'a gidelim ve suâl edelim. Medine'ye geldiğimizde durumu Hz. Peygambere anlattık dedi ki, rukye olduğunu nereden bilecek, koyunları taksim edin ve bana da bir pay ayırın.»

Ebu Ma'mer der ki; bize Abdü'l Vâris... Ebu Saîd el Hudrî'den böylece rivayet etti. Müslim ve Ebu Dâvûd, Hişâm tarikiyle bu hadîsi rivayet ettiler. Müslim'in bazı rivayetlerinde de Ebu Saîd el-Hudrî'nin kendisi o selimi (yani yılan sokmuşu) rukye yapmıştır. (Yüan sokmuşa selîm demelerinin sebebi tefâül idi.)

Müslim Sahîh'inde, Neseî sünen'inde, Ebu'l Ahvas Sellâm îbn Selîm İbn Abbâs'tan rivayet eder ki; o şöyle demiş : Biz Resûlullah (s.a.) ile beraberdik, onun katında Cebrail de vardı. O sırada yukardan bir ses işitti. Cebrail gözünü semâya dikti ve dedi ki, bu gökte açılmış öyle bir kapıdır ki hiç bir zaman açılmamıştır. Ve devam etti; ordan bir delik açıldı, bir melek indi ve Hz. Peygambere gelerek dedi ki: «Sana verilen iki ışıkla müjdelerim ki senden önce hiçbir peygambere onlar verilmemişti. (Bunlar) Fatiha sûresi ve Bakara sûresinin sonudur. Ondan hiç bir harf okunmamıştır ki sana verilmiş olmasın.» Bu, Neseî'nin ifadesidir.

Müslim'de de buna benzer bir başka hadîs vardır - Müslim der ki; bize İshâk İbn İbrâhîm el-Hanzâlî... Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) «Her kim ki içinde Kur'an'm anası okunmayan bir namaz kılarsa eksiktir, tamamlanmamıştır» demiş ve üç kerre tekrarlamıştır. Ebu Hüreyre (r.a.)'ye biz, imamın arkasında duruyoruz denildiğinde, o içinden oku dedi. Çünkü ben Rasûlullah (s.a.) dan şöyle dediğini duydum: Allah Azze ve Celle buyurmuş ki namazı benim ile kulum arasında ikiye ayırdım kulumun istediği kendinindir. O, ( ) deyince, Allah der ki kulum bana ham-detti. ( ^J^j*»-^ ) deyince, kulum bana sena etti buyurur. ( cn^ryi^^ ) deyince, kulum beni övdü buyurur. (Bir başka seferinde de kulum bana her işini havale etti buyurur.) ( ) deyince Allah Teâlâ; «bu, benimle kulum arasındadır ve kulumun istediği kendisinindir buyurur. ( ) deyince, Allah Teâlâ; «bu, kulum içindir ve kulumun istediği kendisinindir.» buyurur. Neseî bu hadîsi İs-hâk İbn Râhûyeh'ten böylece rivayet etmiştir. Aynı şekilde Kuteybe'-nin... Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetleri de vardır. Buradaki yarısı benim, yansı da kullunundur ve kulumun istediği kendinindir, metnini İbn îshâk A'lâ'dan da rivayet etmiştir. Müslim de İbn Cüreyc'in A'lâ'dan ve Ebu Saîd'den böyle bir rivayetini nakleder. Keza İbn Ebu Üveys'in A'lâ'den, onun da babasından ve Ebu Saîd'den, onlann da Ebu Hüreyre'den bu hadîsi naklettiklerini rivayet eder. Tirmizî ise bu hadîs hasendir der. Ben Ebu Ztir'a'ya sorduğumda, gerek A'lâ'nın babasından ve gerekse Ebu Saîd'den nakli sahihtir dedi. Bu hadîsi Abdullah İbn İmâm Ahmed de, A'lâ'dan ve Ebu Hüreyre'den uzun uza-dıya nakleder.

İbn Cerir der ki bize Salih İbn Mismâr el-Mervazî... Câbir İbn Abdullah'tan nakletti ve dedi ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururdu : Allah Teâlâ buyurdu ki: Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım. Onda kulumun kendisi için istediği vardır. Kulum ( ^)j*s*j\ jşJUJi vj ) dediğinde, Allah Teâlâ, kulum bana hamdetti der, ( j*>- J\ <+~>-J\ ) dediğinde, kulum bana sena etti der. Sonra, bu benim, gerisi onun der. Bu hadîs bu şekliyle garîbtir.

Evvelâ, bu hadîste Fatiha için salât (namaz) lafzı kullanümış-tır, maksat kırâettir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

«Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortasını bul.» (İsrâ, 110) «Namaz kılarken»'den maksad; namazda okurken demektir. Bu husus İbn Abbas'tan nakledilen sahîh bir hadîste tasrîh edilmiştir. Keza bu hadîste de «namazı benimle kulum arasında ikiye ayırdım, yarısı benim, yansı kulumun ve kulumun istediği kendinindir.» buyurulmuştur. Sonra bu taksimin tafsilâtı anlatılmış ve Fâti-ha'nm okunuşu zikredilmiştir. Bu da namazda kırâetin yüceliğine delâlet eder. Namazın en büyük rükünlerinden birisi olduğunu gösterir. Çünkü Fâtlha'ya ibâdet ve namaz terimleri ıtlak olunup bununla ibâdetin bir bölümü yani kıraet kasdedilmiştir. Tıpkı kırâet lafzı üe namaz kasdedildiği gibi. Burada maksat sabah namazıdır. Nitekim bu husus Buhârî ve Müslim'de sarahaten vârld olmuştur. Allah Teâlâ gece melekleriyle gündüz meleklerini ona şâhld kılar denmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki namazda kırâet gerekir ve bu hususta ulemânın ittifakı vardır. Lâkin ihtilâf ikinci bir husustadır ki bunu aşağıda belirteceğiz. Buna göre namazda Fâtiha'dan başka bir şey gerekir mi, yoksa Fatiha veya bir diğer âyet yeterli midir? Bu konuda iki meşhur görüş vardır. Ebu Hanîfe'ye ve onun arkadaşlanndan kendisine uyanlara göre; Fatiha şart değildir. Kur'an'dan ne okunursa yeterlidir. Bu görüşlerine delil olarak şu âyet-i celîleyi gösterirler.

«Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun.» (Müzzemmil, 20)

Ayrıca Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde Ebu Hüreyre'den nakledilen hadîste Rasûlullah (s.a.)'ın, «Namaza kalktığın zaman, tekbîr al, sonra kolayma geleni oku» buyurduğunu delil gösterirler ve derler ki; «Rasûlullah, kolay gelenin okunmasım emretmiş, Fâtiha'yı tayin etmemiştir.» Bu da bizim görüşümüzü destekler.

İkinci görüş uyarınca namazda Fatiha okumak belirlenmiştir. Fatiha olmadan namaz tamamlanmaz. Bu (Ebu Hanîfe'nin dışında kalan) diğer imamlardan İmam Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve arkadaşlarıyla Cumhur-u Ulemânın görüşüdür. Onlar şu Hadîs-i şerifi delil gösterirler. Kasûlullah (s.a.) : «Kur'an'm anasını okumadan namaz kılan kimsenin namazı eksiktir» buyurur. Hadîs'in metninde geçen ( çioiJi ) kelimesi hadîsin devamının da tefsîr ettiği gibi eksikliktir. Keza bu imamlar Buhârî ve Müslim'de Zührî'den nakledilen şu hadîsi delil göstermektedirler : Zührî... Ubeyde İbn Sâmit'ten nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayan kişinin namazı tamâm olmaz.» İbn Hüzeyme, İbn Hıbbân Ebu Hürey-re (r.a.)'den naklederler ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «İçinde Kur'an'ın anası okunmayan namaz tamâm değildir.»

Bu konuda hadîsler pek çoktur. Münazara şekli çeşitlidir. Bizim burada onları zikretmemiz uzun olur. Me'hazlanna işaret ettik. Allah cümlesine rahmet eylesin.

Şâfü mezhebine ve ilim ehlinden bir topluluğa göre; Fâtiha'nın her rek'atta okunması vaciptir. Diğer bir kısmı ise rek'atların çoğunda okunması gerekir derler. Hasan el-Basrî ve Basralıların çoğunluğu ise «Fatiha okumayanın namazı yoktur.» hadîsini mutlak olarak alırlar ve namazda her rek'atta Fatiha okumanın vacip olduğunu belirtirler. Ebu Hanîfe ve arkadaşlarıyla, Sevrî ve Evzaî ise Fatiha okumanın belirtilmediğini, onun dışında herhangi bir âyet okunsa da Allah Teâlâ'nın : «Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun» (Müzzemmil, 20) âyetine dayanarak yeterli olduğunu belirtirler. Doğruyu Allah bilir.

İbn Mâce, Ebu Süfyân el-Sa'dî'nin hadîsinde Ebu Nadre ve Ebu Saîd'den merfû' olarak nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) «farz veya başka (namazda), her rek'atta fatiha ve bir sûre okumayan kişinin namazı yoktur.» buyurmuştur. Bu hadîsin sıhhati şüphelidir. Bu konuların yeri ise büyük ahkâm kitabıdır. Şüphesiz ki Allah en doğruyu bilendir.

Üçüncü bir husus ise, imâma uyan kimseye Fatiha okumanın vacip olup olmaması konusudur. Bu konuda bilginlerin üç görüşü vardır :

a) İmâma vacip olduğu gibi (yukardaki hadîslerin umûmuna binâen) imâma uyana da Fatihayı okumak vaciptir.

b) İmâma uyan kimseye, ne Fatiha, ne de başka bir âyet okumak vacip değildir. İster cehrî ister gizli okunan namazda olsun hiçbir şey okumak gerekmez. İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde, Câbir İbn Abdullah'ın Rasûlullah (s.a.)'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur : «İmâmı olan kişiye İmâmın okuması kırâettir.» Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Mâlik, Vehb İbn Keysân'-dan o da Câbir'den bu hadîsi rivayet etmiştir. Bu hadîs başka yollarla da rivayet edilmiştir ki bunlardan hiçbirisinin Rasûlullah'a isnadı sahîh değildir. Allah en doğrusunu bilendir.

c) Yukarda geçtiği gibi, gizli okunan namazlarda imâma uyanın kırâeti vaciptir, ancak cehrî namazlarda vacip değildir. Nitekim Müslim'in sahihinde Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «İmâm, imâma uyulmak için öngörülmüştür. Binâenaleyh tekbîr aldığı zaman tekbîr alın, okuduğu zaman dinleyin» ve hadîsin devamı da zikredilir. Ebu Dâvûd, Tirmizî, Neseî, İbn Mâce gibi Sünen sahibi imamlar da böylece rivayet etmişler ve Rasûlullah (s.a.)'in «Kur'an okunduğu zaman susun» kavlini nakletmişlerdir. Müslim İbn Haccâc da aynı şekilde bunu sağlam saymıştır. Bu iki hadîs, bu görüşün sıhhatına delâlet eder ki Şâfü mer-hûm'un eski görüşüdür. Doğrusunu ancak Allah bilir. İmâm Ahmed İbn Hanbel merhûm'dan da bu görüş nakledilir.

Bu mes'elenin burada zikredilmesinin sebebi; Fatiha sûresinin diğer sûreleri ilgilendirmeyen bazı özel hükümlerini açıklamaktan ibarettir. Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr... Enes (r.a.)'den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu nakleder : «Yanım yatağa koyduğunda; Fatihayı ve İhlâs'ı okuduğunda ölümden başka her şeyden emîn olmuşsun-dur.»

Rahman ve Rahim :

Rahman ve Rahîm ismi rahmet kökünden mübalağa vezninde türemiştir. Rahman ismi Rahîm isminden daha mübalağalıdır. İbn Ce-rîr Taberî bu konuda ittifak edilen görüşü şöylece özetlemektedir : Seleften gelen bazı tefsirde îsâ (a.s.)ya dayanan ve yukardaki şekle delâlet eden bir rivayet vardır. Şöyle ki: îsâ (a.s.), «Rahman; dünya ve âhirette fazla esirgeyici, Rahîm ise yalnızca âhlrette esirgeyici anlamı-nadır» demiştir. Bazıları ise bu isimlerin türetilmemiş olduğu kanaa-tındadırlar. Zira türemiş olsaydı rahmet edilenin zikriyle birleştiril-mezdi. Nitekim âyet-i Kerîme'de «O mü'minler için Rahîm'dir» buyu-rulmuştur.

İbn Cerîr der ki, bize Serrî İbn Yahya el-Temimî, Azremî'nin söyle dediğini bildirir. Rahman ve Rahîm derken; Rahman tüm yaratıklara Rahîm ise mü'minlere merhamet eden anlamınadır. Denilir ki bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra da arşa hükmeden Rahmân'dır. Bunu, haberdâr olana sor» (Fürkan, 59).

«O Rahman arşı istivâ etti.» (Tâhâ, 5).

İstiva kelimesinin Rahman ismiyle zikri, rahmetini bütün yaratıklarına yaygınlaştırmak içindir. Yine : «Ve o mü'minler için Rahîm olandır». (Ahzâb, 43) buyurmuştur ki burada Rahîm ismini mü'minlere tahsis etmiştir. Derler ki, bu da gösteriyor ki Rahman rahmet bakımından daha çok mübalâğadır. Çünkü her iki dünyada tüm mahlûkâta rahmet eden anlamına gelir. Rahîm ise, mü'minlere hâstır. Lâkin me'sûr olan duada dünya ve âhiretin Rahmanı ve Râhîmi diye zikredilmiştir.

Allah Teâlâ'nın Rahman ismi yalnız O'na mahsûstur ve O'nunla başkası isimlendirilmemiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında bir yol bul.» (İsrâ, 110).

Bazıları derler ki; Rahîm, Rahmân'dan daha çok mübalağa ifade eder. çünkü o Rahman lafzını te'kîd için gelmiştir. Te'kîd eden te'kîd edilenden daha kuvvetli olmalıdır. Ona cevap olarak denilir ki, burada te'kîd babında değil sıfat babında zikredilmiştir. Binâenaleyh zikredilen husus söz konusu değildir. Şu halde Allah'ın başka hiçbir kimseye verilmeyen ismi celâlinin önce söylenip ardından Rahman sıfatıyla tavsif edilmesi onun Rahman sıfatıyla başkasına isim olarak verilmesini önler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«De ki ister Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir.» (tsrâ, 110).

Yemâme'li Müseyleme bu konuda azgınlık yapınca kendisine sapıklardan başka kimse uymamış ve o haddi aşmıştır.

Rahim sıfatına gelince, Allah bu sıfatı kendinden başkaları için de kullanmıştır :

«Andolsun ki, size kendinizden bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir, sizin üzerinize düşkündür, mü'min-lere Rauf ve Rahîm'dir.» (Tevbe, 128).

Kendinden başkalarını diğer isimlerinden bir kısmıyla tevsif ettiği de vâriddir. Nitekim şöyle buyurur:

«Biz insanı katışık bir damla sudan yaratmışızdır. Onu deneriz. Bu yüzden onu işitici ve görücü yaptık.» (İnşân, 2).

Hâsılı kelâm, Allah Teâlâ'nm isimlerinden bir kısmı başkalarına verilebilir, bir kısmı verilemez. Bu verilemiyenler arasında Allah, Rahman, Halik, Râzık (...) Ve benzeri isimler yer alır. Bunun için her şeye Allah'ın adıyla başlanır ve Rahman sıfatıyla devam edilir. Zira Rahman Rahîm'den daha özel ve daha çok bilinenidir. Çünkü isim önce en saygıya değer isimlerle başlar ve bu yüzden en özel olan isimler kullanılmıştır.

Denüirse ki: Rahman ismi mübalağa bakımdan, Rahîm'den daha fazla olduğuna göre, sadece Rahmân'la yetinilip Rahîm söylenmezse olmaz mıydı? Horasanlı Atâ'dan (aşağı yukarı) şu anlamda bir ifâde rivayet edilir : Eğer Rahman lafzıyla Allah'tan başkası da adlandırılacak olursa, bunun Allah olması vehmini bütünüyle ortadan kaldırmak için Rahîm lafzı da getirilmiştir. Çünkü Allah'dan başkası Rahman ve Rahîm lafzıyla nitelendirilemez. İbn Cerir de Atâ'dan aynı şekilde rivayet eder. Şüphesiz ki, en doğruyu Allah bilir.

Bazılarının kanâatına göre araplar Rahman lafzını bilmezlerdi. Onun için Allah Teâlâ onlara reddiye makamında şöyle buyurmuştur :

«De ki: «İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini derseniz deyin en güzel isimler O'nun içindir. Namazında sesini yükseltme de gizleme de. İkisi arasında Dir yol bul.» (İsrâ, 110).

Bu sebeple Kureyşli kâfirler Hudeybiye Muahedesinin imzalandığı gün Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali (r.a.) ye «Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla» şeklinde yazmasını Duyurunca; müşrikler «biz ne Rahmân'ı ve ne de Rahîm'i tanırız» dediler. Bu olayı Buhârî de nakleder. Bazı rivâyetlerde ise şöyle dediler: «Biz Rahman diye bir şey tanımıyoruz, sadece Yemâme'nin Rahmân'mı tanıyoruz. Allah Teâlâ buna karşılık şöy-. le buyurdu :

«Onlara : «Rahmân'a secde edin» denildiği zaman, Rahman da nedir? Senin bize emredegeldiğine mi secde edeceğiz» derler. Ve bu onların nefretini artırır.» (Furkân 60).

Anlaşılan odur ki müşriklerin bu inkârı inâd, direnme ve küfürde İsrardan başka bir şey değildir. Zira câhiliyet devri Arap şiirinde Allah Teâlâ'ya Rahman adının verildiği görülmektedir.

îbn Cerîr Taberî der ki; bize Ebu Küreyb... Abdullah İbn Abbâs'tan nakletti ki şöyle demiş : Rahman ( ) fa'lân ( ) vezninde olup rahmet kökünden gelmektedir. Bu Arapların kullandıkları sözler arasında vardır. Ve dedi ki, ( ) sevdiğine yumuşaklık, sevgi k ile muamele ederek rahmet eder. Kızdığı kimseye karşı da rahmetten uzak davranır. O'nun bütün isimleri bu şekildedir. Yine İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr... Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş : «Rahman ismi başkası için memnû'dur.»

İbn Ebû Hatim Hasan'dan nakletti ki o şöyle demiş: Rahman insanların edinebilecekleri bir isim değildir. Çünkü o Yüce ve Mübarek zât'ın adıdır.

Ha m d :

Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'a mahsûstur.

Ebu Ca'fer İbn Cerîr Taberî der ki; «hamd» in mânâsı, şükrün sadece Allah'a mahsûs olması ve Onun dışında tapınılan hiçbir şeye, yaratıklarından hiç birisine şükredilmemesidir. Çünkü Allah, kullarına sayıya gelmeyecek ve sayısı kavranılamıyacak kadar nimetler ihsan etmiştir. Bu nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kendisine itaat etmeleri için âletleri düzeltmiş, farzlarını yerine getirmeleri için mükelleflerin vücûd ve organlarını takviye etmiş, kendilerine dünyada geniş nzıklar ihsan etmiş, hak etmedikleri halde dünya hayatını nîmet ve gıdalarla gıdalandırmış, ebedî nimetler yurdunda sürekli olarak karâr kılmalarını sağlıyacak sebepleri önlerine sererek onları uyarmıştır. Bütün bunlardan dolayı başta da sonda da hamd Rabbımıza mahsûstur.

Ibn Cerîr : «Elhamdülillah» sözü Allah'ın, güzel isimleriyle ve yüce sıfatlarıyla övülmesidir. Allah'a şükür ise nîmet ve ihsanlarıyla Övül-mesidir. Sonra bu görüşü reddederek hülâsatan şöyle der : Arap dilini bilenlerin tümü hamd ve şükür kelimelerinin birbirinin yerine kullanıldığım görürler. İbn Cerîr'in iddiası üzerinde düşünülmesi gerekir. Çünkü daha sonraki bilginlerden birçoğu tarafından meşhur olan ka-nâata göre hamd; hamd edilene lâzım ve müteaddî olan sıfatlarla övgüdür. Şükür ise ancak müteaddî sıfatlarla olabilen bir sözdür ve bu; dille, gönülle ve erkânla olur. Lâkin bilginler hamd veya şükür sözlerinden hangisinin daha genel olduğunda ihtilaflıdırlar. Gerçek odur ki aralarında umumiyet ve hususiyet bakımından iki görüş vardır. 4Şöy-leki; hamd, şükürden daha geneldir. Çünkü o, hem lâzım, hem de müteaddî sıfatlarla kullanılır. Siz, bir kişinin biniciliğine hamdettim, cömertliğine hamdettim diyebilirsiniz, şükür ise daha özeldir çünkü o ancak sözle olabilir. Şükür; kaville, fiille ve niyetle olması hasebiyle daha geneldir. Daha önce de geçtiği gibi müteaddî sıfatlarla olması nedeniyle de daha özeldir, çünkü bir kişiye biniciliğinden dolayı şükrettim denmez de cömertliğinden ve ihsanından dolayı şükrettim denir. Bu da müteahhirîn bilginlerinden bir kısmının görüşüdür. En doğruyu şüphesiz Allah bilir.

Ebu Nasr İsmâîl Hammâd el-Cevherî der ki; Hamd zemm'in tersidir. Hamd; şükürden daha geneldir. Şükür; ihsan eden kişiye iyiliklerinden dolayı övgüdür. Medh ise hamd'den daha geneldir, çünkü hem canlı, hem ölü, hem de cansız varlıklar için kullandır. Keza yemek gibi şeyler ile de medh edilir. Ayrıca ihsandan önce ve sonra da r-ıedh edilebilir. Keza müteaddi ve lâzım sıfatlarla da medh irad edilir bu yüzden o daha geneldir.

Hamd Konusunda Geçmişlerin Görüşleri:

İbn Ebu Hatim der ki; bana babam... tbn Abbâs (r.a.)'dan nakletti. O demiş ki Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: «Biz Sübhânallah ve lâ ilahe illallahın ne demek olduğunu biliyoruz. Elhamdülillah ne demektir?» Hz. Ali buyurmuş ki: «Elhamdülillah kelimesi Allah'ın kendi nefsi için seçtiği bir sözdür.» Başkaları ise Hafs'tan naklen derler ki Hz. Ömer arkadaşlarının yanında Hz. Ali (r.a.)'ye şöyle dedi: «Biz, Lâ ilahe illallah, Sübhânallah ve Allahü Ekber lafızlarının mânâsını biliyoruz, Elhamdülillah ne mânâya gelir?» Hz. Ali şöyle buyurdu : «Elhamdülillah Allah'ın kendi nefsi için seçtiği, hoşlandığı ve söylenmesini istediği sözdür.»

Ali İbn Zeyd... Yûsuf îbn Mihrân'dan nakleder ki; İbn Abbâs şöyle demiş : «Elhamdülillah şükür kelimesidir. Kul elhamdülillah deyince, Allah kulum bana şükretti der.» İbn Ebu Hatim de bu rivayeti nakleder. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Bişr İbn İmâre'den naklen... İbn Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler. «Elhamdülillah, Allah'a şükürdür, ona boyun eğmektir. O'nun nimetini ikrar ve hidâyetini kabuldür ve buna başlangıçtır.»

Kâ'b el-Ahbâr der ki: Elhamdülillah Allah'a senadır.

Dahhâk der ki: Elhamdülillah, Rahmân'ın örtüşüdür. Hadîste de bu şekilde vârid olmuştur.

İbn Cerîr der ki : Bize Saîd İbn Amr... Hakem İbn Ümeyr'den nakletti ki Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Elhamdülillâhi Rabbi'l Âlemin» denildiği zaman Allah'a şükretmiş olursun, O da sana (nimetini) artırır.

İmâm Ahmed İbn Hanbel, Esved İbn Serî'den rivayet eder ki o şöyle demiş : Ey Allah'ın Resulü, Rabbın Tebâreke ve Teâlâ'yı hamd edeceğin hamdlerle beni ihya eder misin? diye söylediğinde, buyurdu ki: «Bilmez misin Rabbin hamd'i sever.» Bu hadîsi Neseî Ali İbn Hacer ka-naliyle Esved İbn Serî'den nakleder.

Hafız Ebu İsa el-Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce, Musa İbn İbrahim'den... Câbir İbn Abdullah'ın şöyle dediğini nakleder : Resûlulah (s.a.) buyurdu ki; zikrin efdali «Lâ İlahe İllallah»tır. Duanın efdali ise «Elhamdülillah» tır. Tirmizî bu hadîs'in garîb ve hasen olduğunu söyler.

Elhamdü'deki eliflâm istiğrak içindir. Çünkü bütün hamd türlerini ve sınıflarını içine alır. Nitekim hadîste şöyle buyurulur : «Allah'ım, bütün hamd sana mahsûstur, bütün mülk senindir, bütün hayırlar senindir ve bütün işler sonunda Sana döndürülür.»

«Âlemlerin Rabbı...»

Rabb, Mutasarrıf ve mâlik anlamına gelir. Lüğatta ise efendi demektir. Bir şeyi düzeltmekle görevlendirilen kimseye de Rabb denir. Allah Teâlâ hakkında bütün bunlar sahihtir. Rabb Allah'tan başkası için kullanılamaz sadece izafet yapılarak kullanılır. Evin sahibi anlamına kullanılır.

Âlemler :

( ) Âlemler kelimesi; âlem'in çoğuludur. Âlem, Allah Azze ve Celle'nin dışındaki tüm varlıklardır. Âlem cemi'dir tekili yoktur. Avalim şeklindeki cem'i ise göklerde, karalarda ve denizlerdeki çeşitli yaratıklar smıfı için kullanılır. Bunlardan her birinin grub veya nesline âlem adı verilir.

Bişr İbn İmâre... İbn Abbâs'tan nakleder ki: «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur.» âyetinin mânâsı; hamd o Allah'a mahsûstur ki; göklerde yerde ve onların ikisinde ve İkisinin arasında bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yaratıklar O'nundur» demektir. Saîd İbn Cü-beyr'in ve İkrime'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde ise «Hamd âlemlerin Rabbı olan Allah'a mahsûstur» âyetinin mânâsı; cinlerin ve insanların Rabbı demektir. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, İbn Cüreyc de bu şekilde demişlerdir. Hz. Ali'den de bu şekilde tefsir rivayet edilir. Bunu İbn Ebu Hâtîm zayıf bir isnâd ile nakleder.

Katâde der ki; «âlemlerin Rabbı» demek, âlemin bir sınıfının Rao bı demektir.

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'ten o da Ebu'l-Âliye'den rivayet eder ki; o, «âlemlerin Rabbi» kavli celîli hakkında şöyle demiştir : İnsanlar bir âlemdir, cinler bir âlemdir. Bunun dışında kalanlar onse-kiz bin âlem veya ondört bin âlemdir —ki o bu rakamda şüphe etmiştir— Melekler dünyanın üzerindedir ve dünyanın dört zaviyesi vardır. Her zaviyesinde üçbin beşyüz âlem vardır ki Allah onlan kendisine ibâdet için yaratmıştır. İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de bunu rivayet ederler. Bu garib bir sözdür ve böyle sözlerin sağlam bir delile dayanması icab eder.

İbn Ebu Hatim der ki: Babam... Tübey" el-Himyerî'den nakletti ki, Allah Teâlâ'nın «âlemlerin Rabbı» kavli celîlindeki «âlemlerden» mu-râd, bin ümmettir. Bundan altıyüzü denizde, dörtyüzü karada yaşar. Benzeri bir ifâde Saîd İbn Müseyyeb'den nakledilir. Buna benzer bir diğer ifâde de merfu' olarak rivayet edilmiştir. Nitekim Hafız İbn Ebu Ya'lâ, Ahmed İbn Ali İbn el-Müsennâ, Müsned'inde der ki: Bize Muhammedi İbn el Müsennâ... Câbir İbn Abdullah'tan nakleder ki, o şöyle demiş. Hz. Ömer'in hilâfeti yıllarından bir yıl, çekirge azaldı, bunun sebebini araştırdı, hiçbir haber bildirilemedi. Bunun üzerine (Ömer) üzüldü. Bir atlıyı Yemen'e diğerini Şam'a, Öbürünü de Irak'a yolladı, çekirgenin görülüp görülmediğini araştırmalarını istedi. —Câbir der ki— Yemen yönüne giden atlı Ömer'e geldi, bir avuç çekirge getirdi ve huzuruna döktü. O bunu görünce tekbîr getirdi ve sonra şöyle dedi: «Ra-sûlullah (s.a.)'dan duydum ki şöyle diyordu : «Allah bin ümmet yaratmıştır. Altıyüzü denizde, dörtyüzü karadadır. Bu ümmetlerden ilk helak olanı çekirge ümmetidir. O helak olunca ipi kırılmış dizi gibi diğerleri de ardarda gelir.» Bu hadîs râvîleri arasında yer alan Muhanımed İbn İsâ —ki ona Hilâlî lakabı verilir— zayıf bir râvidir.

«Rahman ve Rahim'dir.»

Bu konuda besmelede yeterince söz edildi.

Din Günü :

«Din gününün mâlikidir.»

Kurrâ'nın bir kısmı ( ) şeklinde okumuş, bir kısmı da ( ) şeklinde okumuştur. Ebubekr İbn Ebu Dâvûd bü konuda garîb bir şey nakleder ve şöyle der : Biz Abdurrahmân el-Az-remî. ... Ibn Şihâb'dan nakleder ki ona şu haber ulaşmıştır : «Resû-lullah (s.a.), Ebubekir, Osman, Muâviye, onun oğlu Yezîd bu âyet-i kerîmeyi ( ) şeklinde okumaktaydılar. Ibn Şihâb der ki; melik şeklini ilk ihdas eden Mervân'dır. Ben derim ki, (Ibn Kesîr) Mervân'ın yanında, okuduğunun doğruluğunu gösterecek bir bilgi olmalıdır ki İbn Şihâb buna muttali olmamıştır. Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.

Müteaddit tariklerle vârid olduğuna göre İbn Merdûyeh Rasûlullah (s.a.) 'm ( ) şeklinde okuduğunu nakletmiştir. Buradaki mâlik ( ) milk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Şüphe yok ki bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara biz vâris olacağız. Ve onlar bize döndürüleceklerdir.» (Meryem, 40).

«De ki: «İnsanlarm Rabbına sığınırım. İnsanların mâlikine.» (Nâs, 1-2).

Melik kelimesi ise, mülk kelimesinden alınmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiçbir şeyleri Allah'a gizli kalmaz. «Kimindir bugün mülk? Vahîd, Kahhâr olan Allah'ındır.» (öafir, 16).

«O'dur, gökleri ve yeri hak ile yaratan. O'nun «ol» dediği gün hemen olur. O'nun sözü haktır. Sûr'a üfürüleceği günde mülk O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. Ve O, Hakîm'dir. Habîrdir.»

«O günde mülk ve tasarruf, Hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26).

Mülkün kıyamet gününe tahsisi; diğer günlerden onu nefyetmez. Zira daha önce Allah'ın âlemlerin Rabbi olduğu haberi geçmişti ve bu, dünya ve âhirete şâmil idi. Mülkün kıyamet gününe izafe edilmesinin sebebi o gün hiç bir kimsenin bir şey söyliyememesi ve Allah'ın izin verdiklerinden başkasının konuşamamasından dolayıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır. Rahmân'ın izin verdiğinden başkaları konuşamazlar. O da ancak doğruyu söyler. İşte bu, hak gündür. Dileyen Rabbine (götürülecek) bir yol edinsin.» (Ne-be\ 38-39).

«O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân'ın heybetinden kısılmıştır ve sen fısıltıdan başka bir şey işitmezsin. (Tâhâ, 108).

«O gün gelince Allah'ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» (Hûd, 105).

Dahhâk der ki; İbn Abbâs «Din gününün mâliki» ifadesinin o günde Allah'tan başka hiç kimse mülk sahibi değildir, dünyadaki gibi mülkler bulunmayacaktır, demek olduğunu nakleder. Din günü mahlûkâtın hesâb verdiği gündür ki bu kıyamet günüdür. Kıyamet gününde amelle-riyle insanlar cezalandırılırlar. Eğer amelleri hayır ise, o gün de hayırdır, eğer şer ise o gün de serdir. Ancak Allah'ın o gün affettikleri müstesnadır. İbn Abbâs'tan başka, sahabe, tabiîn ve selef-i sâlihîn'den başka birçokları da bu şekilde söylemişlerdir ki zahir olan da budur.

İbn Cerîr geçmişlerin bazılarından nakleder ki onlar; din gününün mâliki ifâdesini tefsir ederken kıyamet gününü ikâme etmeye kadirdir şeklinde tefsir etmişlerdir. Zahire bakılacak olursa bu sözde bir çelişki yoktur. Her iki kavil de birbirini kabul ve itiraf eder. Ancak birinci ifâde bundan daha çok gerçeğe delâlet etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«O günde mülk ve tasarruf, hakk olan Allah Teâlâ'ya mahsûstur. Kâfirler için ise çok güç bir gündür.» (Furkân, 26).

İkinci söz ise şu âyetteki kavl-i celîl'e benzer : «O'nun emri bir şeyi murâd ettiği zaman, sadece o'na «ol» demektir. O da oluverir.» (Yâsîn, 82).

İbâdet:

Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.

İbâdet; lüğatta zillet mânâsına gelir. Nitekim Arapçada () cümleleri zelîl kılınmış, horlanmış anlamlarındadır. Şer! ıstılahta ise, sevginin, bağlılığın ve korkunun kemâlini birleştiren bir ifâdedir. ( ) kelimesi mef'ûl olduğu halde öne alınıp fiil olan ( ) nün sona alınması, ayrıca ( ) kelimesinin iki kez

tekrarlanması; itinâ ve hasr maksadına mebnîdir. Böylece mânâ; hiçbir kimseye ibâdet etmeyiz, ancak sana ibâdet ederiz, hiçbir kimseye dayanmayız ancak Sana dayanırız şeklinde olmaktadır ki bu, bağlılığın son derecesini ifâde eder. Dinin bütünü de bu iki anlamın içinde toplanmaktadır. Nitekim bazı selef bilginleri de Fatiha Kur'an'ın simdir,

Fâtiha'nın sırrı da ( ) âyetidir derler. Birinci cümle şirkten uzaklaştırmakta, ikinci cümle her türlü kuvvet ve güçten ayrılarak her şeyi Allah Azze ve Celle'ye dayandırmaktadır. Bu anlam Kur'an'ın çeşitli âyet-i celîlelerinde yer alır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle "buyurur:

«Göklerin ve yerin bilinmezlikleri Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse O'na ibâdet et ve O'na güven. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.» (Hûd, 123).

«De ki: «Suyunuz yerin dibine batarsa, söyleyin; size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?» De ki O, Rahmân'dır, O'na inandık ve O'na tevekkül ettik.» (Mülk, 29 - 30).

«Doğunun ve batının Rabbi'dir. O'ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse O'nu Vekîl edin.» (Müzzemmil, 9).

Bu âyet-i kerîmede sözün gâib ifâdesinden muhatap şekline dönüşmesi ve «yalnız Sana» denilmesi konuya son derece uygundur. Çünkü başlangıçta Allah'a medh-ü senâ'da bulununca, sanki o kişi Allah'ın huzuruna yaklaşmış ve onun önünde : «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» demektedir. Bu da gösteriyor ki; sûrenin baş tarafı Allah Teâlâ'nın bütün güzel sıfatlarıyla kendi yüce nefsini övgüyle haber verdiğine delâlettir. Kullarını da kendisini böylece öğmeleri konusunda irşâd etmektedir.

Onun için (Şafiî mezhebine göre) böyle demeyen kişinin namazı sahîh olmaz. Buhârî ve Müslim'de, Ubâde İbn Sâmit'ten nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Fâtiha'yı okumayanın namazı caiz değüdir.» (Bu Şafiî mezhebine göredir.)

Müslim'in Sahihinde A'lâ İbn Abdurrahman tarikiyle... Ebu Hü-reyre (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'dan nakleder ki: «Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : Ben namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım, yansı bana yansı kulumadır. Kul: «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsûstur» deyince ona her istediği verilir ve Allah buyurur ki kulum bana hamdetti. (Kul) «Rahman ve Râhîm'dir» deyince kulum beni öğdü. Kul «Din gününün sahibidir» deyince, Allah buyurur ki; kulum beni ta'zîm etti. «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz» deyince bu, benimle kulumun arasındadır. Kuluma istediği verilmiştir. «Bizi doğru yola, kendilerine nîmet vermiş olduklarının yoluna hidâyet et. Gazaba uğramışlann, sapıklann yoluna değil» deyince Allah buyurur ki; bu, kulumun isteğidir ve kulumun istediği kendisinindir.»

Dahhâk, İbn Abbâs (r.a.)'dan nakleder ki: «Yalnız Sana ibâdet ederiz» âyetinin tefsiri, «Yalnız Seni bir sayar, Senden korkar ve yalnız Senden isteriz ey Rabbimiz, başkalarından değil.» «Ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin tefsiri de, «Sana ibâdette ve bizim kendi işimizde yalnız Senden yardım isteriz» demektir.

Katâde der ki: «Yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin tefsiri şöyledir : Allah Teâlâ size yalmz Ona ihlâsla ibâdet etmenizi ve her işte kendisinden yardım dilemenizi emretmektedir. Önce «yalnız sana ibâdet eder» buyurulup da «yalnız senden yardım dileriz» cümlesinin sonra zikredilmesi şu sebeptendir. İbâdette asıl maksad; Allah Teâlâ'dır. Yardım dileme ise O'na tevessül etme, saygı göstermedir. Bunun için önemli olan, daha az önemli olana takdim edilir. Burada mühim olan Allah'tır. En doğrusunu Allah bilir.

Sırât-ı Müstakim :

Bizi doğru yola ilet.

Başlangıçta Allah Teâlâ'ya hamd edildiğine göre, arkasından isteklerin gelmesi uygundur. Nitekim hadîste belirtildiği gibi Allah (ac.) Fâtiha'nın yarısı, Bana yarısı kulumadır ve kulumun istediği kendisinindir» buyurmuştur. Bu durum isteyenin en iyi halidir ki, isteneni med-hetmekte ve sonra kendi ihtiyacını zikretmektedir. Bunun yanı sıra mü'min kardeşlerinin ihtiyâçlarını dile getirmek üzere «Bizi dosdoğru yola hidâyet et» demektedir. Çünkü bu «dosdoğru yol»: ihtiyâcın en iyi şekilde ifâdesi Ve ihtiyaca en iyi şekilde muhteviyat verilmesidir. Bunun için Allah kulunu dosdoğru yola, hidâyete yöneltmektedir. Çünkü O en mükemmeldir. Buradaki istek, isteyenin hâlini ve ihtiyâcım haber verme sadedinde de olabilir. Nitekim Hz. Musa'dan bahsedilirken şöyle buyurulur:

«Bunun üzerine onlarınkini suladı. Sonra gölgeye çekildi ve dedi ki: «Rabbim doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» (Kasas, 24).

Bununla beraber isteyenin nitelikleri daha öncede geçmiş olabilir. Nitekim balık sahibinin sözlerini zikrederken Allah Teâlâ şöyle buyurur :

«Zünnûn'a da hani o öfkelenerek giderken kendisine güç yetire-miyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlıklar içinde «Sen'den başka İlâh yoktur. Sen münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim» diye niyaz etmişti.» (Enbiyâ, 87).

Veya istekleri, mürecced övgü şeklinde de olabilir (...)

Bazen hidâyet kelimesi kendiliğinden müteaddi olur ve bize ilham et, bizi muvaffak kü veya rızıklandır veya ver anlamını kazanır. Nitekim burada bu şekildedir. Keza diğer bir âyette :

«Biz ona iki de yol gösterdik.» (Beled, 10) Duyuruluyor.

Burada biz ona hayır ve şerri bildirdik anlamınadır. Hidâyet kelimesi, bazan da ( J\ ) ile müteaddî olur. Bu takdirde irşad ve delâlet anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ'nın şu âyetlerinde böyledir :

«Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmişti.» (Nahl, 121).

«Ve onları cehennem yoluna götürün.» (Saffât, 23).

«İşte böylece sana da buyruğumuzdan bir rûh vahyettik. Sen kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Fakat biz onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki, sen de doğru bir yolu göstermektesin. (Şûra, 52).

Bazan da ( ) lâm ile müteaddî olur. Nitekim cennet ehlinden bahsedilirken şöyle denilmektedir:

«Göğüslerinde kinden ne varsa söküp atmışızdır. Altlarından ırmaklar akar. Ve derler ki: «Hamd olsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle buna ulaştırdı. Eğer O bizi ulaştırmasaydı biz hidâyete ulaşmazdık. Andol-sun ki, Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmiştir.» Onlara : «Yapmakta olduklarınızdan dolayı mirasçısı kılındığınız cennet işte budur» diye seslenilir.» (A'râf, 43).

Bizi muvaffak kıl ve onun için ehil eyle mânasına gelir.

Sırât-ı Müstakîm'e gelince () :

İmam Ebu Ca'fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; te'vîl ehlinin hepsi tema' ettiler ki: sırât-ı müstakim, eğriliği büğrülüğü olmayan apaçık yoldur. Bütün arapların lüğatında bu anlama gelir.

Bu noktadaki şevâhid sayılmıyacak kadar çoktur. Sonra araplar surat kelimesini her türlü söz ve davranış için kullanırlar. Doğru olana düzgün mânâsında, eğri olana da eğri anlamında sırat tâbirini kullanırlar. Selef ve haleften müfesirler; sırat kelimesinin tefsiri konusunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat hepsi birtek noktaya yönelmiştir ki, bu da Allah ve Rasûlüne ittiba'dır. Sıratın Allah'ın kitabı olduğu hususunda rivayetler vardır. Nitekim tbn Ebu Hâtûn der ki: Bize Hasan İbn Urfe... Ali İbn Ebu Tâlib'den nakleder ki o şöyle demiş : Allah'ın Ra-sûlü «sırât-ı müstakim» Allah'ın' kitabıdır» buyurdu. îbn Cerîr, Ham-za ibn Habîb el-Zeyyâd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi nakleder ki bu hadîs Kur'an'ın faziletleri babında geçmişti. İmâm Ahmed ve Tirmizî Hâris'-in rivâyetiyle Hz. Ali'den merfu' olarak nakleder ki, O şöyle demiş: «Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, o zikr-i hakîm ve sırât-ı müstakimdir.» Bu hadîs mevkuf olarak da Hz. Ali (r.a.)'den rivayet edilir. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.

Sevrî, Mansûr'dan... O da Abdullah'dan naklen der ki sırât-ı müstakim Allah'ın kitabıdır. Denildi ki o İslâm'dır.

Abdullah İbn Muhammed İbn Akîl, Câbir'den nakletti ki; sırât-ı müstakim İslâm'ın kendisidir ve gökle yeryüzünün arasından daha geniştir. İbn el-Hanefiye de bu âyetin tefsirine «sırât-ı müstakim» Allah'ın kullarından, ondan başkasını kabul etmediği İslâm dînîdir» der.

Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: Sırât-ı Müstakim İslâm'ın kendisidir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel bu hadîsi Müsned'inde nakleder ve der ki; Hasan İbn Süvvâr Ebu'1-A'lâ... Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder ki o, Rasûlullah (s.a.)'dan şöyle duyduğunu bildirmişti: «Allah (darb-ı mesel) örnek olarak dosdoğru yolu (sırât-ı müstakîm'i şöyle) göstermiştir. Sırât'm iki yakasında iki sûr, açık kapılar ve kapıların üzerinde gerilmiş perdeler vardır. Sırât'm kapısında bir münâdî der. ki: Ey insanlar hepiniz birlikte sırata (dosdoğru yola) giriniz ve (yolunuzu) eğip bükmeyiniz. Sıratın üzerinden de bir münâdî aynı şekilde çağırır, insan bu kapılardan birisini açmak istediğinde der ki, yazıklar olsun onu açma, çünkü sen onu açarsan içine girersin. Sırat İslâm'dır, iki sûr Allah'ın hadleridir. Açık kapılar Allah'ın haramlarıdır. Sıratın başındaki bu çağırıcı Allah'ın kitabıdır. Sırat'ın üzerindeki çağına Allah'ın her müslümanın kalbindeki uyarıcısı (vaizi) dir. îbn Ebu Hatim, ve İbn Cerîr, Leys jbn Sa'd'ın rivâyetiyle aynı hadîsi naklederler. Tirmizî ve Neseî de Ali İbn Hacer kanaliyle Nüvâs İbn Sem'ân'dan nakleder;.

Bu isnâd, hasen ve sahihtir. En doğrusunu Allah bilir.

Mücâhid der ki: sırât-ı müstakim haktır. Bu ifâde daha şümullüdür, aynca daha önceki ifâdelerle bunun arasmda çelişki yoktur.

İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr, Ebu Nadr Hâşim İbn el-Kâsım'ın hadîsinde Ebu'l-Âliye'den nakleder ki, sırât-ı müstakim Hz. Peygamber ve arkasından gelen iki ashabıdır. Âsim der ki biz bunu Hasan'a naklettik o da Ebu'l-Âliye doğru söylemiş, dedi.

Bütün bu sözler sahihtir ve uyulması gerekir. Tutarlıdır, çünkü Hz. Peygambere tâbi' olan, ondan sonra gelen Ebubekir ve Ömer (r.a.)'e uyan kimseler hakka uymuş olur. Hakka uymuş olan İslâm'a uymuş olur. İslâm'a uyan Kur'an'a uymuş olur ki o, Allah'ın kitabı, kopmaz ipi ve dosdoğru yoludur. Bütün bu ifâdeler doğrudur ve birbirlerini tasdik eder. Hamd Allah'a mahsûstur...

Taberânî der ki Muhammed îbn Fadl el-Sakatî... Abdullah'tan nakleder ki o şöyle demiş : Sırât-ı Müstakim Rasûlullah'ın bizi üzerinde terk ettiği yoldur. Bunun için İmâm Ca'fer İbn Cerîr merhum şöyle der: Bu âyetin yani «bizi dosdoğru yola hidâyet et» âyetinin en uygun te'vilî onunla şunun kastedilmiş olmasıdır : Senin hoşnûd olacağın yolda sebat etmeye bizi muvaffak kıl, kullarından söz ve amelleriyle kendilerine nimet ettiğin sırât-ı müstakime bizi muvaffak kü. Çünkü ona muvaffak olan Allah'ın kendilerine nîmet ihsan ettiği peygamberlerin, sâdıkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna muvaffak olur. Ona muvaffak olanlar da İslâm'a muvaffak olur. Peygamberleri tasdik etmek, kitaba sarılmak, Allah'ın emrettiğiyle amel edip yasakladığından kaçınmak, peygamberinin yolundan gitmek, dört halîfenin yolunu izlemek ve sâlih kulların yolundan gitmek, sırât-ı müstakim tabirinin içerisine girer.

Denilirse ki, mü'min her vakit namazda ve diğer zamanlarda hidâyeti nasıl isteyebilir, halbuki kendisi bu sıfatla muttasıftır? Bu, acaba mevcudun elde edilmesi babından mıdır, yoksa başka türlü müdür?

Bunun cevâbı, hayırdır. Eğer mü'minin gece ve gündüz hidâyet İs temeye ihtiyâcı olmasaydı Allah Teâlâ onu buna yöneltmezdi. Zira kul, her an ve her durumda, Allah'ın kendisini hidâyette sabit kılmasına ve bunda başarı kazanıp basiretini açık tutmasına muhtaçtır. Bu ihtiyâcı her an artmakta ve devam etmektedir. Kul, kendi nefsi için Allah'ın istediğinin dışında fayda veya zarara muktedir değildir. Bunun için Allah Teâlâ, kullarını hep yardımı, başarısı ve sebâtıyla destek istemeye yöneltmektedir. Dolayısıyla Allah'ın, istediğinden muvaffak kıldığı kişi mutludur. Allah Teâlâ duâ edenin duasına icabet edeceğini te'mın etmiştir. Özellikle zor durumda ve muhtaç olan kişi, gece ve gündüz O'na yalvaracak olursa. Nitekim şöyle buyurmaktadır :

«Ey İman edenler, Allah'a peygamberine, indirdiği kitaba inamn. Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.» (Nisa, 136).

Burada Allah inananlara imam emretmektedir. Bu, mevcudun elde edilmesi sadedinde değildir. Çünkü istenen îmana destek sağlıyan amellerde sebat edip devam etmek ve bu davranışı sürdürmektedir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

İlâhî Nimet:

Nimete erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenleriıikine değil.

Yukarıda zikrettiğimiz hâdîs-i şerifte belirtildiği gibi kul; «bizi dosdoğru yola hidâyet et» dediği zaman Allah Teâlâ : «Bu kulum içindir ve kulumun istediği kendinindir» buyurur. «Kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna» kavli celîli; sırât-ı müstakimi tefsir etmektir ve ona bedeldir. Gramerciler böyle derler. Atf-ı beyân olması da caizdir. Şüphesiz ki en doğruyu Allah bilir.

«Nimete erdirdiklerin» den maksad, Nisa sûresinde zikri geçenlerdir.

«Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu büyük lütuf Allah'tandır.» (Nisa, 69-70).

Dahhâk, İbn Abbâs'tan naklen der ki, «nimete erdirdiklerin» ifâdesi ile kendilerini ibâdet ve tâatınla nîmetlendirilenlerin, peygamberlerin, sıddîkların, şehitlerin ve sâlihlerin doğru yolu kastolunmaktadır. Bu, Rabbimiz Allah Teâlâ'run şu kavlinin nâziridir :

«Kim de Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimet verdikleri ile beraberdirler.»

Ebu Ca'fer el-Râzî, Rebî' İbn Enes'den naklen der ki; «kendilerine nimet verdiklerinin» yolundan murâd; peygamberlerdir.

İbn Cüreyc ise İbn Abbâs'ın bunların mü'minler olduğunu söylediğini nakleder. Mücâhit de aynı şekilde söylemiştir. Vekî' ise bunların Müslümanlar olduğunu söyler. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem bunların Hz. Peygamber ve beraberindekiler olduğunu söyler. İbn Abbâs'tan nakledilen yukardaki tefsir ise en şümûllüsüdür. Doğruyu Allah bilir.

Gazaba Uğrayanlar :

«Gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerinkine değil.» «Bizi dosdoğru yola hidâyet et, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.» Bunların vasfı ve nitelikleri yukarda geçmiştir. Bunlar hidâyet ve istikâmet ehlidirler. Allah'a ve Peygamberine itaat ederler, emirlerini dinler, yasaklarını terk ederler. «Gazaba uğrayanların yollarına değil.» Onlar irâdelerini bozmuşlar, hakkı öğrendikten sonra ondan yüz çevirmişlerdir. «Sapıkların yoluna da değil.» Onlar bilgiyi yitirmişler, sapıklığa dalmışlardır. Hakkı asla bulamazlar. ( ) kelimesinin başındaki lâm ile söze te'kîd verilmiştir. Böylece ortada iki bozuk yol bulunduğu gösterilmektedir; bunlar yahûdî ve hıristiyanların yoludur. Bazı gramer bilginleri buradaki ( ) edatının istisna olduğunu iddia etmişlerdir. ...

Bir kısmı da buradaki lâm'ın zâid olduğunu ve sözün takdirinin, «gazaba uğrayanların ve sapıkların dışında» şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta bir de Accâc'dan delil getirmişlerdir. Doğrusu ise bizim önce zikretmiş olduğumuzdur. Bunun için Ebu Übeyd Kasım İbn Sellâm «Kur'an'ın faziletleri» adlı kitabında Ebu Muâviye'nin... Ömer İbn Hattâb'dan naklettiği bir hadîs-i şerîfî rivayet eder ki Hz. Ömer bu âyeti şu şekilde okumakta imiş : ()

Bu isnâd sahihtir. Nitekim Übeyy İbn Kâ'b'ın da böyle okuduğu rivayet edilir. Bu okuyuşun her ikisinden de tefsir sekimde sâdır olduğu bellidir. Bu da gösteriyor ki; bizim söylediğimiz gibi lâm olumsuzluğun te'kîdi için getirilmiştir. Ta ki kendilerine nimet verilenlerin üzerine atfedilme vehmi kalmasın ve iki yol arasında fark olduğu bilinsin de her ikisinden de uzaklaşılsın diye. İmân ehlinin yolu hakkı bilmeye ve hak ile âmel etmeye dâirdir. Yahudiler ameli kaybetmişler, hıristiyan-lar da ilmi yitirmişlerdir. Bunun için yahûdîler gazaba uğramışlar, hı-ristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü bir şeyi bilip terk edenler gazaba müstahak olurlar. Halbuki onun durumu bilmeyenden farklıdır. Hıristiyanlar ise birşeyi kasdetmiş olmakla beraber doğruyu bulamamaktadırlar. Çünkü işi yerine yerleştirmemektedirler. Asıl mes'ele hakka ittibadır. Onlar bunu yitirmişlerdir. Yahudi ve hıristiyanların hepsi de gazaba uğramışlar ve sapıklardır. Ancak yahûdîlerin en karakteristik vasfı gazaba uğramalarıdır. Hadîsler ve eserler böyle vârid olmuştur.

Hammâd İbn Seleme Semmâk kanaliyle... Adiyy İbn Hâtim'den nakleder ki; O Rasûlullah (s.a.)*a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sorduğunda, onlar yahûdîlerdir dedi, sapıkların ise hıristiyanlar olduğunu buyurdu. Bu hadîsi de Süfyân İbn Üyeyne, İsmail İbn Hâlid yoluyla Şâ'bî'den ve Adiyy İbn Hâtim'den nakleder. Adiyy'nin bu hadîsinin birçok rivayet şekilleri ve değişik lafızları vardır ki bunları zikretmek uzun sürer.

Abdürrezzâk der ki, bana Ma'mer... Abdullah İbn Şakîk'ten nakletti ki ona Rasûlullah (s.a.)'dan işiten birisi haber vermiş, Rasûiullah (s.a.) vadî el-Kurâ da ve atının üzerinde imiş, Adamın biri Rasûlullah (s.a.)'a «Ey Allah'ın Rasûlü bunlar kimlerdir?» diye sormuş, O da, gaza ba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır buyurmuş. Bu hadîsi Cüreyrî, Urve, Hâlid el-Hazzâ', Abdullah İbn Şakîk'tan rivayet ederler. Ancak hadîs mürseldir, çünkü Rasûlullah (s.a.)'dan kimin rivayet ettiği zikredilmemektedir. Urve'nin rivayetinde Abdullah İbn Ömer ismi geçer. Şüphesiz doğruyu en iyi Allah bilir.

İbn Merdûyeh... Ebu Zerr (r.a.)'den nakleder ki o şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.)'a gazaba uğrayanların kimler olduğunu sordum, yahûdîler buyurdu, ya sapıklar dedim, hıristiyanlardır buyurdu.

Süddî, Ebu Mâlik'ten, Ebu Salih'ten, İbn Abbâs'tan, Mürre el He-medânî'den ve Abdullah İbn Mes'ûd ile Peygamberin ashabından bir cemaatten nakleder ki, gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır.

Dahhâk ve İbn Cüreyc, İbn Abbâs'tan nakleder ki; gazaba uğrayanlar yahûdîlerdir, sapıklar da hıristiyanlardır.

Rebî' İbn Enes, Abdurrahman İbn Zeyd İbn Eşlem ve bir başkası da böyle demişlerdir. İbn Ebû Hâtim'in de böyle dediği nakledilir. Bu konuda müfessirler arasında ihtilâf olduğunu bilmiyorum.

Bu imamlardan; gazaba uğrayanların yahûdîler, sapıkların da hı-ristiyanlar olduğunu söyleyenlerin delilleri yukardaki hadîs-i şeriflerle, Allah Teâlâ'nın Bakara sûresinde İsrail oğullarına yönelttiği şu hitabıdır :

«Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar... Allah'ın, kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve gazab üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere hor ve kahr edici azab vardır.» (Bakara, 90).

Mâide sûresinde ise şöyle buyurur :

«De ki: «Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi?» O kimse ki, Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.» (Mâide, 60).

«İsrail oğullarından küfredenler Davud'un ve Meryem oğlu İsâ'mn diliyle la'netlenmişlerdi. Bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.» (Mâide, 78).

(İb*n Hişâm'ın sîretinde) Zeyd İbn Amr, Nufeyl'den nakleder ki o ve arkadaşlarından bir topluluk Şam'a gidip Hanîf dinini araştırdıklarında yahûdîler ona demişler ki; sen bizimle beraber olabilmek için Allah'ın gazabından payını alman gerekir. O (Amr İbn Nufeyl) der ki, ben Allah'ın gazabından kaçarım. Hıristiyanlar da ona derler ki; sen bizimle birlikte olabilmek için Allah'ın gazabından payını almalısın, o ise buna gücüm yetmez der. Fıtratı üzerine devam ederek müşriklerin dinine ve putperestlerin putuna tapmaktan kaçınır. Yahûdî ve hıristiyanlığa girmez. Arkadaşları ise hıristiyanlığa girerler. Çünkü onlar hı-ristiyanlığı yahûdîlikten kendilerine daha yakın bulmuşlardı. Bunların arasında Varaka İbn Nevfel de bulunuyordu. Nihayet Allah onları yeni bir elçisiyle uyararak hidâyete erdirince, o inen vahye îman etti. Allah ondan razı olsun. (İbn Hişâm, el-Sîre, I, 224 - 232).

Bu yüce sûre yedi âyetten ibaret olup Allah'a hamd, övgü ve sena ile başlamaktadır. Onun yüce sıfatlarının gerektirdiği yüce isimleri zikretmekte, kıyamet günündeki dönüşü hatırlatmakta ve kulları Allah'a yalvarmaya ve tazarrûa davet etmektedir. Kendi güç ve kuvvetlerinden uzaklaşarak samimiyetle ona kul olmaya ve ulûhiyette ve yüce zâtı bir tanımaya teşvik etmektedir. Onun şeriki ve nazîri veya benzeri olduğunu kabul etmemelerini belirtmektedir. Allah Teâlâ'dan kendilerini Sı-rât-ı Müstakîm'e hidâyet etmesini dilemelerini bildirmektedir ki Sırât-ı Müstakim, sağlam dindir. Yine kıyamet gününde kesinkes gerçekleşebilecek olan hissi sırât-ı bilmeleri ve nimetler yurdu cennetlerde peygamberlerin, sâdıkların, şehitlerin ve sâlihlerin yanında konuk olabilmeleri için din-i islâm üzere sabit olmalarını öğütlemektedir.

Bu sûre sâlih amellere teşvik etmekte ve kıyamet gününde sâlih-lerle beraber olmanın şartlarını belirtmektedir. Ve bâtıl yollardan sa-kındırmakta, kıyamet günü bâtıl yola sülük edenlerle birlikte haşr olmamalarını bildirmektedir. Bâtıl yolun yolcuları, gazaba uğrayanlar ve sapıklardır.

«Kendilerine nimet vermiş olduklarının yoluna.» buyurularak nimet vermenin Allah'a isnadı ne kadar güzeldir. «Gazaba uğrayanların değil» âyetinde de gazabın failini hazfetmiştir. Aslında hakîkî olarak onun faili kendisidir. Nitekim bir başka âyette Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır :

«Bakmaz mısın onlara ki, Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir kavmi dost edinmişlerdir? Onlar ne sizlerdendir, ne de onlardan. Ve bile bile yalan yere yemîn etmektedirler.» (Mücâdele, 14).

Her ne kadar Allah kendi takdiriyle onları sapıklığa sevketmişse de sapıklığın onu yapana isnadı da fevkalâdedir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

«Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse o doğru yola ermiştir, kimi de şaşırtacak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsınız.» (Kehf, 17).

«Kimi Allah saptırırsa; onu doğru yola götürecek yoktur. O, bunları taşkınlıklar içinde serseri bir halde bırakır.» (A'râf, 186).

Bu ve benzeri âyetler; hidâyete ve dalâlete sevketmekte biricik kudret sahibinin Yüce Allah olduğunu göstermektedir. Ancak bu, kaderiye fırkasıyla onların izinde gidenlerin dediği gibi değildir. Onlar kulların hidâyet ve dalâlati seçip kendilerinin bunu gerçekleştirdiklerini söyle mekte ve bu bid'atlarına Kur'an-ı Kerîm'de müteşâbih bir âyeti delîl getirmektedirler. Bu hususu reddeden sarih delili kabul etmemektedirler. Bu, ise sapıklık ve dalâlet ehlinin hâlidir.

Sahih bir hadîste; «Müteşâbih görünen âyetlere uyanları gördüğünüz zaman Allah'ın isimlendirdiği kimseler işte onlardır, bu kişilerden sakının.» buyurulmuştur. Burada Allah'ın* isimlendirdiği kimseler tabiriyle Allah Teâlâ'nın şu âyet-i celîlesi kasdolunmaktadır :

«Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar kitabın esâsıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'vîline yeltenmek için müteşâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun gerçek yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar : «Biz O'na inandık, hepsi Rabbımızın katındandır» derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir.» (Âl-i İm-rân,7).

Allah'a hamdolsun ki bid'at sahibi için Kur'an'da hiçbir sahih hüccet yoktur. Çünkü Kur'an; hakkı bâtıldan ayırmak, hidâyetle sapıklığın arasını tefrik etmek için gelmiştir. Onda çelişki ve ihtilâf yoktur. Çünkü o Allah katından indirilmiştir. Çünkü o, Hakîm ve Hamîd olan Allah katından gelmiştir.

Âmin ne demektir? :

Fâtiha'yı okuyanın sonunda «âmin» demesi müstehaptır. Bazıları da «emin» şeklinde okurlar. Âmîn'in mânâsı; Allah'ım kabul et demektir. Bunun delili İmâm Ahmed, Ebu Dâvûd ve Tirmizî'nin Vâil İbn Hacer'den naklettikleri şu hadîs-i şeriftir. Vâil; «Rasûlullah (s.a.) dan () dedikten sonra «âmîn dediğini duydum, sesini yükselterek elifi çekerdi.» demiş. Ebu Davud'un rivayetinde ise, sesini bununla yükseltmiştir denir. Tirmizî ise bu hadîsin hasen olduğunu nakleder. Bu hadîs Hz. Ali'den, Abdullah İbn Mes'ûd'dan ve diğerlerinden de nakledilmiştir.

Ebu Hûreyre (r.a.) der ki Rasûlullah (s.a.) ( ) denildiğinde âmîn derdi. Öyleki ilk safta kendisinin arkasında duranlar onu duyarlardı. Bunu Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de rivayet etmişlerdir. Da-rekutnî ise bu isnadın hasen olduğunu zikreder.

Hz. Bilâl (r.a.)'ın «Ey Allah'ın Rasûlü, âmîn derken beni geçme» dediği nakledilir. Bunu Ebu Dâvûd da rivayet eder. Bizim ashabımız (Şafiî mezhebi mensupları) ve diğerleri derl&r ki, âmîn lafzı namazın dışında olanlar için müstehab, namaz kılanlar için müekked sünnettir. İster münferiden kılsın, ister imâm olsun, ister imama uysun, her halükârda müekked sünnettir. Nitekim Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «İmam âmîn deyince, siz de âmîn deyin. Çünkü onun âmînine uyanlar meleklerin âmînine uymuş olurlar. Ve onların geçmiş günahla-»ı bağışlanır.» Müslim de der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Sizden biriniz namazda âmîn derse melekler de gökyüzünde âmîn der, biri diğerine uygun düşerse onun geçmiş günahları bağışlanır.»

Müslîm Sahihinde Ebu Hüreyre (r.a.) den merfû' olarak nakleder ki: Hz. Peygamber, «İmam ( ) deyince âmîn deyin ki Allah sizi sevsin» buyurmuştur.

Cüveybir, Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'tan nakleder ki, İbn Abbâs, «Dedim ki ey Allah'ın Rasûlü âmînin mânâsı nedir? O, Rabbım yap demektir» buyurdu» demiştir.

Mâlikî'ler derler ki: İmâm, âmîn demez, ancak imâma uyanlar âmîn derler. Mâlik'in Sümeyye yoluyla Ebu Hüreyre (r.a.) den naklettiği hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : «İmâm ( ) deyince âmîn deyin.» Malikîler Ebu Musa'nın ( ) denilince âmîn deyin» hadîsiyle bu hadisi muâfık kılmışlardır.

Biz müttefekun aleyh olan «İmâm âmîn deyince, siz de âmîn deyin.» hadîsini ve Rasûlullah (s.a.)'in ( ) denilince âmîn dediğini yukarda belirtmiştik.

Bizim mezhebin mensûbları (Şafiî) imâma uyanların cehren mi yoksa gizli olarak mı âmîn diyecekleri konusunda ihtilâftadırlar. İhtilâfın özeti şöyledir : Eğer İmâm âmîn demeyi unutursa imâma uyan tek kelime olarak âmîn der ve açıktan söyler. Eğer imâm açıktan âmîn derse imâma uyanların açıktan âmîn dememeleri gerekir. Bu görüş Ebu Hanîfe'nin mezhebi ve imâm Mâlik'ten bir rivayettir. Çünkü onlara göre âmîn bir zikirdir ve namazdaki diğer zikirler gibi o da açıktan söylenmez. Ahmed İbn Hanbei'in mezhebine ve İmâm Mâlik'ten nakledilen bir diğer rivayete göre açıktan âmîn denir.

Bizim (Şafiî) bir üçüncü görüşümüz daha var ki, buna göre; eğer mescid küçük.ise imâma uyan, açıktan âmîn demez. Çünkü onlar imâmın kırâetini duyarlar, eğer mescid büyük ise imâma uyanlar açıktan âmîn derler ki âmîn'i mescidin diğer köşelerinde bulunanlar duysunlar. Doğruyu ancak Allah bilir.

İmâm Ahmed İbn Hanbel Müsned'inde Hz. Âişe (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.)'ın yanında bir gün yahûdiler anılmış da şöyle buyurmuş : "Onlar (Yahudiler) Allah'ın bize gösterdiği ve kendilerini sapıttığı cuma konusunda bizi kıskandıkları gibi hiçbir şeyi kıskanmazlar. Allah'ın bizi hidâyet edip onları sapıttığı kıble konusunda da, imâmın arkasındaki âmîn sözümüzde de bizi kıskanırlar.»

İbn Mâce de aynı hadîsi rivayet eder. Onunkinin lafzı şöyledir : «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskanmazlar.»

İbn Abbâs'tan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. «Yahûdîler sizin âmîn sözünüzü kıskandıkları kadar hiçbir şeyi kıskanmazlar. Onun için âmîn sözünü çok söyleyin.» İbn Mâce'in isnadında râvî olarak Talha İbn Amr zikredilir ki bu zayıftır.

İbn Merdûyeh, Ebu Hüreyre (r.a.)'den nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Âmîn âlemlerin Rabbinin mü'min kullan üzerindeki mührüdür.»

Enes İbn Mâlik nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Bana namazda ve duâ esnasında âmîn verildi ki benden önce hiçbir kimseye verilmemiştir. Ancak Mûsâ müstesnadır. Çünkü Mûsâ duâ ederdi, Hârûn da âmîn derdi. Binâenaleyh siz de duanızı âmîn ile sona erdiriniz, muhakkak ki Allah duanıza icabet eder.»

Ben derim ki; bu âyet-i kerîme'nin delâleti konusunu bazıları tartışmışlardır :

«Mûsâ dedi ki: < Rabbimiz, Sen Firavun'a ve adamlarına dünya hayatında zînet ve mallar verdin, Rabbimiz bizi senin yolundan sapıtsınlar diye mi?»

Burada yalnız Musa'nın duası zikredilmiştir, sözün akışından ise Harun'un âmîn dediğine dair delâlet vardır ve o da duâ eden menzilesine konmuştur. Çünkü Allah Teâlâ : «İkinizin duası kabul edilmiştir» buyuruyor. Bu da gösteriyor ki bir duaya âmîn diyen kimse o duayı okumuş gibidir. Bunun içindir ki imâma uyan duâ okumaz, çünkü onun fâtiha'dan sonra âmîn demesi okuması demektir. Bunun için hadîste şöyle buyurulmuştur: «Kimin imâmı varsa, imâmın okuyuşu onun için okumadır.» Bilâl'da şöyle diyordu : «Ey Allah'ın Rasûlü beni âmîn'de geri bırakma.» Bu da gösteriyor ki cehri namazda imâma uyanların okuması gerekmez. En iyisini Allah bilir.

Bunun için İbn Merdûyeh der ki, bize Ahmed İbn Hasan, Ebu Hüreyre (r.a.)'dan nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:

İmâm ( ) deyince cemâat «âmîn» dediklerinde yeryüzü halkının âmîn'i gökyüzü halkının âmîni ile uyuşur ve Allah, kulun geçmiş günahlarım bağışlar. «Âmîn» demeyenin misâli; bir toplulukla birlikte savaşa çıkıpta ganimet için kur'a atıldığında herkesin payı çıkıp onun, payının çıkmaması gibidir. O, benim payım neye çıkmadı dediğinde kendisine, «Sen Âmîn demedin» denilir.



Hiç yorum yok: