7 Kasım 2007 Çarşamba

mefatihul gayb da fatiha tefsiri 1 (fahruddin razi)


FATİHA SÛRESİ
FATİHA SÛRESİNİN İSİMLERİ 3
1) Fatihatu’l-Kitab. 3
2) Suretu’l-Hamd (Hamd Suresi) 3
3) Ümmü’l-Kur’an (Kur'ân'ın Anası, Aslı) 3
4) Seb’ül-Mesani (Çok Tekrarlanan Yedi Ayet) 4
5) el-Vafiye (Tam Olan) 4
6) el-Kafiye (Kafi Olan, Yeten) 4
7) el-Esas (Temel, Esas) 5
8) eş-Şifa. 5
9) es-Salat (Namaz) 5
10) es-Sual (İstek, Taleb) 5
11) Suretü’ş-Şükür (Şükür sûresi) 5
12) Suretu’d-Dua (Dua Sûresi) 5

Fatiha Suresinin Faziletleri 6
Sûrenin Nüzul Keyfiyeti 6
Sûrenin Fazileti 6
Üçüncü Mesele. 6
Fatihadan Çıkarılan Aklî Sırlar 7
Birinci Mesele. 7
İkinci Mesele. 10
Üçüncü Mesele. 11
Fatiha Sûresinden Çıkarılan Fıkhî Meseleler 12
Birinci Mesele. 12
İkinci Mesele. 12
Üçüncü Mesele. 15
Dördüncü Mesele. 16
Besmelenin Kur'ân'dan Olup Olmadığı 16
Besmelenin Kur'ân'dan Ve Fâtiha'dan Bir Ayet Olup Olmadığı 17
Fatiha Sûresinin Ayetlerinin Sayısı 20
Sekizinci Mesele. 20
Dokuzuncu Mesele. 21
Besmele İle İlgili Tâlî Konular 23
Tercüme, Kur'ân Metninin Yerini Tutabilir Mı?. 24
İmama Tâbi Olanın Kıraati. 27
Onüçüncü Mesele. 28
Ondördüncü Mesele. 29
Onbeşinci Mesele. 30

FATİHA SURESİNİN TEFSİRİ 30
“Elhamdulillah” Ayetinin Tefsiri 30
Rabbü'l-Âlemin'in Tefsiri 36
Er-Rahmani’r-Rahim’in Tefsiri 39
“Mâliki Yevmi’d-din” Sözünün Tefsiri 41
“İyyâke Na’budu Ve İyyâke Nestain” Ayetinin Tefsiri 44
“Nabudu”deki Cemi Sîgasının İhtiva Ettiği Nükteler 48
Kulluğun En Yüce Mertebe Olması 49
“İyyâke nestain” Ayetinin Tefsiri 51
İstiane Tabirinin İhtiva Ettiği İncelikler 51
“İhdina’s-sırata’l-mustakim” Ayetinin Tefsiri 52
“En’amte Aleyhim” Ayetinin Tefsiri 54
"Nimet" in Tarifi 54
"Nimet" Çeşitleri 54
Allah’ın Kullarına Verdiği İlk Nimet 55
Allah, Kâfire Nimet Vermiş Midir?. 55
Hz. Ebubekir’in Halifeliği Nimeti 56
İman Nimeti 56
“Ğayri’l-mağdubi Aleyhim vela’d-dâllin” Ayetinin Tefsiri 56
Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri 58
Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler 58
Şeytanın İnsana Girdiği Yollar 59
Fatiha, Muhtaç Olunan Her Şeyi İhtiva Eder 60
Dördüncü fasıl 61
Namaz Ariflerin Miracıdır 65
Cismânî Miraç. 66
İlâhî Azamet Ve Kibriya. 67
Namaza Hazırlık. 68
Tekbirin Hakikati 68
Her Rekatta İki Secde Olmasının Hikmeti 69
“Elhamdulillah” Cümlesindeki İncelikler 70
Besmele Niçin Üç İlâhî İsmi İhtiva Eder?. 72
Fatiha Niçin Allah'ın Beş İsmini İhtiva Eder?. 73
Bu Sûrede Geçen İlâhî İsimlerin Bir Başka Delâleti 73





FATİHA SÛRESİ



FATİHA SÛRESİNİN İSİMLERİ



"Bu sûrenin birçok ismi vardır.İsimlerin çokluğu da müsemmanın (isim sahibi varlığın) şerefine delâlet etmektedir"[1][1]



1) Fatihatu’l-Kitab


Mushaftar, talim ve namazda kıraat bu sûre ile başladığı için, "Fâtihatü'l-Kitâb" (Kitabın başlangıcı, girişi) diye isimlendirilmiştir Veya hamd, ileride de anlatılacağı gibi, her sözün başı olduğu için, bu sûre, bu isimle isimlendirilmiştir. Yahut da, semadan (bütün olarak) inen ilk sûre oiduğu için, ona bu ismin verildiği söy­lenmiştir[2][2]


2) Suretu’l-Hamd (Hamd Suresi)


Sûreye bu adın verilmesinin sebebi, başında "hamd" sözünün bulunmasıdır. [3][3]


3) Ümmü’l-Kur’an (Kur'ân'ın Anası, Aslı)


Bu ismin verilmesinin birçok sebebi vardır:


Birincisi: Bir şeyin anası, o şeyin aslı demektir. Bütün Kur'ân'ın maksadıdört hususu zihinlere yerleştirmek-. tir. İlâlıyât (Cenâb-ı Hakk'ın zatı ve sıfatları ile ilgili konular), me'âd (ahiretle ilgili konular), nübüvvet (Peygam­berlik müessesesi ile ilgili konular) ve Kaza ile Kaderin Allah Teâlâ'ya ait olduğu­nu bildirmektir Buna göre. Hakk Teâlâ'nın ayeti ilâ-hiyyâta; kaza ve kaderiyle olduğunu isbata;" ayeti de hem kazâ ve kaderin varlığına, hem de nübüvvetle ilgili meselelere delâlet eder. Bu konuların izahı derinlemesine ileride gelecektir. Kur'ân'ın en büyük gayesi, bu dört gaye olduğu ve Fatiha Sûresi de bu dört gayeyi ihtiva ettiği için, "Ümmü'l-Kur'an" lakabı ile lakablandırılmıştır.


Bu ismin verilmesinin ikinci sebebi: İlâhî kitabların tamamı üç gayeye yönel­miştir: Ya lisanla Allah Teâlâ'yı medh-ü sena, ya Allah'a hizmet ve ibadetle meş­gul olmak veya mükâşefe ve müşahedeyi istemektir. Buna göre, ayetlerinin Trepsi, Allah Teâlâ'yı medh-ü senadır Afi ayeti, Hakk Teâlâ'ya hizmet ve kullukla meşgul olmayı ifade eder. Ancak Cenab-ı Hak, önce (Sadece Sana ibadet ederiz) sözüyle başla­mıştır ki bu. kulluk hususunda çalışıp gayret göstermek gerektiğine işarettir. Bun­dan sonra (Sadece Senden yardım isteriz) buyurdu ki, bu da, kulun kendi güçsüzlüğünü, zilletini, yoksulluğunu ve her şeyinde Allah'a başvurduğu­nu itiraf etmesine işarettir. ayetine gelince, bu da, mükâşefe, müşahede ve her türlü hidayeti istemeyi ifade eder.


Bu sûreye Ümmü'l-Kur'an ve Ümmü'l-Kitab diye isim verilmesinin üçüncü se­bebi şudur: Bütün ilimlerin gayesi ya rubûbiyyetin izzetini veya kulluğun zilletini tanımaktır. Buna göre ayetleri, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün dünya ve ahiret hallerine hükümran olan ilâh olduğuna delâlet eder. Sonra, Cenâb-ı Hakk'ın den, sûrenin sonuna kadar olan ayetleri de kulluğun zilletine delâlet eder Zira bu ayetler, kulun görünen amel­lerinden ve batını mükâşefelerinden her hangi bir şeyin, ancak Allah'ın yardımı ve hidayetiyle tamamlanabileceğine delâlet eder.


Dördüncü sebeb: İnsanların ilimleri, ya Allah'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bil­meye yöneliktir, ki bu usûl ilmîdir; ya Allah'ın hükümlerini ve yüklediği mükellefi­yetleri bilmeye yöneliktir ki, bu da furû ilmidir; veya insanın batınî temizleme, ru­hanî nurların ve ilâhî mükâşefelerin ortaya çıkmasına yönelik ilimdir. Kur'ân'ın mak­sadı, bu üç çeşit ilmi açıklamaktır. Fatiha Sûresi de, bu üç gayeyi en mükemmel şekilde ihtiva etmektedir. Buna göre, ayeti usul ilmine işaret etmektedir. Çün­kü Allah'ın varlığına delâlet eden, mahlûkatın varlığıdır, sözü ise, O: nun varlığını bilmenin ancak, O'nun âlemlerin Rabbi olduğunu bilmekle müm­kün olduğuna işaret yerine geçmektedir. sözü ise, O'nun hamde müs-tehak olduğuna işarettir. Allah Teâlâ. hamde, ancak bütün mümkinâta kadir ol­duğu ve bütün malûmatı bildiğinde müstehak olur Sonra Allah Teâlâ kendisini, rahmetinin sonsuzluğu ile vasfetmiştır ki, bu da O'nun Rahman ve Rahîm olma­sıdır. Yine O, kendisini kudretinin mükemmelliği ile vasfetmiştir ki, bu da, [ O Allah) din gününün mâlikidir. ] ayetiyle ifade edilen hu­sustur. Çünkü o ahiret gününde, Cenâb-ı Hakk, zulme uğramış kimselerin işlerini ihma! etmez, aksine haklarını zalimlerden tastamam alır. İşte burada Allah'ın zat ve sıfatlarını bilme hususundaki söz tamamlanmış olur ki, bu usul ilmidir. Cenâb-ı Hakk, bundan sonra furû ilmini beyan etmeye geçer. Bu ilim de, Allah'a hizmet ve kullukla meşgul olmaktır ki, bu da (Sadece Sana ibadet ede­riz) ayetinde ifade edilen husustur. Sonra Allah Teali furû ilmini bir kere daha usul ilmiyle karıştırmıştır. Bu da şudur: Kulluk vazifelerini yerine getirmek ancak Allah'ın yardımı ile tamamlanır: ayetinde ifade edildiği gibi...) Daha sonra, Cenâb-ı Hakk, keşfin derecelerini açıklamaya başlamıştır. Çok olmalarına rağmen bu dereceler, üç kısımda ele alınır:


Birincisi, hidayet nurunun kalbte meydana gelmesidir dosdoğru yoluna hidayet et) ayetinde kastedilen budur.


İkincisi, İlâhî cazibesi ve kudsî celâliyle kendilerine nimet verdiği kimselerden tertemiz seçkin kullarının mertebelerinin kula tecellî etmesidir. Öyle ki bu kulların kutsi ruhları, cilalanmış aynalar gibi olur da birinden diğerine manevî ışıklar yan­sır Bu Cenâb-ı Hakk'ın (Kendilerine nimet verdiklerinin yo­luna ilet) ayetinin ifade ettiği manadır.


Üçüncüsü: Bu ruhların, şehvet kirlerinden korunmuş ve muhafaza edilmiş ol­malarıdır ki, (Kendilerine gazab edilmiş olanların yoluna değil) ayeti bunu ifade' eder. Onlar şüphe günahlarından da korunmuşlardır. (Sapıtanlarm yoluna da değil) ayeti de bunu ifade eder. Böylece bu sûrenin, gayelerin en şereflisi olan bu yüce sırları ihtiva ettiği ortaya çıkar. Bun­dan ötürü, nasıl ki beyin bütün duyuların ve menfaatlerin merkezi olduğu için (Başın aslı) diye isimlendiriliyorsa, Fatiha Sûresi de "Ümmü'l-Kitab" ola­rak isimlendirilmiştir.


Beşinci sebeb: Sa'lebî, Ebu'l-Kâsım b. Hubeyb'den; O da Ebû Bekr el-Kaffâl'den; O da Ebû Bekr b. Dureyd'den, onun şöyle dediğini duymuştur/Arapların lisanın­da "el-Ümm" kelimesi, askerin diktiği sancak manasına gelir." Nitekim bu mana­da olmak üzere, Kays b, el-Hutaym şöyie demiştir:


"Bayrağımızı diktik de düşmanlarımız darmadağınık oldular. Birbirine tutkun bir topluluk iken, hastalıklı kimselere dönüverdiler."


Bu manada olmak üzere, Fatiha Sûresi, "Ümmü'l-Kur'ân" diye isimlendirilmiş­tir. Çünkü, nasıl askerlerin sığınağı sancakları ise, ehl-i imanın sığınağı da bu sû­redir. Araplar toprağa da "Ümrn"(ana) demişlerdir. Çünkü, mahlukat, yaşarken de öldükten sonra da ona dönerler ve çünkü, bir kimse bir şeye yöneldiği za­man i\r& jvi «i» (filan kimse falancaya yöneldi) denilir. [4][4]


4) Seb’ül-Mesani (Çok Tekrarlanan Yedi Ayet)



Cenâb-ı Allah:" "Andolsun ki, biz sana Sebu'l-Mesânî'yi verdik." (Hicr, 87) buyurmuştur Fatiha Sûresi'nin bu şekilde isimlendirilmesinin bir- çok sebebi vardır


Birincisi: Bu sûre, ikişerlidir. Yarısı, kulun Rabbini medh-ü senâsıdır, yarısı da Rabb Teâlâ'nın kuluna ih­sanıdır. (Mesânî kelimesinde ikişer ikişer ve iki kısımlı manası da vardır.)


İkincisi: Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir Çünkünamazın her rekatında tekrarlanır.


Üçüncüsü: Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir, çünkü o, diğer semavî ki­taplarda yoktur Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:


"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ne Tevrat'ta ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân'da bu sûre gibisi indirilmedi. Bu sûre (Hicr 87 ayetindeki) es-Seb'ul-mesânî ve Kuran-ı Azimdir.”[5][5]


Dördüncüsü: Fatiha, "mesânî" diye isimlendirilmiştir. Çünkü, yedi ayetten mey­dana gelmektedir. Her ayetinin okunması, Kur'ân'ın yedide birinin okunmasına denktir. Binâenaleyh, Fatiha Sûresi'ni okuyan kimseye Kur'ân'ın tamamını oku­muş olan kimsenin sevabı verilir.


Beşincisi: Bu sûrenin ayet sayısı, yedidir. Cehennemin kapıları da yedidir. Kim bu sûreyi okumaya başlarsa, bu yedi kapı ona kapanır. Bunun delili şudur: Riva­yet edildiğine göre, Hz. Cebraîl Peygamber Efendimize şöyle demişti; Yâ Mu­hammedi Ümmetine, Cenâb-ı Hakk'm azab edeceğinden korkardım. Ne zaman ki, Fatiha Sûresi nazil oldu, bu korkum kayboldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, niçin Ya Cibrîl? diye sordu. Cebraîl de, çünkü Cenâb-ı Hakk, "Şüphesiz onların hepsine va'doiunan yerdir cehennem. Onun yedi kapısı ve, o kapılardan her birinin ayrılmış bir nasibi vardır." (Her. 43-44) buyurmuştur. Fâtiha'nın ayetleri yedidir. Kim bu ayetleri okur­sa, bunlardan herbiri, cehennem kapılarından birini tutar. Böylece ümmetin ora­dan zarar görmeden geçer


Altıncısı: Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Çünkü bu sûre namazda okunur ve başka bir sûre ile (zamm-ı sure ile) ikilenir


Yedincisi: Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Zira bu sûre Allah Teâlâ'ya bir medh-ü senadır.


Sekizincisi: Fatiha, "Mesânî" diye adlandırıldı. Zira, Hakk Teâlâ bu sûreyi iki defa indirdi. Hıcr Süresindeki (Hicr 87) ayetini tefsir ederken, bu­nunla ilgili meseleleri ge/ıiş geniş izah ettik, Sufyan b. Uyeyne, Fatiha Sûresi'ni bu isimle anardı. [6][6]


5) el-Vafiye (Tam Olan)



Salebi şöyle demiştir: Vafıyenın manası, bölünmeyi kabul etmeyendir. Görmez misin Kur'an'ın bütün sûrelerinin yarısını bir rekatta, diğer yarısını da ikinci rekat­ta okusan, kesinlikle caiz olur Halbuki bu sûrenin aynı şekilde bölünmesi caiz değildir. [7][7]



6) el-Kafiye (Kafi Olan, Yeten)



Fatiha Sûresi, bu isimle adlandırılmıştır. Zira bu sure, başka sûrelerin yerini tutar, ama başkaları bunun yerini tutamaz. Mahmûd b, Rebî', Ubade b. Sâmit (r.a.)'dan yeten) ismidir. Peygamberiz (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet et-miştir: "Ümm-ül Kur'an (olan Fatiha), diğer sûrelerin yerini tutar. Fakat diğer sûreler onun yerini tutmaz." [8][8]



7) el-Esas (Temel, Esas)



Fâtiha'ya "esâs" ismi verilmesinde bazı hususlar vardır:


Birincisi: Bu sûre, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinin ilkidir. Bu sebeble sanki bir temel gibidir.


İkincisi: Bu sûre, yukarıda izah ettiğimiz gibi, gayele­rin en şereflisini ihtiva eder. Ki bu da bir temel sayılır.


Üçüncüsü: İmandan sonra ibadetlerin en yücesi namazdır Bu sûre de, hem na­maz hem iman hususunda, ancak kendisiyle imanın ve namazın tamamlanaca­ğı şeyleri ihtiva etmektedir. [9][9]



8) eş-Şifa



Ebu Sa'îd el-Hudrî(r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.)şöyle buyurmuştur: ""Fatiha Sûresi, her türlü zehire karşı şifa (ilâç) tır.[10][10] Sahabeden bazıları, bayılmış bir adama rastladılar da birisi bu sûreyi adamın kulağına okudu. Bunun üzerine adam iyi­leşti. Sahabe bu hadiseyi Resûlullah (s.a.s.)'a anlatınca, O da: Ümmul-Kur'ân'dır ve O her türiü hastalığa şifadır.[11][11] buyurdu.


Ben diyorum ki: Hastalıkların rûrtf olanı vardır, bedenî olanj vardır Bunun delili şudur: Allah Teâlâ küfrü hastalık diye adlandırıp "Onların kalblerinde hastalık vardır" (Bakara, 10) buyurmuştur. Bu sûre, usul, furû' ve mukâşefe bilgilerini ihtiva etmektedir. Bu sûre, gerçekte bu üç bilgi makamında şifanın mey­dana gelmesine sebebtir. [12][12]



9) es-Salat (Namaz)



Çünkü Hz.Peygamber (s.a.s.),Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Salâtı, Benimle kulum arasında ikiye paylaştırdım."[13][13] Buradaki "Salât" kelimesinden maksad Fatiha Sûresi'dir. [14][14]



10) es-Sual (İstek, Taleb)



Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Hakk Teâlâ'dan naklettiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Beni zikretmesi, Benden bir şey istemesine engel olan kimseye, isteyen­lere verdiğimin en iyisini veririm.[15][15] Halil İbrâhîm (a.s.) da böyle yaptı. Çünkü şöyle demişti:


"(O Rabb)ki beni yaratan ve bana hidayet edendir. Bana yedirip içiren O'dur. Has­talandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan O'dur. Ceza gününde kusurlarımı affedeceğini umduğum da O'dur. Rabbim, bana hüküm ihsan et ve beni sâlihler (zümresine) kat." (Şuârâ, 78-83) Fatiha Sûresi'nde de Çenâb-ı Hakk'a medh-ü sena ile başlanılmıştır ki bu, den kadar olan ayetlerdir. Daha sonra ubûdiyyet zikredilmiştir ki bu da ayetidir. Daha sonra da hidayeti istemekle, sûre son bulmuş­tur'ki, bur gayetinde ifade edilendir. Bu durum, gayelerin en mükemmelinin, dinde hidayete ermek olduğuna ve marifet cennetinin, na'îm cen­netinden daha hayırlı olduğuna delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ burada sûreyi, ... (Bize hidayet et...) diye bitirmiş, (Bizi cennetle rızıklandır.) dememiştir. [16][16]



11) Suretü’ş-Şükür (Şükür sûresi)



Çünkü bu sûre, Allah'a, fazlından, kereminden ve ih­sanından dolayı hamd-ü sena etmektir. [17][17]



12) Suretu’d-Dua (Dua Sûresi)



Çünkü bu sûre, (bir dua olan) " ayetini ihtiva etmektedir Fatiha Sûresinin isimleri konusunda sözün hepsi budur. Allah en iyi bilir. [18][18]



Fatiha Suresinin Faziletleri



Sûrenin Nüzul Keyfiyeti



Bu sûrenin nüzûlu hakkında âlimler üç görüş zikret- mislerdir:


Birinci görüş: Bu sûre mekkîdır. Salebi, senedi ile, Hz. Ali’nin şöye dedlğinj rivayet etmiştir. "Fatiha sû­resi, Arşın altındaki hazinelerden inmiştir." Sa'lebî bu­nun peşi sıra. âlimlerin çoğunun bu görüşte olduğunu söylemiştir. Yine Sa'lebî, senedi ile. Anu b. Şurahbil'ia şöyle dedeni rivayet etmiştir. "Kur'ârVdan ilk nazil olan Fatiha Sûresı'dir." Bu böyledir, çünkü {vahyin başlangıcında) Hz. Peygam­ber (s.as.), Hz- Hatîce (r.a.)(ye gizlice şöyle dedi: "Bana bir şeyin karışmasından (yani aklıma bir hale! gelmesinden) endişeleniyorum." Bunun üzerine, Hz. Hati­ce, "O nedir?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: "Yalnız kaldığımda, "oku" diye bir ses duyuyorum." Sonra Hz. Peygamber Varaka b. Nevfei'e gitti ve bu du­rumu ondan sordu da, O, Peygamber (s.a.s.)'e şöyle dedi: "Sana ses geldiğinde dur.' Böylece Cebrail (a.s.), Hz. Resûl'e geldi ve Sa'lebî, senedi ile birlikte, Ebu Sâlih'den, O'nun da İbn Abbas (r.a.)dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (ra.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.) kalktı ve hemen dedi. Bunun üzerine Kureyşlıler, "Allah ağ­zını kırsın" dediler.


İkinci görüş: Bu sûre. Medîne'de nazil olmuştur. Sa'lebî senedi iıe birlikte, Mücâhıd'den, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Fatiha Sûresi, Medîne'de nazil oldu."


El-Hüseyin b. El-Fadl şöyle demiştir: "Her âlimin bir hatası olur. Bu da Mücâhidin hatasıdır Zira âlimler bu görüşün aksini söylemiştir." Buna iki şey delâlet eder, Birincisi, Hicr Sûresi, ittifakla Mekkîdir. Fatiha Sûresi'ni gösteren ayeti de Hicr Sûresi'ndedir. (Ayet, 87). Bu da gösterir ki, Allah Teâlâ, Pey-gamberımız (s.a.s.)'e bu sûreyi Hicr Sûresi'nden önce vermiştir. İkincisi: Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'in, Fatiha Sûresi olmaksızın, Mekke'de on küsur sene kaldığını söy­lemek doğruluktan uzak bir görüştür,


Üçüncü görüş: Bazı âlimler, bu sûrenin bir kere Mekke'de, bir kere de Medî-ne'de nazil olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Fatiha Sûresi hem Mekkî, hem de Medenîdir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onu "Mesânî" diye isimlendirmiştir. Çünkü, bu sûreyi iki defa indirmiştir. Bu durum da ancak bu sûrenin ne kadar şerefli olduğunu gösterir. [19][19]


Sûrenin Fazileti



Bu sûrenin faziletini açıklamak hususundadır. Ebû Sa' id el-Hudrî (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivayet, edilmiştir:


"Fatiha Sûresi her türlü zeh­re karşı şifa (ilaçjtır.[20][20] Huzeyfe b. el-Yemânî (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in


şöyle buyurduğu rivayet edilmişti


"Bir kavme Cenâb-ı Hakk, kesinkes hükmedilmiş azabım gönderir. Ancak, onla­rın çocuklarından birisi mektepte "elhamdülillah! rabbi'İ-âlemîn" diye okuyunca, Allah Teâlâ bunu duyar. Bu sebeble onlardan azabını kırk yıl kaldırır." Hz. Hüseyin (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:


"Cenab-( Hak. göJcfen yüzdört kitap indirdi. Bunların yüzünün bilgisini, Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'a koydu. Sonra bu dört kitabın taşıdığı ilimleri Furkâna (Kur­ana); Furkân'ın ilimlerini, Mufassal sûrelere;[21][21] Mufassal sûrelerin ilimlerini Fâtiha'ya koydu. Kim Fatiha Sûresi'nin tefsirini bilirse, Allah'ın indirdiği bütün kitap­ların tefsirini bilmiş olur. Kim Fatiha Sûresini okursa, sanki Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'ın tamâmını okumuş gibi olur."


Bunun sebebi şudur: İlâhî kitapların hepsinin gayesi, usûl, furû ve mükâşefe ilmidir. Bu sûrenin de, bu üç ilmin tamamını ihtiva ettiğini yukarda izah etmiştik. Bu yüce ve şerefli gaye, bu sûrede bulunduğu için. sanki, bütün ilâhî gayelerin tamamını ihtiva ediyor gibi olmuştur. [22][22]





Üçüncü Mesele





Âlimler, bu sûrede elifbanın yedi harfinin bulunmadığını söylemişlerdir. Bu harfler şunlardır: " Bunun sebebi, bu yedi harfin, Al­lah Teâlâ'nın azabını hissettirir olmasıdır. Mesela, se helak ve yok olmaya de­lâlet eder. Nitekim Allah Teâlâ: " "Bu gün bir kere hefâk (olmayı, çağırmayın, birçok defalar helak (olduk diye) çağırın." (Furkân, 14) buyurmuştur. Cim harfi, cehennem kelimesinin ilk harfidir. Cenâb-ı Allah,"Onların hepsine va'dolunan yer cehennemdir." (Hicr. 43) ve "Andolsun ki Biz İnsanlar ve cinlerin çoğunu ce-hennem için'yarattık." {Arat 179) buyurur Hâ harfini de getirmedi, çünkü bu harf. hızyi (rüsvay olmayı) hissettirir. Allah Teâlâ: "Allah o günde. Peygamberini ve Onunla birlikte iman edenleri rüsvay etmez."(Tah-nm 8) ve de Fatiha Sûresı'n-de yoktur. Çünkü bu iki harf, zafîr ve şehîk kelimelerinin ilk harfleri­ndir Cenâb-ı Allah. "(O şakiler) için cehennemde (çok fecî bir) nefes alıp verme vardır." (Hûd. 106) buyurmuştur, Aynı şekilde Ze harfi, zakkuma da delâlet eder. Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:



Zakkum ağacı günahkârın yemeğidir." {Duhân 43-44} Şin harfi de şekâvete delâlet eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "fa­kı olanlara gelince onlar cehennemdedirler." (Hûd. 106). harfi de Fatihada yoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur. "Haydi (cehennemin) üç kola (ayrılmış duman) gölgesine gidin. O gölge, gölge-lendirici de değildir, onları alevden de korumaz." (Murselât 30-31) Yine bu harf çılgın ateş) kelimesine de delâlet eder O, "Fakat ne mümkün. Çünkü o (cehennem) halis ateştir, bedenin bütün uç uzuvlarını sö­küp koparır." (Meânc. 15-16) buyurmuştur. harfi,de bu sureden düşürülmüştür. Çünkü bu da firaka delâlet eder. Allah Teâlâ' "O gün onlar darmadağmık olurlar." (Rûm 14) ve Allah'a karsı yalan düzmeyin. Sonra azab İle sizin kökünüzü kurutur. Allaha kar­şı yalan uyduran (herkes) muhakkak hüsrana uğramıştır." (Tâhâ. 61) buyurmuştur.



Eğer, "hiçbir harf yoktur ki. bir azab türü ifade eden kelimede geçmemiş ol­sun; o halde bu sizin zikrettiklerinizde ne fayda vardır?" derlerse biz deriz ki, bunun şu faydası vardır: Cenâb-ı Hakk cehennemin sıfatı hakkında," "Cehennemin yedi kapısı vardır Onlardan her kapının be­lirli bir payı vardır." (Hicr, 44) buyurmuştur. Bu sûreyi okuyup ona iman ederek ha­kikatlerini öğrenen kimsenin cehennemdeki yedi dereceden emin olacağına dikkat çekmek için, azaba delalet eden lâfızların ilk harfleri olan yedi harfi. Cenâb-ı Al­lah düşürmüştür. Allah en iyi bilendir. [23][23]





Fatihadan Çıkarılan Aklî Sırlar





Birinci Mesele





Cenâb-ı Hakk deyince, sanki bir soru soran şöyle diyor: sözü, iki şeyden haber veriyor Birincisi, Allah'ın varlığı; ikincisi, O'nun hamde lâyık ol­ması. Allah'ın varlığının ve O'nun hamde lâyık olduğunun delili nedir öyleyse? Bu iki sual tevcih olununca, Aliahu Teâlâ bu iki suale cevap olacak şeyi zikrede­rek, birinci suale" ikinci suâle sözleri ile cevap verdi.



Birinci cevabın izahına gelince, bunda birçok hususlar vardır.



Birinci husus: Bir şeyin varlığını bilmemiz, ya zarurî ya da nazarî olur. Allah'ın varlığını bilmenin zarurî olduğunu söylemek caiz değildir. Zira biz, zorunlu ola­rak, Allah'ın varlığını zarurî bir tarzda tanımadığımızı biliyoruz. Geriye, Cenâb-ı Hakk'ı teorik olarak bilmek kalıyor. Nazarî bilgi de, ancak bir delil ile elde edilir. Halbuki Allah'ın varlığına, bu mahsusat âleminde bulunan göklerin, yerlerin, dağ­ların, denizlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların onları idare eden bir Mü­debbire, onları yoktan var eden bir Mucide, onları terbiye eden Mürebbîye ve onların hayatını devam ettiren bir Zata muhtaç olmalarından başka bir delil yok­tur Bundan dolayı Cenâb-ı Allah'ın jıiplij sözü, Kadir ve Hakîm bir ilahın varlığına delâlet eden, bir delile işaret olur



Burada birçok nükte vardır.



Birinci nükte: lâfzı, Allah'dan başka her şeye işaret etmektedir. O halde. Cenâb-ı Hakk'ın sözü, Allah'ın dışındaki her şeyin, O'na muhtaç olduğuna ve var olması hususunda Allah Teâlâ'nın yaratmasına, varlığını devam ettirmesinde ise O'nun ibkâsma ihtiyacı olduğuna işarettir. O halde sözü, her bölünme kabul etmeyen nesnenin ve her cevher-i ferd (atomjun ve her bir maksadın hakîm, kadîr ve kadîm bir ilâhın varlığına kesin bir delil ve açık bir hüccettir. Nitekim HakkTeâlâ: Hiç bir şey yoktur ki, hamdiyle Allah'ı teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbihlerini anlayamazsınız." (isrâ, 44)



İkinci nükte: Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmayıp da, buyurmuş olmasıdır. Bunun sebebi şudur: Ulema, sonradan meyda­na gelen varlıkların, meydana geldikleri sırada, bir yaratıcıya, bir Muhdise muh­taç olduğunda mutabıktırlar Ancak, bu mevcudun varlığını sürdürdüğü sürece, bu varlığı devam ettiren bir şeye muhtaç olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiş­lerdir Bazıları: "Bir şey, varlığını sürdürmek için her hangi bir sebebe muhtaç değildir" diye iddia etmişlerdir. Halbuki Rabb, o şey varlığını sürdürdüğü müd­detçe, onun halini düzelten ve onun devamını sağlayan kimsedir Buna göre, " sözü, bütün âlemlerin, varlığını idame hususunda Kendisine muh-taç'olduklarına bir dikkat çekmedir. Burada maksad, âlemlerin meydana geldiği sırada, bir yaratıcıya muhtaç olduğu hususunun üzerinde ittifak bulunan bir iş; âlemlerin, varlığını sürdürdükleri sırada, bunları bir terbiye edene ve varlıklarının devamını sağlayan birisine muhtaç olduğu hususunun ise, ihtilaflı bir konu oldu­ğunu belirtmektir. Böylece, Cenâb-ı Hakk, Allah'tan başka her şeyin, meydana gelmesinde, ve varlığını idame ettirmesinde, kendisinden müstağni olamıyacak-larına dikkat çekmek için, sözünü özellikle zikretmiştir.



Üçüncü nükte: Bu sûre diye adlandırılmıştır O halde, bu sûrenin bir temel ve kaynak; bunun dışındaki sûrelerin ise, bundan kaynaklanan arklar gibi olması gerekir O halde Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, kendinden başka her varlığın, O'nun ulûhiyyetine delil olduğuna dair bir uyarmadır. Allah bunlar­dan sonra başka dört sûreyi de, sözüyle başlatmıştır ki, bu sûrelerin



ilki En'âm Sûresi'dir. Bu sûreye "Gök­leri ve yeri yaratan: karanlıkları ve aydınlığı (nuru) var eden Allah'a hamdolsun."



(Enam. 1) diyerek başlamıştır. Burada zikredilen sözünün ifade ettikle­rinden bir kısımdır Çünkü "âlem" lâfzı, Allah'tan başka her şeyi içme alır. Bu ayetten bahsedilen "gökler", "yer", "nur" ve "karanlıklar" da, Allah'ın dışında var olan şeylerden bazılarıdır. O halde En'âm Sûresi'nin başında zikredilenler, âdeta Fati­ha Sûresi'nin başında zikredilenlerin bir parçasıdır. Ve yine, En'âm Sûresi'nin ba­şında zikredilen husus, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yerleri yaratmış olmasıdır. Fa­tiha Sûresinin başında zikredilen husus ise, O'nun âlemlerin Rabbi olmasıdır Âle­m/n varlığın devam ettirmesi hususunda, Cenâb-ı Hakkin ibkâstna muhtaç olduğu sabit olunca, âlemin meydana gelmesi hususunda, onu meydana getirecek bir varlığa haydi haydi muhtaç olması gerektiğini açıklamıştık. Ama, âlemin mey­dana gelmesinde bir "muhdis"e ihtiyacı olmasından, varlığını idamesi hususun­da bir ibkâ ediciye muhtaç olması da gerekmez. Bu sebeple, şu iki izah tarzın­dan En'âm Sûresi'nin başında zikredilmiş hususların, Fatiha Sûresi'nin evvelinde zikredilen kısımların yerini tutan bir kısım olduğu ortaya çıkmıştır.



Hamd ile başlayan ikinci sûre, Kehf Suresi'dir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurarak, Sûreye başlar: "Kuluna Kitab'ı indirmiş olan Allah'a hamdolsun." (Kehf, 1) Bu ayetten maksad, ruhları bilgiler aracılığıyla terbiye etmektir. Çünkü, Allah'ın kuluna indirdiği kitap, keşiflerin ve müşahedelerin mey­dana gelmesine sebeptir. Buna göre, bu ayet sadece ruh terbiyesine işaret et­miş olur. Fatiha Sûresi'nin başında demesi de, bütün âlemler hak­kında umumî bir terbiyeye işarettir. Bu umumî terbiyeye, meleklerin, insanların, cinlerin ve şeytanların ruhî terbiyeleriyle göklerde ve yerterde meydana ge\en mad­dî terbiye de dahil olur. O halde, Kehf Sûresi'nin evvelinde bahsedilen şeyin, Fa­tiha Sûresi'nin başında zikredilen şeyler nev'inden olduğu anlaşılmıştır



Hamd ile başlayan üçüncü sûre, Sebe' Sûresi'dir. Bu sûre şöyle başlamakta ken­disine ait olduğu Allah'a hamdoisun." (Sebe. 1) Cenâb-ı Hakk, En'âm Sûresi'nin ba­şında, yer ve göklerin kendisine ait olduğunu; Sebe Sûresi'nin başında ise, gök­lerde ve yerde bulunan şeylerin kendisine ait olduğunu açıklamıştır. Bu da, O1 nun sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır nun sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır.



Hamd ile başlayan dördüncü sûre, Fâtır Sûresi'dir. Bu sûre şöyle başlamakta­dır: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsus­tur." (Fâtır. i) En'âm Sûresi'nin başında bahsedilen, Allah'ın göklerin ve yerin yara­tıcısı olmasıdır. "Yaratmak" ise (halk), takdir etmektir. Bu sûrenin başında bahse­dilen ise O'nun gökleri ve yeri yoktan var ederek, onların zatlarını yaratan olması­dır (fatr). Bu ise, birinciden başkadır Ancak Fâtır Sûresi de, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kapsamına giren kısımlardan bir kısımdır Sonra Cenâb-ı Hakk, En'âm Sûresi'nde, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu zikredince, karanlıkların ve nurun yaratıcısı olduğunu da söyledi: Fâtır Sûresi'nde ise, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu bildirdiğinde me­lekleri de elçiler olarak yarattığını açıkladı. Buna göre, En'âm Sûresi'nde gök­lerin ve yerin yaratılmasından sonra, karanlıklar ve nurların yaratıldığını; Fâtır Sû­resi'nde ise, Cenâb-ı Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu zikredildikten sonra, ruhanî varlıkların yaratılmış olduğu zikredildi. İşte bütün bunlar, hayranlık uyandı­ran birtakım sırlar ve yüce birtakım inceliklerdir. Şu kadar var ki, bunlar da hepsi Cenâb-ı Hakk'ın sözünde zikredilmiş olan, en büyük okyanusun ihtiva ettiği türlerin yerine geçmektedir. Bu da, sözünün, ka­dîm bir ilâhın varlığına delil olmak üzere zikredildiğine dikkat çekmektedir.



İkinci husus: sözü, bir ilâhın varlığına delâlet ettiği gibi, bunun ya­nında da, O ilâhın zatının bir mekândan, o mekânda yer tutmaktan ve bir cihette bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eden delilleri de, içine almaktadır. Zi­ra, "âlemin" lâfzının, Cenâb-ı Hakk'tan başka her varlığı kapsadığını izah etmiş­tik. Zaman ve mekân kavramları da, Allah'ın dışındaki varlıklara dahildir. Buna göre mekân, boşluktan, âlândan re sürüp giden boşluktan; zaman ise, kendisi sebebiyle önceliğin ve sonralığm meydana geldiği müddetten ibarettir. O halde,



sözü. Cenâb-ı Hakk'ın zamanın ve mekânın da Rabbi, onların yara­tıcısı've onların yoktan var edicisi olduğuna delâlet eder. Sonra Hâlık'ın varlığının yaratılmışların varlığından kesinlikle önce olduğu bilinen bir gerçektir. İş böyle olunca O'nun zatı da, fezanın, boşluğun ve alanın meydana gelmesinden önce olup, cihet ile mekândan münezzehtir. Şayet O'nun zatı, fezanın meydana gel­mesinden sonra, fezanın cüzlerinden birinde meydana gelmiş olsaydı, o zaman O'nun zatının hakikati değişmiş olurdu ki, bu imkânsızdır O halde, sö­zü, bu manada olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın zatının mekân ve cihetten münez­zeh olduğuna delâlet eder.



Üçüncü husus: sözü, Allah'ın zatının hıristiyanlar ve Panteistlerin dediği gibi, bir mahalle hululden ve hulule nisbet edilmekten münezzeh olduğu­na delâlet eder. Çünkü O, âlemlerin Rabbi olunca, kendinden başka her şeyin yaratıcısı olur. Yaratıcı, yaratılmışlardan öncedir. O halde, O'nun zatı, her mahal­den önce olur. Bu sebeple, O'nun zatı bütün mahallerden müstağnidir. Mahallin var olmasından sonra, O'nun bir mahalle muhtaç olması doğru olmaktan uzaktır.



Dördüncü husus: Bu ayet, âlemin ilâhının mûcib-i bi'z-zât (zatı icabı yapan) ol­madığına, tam aksine, O'nun fâıl-i muhtar (yani dilediği şekilde iradesiyle iş ya­pan) olduğuna delâlet eder. Bunun delili ise şudur: Mûcib-i bi'z-zât olan, fiillerin­den herhangi birine karşılık hamde, senaya ve yüceltmeye hak kazanmaz. Gör­müyor musun? İnsan ateşin sıcaklığından veya buzun soğukluğundan faydalan­dığında,ateşi de buzu da medhü sena etmez. Çünkü, ısıtma konusunda ateşin, soğutma hususundaysa buzun tesiri, kendi gücü ve ihtiyarıyla değildir. Tam aksi­ne, tabiatlarının gereğidir. Cenâb-ı Hakk'ın, övülmeyi ve senayı hak ettiğine hük­medilince, O'nun kendi ihtiyariyle fail olan bir varlık olduğu anlaşılır. Allah'ın, "Fâil-i Muhtar" olduğunu anladık; çünkü, Fâil-i muhtar zatı gereği mûcib olsaydı, bütün eserler ve malûmatlar bu Müessir ve Mûcıb'in devamıyla devam etmiş olur ve bu eser ve malûmatlarda bir değişikliğin meydana gelmesi imkânsız olurdu. Hal­buki, değişikliğin meydana geldiğini müşahede ettiğimizde, bu değişikliği yapan müessirin ihtiyariyle bir kadir olup. mûcib-ı bı'z-zat olmadığını anlamış oluruz. Durum böyle olunca da, şüphesiz olarak Allah'ın hamde müstehak olduğu ortaya çıkar



Beşinci husus: Cenâb-ı Hakk, âlemi kulların maslahatlarına ve menfaatlerine uygun olarak yaratınca, gökler ve yerler âleminde bu muhkem ve tam yerli yerin­de yapmak işi, apaçık görülür oldu. Bu muhkem ve sağlam işi yapan zatın, âlim olması gerekir. Bu söylediklerimizle sözü, bir ilâhın varlığına; O'nun mekândan ve mekânda yer tutmaktan münezzeh; bir mahalle hulul etmekten berî; kudretinin nihayetsiz; ilminin sonsuz ve hikmetinin de doruk noktasında olduğu­na delâlet ettiği ortaya çıkmış olur.



İkinci sual şudur: Farzet ki, Kadir bir ilâhın var olduğuna dair kesin hüküm verdik. Ne diye O'nun, hamde ve senaya müstehak olduğunu söylüyorsunuz?



Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bu cevabın, izahı da şöyledir: Kulun dünyadaki durumu, iki halden uzak değildir. Ya o, selâ­met ve saadet içinde olur veya kederler, sıkıntılar ve fakru zaruret içinde bulunur. Eğer esenlik ve mutluluk içinde olursa, bu mutluluk ve saadetin sebepleri, an­cak O'nun yaratması, meydana getirmesi ve icad etmesiyle olur Böylece Cenâb-ı Allah, Rahman ve Rahîm olur. Eğer belâ ve sıkıntılar içinde olursa, bu durumda belâlar ve bu kötülükler ya kullardan veya Allah'tan olmuş olur. Eğer kullardan ise, Allah Teâlâ din gününde zalimlerden, mazlumların hakkını ve intikamını ala­cağını vadetmiştir. Eğer bunlar Allah'tan ise, Allah Teâlâ dünyada kullarına indir­diği her sıkıntı ve kötülüğe karşılık bol mükâfaat ve lütufta bulunacağını vadet­miştir. Durum böyle olunca, Allah'ın sınırsız hamd-ü senaya müstehak olduğu ke­sinkes anlaşılır Zikrettiğimiz bu açıklamayla Cenâb-ı Allah'ın sözünün, aklen, kendisinden daha üstün ve mükemmel bir sözün bulunması mümkün olmayacak şekilde, dizilmiş olduğu anlaşılmış olur.



Cenâb-ı Hakk, Rubûbiyet konusunda muteber sıfatları saymayı bitirince, bu­nun peşinden ubûdiyyet (kulluk) konusunda muteber olan açıklamayı getirdi. İn­san ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Bedenin gayesi, ruh için faydalı olan şeyleri elde etme hususunda, ruhun bir âleti olmaktır. Bedenin durumlarının en üstünü, devamlı ruhanî saadetleri kazanmaya dair ruha yardım edecek amelleri yapmış olmasıdır. Bu ameller de, bedenin Ma'bûdu tazime ve O'na hizmete gö­türecek işleri yapmasıdır. Bu ameller ibadetlerdir. O halde kulun bu dünyada en güzel hâli, bu ibadetlere devam etmesidir, işte bu insanın mutluluk derecelerinin ilkidir, JiSâfl sozu ile kastedilen de budur. Kul bu mertebede bir süre devam ederse o'vakit" ona, gayb âleminin nurlarından bırşeyler tecelli eder. Halbuki o, yalnız başına bu ibadet ve taatlan yerine getiremez. Bilâkis Allah Teâlâ, onu mu­vaffak kılmadığı, yardım etmediği ve korumadığı sürece, bu ibadet ve taatlerden her hangi birini yapması mümkün değildir, Bu makam, kemâlatta orta dereceyi işgal eder, sözünden kastedilen de budur. Kul bu makamı geçince, hidayetin ancak Allah Teâlâ tarafından meydana geldiğini ve mukâşefe ile tecellî nurlarının da sadece Allah'ın hidayet etmesiyle hasıl olduğunu anlar sözünden murad ise budur. Burada da birçok nükteler vardır:



Birinci nükte; İnanç ve amellerde izlenecek gerçek yol sırât-ı müstakimdir



İnançlar hususunda sırât-ı müstakîmın gerçek yol olmasına gelince bunu bir­kaç yönden açıklayabiliriz:



Birincisi: Tenzih akidesine iyice dalan kimse, ta'tîle ve sıfatları nefyetmeye ka­dar gitmişlerdir. İsbat cihetinde ileri gidip Allah Teâlâ'ya her sıfatı vermeye kalkı­şanlar, teşbihe ve Hakk Teâlâya cisimlik ve mekân isbat etme çıkmazına düş­müşlerdir, îsbat ve nefy. doğruya götürmeyen iki aşırı uçtur. Sırât-ı müstakîm ise teşbih ve ta'tilden uzak olan bir iman yoludur.



ikincisi: Kulun bütün fiillerinin kulun kendisinden olduğunu söyleyen kimse ka­derciliğe (i'tizâle): kulun, fiilinde her hangi bir rolü ve tesiri yoktur diyen kimse de cebre düşmüştür ki, bunlar doğruya götürmeyen iki yanlış yoldur. Sırât-ı müs­takîm ise her şeyin Allah'ın hükmü ile olduğuna inanarak fiilin kula ait olduğunu kabul etmektir. Ameller konusuna gelince biz deriz ki: Kim şehevî işler hususun­da aşırılığa düşerse ahlâksızlığa düşer. Şehevî işleri tamamen terkeden kimse ise donuklaşır (hiç bir şeye arzu duymaz.) Sırât-ı müstakîm ise, her ikisinin ortası-dır ki, bu da iffettir. Yine kızgınlıkta (gazabta) çok aşırı giden, hiddete düşer. Kız­gınlık göstermemekte aşırı giden ise korkuya düşer. Sırât-ı müstakîm ise bu iki aşırılığın ortasıdır ki, o da şecaattir



İkinci nükte: Cenâb-ı Hakk, sırât-ı müstakimi, iki sıfatla nitelendirmiştir. Bunlar­dan biri müsbet. diğeri selbî (olumsuz)dur. Müsbet olana gelince, bu yolun, Al­lah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerin sıddîklarm, şehîdlerin ve salih kulların yolu olmasıdır. Selbî cihete gelince, bu yolun, Allah'ın gazabını hakedecek kadar şehevî fiilleri işleyerek davranış güçlen bozulan kimseler ile; gerçek inançlardan ve kesin bilgilerden sapacak kadar tefekkür kaabiliyetleri fe­sada uğrayan kimselerin yolu olmamasıdır.



Üçüncü nükte: Bazıları dediği zaman, sırf bununla yetinmeyip, de söylemiş olduğunu; bunun ise mürîdin, hi­dayet ve mukâşefe makamlarına, ancak kendisini dosdoğru yola iletecek ve sa­pıklıklar ile hataların dolu olduğu yerlerden uzaklaştıracak bir şeyhe intisab et­mesiyle ulaşabileceğine delâlet ettiğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü demişlerdir man-lükatın pek çoğu noksandır. Akılları hakkı dosdoğru idrak edip de doğruyu yan­lıştan ayıramaz. O halde noksan olan varlığın, kâmil varlığa uyması gerekir. Böy­lece bu noksan olan kimsenin aklı. kâmil olanın aklının nuruyla güçlensin de, ne­ticede saadet derecelerine ve kemâlat basamaklarına ulaşsın.



Anlattığımız şeylerden, bu sûrenin, "Bana verdiğiniz ahdi yerine getirin ki. Ben de size karşı olan ahdimde durayım." (Bakara, 40) aye­tinde zikredilen ubudiyet ve rubûbiyet ahdine dair bilinmesi gereken her şeyin izahını eksiksiz ihtiva ettiği ortaya çıkar. [24][24]





İkinci Mesele





Bu sûrenin ihtiva ettiği nüktelerin diğer bir kısmının anlatılmasına dairdir



Bu âlemin durumu, hayır ile serden, sevilen ve sevilmeyen şeylerden meydana gelmiş bir karışımdır. Bu manalar şüphesiz bu âlemde görülmektedir Ancak biz denz şer her ne jse de hayr daha çok; hastajk çok ise de sıhhat ondan daha fazla; açk çok ise de, tokluk ondan daha çoktur. Durum böyle olun­ca, kendi nefsinin hallerini gözden geçiren her akıllı insan, nefsinin daima deği­şiklikler ve hâlden hâle geçişler içinde olduğunu müşahede eder. Sonra bu de­ğişikliklerde baskın çıkanın, esenlik, huzur, güzellik ve rahatlık olduğunu görür Bunu bildiğinde deriz ki. yokluğundan sonra bir şeyin meydana gelmesini neti­ce veren bu değişiklikler, kadir bir ilâhın varlığına delâlet ederler. Bu değişiklik­lerde galib gelenin rahatlık ve hayır olması, bu ilâhın rahîm, ihsan sahibi ve ke­rîm olduğuna delâlet eder.



Bu değişikliklerin ilâhın varlığına delâlet etmesini şöyle açıklayabiliriz: Fıtrat-ı selîme, yokken var olan her şeyin bir sebebi olması gerektiğine şehâdet etmek­tedir. Bunun için biz, yok iken bir evin yapıldığını duyduğumuzda, akl-ı selîmin, bu binanın yapılmasını üstlenmiş bir ustanın olması gerektiğine şehadette bu­lunduğunu görürüz. Bir insan bu konuda bizi şüpheye düşürmeye çalışsa bile, şüpheye düşmeyiz. Binâenaleyh bu değişen hallerin yaratıcısının da kadir olma­sı gerekir. Çünkü bu ilâh, mûcib-i bi'z-zât olsaydı bu eserin bu ilâhla hep devam etmesi gerekirdi. Eserin, yokken meydana gelmiş olması, Müessir ve Kadir bir varlığa delâlet eder. Bu değişikliklerin, Müessir olan zatın merhametli, ihsan sa­hibi olduğuna delâlet etmesine gelince, bu değişikliklerde baskın olanın rahat­lık, iyilik, güzellik ve esenlik olduğunu açıklamıştık. İşlerinin çoğu rahatlık, iyilik, huzur ve esenlik olan kimseye. Cenâb-ı Hakk merhamet etmiş ve lütufta bulun­muş olur. Böyle olan zat ise, övülmeye müstehak olur. Bu durumlar, herkesin ma­lûmu ve her akıllının aklında olunca. Allah'ı övmenin gerekçesi de her akıllı kim­senin aklında olur. İşte bu sebeple, kullarına nasıl hamdedeceklerini öğretti de,"riamd, ancak Allah'a mahsustur" dedi.



Cenâb-ı Ailah, bu makama dikkat çekince, birinciden daha yüce ve daha üs­tün diğer bir makama da dikkatlerimizi çekmiş ve sanki şöyle buyurmuştur: Ken­disine hamdetmekle meşgul olduğun o ilâhın, sadece senin ilâhın olduğuna iti-kad etmen doğru olmaz. Aksine o. bütün âlemlerin ilâhıdır. Çünkü, sende fakir­lik, başkasına muhtaç olma. sonradan mümkün bir varlık olman hasebiyle, nefsinin bir ilâha muhtaç olduğuna hükmedersin. Bu manalar bütün âlemde vardır Çünkü bu âlem hareket ve sükûnların ve her türlü değişikliklerin yeridir O halde işleri düzene koyan bir ilâha muhtaç olmanın sebebi bu âlemde de vardır Se-bebde ortaklık meydana gelince, müsebbebte (neticede) de ortaklığın meydana gelmesi vacip olur. İşte bu husus, Allah'ın, bütün mahlûkâtın işlerini düzene ko­yan, yerlerin ve göklerin ilâhı, âlemlerin de Rabbı olmasını gerektirir. Böyle bir mana ortaya çıkıp yerleşince, büyüklüğüne rağmen bu âlemi, Arşı, Kürsî'yi. gök­leri ve yıldızları yaratmaya güç yetiren varlığın, bu sayılan şeyleri yok etmeye de Kadir olduğu ve onlara muhtaç olmadığı ortaya çıkar. Bu güç yetiren, helak eden ve başkasına muhtaç olmayan varlığa, son derece saygı ve tazim gösterilmesi gerekir. Bu durumda kul şöyle düşünür: "Son derece zelil ve kıymetsiz olduğu­ma göre, bu yüce varlığa yaklaşmam ve her hangi bir yolla O'na ulaşmam nasıl mümkün olur?" İşte bu durumda, bu derde uygun ilâcın yerini tutacak şeyi Allah Teâlâ, ona hatırlatarak, sanki şöyle der: Ey zayıf kulum, her ne kadar Ben, kudre­ti, heybeti, ve ulûhiyeti büyük olan bir zat isem de, aynı zamanda rahmeti büyük Rahman ve Rahîm; din gününün yegane sahibi Allahım. Bu dünyada yaşadığın müddetçe seni, rahmetimin kısımlarından ve nimetlerimin her çeşidinden mah­rum bırakmam. Öldüğünde de din gününün sahibi benim, hiç bir amelini karşılık­sız bırakmam. Eğer hayır yapmışsan, tek bir hayrına sonsuz hayırlarla karşılık veririm. Eğer günah işlemiş isen, günahını bağışlamak, lütufta bulunmak ve onu örtmekte karşılık veririm.



Bu yolla, Cenâb-ı Allah, rubûbiyyetın durumunu ortaya koyduktan sonra kulu­na üç şeyi emretmiştir.



Birincisi, şeriat makamıdır ki bu, kulun zahirî amellere devam etmesinden iba­rettir. Bu, Allah Teâlâ'nın ayetinde ifade ettiği husustur.



İkincisi, tarikat makamıdır ki bu da, kulun görülen âlemden gayb âlemine yol­culuğudur. Bu durumda olan kul. görülen âlemin, âdeta görülmeyen (gayb) âle­minin emrine verilmiş olduğunu görür ve bu zahirî amellerden herhangi bir şe­yin, görülmeyen âleme götürecek bir yardım olmadan, kendisi için kolay olma­yacağını anlar Bu, Allah Teâlâ'nır ayetinde ifade ettiği husustur.



Üçüncüsü: Kul, görülen bu âlemin, tamamen terkedilmiş olduğunu, bütün iş­lerin sadece Cenâb-ı Hakka âit olduğunu müşahede eder. İşte bu esnada da .'der. Hem sonra burada bir incelik daha vardır. O da şudur Tek bir ruh, "bir gayeyi elde etmek için bir araya gelmiş bir ruhlar topluluğundan kuvvetçe daha zayıftır. Bu durumda kul, sadece kendi ruhunun bu maksadı elde etmeye yetmeyeceğini anlar da, ruhunu, ilâhî nurları ve ruhanî mükâşefeleri elde etmeye yönelmiş olan tertemiz pak ruhlar zümresine dahil eder. Ruhu, bu züm­reye katılıp onların safında yer alınca, arzusu daha güçlü, istidadı daha mükemmel olur. İşte o zaman, yalnız başına elde edemeyeceğşeyleri, bu manevî züm­re içerisinde elde eder. Bu sebeble O, der.



Cenâb-ı Allah, tertemiz ve pak olan bu ruhlarla bir araya gelmenin, kuvvet ve ısti'dâdı artırdığını açıkladıktan sonra, kötü ruhlu kimselerle bir araya gelmenin de pişmanlığa, zarara, terkedilmişliğe ve umduğunu elde edememeye yol açtı­ğını beyan etmiştir. Bundan dolayı O, fastkları kastederek İ kâfirleri kastederek de demiştir.



sözünün delâlet ettiği şeriat, sözünün delâlet ettiği ta­rikat ve sözünün delâlet ettiği hakikat dereceleri tamamlana­rak, bu üç makam kâmil olup; daha sonra kötülük ve bedbahtlık erbabından uzak­laşması ve ruhî saflığa ermiş kimselerle birleşmesi sebebiyle mutluluk meydana gelince beşerî yükselmeler, insanî kemâller tam olur. [25][25]





Üçüncü Mesele





Bu sûrenin ihtiva eniği nüktelerin bir diğer kısmının anlatılmasına dairdir.



İnsan, iyi ve hoş şeyleri elde etme, istenmeyen ve korkulan şeyleri giderme arzusu içinde yaratılmıştır. Hem



sonra bu âlem, sebebler âlemidir. İyi ve hoş şeyleri insann ede edeblmesi ancak bejrj gebeblere bağlıûarak mümküp Qur Yjne beâJan ye kQrkuan şeyerı ancak belirli sebeblere yapışarak savması mümkün olur. Faydalı olan şeyi elde etmek, zararlı olan şeyi defetmek, bizzat istenen; bu âlemin durumlarının araştırılmasının, hayırlı şeylerin elde edilmesinin ve kötü olan şeylerin de def edilmesinin, ancak bu âlemin belli sebeblerine sarılmak suretiyle mümkün olduğuna, sonra aklen sevilen şeye ulaşmanın, ancak güzel bir vasıta ile mümkün olduğuna delâlet edince, bu mana bu görülen sebeplere karşı aşırı bir sevginin meydana gelmesine yol açar İnsan, bu iyi ve hoş şeylere ulaşması­nın ancak sultana, vezirine, yardımcılarına hizmet ettiğinde mümkün olacağını anladığı zaman, kalbi şiddetli bir sevgi ve büyük bir iştiyakla bu şeylere bağlanır. Sonra hikmet ilimlerinde, fiillerin çok olması, kökleşen meleke ve meziyetlerin mey­dana gelmesine sebep olduğu, ayrıca başkasına benzeme duygusunun insan tabiatında ağır bastığı hususu yer almaktadır.



Birinci hususu, şöyle izah edebiliriz: Uzun müddet bir zenaata ve sanat dalına devam eden kimsede, bu sanat ve zenaat kök salarak güçlü bir meleke hâlini alır. Bu sanata ve zenaata devam etmesine göre, bu meleke de güçlenir ve kök salar. İkincisinin izahı ise şudur: İnsan, kötü kimselerle oturup kalktığında, tabiatı kötülüğe yönelir, çünkü ruhlar, başkalarını taklit etme sevgisiyle yaratılmışlardır. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, dünya hallerini araştırmanın, faydaları te­min ve zararları da defetmeyi mümkün kılan bu zahirî sebeplere kalbin bağlan­masına sebeb olduğunu açıklamıştık. Ve, insan bu sebeplere ne kadar çok sarılırsa, kalbinde de bunlara meyi ve istek o derece kökleşir ve güç kazanır. Yine, dünyaya bağlananların çoğu, bu vasıfla nitelenmişler ve bu duruma devam et­mişlerdir. Nefislerin başkalarını taklitten hoşlanacak şekilde yaratılmış olduğunu da, beyan etmiştik. Bu da, bu durumun insan ruhunda kökleşmiş olmasını ge­rektirir. Anlattığımız delillerle, dünya sevgisini icap ettiren sebeplerin ve bu se­beplere bağlanmadaki tutkunun, gerçekten çok yoğun ve çok güçlü olduğu or­taya çıkmıştır.



Sonra biz deriz ki, insana kendisini dosdoğru yola iletecek ilâhî bir hidayet ulaş­tığında, onun kalbine bu sebepler hakkında şifa verici, tam bir tefekkür duygusu düşer de, o zaman şöyle der: Bu âleme hükümran olan şu sultan, kendi üstün kudreti ve mükemmel hikmeti ile mi, dünyaya Hükümran oldu, yoksa böyle olma­dı mı? Birincisi geçersizdir, çünkü bu sultan, bazen insanların en acizi ve en akıl­sızı olur. Bu durumda, ona, bu emirliğin ve liderliğin, kendi kuvvetiyle meydana gelmediği ve kendi hikmetinden ötürü, onun için hazırlanmadığı, emirlik ve riya­setin, ancak bir taksimatçının taksimi ve hükmü gen çevrilemeyen, kazası reddo-lunamayan Hakîm ve Alîm olan birinin hükmetmesıyle meydana geldiği anlaşılır.



Sonra, bu kıyas türüne birinci kıyası kuvvetlendiren diğer birçok kıyas nevileri de eklenir. Böylece, bu mukâşefe meydana geldiğinde, onun kalbi zahirî sebep­lerden kopar, her türlü iş ve arzusunda, sebepleri yaratan Müsebbibe, bütün ka­pıları açan bir Fettâh'a başvurmaya yönelir. Sonra, bu kıyaslar birbirini izleyip de bu mukâşefeler peşpeşe gelince, insan öyle bir noktaya gelir ki, kendisine her ne zaman bir iyilik ve fayda ulaşırsa, "şu faydalı"; kendisine her hangi bir şer ve kötülük gelince, "bu da zararlıdır" der. Böylece, her hangi bir şeyden ötürü, Al­lah'tan başka hiç kimseye hamdetmez, herhangi bir şeyi isteme hususunda da kalbi sadece Allah'a teveccüh eder, Bu sebeple hamd ve senanın hepsi Allah'a yapılma olur da, kul der.



Adı geçen istidlal, kula bu âlemin bütün hallerinin, sadece Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyle intizam içine girdiğini kula gösterir. Sonra kul, bu küçük âlemden bü­yük âleme yükselir de, bu büyük âlemin hallerinin de, ancak Allah'ın takoıriyle düzene girdiğini anlar. İşte bu husus, O'nun S^ÜlŞu "Alemlerin Rabbi" sö­zünün ifade ettiği durumdur. Sonra kul, bu yüce âlemin halleri hususunda tefek­kür eder de, böylece âlemlerin durumlarının en muhkem niteliğe, en doğru terti­be, en yüce kemâle ve en güzel metoda göre tanzim edilmiş olduğunu müşahe­de eder; böylece her zerrenin Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin, lütfunun ve ihsanının tamlığını dile getirdiğini görür. İşte bu esnada der. Buna göre de kula, bu dünyada faydasına olan bütün şeylerin, sadece Allah'ın merhameti, faz­lı ve insanıyla hazırlanmış olduğu görülür. Sonra, kulun kalbi, öldükten sonra hâ­linin nasıl olacağı sorusuna takılır da. kendisine sanki şöyle denilmiş olur: "Din gününün sahibi, kendisini "Rahman" ve "Rahîm" diye tanıdığın zattan başka, kimse değildir" Böylece, kulun göğsü genişler ve kalbi huzur duyar da, dünya ve ahiret işlerini iyileştirmeyi tekeffül edenin, sadece Allah olduğunu bilir. Bu du­rumda, kişi Allah'tan başkasına olan iltifatlarını sona erdirerek, kalbi O'ndan baş­kasıyla olan ilgilerini keser. Sonra kulun kalbi bu emîr ve vezirine bağlandığında, kalbi her ikisinin hizmetiyle iştigal eder. Bu hizmeti bitirdikten sonra, işleri başar­ma hususunda, bu ikisinden yardım talebinde bulunarak, onlardan iyilik ister. Bu emîr ve vezir ile ilgisi kesildiğinde emîr ve vezirinin hizmetiyle meşgul olmaktan­sa, Ma'bûdunun hizmetiyle meşgul olmasının daha evlâ olduğunu anlar İşte o zaman, 'Ancak sana ibadet ederiz" der. Buna göre mâna şudur: Ben bundan önce, Sen'den başkasına ibadet ediyordum, ama şimdiyse, Sen'den başkasına ibadet etmiyorum. İşlerini başarma hususunda emîr ve vezirinden yardım iste-mesindense, gayelerini gerçekleştirme hususunda Hakk olan Allah'dan yardım talep etmesinin daha isabetli olduğunu anlayarak, böylece, "Ancak senden yar­dım isteriz" der Bunun manası şudur: Bundan önce, Sen'den başkasından yar­dım talebinde bulunuyordum. Ama şu anda, Sen'in dışında hiç kimseden yar­dım istemiyorum. Sona erme ve son bulma çukurunun kenarında olan o mal ve makamı emîr ve vezirinden istemektense, göğün ve yerin Rabbinden hidayet ve ma'rifeti istemenin daha evlâ olduğunu anlar da, böylece efe "Bizi Sırât-ı Müstakîme hidayet et" der



Sonra, insanlar iki gurupturlar: Birincisi, Allah'tan başka hiç kimseye ibadet et­meyen, sadece Ondan yardım isteyen, bütün maksat ve gayelerinin gerçekleşti­rilmesini, sadece O'ndan isteyenlerdir. İkinci gurup, insanlara hizmet edip, onlar­dan yardım isteyen ve hayrı onlardan umanlardır. Bu durumda şüphesiz kul, şöyle der: Ey Allah'ım! Beni birinci guruba koy ki, onlar kendilerine Rabbanî nurların ve NuranîCelâlınla nimetler verdiğin kimselerdir. Beni, ikinci gurubun içinde bu­lundurma. Bu guruptakiler, kendilerine gazab olunmuş ve sapıtmış kimselerdir. Çünkü bu guruba tâbi olmak, ancak ziyan ve yokluğu ifade eder, Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. İbrâhîm'den naklederek, şöyle der:



"{Ey babacığım), işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen şeylere niçin tapıyorsun." (Meryem, 42).



Allah, en iyi bilendir. [26][26]





Fatiha Sûresinden Çıkarılan Fıkhî Meseleler





Birinci Mesele





Ulemanın çoğu, namazda kıraatin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. el-Asamm ve el-Hasen b. Salih'den ise,



kıraatin farz olmadığı nakledilmiştir



Fatiha Sûresi'nın okunmasının farz olduğuna dair zikrettiğimiz bütün delillerimiz, mutlak kıraatte bulunmanın farz olduğuna delâlet eder. Biz burada, birçok husu­su da ilâve edeceğiz.



Birinci husus: Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:



"Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl Sabah namazını da eda et." (isrâ. 78)



Buradaki dan maksat, kıraattir. Buna göre ayetteki takdir şöyledir: Burdaki emrin zahirî, vücûb (farz) ifade eder.



İkinci husus: Ebu'd-Derdâdan rivayet edildiğ-ne göre, bir adam Hz, Peygam­ber (s.a.s.)'e sordu da, şöyle dedi:



"Namazda Kur'ân okunur mu° Bunun üzerine Hz. Peygamber (sa.s.): "Evet", de­di. Bunun üzerine, soru soran kimse: "Farz oldu", dedi. Hz. Peygamber (sj.v.) de, o adamın, "farz oldu" sözünü onayladı."



Üçüncü husus: Abdullah b. Mesüd'dan, Hz. Peygamber'e şöyle sorulduğu ri­vayet edilmiştir: "Namazda Kuran okunur mu?" Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sa.v.): "Namaz, kıraatsiz olur mu?" buyurdu Bu iki haberi, Şeyh Ebû Hamid el-lsferayinî'nin Ta-lîk'ından naklettim.



El-Esam'ın delili, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisidir: "Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, o şekilde namaz kıhnız.[27][27] Hz. Pey­gamber (s.a.s.) namazı bu hadîste "görülen" şeylerden saymıştır. Halbuki kıraat (okuyuş) görülmez. 0 halde kıraatin namazdan hariç olması gerekir. Buna ceva­bımız şudur: (Gördü) fiili iki mefûl alınca, "bilmek" manasına gelir. [28][28]





İkinci Mesele





Merhum İmam Şâfıî(ra), "Namazda F-âtihaSûresi'ni okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha1



dan bir harf bile terkederse namazı sahih olmaz." de­miştir. Ekserî âlimlerin görüşü de böyledir İmam Ebû Hanîfe ise, namazda Fatiha Sûresi'ni okumanın farz olmadığını söylemiştir.[29][29]



Bizim, Fatihayı namazda okumanın farz olduğu hususunda birçok delilimiz var



Birinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) ömrü boyunca namazda Fatiha Sûresi'ni hep okumuştur. Buna göre, okumanın bize farz olması gerekir. Zira Cenâb-ı Hakk. "O (Peygambere) uyunuz." (Araf, 185} ve (Pey­gamberin emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler." (Nûr 63)ve Bana uyun ki Allah sizi sevsin." (Ai-i imrân. 31) buyurmuştur. Ebu Hanfte'ye şaşa­rım, abdestte başa meshetmenin farz olduğuna haber-ı vâhıd ile delil getirmiş. Bu delili de Muğıre b. Şube (ra.)'nin Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, bir topluluğun çöp­lüğüne gelip bevlettığini ve daha sonra abdest aldığını, başını ve mestlerim mes-hediğini rivayet etmesidir. İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber (sas.)'in, başına mes-hetmış olması hususunda bu haber-i vâhıdı delil getirdi de sonra meshin bu mik­tarını namazın sahih olması için şart kıldı. Halbuki burada âlimler, Hz. Peygam­ber (s.a.s.)'ın. ömrü boyunca Fatiha Sûresi'ni namazda hep okumuş olması husu­sunu tevatür yoluyla nakletmışlerdir. Hem sonra Ebû Hanîfe, "Namazın sıhhati, Fatiha Sûresı'nı okumaya bağlı değildir" dedi. Bu, şaşılacak bir hükümdür.



İkinci delil: Cenâb-ı Allah'ın "Namazı hakkıyla k'lmız." (Bakara, 43 vb)ayetıdır. '"Salât" (Namaz) lâfzı, müfred vema'rıfe(elif-lâmlı)dir. Bunun manası ise, önceden bir şey olmasıdır. Halbuki müslümanlarca, "saiât" lâfzından, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yapmış olduğu amellerden başka, önceden bilinen bir tarafı yoktur. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın ayeti, "Hz. Pey­gamberin kıldığı namazı kılın" manasına gelir Hz. Peygamber (s.a.s.'in kıldığı na­maz ise, Fâtiha'yı ihtiva eden namazdır. Buna göre, Cenâb-ı Allah'ın ayeti, namazda Fatiha Sûresi'nin okunmasına da bir emir olur. Emrin zahiri ise vucûbtur (Farz oluşu gösterir). Sonra bu "Salât" lâfzı, Kur'ân'da yüzden fazla yer­de geçmiştir. O halde, Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olduğuna, bu, kesin delil olmuş olur.



Üçüncü delil: Hulefâ-i Râşidîn, hayatları boyunca bu süreyi namazlarında hep okumuşlardır Yine buna, Buhârî ve Müslim'de, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Hz. Ebû Bekr'in ve Hz. Ömer (r.a.)'in, Kur'ân okumaya, ile başlamış ol­duklarının rivayet edilmesi delildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, namazda Fâtiha'yı okumanın bize farz olması gerekir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.):



"Benim ve benden sonra Hulefâ-i Râşidin in sünnetine yapışın[30][30]. ve "Benden sonra Ebû Bekr ve Ömer'e tabî olun[31][31]. buyurmuştur. -Yine Allah ondan razı olsun-



Ebû Hanîfe'ye şaşıyorum, O, firarda olan birisinin boş sayılması meselesinde, Ab-durrahman ve Abdullah b. Zubeyr (r.a.)'den aksine rivayet nakdelimiş olmasına rağmen. Sadece Osman (r.a.)'dan gelen haberi delil kabul etmiştir. Halbuki Kur-ân'ın ayeti de böyle birisinin vâris olamayacağını gösteriyor. O halde, Ebû Hanîfe niçin o meselede yaptığına uygun olarak, bütün sahabenin ameline ve Fatiha1 nın namazda okunmasının farz olduğu hususundaki ittifaka tâbi olmamıştır. Hal­buki bu hüküm, Kur'ân'a, haberlere (hadislere) ve akla uygun olandır.



Dördüncü delil: Ümmet. Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olup ol­madığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat, bununla amel etmek, yani namazda okunması hususunda müttefiktirler. Çünkü, dünyanın doğusundan batısına ka­dar, bütün müslümanlann, namazda Fatiha Sûresini okuduklarını biliyorsun. Böyle olduğu için biz deriz ki, namaz kılıp da Fâtiha'yı okumayan kimse, müminlerin yolunu bırakıp, şu ayetin kapsamına girmiş olur: müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, Biz onu döndüğü o yola döndürür, kendisini cehenneme yaslarız. Orası, ne kötü bir varış yeridir." (Nisa, 115). Eğer onlar; "Fâîiha'nın namazda okunmasının farz olma­dığına inanan kimselerin, onu, farz olduğuna inanarak değil de, mendûb oldu­ğuna inanarak okurlar; bu sebeple Fâtiha'nın namazda okunmasının farz olduğuna dair bir icmâ yoktur" derlerse biz de deriz ki, uzuvların amelleri kalbin amel­lerinden farklıdır. Halbuki biz. herkesin Fâtiha'yı okuduğunu açıklamıştık. Kim Fatiha Sûresi okumazsa, namazın kılınması hususunda müminlerin yolunu ter-ketmiş olarak, bu ayetin tehdidine muhatap olur. Bu kadar delil bize yeter. Farz olduğuna inanma hususunda ittifak olduğuna dair her hangi bir delil getirmemi­ze gerek yoktur



Beşinci delil: Meşhur bir hadistir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın şu kudsî hadisidir:



"Namazı benimle kulum arasında iki parçaya ayırdım. Kut, de­diği zaman, AUahu Teâiâ da "Kulum bana hamdetti der.Ilh...[32][32] Bu hadisten şu şekilde delil çıkarabiliriz: Allah, her namazın, Kendisiyle kulun arasında iki par­çaya ayrıldığına hükmetmiş, sonca bu taksimin, ancak bu sûrenin ayetleri sebe­biyle olduğunu açıklamıştır. Biz de deriz ki, namaz bu ikiye bölünmüş şekilden hiç hâli kalmaz. Bu ikili taksim de, ancak bu sûre sebebiyle husule gelmiştir. Lâ­zımın lâzımı gereklidir. O halde, bu sûrenin namazın lâzımlarından olması gere­kir. Bu lüzum da, ancak, namazda Fatihayı okumak namazın sahih olmasının şartıdır, dediğimizde meydana gelmiş olur.



Altıncı delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: Tâ-tiha'sız namaz olmaz.[33][33]



Hanefîler, bu hadisin izahında şunları söylemişlerdir: "Bu hadiste, olumsuzluk ifade eden edat, namaz kelimesinin başına gelmiştir (yani, namaz asla yoktur, asla olmaz.) Halbuki böyle anlamak imkânsızdır. O halde bu hadisi, namazın hü­kümlerinden birisine hamletmek gerekir. Bunu, namazın sahih olmasına hamlet­mek, kemâline hamletmekten daha evlâ değildir (yani, namaz tam olmamış olur; yoksa namaz sahih olmuştur)"



Buna birçok yönden cevap veririz. Birincisi: Bazı rivayetlerde de, "Fatiha Sûresi'ni okumayan kimsenin namazı olmamtştır[34][34] şeklinde varid olmuştur. Bu rivayete göre olumsuzluk edatı (mana bakımından) "namaz" lâfzına dahil olmamış, ancak namaz kılanın namazının olmayacağını ifade etmiştir. Adamın namazının olması, onun namazdan istifade etmiş ve na­mazdan sorumlu tutulmaktan kurtulmuş olmasından ibarettir. Bu açıklamaya gö­re de nefyin zahirini, sözün zahirine hamletmek mümkün olur.



İkincisi: Bir kimse, Fâtiha'yı okumanın namazın mahiyyetinin cüzlerinden bir cüz olduğuna inanırsa, Fâtiha'yı okumadığı zaman namazın mahiyyeti tahakkuk etmemiş olur. Çünkü, mahiyyetin, cüzlerinden bir cüzünün bulunmaması halin­de, onun meydana gelmesi imkânsız olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, on­ların nefy edatını, namazın müsemmasının, başına getirmeleri, ancak Fâtiha'nın namazın bir cüzü olmadığı kesinlik kazanınca doğru olur. Bu, meselenin başlan­gıcıdır. Bizim sözümüze göre, bu nefy ifade eden lâfzı, zahirine hamletmenin müm­kün olduğu sabit olur.



Üçüncüsü: Farzet ki, bu lâfzı zahirine hamletmek mümkün değildir. Ancak on­lar, hakikatle amel etmek imkânsız olduğunda ve hakîkatin , birisi daha yakın di­ğeri de daha uzak olan, iki mecazı olduğunda, lâfzı en yakın mecaza hamletme­nin şart olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Yok olanla sahih olmayan var arasındaki benzerlik, yok olanla, sahih olup da ancak kâmil olmayan var arasındaki benzerlikten daha tamdır. O halde, lâfzı sıhhatin yokluğuna, yani namazın olmadığına hamletmek evlâ olur.



Dördüncüsü: Lâfzı sıhhatin yokluğuna hamletmek, bir kaç bakımdan daha uy­gundur. Birinci vecih: Aslolan, bir şeyi olduğu üzere bırakmaktır İkinci vecih: Ha-ramlık tarafı, daha ağır basar. Üçüncüsü: İhtiyatlı olan, namazın olmadığıdır.



Yedinci delil: Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), şöyle buyurmuştur: "İçinde Fa­tiha Sûresi'nin okunmadığı her namaz, noksandır, tam değildir.'[35][35] Hanefîler, noksan demektir; bu ise, namazın caiz olmadığını göstermez, dediler biz de deriz ki, tam aksine bu, namazın caiz olmadığına delâlet eder. Zira, na­mazla mükellef tutulmak bunda vardır. Var olanda aslolan, onun devam etmesi­dir Biz bu kaideye, namazı tam bir şekilde yapma hususunda muhalefet ettik. Ama, namazı noksan olarak kıldığımızda ise, bu husustaki mükellefiyetimizden kurtulmuş olmamamız gerekir. Bizim bu görüşümüzü, şu husus da güçlendir­mektedir: Ebû Hanîfe'ye göre, bayram günü oruç tutmak sahihtir. Ne var ki, bir kimse bayram günü Ramazan ayından kalan orucun kazasını tutsa, sahih olmaz. Çünkü, ona farz olan tam bir oruçtur. Halbuki, bayram gününde tutulan oruçsa, noksandır. Bu sebeple, bu kaza orucunun, bu kimsenin farz olan borcunu dü­şürmemesi gerekir. Bunun böyle olduğu anlaşılınca biz deriz ki, Ebû Hanîfe bu sözünü, burada niye söylemiyor?



Sekizinci delil: Şeyh Ebû Hâmid el-lsferayinî Talik'inde İbn Münzır'den, O'nun da senediyle Ebû Hureyre (ra.)'de rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İçinde Fatiha Sûresi okunmayan namaz, yetersizdir."[36][36]



Dokuzuncu delil: Rifâe b. Mâlikin rivayet ettiğine göre, bir adam mescide g-rip namaz kılmıştı. Namazını bitirerek namazla ilgili haberi Rifâe adama anlatın­ca, adam şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Bana namazı öğret!" Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kıbleye döndüğünde tekbir al ve Fâtiha'yı oku" der. Bu hadisten elde edilen delil şudur: Bu bir emirdir. Emir ise, vücûb (farz) ifade eder. Ve yine adam, bana namazı öğret, demiştir. O halde, Hz. Peygamber'ın ona anlattığı her şeyin, namazın bir parçası olması ge­rekir. Fâtiha'yı okumasını da ona anlattığına göre, Fâtiha'yı namazda okumanın, namazın cüzlerinden bir cüz olması gerekir.



Onuncu delil: Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:



"Dikkat! Size, benzerinin ne Tevrat'ta, ne incil'de ve ne de Zebur'da olmadığı bir sûreyi haber vereyim mi?" Onlar, evet, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Namazınızda neyi okuyorsunuz?" dedi. Onlar da, deyince, Hz. Peygamber, "İpte o sûre, odur ftan/, Fâf/ha Süresidir)" buyurdu.[37][37] Bu hadis­ten elde edilen delil şudur: Hz. Peygamber/'Namazlannızda neyi okuyorsunuz?" dediğinde onlar demişlerdir. Onların deyişleri, bu süresiz hiç bir kimsenin namaz'kılmadığının sahabe arasında meşhur olduğunu gösterir. İş­te bu husus, sahabece bilinen bir icmâ teşkil ediyordu.



Onbirinci delil: Cenâb-ı Hakkın "Kur'ân'dan kolayınıza ge­leni, okuyunuz." (Müzzemmıi. 20) sözünü delil getirmektir Delilin izahı şöyledir: Cenâb-ı Hakk'ın sözü emirdir. Emir, vücûb (farz) ifade eder. O halde bu, Kur'ân'dan kolay olanı okumanın farz olmasını gerektirir. Biz deriz ki, "Kur'ân'dan kolay olan"la Cenâb-ı Allah'ın maksadı, ya Fatiha Sûresi'dir, ya başkaları veyahut-ta Fatiha ile başkaları arasında muhayyerliktir. Birincisi, bizzat Fâtiha'nın farz ol­masını gerektirir ki, zaten elde edilmek istenen netice de budur. İkincisi, Fatiha Sûresi'nden başka sûrenin okunmasının bize farz olmasını gerektirir ki, bu icmâ ile batıldır Üçüncüsü, mükellefin Fatihayla, onun dışındaki sûreler arasında mu­hayyer olmasını gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtıha'nın okun­masının, onun dışındakîlerinin okunmasından evlâ olduğunda ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.) de, Fatiha okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu kabul etmişti. Noksan ile tam arasında muhayyerlik ise, caiz değildir.



Cenâb-ı Hakk, Fâtiha'yı okumayı, Kur'ân'dan kolay olanı okumak olarak adlandırdı. Çünkü bu sûre, mükellef bütün mü si uman I arın ezberindedir. O halde, herkes için kolaydır Diğer sûrelere gelince, bazen ezberlenmiş olur, bazen ez­berlenmemiş. Böyle olunca da, herkes için kolay olmuş olmaz.



Onikinci delil: Namazla ilgili emir, sabittir, Sabit olanda aslolan ise devamlılık­tır. Zaten, Fâtiha'nın okunmasını ihtiva eden namazı Fatiha ile okuduğumuzda, bu kaideye muhalefet etmiş oluruz, {Çünkü, namaz denince akla Fatiha, Fatiha denince de akla namaz gelir) Zira, haberler Fatiha Sûresinin diğer sûrelerden üstün olduğuna delâlet eder. Bir de müslümanlar, bu sûreyle kılınan namazın, bu sûre okunmadan kılınan namazdan daha mükemmel olduğu hususunda mu­tabıktırlar. O halde bu sûre okunmadığı zaman da. aslı üzere kalması vacip olur. (Yine, namaz namazdır)



Onüçüncü delil: Fâtıha'yı okumak, kesinlikle sorumluluktan kurtulmayı göste­rir. O halde, Fâîıha'yı okumak, en ihtiyatlı yol olur. Öyleyse, hem aklî hem de naklî bakımdan Fatihanın okunmasının farz olduğuna hükmetmek gerekir. Naklî delil, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: "Şüpheli olan­dan, şüpheli olmayana geç'[38][38] Aklî delile gelince, o da şudur: Bu, nefsten kor­kunun zararını gidermeyi ifade eder. Nefsten zararı gıdermekse. şarttır. Eğer on­lar. "Biz Fâtıha'yı okumanın farz olduğuna inanırsak, bu hususta hata etmemiz ihtimali ortaya çıkar Böylece, korku var demektir" derlerse, biz deriz ki, farz oldu­ğuna inanmak muhtemel olan korkuyu doğurur. Farz olduğuna inanmamak da, inanmak gibi, muhtemel korkuyu doğurur. O halde, her ıkı zarar da birbirine te­kabül etmiş olur. Amel hususunda Fâtiha'yı okumak, korkuyu gerektirmez. Ama, okumamaksa korkuyu ifade eder. O halde, ihtiyatlı olanın onu okumak olduğu ortaya çıkar



Ondördüncü delil: Şayet Fâtıha'sız veya Fatihayla namaz kılmak caiz olsaydı, Fatihayla namaz kılmak evlâ olmazdı. Çünkü Fatiha okumaya devam, diğer sû­releri terketmeyı gerektirir Bu ise caiz değildir Ne var ki ulema, bu sûreyle na­maz kılmanın evlâ olduğu hususunda ıcmâ etmişlerdir. O halde bu süresiz na­maz kılmanın caiz olmadığı ortaya çıkar



Onbeşinci delil: Bizler rükûya varma ve secde etmeyi başkalarıyla değiştirme­nin caiz olmadığında ittifak ettik. O halde. Fatihayı okumanın da, Fâtiha'dan baş­kasını okumakla değişmenin caiz olmaması gerekir. Burada ortak illet, ihtiyat olana nayet etmektir



Onaltıncı delili: Aslolan teklifin devamıdır. Buna göre, Fatiha okunmaksızın na­maz kılmaya hükmetmek, sorumluluktan çıkmayı gerektirir. Bu husus, ya nas ile, ya da kıyas ile bilinir. Birincisi batıldır, çünkü tutundukları delilin -ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kar'an'dan kolayınıza geleni okuyun." (Müzzemmıi, 20) sözüdür- bizim delilimiz olduğunu açıklamıştık.



Kıyasa gelince, bu da geçersizdir. Çünkü namazlarda, "taabbudî hususlar" (sebebi bilinemeyen) ağır basar. Bu gibi konularda kıyası bırakmak farz olur.



Onyedinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ömür boyu Fâtiha'yı okumaya de­vam ettiği sabit olunca, bu durumda Fatiha Sûresi'nden başkasını okumak bidat ve Hz. Peygambereıttibâyı terketmek olur ki, bu haramdır. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.s.): "Tâbi olun, bidat çıkarmayın.[39][39]"ve yine "Yolların en güzeli Hz. Muhammed'in yoludur. İş­lerin en şerlisi ise, sonradan bidat olarak ihdas edilenlerdir.[40][40]" buyurmuştur.



Onsekizinci delil: Fâtiha'yla ve Fâtiha'sız namaz kılmak, ya fazilette eşit veya Fâtıha'yla namaz kılmak efdaldir. Birincisi, icmâ ile batıldır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.), namazlarında Fâtiha'yı okumaya devam etmişlerdir. Geriye ikinci husus kalır. Bu durumda biz deriz ki, Fâtiha'sız namaz kılmak, her hangi bir zorlayıcı sebep olmaksızın, ilâve olan fazileti elden kaçırmayı gerektirir O halde, bu cihete gitmemek gerekir, Çünkü bu, örfte hoş karşılanmayan bir şeydir. Öyleyse bu, şe-riatte de çirkin olur.



Ebû Hantfe, Kur'ân ve haberle ıhticac etmiştir Kur'ân'dan delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun." (Müzzemmıi, 20) ayeti­dir, Habere gelince Ebû Osman en-Nehdi'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den nakletmiş olduğu haberdir ki, Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, velev ki Fâtiha'yla olsun Kur'ân okumaksızın namazın olmayacağını duyurmamı emretti."



Birincisine cevabımız şudur: Biz, bu ayetin bizim görüşümüze delâlet eden de­lillerin en güçlülerinden olduğunu açıklamıştık. Çünkü, "Kur'ân'dan kolayınıza ge­leni okuyunuz" ayeti bir emirdir. Emirse, vücub ifade eder. Bu ise Kur andan ko­lay olanı okumanın farz olmasını gerektirir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur: ân'dan kolay olandan" maksadı, onun ya Fatiha, ya Fâtıha'dan başkası veya Fati­ha ile Fâtiha'dan başkası arasında muhayyer bırakmasıdır. Birincisi, bizzat Fâtı-ha'nın kendisinin farz olmasını gerektirir ki, bizim zaten elde etmek istediğimiz de budur. İkincisi, Fâtıha'dan başka bir sûrenin okunmasının vâcib olmasını ge­rektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Üçüncüsü, mükellefin Fâtiha'yla Fâtiha'dan baş­kasını okuma arasında muhayyer bırakılmış olmasını gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtiha'nm okunmasının Fâtiha'dan başka sûrelerin okun­masından evtâ olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe de Fatiha okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu kabul etmiştir. Noksanla tam olan ara­sında muhayyer bırakmak caiz olmaz.



Cenâb-ı Hakk bu sûreyi okumayı, "Kur'ân'dan kolay olanı okumak" olarak be­yan etti. Çünkü bu sûre, bütün müslümanların ezbere bildiği bir sûredir O halde herkes için kolaydır. Diğer sûrelerin ise bazıları ezberlenmiş bazıları ezberlenme-miştir. O halde herkes için okumak kolay değildir.



İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Bu hadis Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen diğer bir hadisle çatışır Çünkü o, şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, Fatiha Sûresi okumadan namazın olmayacağını duyurmamı emretmiştir." Ve yine şöyle demek niçin caiz olmasın: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "ve-levki Fâtiha'y'a olsun Kur'ân okumaksızın namaz olmaz" sözünden maksad, ki­şinin sadece Fâtiha'yı okuması halinde namazının sahih olacağıdır. Tearuz sabit olunca, tercih bize kalır. Çünkü tercih en ihtiyatlı ve efdal olanıdır. Allah en iyi bi­lendir. [41][41]





Üçüncü Mesele





Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının hükmü, Fâtiha'nın okunmasının farz olmadığı şeklinde olunca, şüphesiz onlar namazda ne kadar Kur'ân okunacağı meselesin­de ihtilâf etmişlerdir Ebû Hanîfe, ayetleri gibi tek bir ayet okuduğunda, bunun yeteceğini; Ebû Yusuf ile Muhammed ise, üç kısa ayet veya "Deyn âyeti" (Bakara, 282) gibi bir uzun ayet okuması gerekti­ğini söylemişlerdir. [42][42]





Dördüncü Mesele





İmam Şafii (r.a.), besmelenin. Fatiha Sûresi'nın başından bir ayet olduğunu ve Fatiha ile birlikte okunması­nın farz olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik ve el-Evzâi (r.a.) ise, Nemi Sûresi'ndeki hariç, sûrelerin başındaki besmelelerin Kur'ân'dan olmadığını, Ramazan ayında (Teravih namazı) dışında, besmelenin namazda ne gizliden ne de açıktan okunamayacağını söylemişlerdir. Çünkü onlar besmeleyi teravih namazında okurlar. Ebû Ha niteye gelince, o bu hususu açıkça izah et­memiştir, ancak besmelenin gizli okunacağını söylemiş, fakat onun, Fatiha Sûre-sı'nin ilk ayeti olup olmadığım belirtmemiştir Ya'lâ, Muhammed İbn Hasan'a bes­meleyi sordum. O: "Kur'ân'ın iki kapağı arasında olan herşey Kur'ân'dır" dedi. Ben de: "O halde niye besmeleyi gizli okuyorsun?" dedim, ama bana cevap vermedi" dedi. Kerhî de. "İlk mezhep âlimlerimizin bu konuda tam tamına ne dediklerini bilemiyorum. Ancak, onların, besmeleyi gizli okumayı emretmiş olma­ları, besmelenin, Fâtiha'dan bir ayet olmadığını gösterir" demiştir Hanefî fakîhle-rinden bazısı: "Ebû Hanîfe ile talebeleri bu meseleye girmekten kaçınmışlardır.



Çünkü, onlar, besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığını isbata kalkışma, önemli bir iştir. Bu sebeple, bu konuda evlâ olan susmaktır" demişlerdir.



Bu konu üç meseleyi ihtiva etmektedir.



Birincisi: Bu mesele ictihadî bir mesele midir ki, bu konuda delillerin zahiri ve âhâd haberlerle istidlalde bulunmak caiz olsun? Yoksa bu, ictihadî meselelerden olmayıp katı olarak belirtilmiş meselelerden midir?



İkincisi: Bunun ictihadî meselelerden olduğunu farzedersek, bu konudaki ger­çek nedir?



Üçüncüsü: Besmelenin açıktan ya da gizliden okunması hususudur. Biz bu üç meseleyi ele alacağız. [43][43]





Besmelenin Kur'ân'dan Olup Olmadığı





Besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı kat'î olarak belirtilmiş meselelerden olmadığını anlatmak hususunda Kâdî Ebû Bekr, bunun kesin olarak belirtilmiş me- selelerden olduğunu; bu meselede hata etmenin, küfre nisbet edilme derecesine götürmese de, en azından



fasıklığa nisbet edilme derecesine götürdüğünü söylemiştir Bu görüşüne O, şöyle delil getirmiştir:"Şayetbesmele Kur'ândan olsaydı, bunu ya tevatür yoluyla ya âhâd haberler yoluyla bilirdik Tevatür yoluyla bilinmesi geçersizdir. Çünkü besmele­nin Kur'ân'dan olduğu tevatür yoluyla sabit olsaydı, bu hususta zarurî bilgi hasıl olurdu. Eğer böyle olsaydı, bunda ümmet içinde ihtilaf meydana gelmesi imkân­sız olurdu. İkinci ihtimal de geçersizdir. Çünkü haber-i vâhid zan ifade eder. Eğer biz, haber-i vahidi, bir şeyin Kur'ân'dan olduğunu ısbatta, yol olarak benimsemiş olsaydık Kur'ân kesin bir hüccet olmaktan çıkar, o da zannî olurdu. Eğer bu caiz olsaydı. Râfı-zîlerin Kur'ân hakkındaki, ilâveler yapılıp bazı yerlerinin eksiltıidığı, onda tahrif ve tağ-yîrlenn bulunduğu şeklindeki iddiaları da geçerli olurdu, ki, bu da Islâmı kökten yok-eder"



Gazali, Kâdî Ebû Bekr'e muhalefet ederek şöyle demiştir: "Besmelenin Kur­andan olmadığı eğer tevatürle sabit olursa, ihtilaf olmaması lâzım. Bu, âhâd ha­berlerle sabit olursa, o zaman Kur'ân zannî olur." Sonra Gazâlî, kendi görüşüne karşı bir soru sorarak, "Eğer bir kimse; "Bu Kur andan değildir" ifadesi ademdir. Bu ademi isbat için de nakle ihtiyaç yoktur. Zira asıl olan ademdir (yani Kur'ân dan olmamasıdır.) Fakat, "Bu Kur an'dır" sözümüz müsbet bir ifadedir. Dolayısıy­la bu hususu isbât etmek için nakle ihtiyaç vardır" derse ona şöyle cevab veri­riz." der. Bu, her ne kadar adem ise de, besmelenin Kur'ân yazısı ile yazılmış olması onun Kur'ân'dan olduğu zannını uyandırmaktadır. Binâenaleyh burada bes­melenin Kurandan olmadığına, ancak ayrı bir delil ile hükmetmemiz mümkün olur. Bu durumda, biraz önce zikredilen, besmelenin "Kur'ân'dan olup olmadığı­nı bilmenin yolu ya tevatür veya âhâd haberlerledir" şeklindeki taksime tekrar dönmüş oluruz ki, böylece Kâdî ebû Bekrin söylediği sözün, aynı derecede kendi aleyhine de olduğu sabit olur İşte bu konuda söylenecek en son söz budur.



Bu konuda benim görüşüm şudur: Mütevâtir nakil, besmelenin, Allah Teâlâ1 nın indirmiş olduğu bir söz olarak ve mushafta onun Kur'ân yazısı ile mevcut bu­lunması ile sabittir. Buna göre, bizim, "Besmele Kur'ân'dandtr veya Kur'ân'dan de­ğildir." sözlerimizin hiç bir faydası yoktur. Ancak ne var ki besmele ile ilgili bazı Şer'î hükümler ortaya çıkmıştır. Bu hükümler de Kur'ân'ın özelliklerindendir. Me­selâ; besmeleyi namazda okumak farz mıdır değil midir; cünübün besmeleyi oku­ması caiz midir değil midir; abdesti olmayanın ona dokunması caiz midir değil midir? gibi. Bu hükümlerin ıctihadî birer hüküm olduğu bilinmektedir.



"Besmele Kur'ân'dan mıdır?" sözümüzün neticesi bu hükümlerin varlığına ve­ya yokluğuna dayanınca ve bu hükümlerin varlığının veya yokluğunun sabit ol­ması birer içtihadı husus olunca, bu konunun ictihadî olup kesin olarak belirtil­memiş bir mesele olduğu ortaya çıkar. Kâdî ebû Bekrin işi bu kadar büyütmesi



kendiliğinden düşer. [44][44]





Besmelenin Kur'ân'dan Ve Fâtiha'dan Bir Ayet Olup Olmadığı




Medîne ve Basra kıraat âlimleri ile Küfe fâkîhlerı besmelenin Fâtiha'dan olmadığını; Mekke ve Küfe kıraat âlimleri ile Hicaz fakîhlerinin ekserisi, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci göruS lbnu '"Mübarek ve Sutyân Sevrı n.n de görüşüdür.



Birçok delil de bu görüşün doğruluğuna delâlet et­mektedir:



Birinci delil: imâm-ı Şafiî (r.a), Müslim'den, O'nun da İbnü Cüreye'den, O'nun da İbnu Ebî Müleyke'den, bunun da Ümmü Seleme (r.a.)den rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (as), Fatiha Sûresi'ni okudu, besmeleyi bir ayet, bir ayet, bir ayet, 'i bir ayet, i bir ayet, ıbirayetve yi bir ayet saydı. Bu açık bir nastiF.



İkinci delil: Sa'îd el-Makberî'nın, babasından, O'nun da Ebû Hureyre(r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Fatiha sûresi yedi ayettir. Bunların ilki besme­ledir."



Üçüncü delil: Sa'lebi'nin tefsirinde, senediyle, Ebû Bureyde'den, Onun da ba­basından rivayet ettiği hadise göre. Hz, Peygamber (s.as.) şöyle demiştir:



"Sana, Süleyman b. Davud(a.s.)dan sonra benden başka hiç kimseye inmemiş olan bir ayeti haber vereyim mî? Ben de "Evet"dedim. Oda bunun üzerine: "Namaza başladığında, Kur'ân okumaya ne ile başlıyorsun?" dedi. Ben de: "Besmele ile" dedim O da: "İşte O odur" buyurdu. Bu hadis, besmelenin Kur: ândan olduğuna delâlet ediyor.



Dördüncü delil: Sa'lebî'nin. senediyle Ca'fer b. Muhammed'den, O'nun da ba­basından, babasının da Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.), Câbir'e:



"Namazı kıldığında ne diyorsun? dedi. diyorum" dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): de." dedi.



Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ümmü Seleme (r.ah)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), Fâtiha'yı diyerek okurdu.



Yine O, senediyle, Ali b. EbîTalib (k.v.)'den rivayet ettiği hadise göre, Hz. Ali, namazda Fatiha Sûresi'ne başladığında besmeleyi okurdu. Daha sonra da "Kim besmeleyi okumayı terkederse namazı eksik kılmış olur" derdi.



Yine Sa'lebî'nin, senedi ile, Sa'îd b. Cübeyr'den, O'nun da İbn Abbas (r.a.)'dan, Andolsun ki sana es-Seb'ul-Mesânî'yi verdik " {Hicr, 87} ayeti hakkında rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (r.a.), es-Seb'ul-Mesânî'nin Fatiha Sû­resi olduğunu söylemiştir. İbn Abbas'a, "Yedinci ayeti nerededir?" diye soruldu­ğunda, O, demiştir.



Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ebu Hureyre (r.a.)'den, O'nun da Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayetine göre, Resûtullah {s.a.s.) şöyle buyurmuştur.



"Ümmü'l-Kur'ân (Fâtiha'yı) okuduğunuz zaman besmeleyi terketmeyiniz. Çünkü o da, Fâtiha'nın ayetlerinden biridir."



Yine Sa'lebî'nin, senediyle, Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Allah Teâlâ şöyle buyurur: Namazı kulum ile Benim aramda ikiye taksim ettim. Kul, dediğinde, Allah Teâlâ, "Kulum Beni yüceltti" der Kul, dediğinde, Allah (c.c), "Kulum Bana hamdetti" der. Kul, dediğinde, Allah Teâlâ, "kulum Beni övdü" der. Kul, diğinde Cenâb-ı Hakk, "Kulum işlerini Bana havale etti" der. Kul, dediğinde, Cenab-ı Allah, "Bu benimle kulum arasında (ortaktır)" der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Hakk, "Bu kulumundur ve kuluma istediği verilecektir " buyurur."



Yine Sa'lebî'nin. Ebû Hureyre (r.a.)'den,senedi ile rivayet ettiği haberde O şöyle der:



Mescid'de Hz. Peygamber (sas.) ile beraberdim. Hz. Peygamber (s.a.s.) ashabı ile sohbet ediyordu. Tam o sırada namaz kılmak isteyen birisi girdi, namaza baş­ladı ve eûzüyü okudu. Sonra da (besmele okumadan)" de­di. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu duydu da. adama:



"Ey Adam! Namazım kestin. Besmelenin Fâtiha'dan olduğunu bilmiyor musun? Besmeleyi terkeden, Fâtiha'dan bir ayet terketmiş, Fâtiha'dan bir ayet terkeden ise namazını kesmiş olur. Zira Fâtiha'sız namaz sahih olmaz. O halde kim, Fatiha? dan bir ayet terkederse namazı batı! olur" demiştir.



Sa'lebî'nin Talha b. Ubeydultah (r.a.)dan, senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Kim besmeleyi terkederse, Allah'ın kitabından bir ayet bırakmış olur."



Bu hadislerin tamamını Merhum Allâme Ebû İshâk es-Sa'lebi'nin tefsîrinden aktardım.



Beşinci delil: Fâtiha'nın başında besmeleyi okumak farzdır. Durum böyle olunca besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olması gerekir Fâtiha'dan önce besmeleyi oku­manın farz olmasının delili, ayetidir. Bu ayetteki nin başın­daki harfinin zâıd olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü Cenâb-t Hakk m kelâmında aslolan, herbir harfin mutlaka bir faydası (manası) olmasıdır. Bu harf de bir mana ifade edince, ayetin takdiri: (Rabbinin ismi ile baş­layarak oku ) şeklinde olur. Buradaki "oku" emri vücûb (farziyyeti) ifade eder. Bu vucûb. namazdaki kıraatin dışında her hangi bir yerde yoktur. Öyle ise, nassı mu­attal olmaktan (amel edilmemekten) korumak için besmelenin namazdaki kıraat­le okunmasının farz olduğunu söylemek gerekmiştir.



Altıncı delil: Besmele, Kuran hattı ile yazılmıştır. Kur'ân'dan olmayan her şey ise Kur'ân hattı ile yazılmamıştır Görmüyor musun ki Sahabe, sûre isimlerinin Mus-hafa yazılmasına engel olmuş, her on ve beş ayetten sonra işaretler konulmasını menetmişlerdir Bütün bunlardan maksatları, Kur'ân'dan olmayanın Kur'ân'a ka­rışmasına engel olmaktır. Şayet besmele Kur'ân'dan olmasaydı, Sahabe onu Kur'ân hattı ile yazmazlardı. Besmelenin Kur'ân hattıyla yazılması hususunda ittifak et­tiklerine göre. Besmelenin Kur'ân'dan olduğunu anlarız.



Yedinci delil: Müslümanlar, Kur'ân'tn ıkı kapağı arasında olan her şeyin Allah m kelâmı olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Besmele de Kur'ân'ın iki kapağı arasında vardır O halde besmelenin de Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu sebebten ötürü, Ya'lâ'nın, bu sözü Muhammed İbn Hasan'a söy­lediğinde. Onun, her hangi bir şey söylemediğini yukarıda anlatmıştık.



Ebû Bekr er-Râzî'nin görüşü, besmelenin Kur'ân'dan olduğu ancak Fatiha Sû-resi'nden bir ayet olmadığı, besmelenin ındınlışmden maksadın sûrelerin arasını ayırmak olduğu şeklindedir. Son iki delil Ebû Bekr er-Râzî'nin sözünün aksini ifa­de etmez.



Sekizinci delil edi ayet olduğunda mutac -tırlar. Ancak Şafiî (r.a.) şöyle demiştir: sözü bir ayet, " sözü de bir ayettir." Ama, Ebû Hanî-fe (rahmetullahi aleyh) şöyte demiştir: "Besmele, Fâtiha'dan bir ayet değildir. Fa­kat, bir ayet, de diğer bir ayet­tir" Ebû Hanîfe'nın bu sözünün zayıf olduğunu ve tercihe şayan olmadığını müsta­kil bir başlık altında izah edeceğiz. O zaman geriye kalan tek ihtimal, besmeleyi Fâtiha'dan tam bir ayet saymaktır. Çünkü böyle kabul etmedikçe, ayet sayısı, yedi olmaz.



Dokuzuncu delil: Besmeleyi Fâtiha'nın başında okumanın vâcib olduğunu söy-lememizdir. Buna göre, besmele'nin Fâtiha'dan bir ayet sayılması gerekir. Şu bi­rinci sözün iza'hı sudur: Ebû Hanîfe, besmeleyi okumanın, (terkinden) daha fazi­letli olduğunu kabul ediyor. Böyle olunca ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in besmeleyi Fâtiha'nın başında okuduğu belli olunca, üenâb-ı Hakk'ın "(O Peygam­bere) uyunuz." (Araf. 158) ayetinden dolayı, besmeleyi okumanın bize de farz ol­ması gerekir. Besmeleyi burada okumanın farz olduğu sabit olunca, besmelenin Fâtiha'dan olması da kesinlik kazanmış olur Zira bu iki hükmü birbirinden ayıran yoktur.



Onuncu delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın şu sözüdür;""Besmele ile başlanılmayan her önemli iş güdüktür (veya) kesiktir.[45][45] İmandan sonra amellerin en büyüğü namazdır. Buna göre, namazda



besmeleyi okumadan Fâtiha'yı okumak, namazın güdük olmasını gerektirir. Ha­disteki a'jŞn lâfzı, son derece noksanlık ve kusuru ifâde eder. ZiraCenâb-ı Hakk, bu kelimeyi, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e düşman olan kâfiri kınamak için söylemiş ve "Sana buğzeden (yok mu? İşte asıl) zürriyetsiz olan O'dur." (Kev­ser. 3) buyurmuştur Buna göre, besmele okunmadan kılınan namazın son dere­ce nöKsan ve Vusulü eden herkes namazın fasıd olacağına hüküm verir Bu da besmelenin Fâtiha'dan olduğuna ve okunmasının farzıyyetıne delildir.



Onbirinci delil: nz. Peygamber (s.a.s.) Ubeyy b. Ka'b'e (r.a.) "Allah'ın kitabındaki ayetlerin en büyüğü hangisidir?" dediğinde, O, doğrulamıştır. Bu hadisten şu şekilde delil çıkarabiliriz: Bu söz, besmelenin ayet olduğunu gösterir Besmelenin "ayetinde tam bir ayet olmayıp, bir ayetin parçası olduğu bilinen bir husustur. O halde besmele­nin, bu ayetin haricinde tam bir ayet olması gerekir. Bu şekilde hüküm veren her­kes, besmelenin Fatiha Sûresi'nin evvelinde bir tam ayet olduğunu söylemiştir.



Onikinci delil: Muâviye (r.a.), Medîne'ye gelip halka, açıktan okunması gere­ken bir namaz kıldırmış ve bu namazda Fâtiha'yı besmelesiz okumuştu. Namazı­nı bitirince, Muhacir ve Ensâr her taraftan, "Unuttun mu yoksa. Kur'âna başlar­ken besmele hani?" diye seslendiler. Bunun üzerine o, namazı yeniden kıldırdı ve besmeleyi deokudu.Bu haber Sahabe (r.a.)'nin,besmelenin Kur'ânve Fatiha dan olup açıktan okunmasının evlâ olduğunda icmâ ettiklerini gösterir.



Onüçüncü delil: Diğer Peygamberler (s.a.s.) hayırlı bir işe başladıklarında, bes­mele ile başlarlardı. O halde bunun Peygamberimiz Hz. Muhamrrted (s.a.s.)'e de farz olması gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında bu farziyyet söz konusu olun­ca bizim hakkımızda da söz konusu olur. Besmelenin hakkımızda farz olduğu sabit olunca, Fatiha Sûresi'nden bir ayet olduğu hususu ortaya çıkar. Bu söz dizi­sindeki birinci mukaddimenin delili şudur: Hz. Nûh (a.s.), gemiye binerken



"Binin (gemiye). Onun akıp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladir" (Hûd. 41) demiş; Hz. Süleyman (a.s.), Belkîs'e mektup yazdığı zaman, mektubun başına besmeleyi yazmıştır. Eğer Onlar (Hanefîler) ayeti, Hz. Süleyman (a.s.)'ın, Allah'ın isminden önce ken­di ismini söylediğine delâlet ediyor" derlerse, biz de deriz ki: Böyle olduğunu dü­şünmekten Allah'a sığınırız. Çünkü o kuş (Hüdhüd), Hz, Süleyman (a.s.)'ın mek­tubunu getirip, Belkîs'in önüne koymuştur. Belkis, hiç kimsenin giremeyeceği bir evde idi. Çünkü o evi birçok muhafız ve asker koruyordu. Bu sebebten Belkis, bu mektubu getirenin o kuş olduğunu anladı. Daha önce de Süleyman (a.s.)'ın ismini duymuştu. Mektubu alınca, o kendi kendine "Bu Süleyman'dan (geliyor)" dedi. Mektubu açınca, başında besmeleyi gördü de "Ve bu mektub besmeleyle başlıyor' dedi. İşte bu sebeple, peygamberlerin (s.a.s.) her hangi bir hayırlı işe baş­ladıklarında besmeleyi anarak başladıkları ortaya çıkmıştır.



Sözdeki ikinci mukaddime, bu husus diğer peygamberler hakkında sabit olun­ca, bizim Peygamberimiz (a.s.)'a da bunun farz olması gerekir şeklinde idi. Bu­nun delili şudur: "Bunlar, Allah'ın kendilerine hi­dayet ettiği kimselerdir. Öyleyse, onların hidayetlerine uy." (Enam, 90) ayetidir.



Bu, Peygamber (s.a.s.) hakkında sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Ona tâbi olun" ayetinden ötürü de, bunun bize de farz olması gerekir. Besmeleyi oku­manın bize farz olduğu sabit olunca, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğu da sabit olur. Bu iki hükmü birbirinden ayıran yoktur.



Ondördüncü delil: Cenab-ı Hakk'ın varlığı diğer varlıklardan öncedir. Çünkü Allah, Kadîm ve Hâlık'dır. O'ndan başkası ise, sonradan otma ve mahlûktur. Yaratıcı olan Kadîm'ın, yaratılmıştan önce olması gerekir. Allah Teâlâ'nın, kendisirde" başkalarından önce olduğu sabit olunca, uygun aklî bir hükümle, O'nun ziknnr başkalarının zikrinden önce olması gerekir. Zikirdeki bu öncelik, ancak "be le"nm okunmasının diğer zikir ve okuyuşlardan önce olmasıyla elde edilir. EL çeliğin farz olduğuna hükmetmek aklen güzel olunca, bunun dinen de muteber olması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanların güzel gördüğü ve uygun bulduğu herşey Allah katında da güzeldir'[46][46] Besmeleyi okumanın farz olduğu sabit olunca onun Fatiha'dan bir ayet olması da sabit olur. Çünkü, bu iki hükmün birbirinden ayrıldığını hiç kimse söylememiştir.



Onbeşinci delil: Nemi Sûresi'nde geçen besmele, şüphesiz Kur'ân'dandır. Sonra bu besmeleyi Kur'ân hattıyla tekrar edilmiş olarak görüyoruz. O halde, onun Kur­andan olması gerekir Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman, 13) ve "Yazıklar olsun, o vakit, yalanlayanlara" (Mürseiât, 15) ayetlerini Kur'ân'da aynf Kat ve aynı şe­kilde tekrar etmiş olarak gördüğümüzde, diyoruz ki, bütün bunlar Kur'ân'dandır.



Onaltıncı delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, İslâm'ın ilk yıllarında, besmeleyi Kureyş hattı ile, şeklinde yazdığı rivayet edilmiştir. Ne zaman ki, "(Hûd. 41) ayeti nazil oldu. Hz. Peygamber besmele­yi diye yazdı. Daha sonra Cenâb-t Hakk'ın, ayeti nazil olunca, Hz. Peygamber, şeklinde yazdı.



Neml Sûresı'ndeki (Neml 30) aveti inince de tıpkı bu ayetteki gibi yazdı. Buradaki delâlet ciheti şöyledir: Besmelenin cüzlerinin hepsi Kur'ân'dandır. Keza tamamı da Kur'ân'dandır. Ayrıca, o, Kur'ân'da yer almıştır (ya­zılmıştır), Binâenaleyh onun Kur'ân'dan olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Çünkü, şu kadar çok gerekçenin bulunması ve çok bılınmesiyle beraber, onu Kur: ân'dan çıkarmak caiz olsaydı, Kur'âmn diğer ayetlerini de Kur'ân'dan saymamak aynı şekilde caiz olurdu ki, bu da Kurana dil uzatmaya sebep olurdu.



Onyedinci delil: Cenâb-ı Hakk'ın, besmeleyi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirdi­ği ve O'na besmeleyi Kur'ân hattıyla yazmayı emrettiğinin tevatürle sabit olduğu­nu izah etmiştik. Ve yine, ihtilâfın neticesinin besmelenin Kur'ân'dan olup olma­ması hususunda olduğunu, bunun da, meselâ besmeleyi okumak vâcib midir'? Cünup kimse onu okuyabilir mi ve abdestsız kimse ona dokunabilir mı? gibi, hu­susî hükümlere yönelik olduğunu açıklamıştık. Biz deriz ki, bu hükümlerin varlığı, en ihtiyatiı yoldur. O halde, ihtiyata yönelmek gerekir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sana şüphe vereni bırak da, şüphe vermeyene geç."[47][47] buyurmuştur.



Besmelenin Fatihadan bir ayet olmadığına dair Hanelilerin delilleri: Besmele­nin, Fatihadan bir ayet olduğu görüşünü kabul etmeyenler de çeşitli deliller ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:



Birinci delil: Muhalifler Ebû Hureyre'nin rivayetine tutunmuşlardır ki, buna gö­re Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Allahu Teâlâ^öyle der: "Namazı, kulumla benim aramda ikiye taksim ettim Kul, dediğinde, Al­lah kulum beni övdü, der. Kul, dediğinde, Allah, kulum beni med-hetti der. Kül, dediğinde, Allah, kulum beni uiuladı, der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Hakk, bu benimle kulum arasındadır", der.[48][48] Bu haberlelki yönlü istidlalde bulunulmuştur. Birinci istidlal şekli şudur: Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hadiste besmeleyi zikretmemiştir. Şayet besmele, Fâ-tiha'dan bir ayet olsaydı, Hz. Peygamber bunu dile getirirdi. İkinci istidlal şekli ise şudur: Cenâb-ı Hakk, hadiste geçen salâtı, kendisiyle kulu arasında ikiye taksim ettiğini buyurmuştur. Burdaki "salât" lâfzından murad. Fatiha Sûresi'dir. Bu yarıya bölme işi, "besmele, Fâtiha'dan bir ayet değildir" dediğimizde, ancak elde edil­miş olur. Çünkü Fatiha, yedi ayettir Buna göre, Fatiha Sûresi'nde üç buçuk aye­tin-ki bu da başlavıp de sona erer-Allah'a; üç buçuğu­nun da -ki bunlar den başlayıp sûrenin sonuna kadar olan ayetlerdir-kula ait olması gerekir'Besmeleyi Fâtiha'dan bir ayet saydığımızda, Allah'a ait olanın dört buçuk; kula ait olanın ise, iki buçuk olması gerekir, Halbuki bu, mezkûr iki eşit parçayı ortadan kaldırır.



İkinci delil: Hz. Aişe (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, namaza başlarken tekbir ve ayetini okuyarak başladığını rivayet etr ııştır. Ki bu da, bes­melenin Fatiha Sûresinden bir ayet olmadığına bir delildir.



Üçüncü delil: Şayet Cenâb-ı Hakk'ın, sözü bu sûreden bir ayet olsaydı, yine Cenâb-ı Hakk'ın sözünde, tekrarın olması gerekirdi ki, bu da delile aykırıdır



Muhaliflerin birinci delillerine birçok yönden cevap veririz:



Birinci husus: İmam Ebû İshak es-Sa'lebî'nin, senediyle Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği haberde, Hz. Peygamberin besmeleyi, Fatiha Sûresi'n-den tam bir ayet olarak addettiğini nakletmiştik. İki rivayet çatışınca, tercih yap­mak bize aittir. Çünkü, isbat eden rivayeti, nefyeden rivayete tercih etmek gerekir[49][49]



ikinci husus: Ebu Davûd es-Sahtıyanî'nin en-Nahaî'den, O'nun da Mâlik'den, onun da el-Alâ b. Abdirrahman'dan, onun da babasından, babasının da Ebû Hu-reyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: dediğinde, Cenâb-ı Hakk, kulum beni uluiadı; bu benimle kulum arasında olan bir şeydir." Sen bunu iyice kavradığında biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın sözü, taksim hususundadır. Bu ise. Ancak ayetinden önce ve sonra üçer ayet olduğunda mümkündür. Şayet, bes­melenin Fatiha Sûresi'nden olduğunu kabul edersek, bundan önce üç ayet bu­lunmuş olur ki, bu durumda bu haber, bu bakımdan bizim lehimize delil olur.



Üçüncü husus: Nısf yanı "yarı" lâfzı, ayetlerin sayısındaki yarıya muhtemil ol­duğu gibi, mana bakımından da yarıya ihtimali vardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), "Ferâiz ilmi, ilimlerin yansıdır" buyurmuş, ferâiz ilmi­ni, ölülerin durumundan bahsetmesi bakımından, "yan" diye adlandırmıştır Çünkü ölümle hayat, birbirini tamamlayan iki yarımdır Şureyh de: "İnsanların yansı kız­gınken, ben sabahladım" demiş, onların bir kısmının hoşnut, bir kısmının da öf­keli olması bakımından, bunu "yarı" olarak isimlendirmiştir.



Dördüncü husus: Bizim, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olması hususundaki delillerimiz açıktır Halbuki onların, tutundukları haberden maksat, besmelenin Fâtiha'dan olup olmadığı hususunu izah değildir. Bu haberin maksadı, başka bir şeyi beyandır O halde, bizim delilimiz daha açık ve daha güçlüdür



Beşinci husus: Bizim görüşümüzün, ihtiyata en yakın olduğunu da açıklamıştık.



Muhaliflerin ikinci delillerine de, İmâm Şafiî'nin söylemiş olduöu şu sözle ce­vap veririz: Şafiî şöyle buyurmuştur; Belki de, Hz. Âişe Fâtiha'nın ismi olarak kullanmıştır Nitekim "Falanca, "Hamd, gökleri yaratan Allah'a mahsustur." {Enam. 1) sûresini okuduğunda, 'yi okudu." denilir İşte burada da durum aynıdır. Bunun cevabının tamamı, daha sonra Enes'in haberi olarak gelecektir



Üçüncü delillerine cevabımız da şudur: Te'kit etmek için, Kur'ân'da tekrarlar çoktur Cenâb-ı Hakk'ın Rahman ve Rahîm olmasını te'kit etmek, yapılacak şeyin en önemlısidir Allah en iyi bilendir. [50][50]





Fatiha Sûresinin Ayetlerinin Sayısı





Bazı şazz rivayetlerde, Hasan-ı Basrî'nin, bu sûrenin ayetlerinin sekiz tane olduğunu söylediğine şahid ol-



durn. Ancak, âlimlerin çoğunun müttefik olduğu meşhur rjvayette ise bu sûrenin ayet sayısı yedidir İşte bu-



na kjnaen ,je, Allah Teâlâ'nın "Andolsun ki biz sana es-Sebu'l-Mesânî'yi (yedi tekrar edilen ayeti) verdik." (Mfcr, 87) ayetini de "Fatiha Sûresi" diye tefsir etmişlerdir Bunun böyle olduğu sabit olun­ca, biz deriz ki, "Besmele Fatihamdan bir ayettir" diyenler, Cenâb-ı Hakk'ın sözünü tek bir ayet kabul etmiş­lerdir. Ebû Hanîfe'ye gelince, o, besmeleyi Fatiha Sûresi'nden bir ayet saymayın­ca. sözünü bir ayet, sözünü de ikinci bir ayet kabul etmiştir. Bu hususu iyice kavradığında biz deriz ki İmâm-ı Şafiî'nin söylediği daha evlâdır. Birçok şey buna delâlet eder.



Birincisi: ayetinin sonu, daha önce geçen ayetlerin so­nuna benzemiyor. Halbuki âyet sonlarında benzerliği gözetmek lâzım Ztra biz Kur'ân ayetlerinin sonunun, birbirine yakın veya birbirine benzef öimak üzere, iki türlü olduğunu görüyoruz. Birbirine yakın olan Kaf Sûresi'ndeki gibidir, birbiri­ne benzer olan da Kamer Sûresi'ndekı gibidir. Cenâb-ı Allah'ın zü, ayet sonu olarak, bu iki kısımdan değildir O haide, buradaki ayetin sonu kabul etmek mümkün değildir.



İkincisi: sözünü, ayetin başlangıcı kabul ettiğimizde, aye­tin evvelini £ lâfzı kabul etmiş oluruz. Bu j-t lâfzı da ya kendinden önceki kısmın sıfatı, veya kendinden öncekinden istisna edilen bir kelimedir. Mevsûfuyla beraber zikredilen sıfat, tek bir şey gibidir. Tıpkı, müstesna minh ile beraber müs­tesna da, bunun gibi, tek bir cümieymiş gibi kabul edilirler. Aralarına bir fasıla sokmak, delilin aksine bir-hareket tarzı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın sûrenin sonuna kadar, tek bir ayet olarak kabul ettiğimizde, sı­fatla birlikte mevsûfu; "müstesna minh" ile birlikte "müstesnâ"yı tek bir söz ve tek bir ayet kılmış oluruz. Bu ise, delil olmaya en yakın olandır.



Üçüncüsü: "Mübdelun mjnh (kendisinden bedel tutulan kelime) mahzuf hük­mündedir. Buna göre ayetinin takdiri, olur. An­cak, kendilerine Cenâb-ı Hakk'tn in'âm ettiği kimselerin yoluna iletilmeyi taleb et­mek, sadece ıkı şartın tahakkukuyla caiz olur. Bu şartlardan birincisi, kendisine in'âm edilmiş olanın, gazab edilmiş olmaması, ikincisi ise, kendisine in'âm edil­miş olanın sapıtmış olmamasıdır. Biz bu şartı kabu! etmediğimizde, "ayetiyle ıhtıdâ talebi caiz olmaz. Bunun de-lıli şu ayettir: "Allah'ın nimetini, küfür ile değişti­renleri görmedin m;?"(ibrâhîm. 28jBu, Cenab-ı Allah'ın, onlara nimet verdiğine fakat onlar neticede gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar haline geldiklerinden, onlara tâ­bi olmanın caiz olmadığına delâlet eder. Böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın



ifadesini, yine Allah'ın ifadesinden ayırmanın uy­gun olmadığı, tam aksine bu ıkı ifadenin toplamının tek bir kelâm olduğu ortaya çıkmış olur. Bu sebeble de, bu iki ifadenin tek bir ayet olduğuna hükmetmek ge­rekir. Eğer muhalifler; "Cenâb-ı Hakk'ın sözü tek bir ayet; sözü, mana cihetiyle kendinden öncekine bağlı olup, müstakil bir ayet olma'makla birlikte, ikinci bir ayet değil midir?" derlerse, biz deriz ki, bu iki husus arasındaki fark şudur:



sözü, sözü olmadan da tam bir sözdür. O hal-de, yalnız" sözünün tam bir ayet olması imkânsız değildir. Hal­buki, öbürü JDunun gibi değildir. Zira, beyan ettiğimiz gibi, yalnız başına " afizû tam bir kelam olmayıp, aksine buna sözü ilâve edilmediği sürece, O'nun Atsözü doğru olmaz. Böylece, ikisi arasındaki fark ortaya çıkmış olur.[51][51]





Sekizinci Mesele





Mezheb âlimlerimizden bir kısmı, besmelenin diğer sû relerin evvelinden bir ayet olup olmadığı hususunda, Şâfıî (r.a.)'a ait iki görüş rivayet etmişlerdir. Şafiî ulema­sına gelince, diğer sûrelerin başındaki besmelenin de Kur'ân olduğu hususunda ittifak etmişler ve bu husustaki sözü ikiye ayırarak, her sûrenin başındaki besme­le yalnız başına olarak mı tam bir ayettir yoksa besmele, kendisinden sonra ge­len kısımla beraber olarak mı bir ayet teşkil etmektedir? demişlerdir.



Bir kısım hanefîler de. bu meselede Şafiî'nin icmâya muhalefet ettiğini söyle­mişlerdir. Zira, Şafiî'den önce hiç kimse diğer sûrelerin başındaki besmelenin ayet olduğunu söylememiştir. Bizim delilimiz şudur: Besmele, her sûrenin başında Kur! ân hattıyla yazılmıştır. O halde, besmelenin Kur'ân olması gerekir. Muhalifler, Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadisle ihticâc etmişlerdir. Bu hadise göre, Hz. Peygam­ber (s.a.s.). Mülk Sûresi'nin otuz ayet, Kevser Sûresı'nin ise üç ayet olduğunu söy­lemiştir. Sonra Ashab.Du ayetlerin besmelesiz tamamlandığında ittifak etmişler­dir. O halde, besmelenin bu sûrelerden bir ayet olmaması gerekir,



Bu hususa cevap olarak biz. besmele kendisinden sonraki ayetle birlikte bir ayettir, dediğimizde bu müşkül ortadan kalkmış olur.



Eğer muhalifler: Besmelenin. Fâtiha'nın evvelinden tam bir ayet olduğunu iti­raf ettiniz. O halde, diğer sûrelerden ayetin bir kısmı olduğuna hükmetmeniz na­sıl mümkün olyr derlerse biz deriz ki: Bu tuhaf değildir, olabilir. Cenâb-ı Hakk'ın, sözünün tam bir ayet, sonra Dualarının sonu ise. hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir." (Yûnus, 10) sözünün toplamının bir ayet olduğunu görmez misin? Burada da du­rum aynıdtr. Bunun gibi, Kevser Sûresi de üç ayettir. Yani bu sûrenin hususiyyeti, üç ayet olmaktır. Besmele ise. bütün sûreler arasında, müşterek olan bir şey gibi­dir Böylece, bu sual de sakıt olur. [52][52]





Dokuzuncu Mesele





Ahmed b. Hanbel'den rivayet edildiğine göre o, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu söylemiş, ancak besmeleyi her rekâtte gizli okumuştur. Şafiî'ye gelin­ce, O da besmelenin Fatiha Sûresi'nden bir ayet olduğunu söylemiş ve onu açık­ça okumuştur. Ebû Hanîfe de, besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olmadığını söyle­miş, ancak her rekâtte besmeleyi açıktan okumayarak, gizli okumuştur. Biz deriz ki, besmeleyi açıktan okumak sünnettir. Sunun bir çok delili bulunmaktadır.



Birinci delil: Besmelenin Fâtiha'dan bir ayet olduğunu delilleriyle göstermiştik. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, "istikra" {etraflı araştırma) tek bir sûrenin ya tamamıyla gizli okunmasına veya tamamıyla açık okunmasına delâlet eder. Bir sûrenin, bir kısmının gizli, bir kısmının da açık okunmasına gelince bu, hiç bir sûrede yoktur. Bu sabit olunca, cehrî kıraatlerde, besmeleyi açıktan oku­mak meşru olur.



İkinci delil: Hiç şüphe yok ki, sözü, Cenâb-ı Allah'ı öv­mek ve O'nu tazimle zikretmektir. Bundan dolayı, bunu açıkça söylemenin meş­ru olması gerekir.ZiraCenâb-ıHakk, Allah'ı, ba­balarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir tarzda anınız." (Bakara, 200) buyurmuştur. Malûmdur ki insan babasıyla övünüp, bundan kaçınmazsa baba­sının ismini açıkça anar, ve bu işte çok ileri gider. Fakat, babasının adını gizler veya sessizce söylerse, bu, babasının ismini açıkça söylemekten çekindiğini gös­terir. Babasıyla iftihar eden kimse onun ismini açıkça söylemek konusunda mü­balâğa edince, Allahı açıkça zikretmenin, amel cihetinden daha evlâ olması ge­rekir. Çünkü Cenâb-ı Allah, Cahiliye devrinde) atalarınızı (böbürlenerek) andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. (Bakara, 200) buyurmuştur.



Üçüncü delil: Allah'ı açıktan zikretmek, inkâr edenin, inkârına bakılmaksızın, bu zikrin iftihar edilecek bir şey olduğunu gösterir. Aklen bunun güzel göründü­ğünde şüphe yoktur. Ser'an da bu böyledir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) " "Müslümanların güzel gördüğü her şey Allah katında da güzeldir.[53][53] Şu husus da görüşümüzü güçlendirir: Gizlemek ve saklamak, ancak ayıplı ve noksan şeye mahsustur. İşte bu ayıbın ortaya çıkmaması için in­san onu gizler ve saklar. Övünmenin, üstünlüğün ve iftiharın çeşitlerinin en bü­yüğünü ifade eden şeyi, gizlemek aklen nasıl uygun olur? Kulun, tazim maksa­dıyla Allah'ı zikretmesinden daha üstün ve mükemmel bir iftihar vesilesi olamıya-cağı malûmdur Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)



"Müjdeler olsun o kimseye ki dili Allah'ın zikri ile ıslanmış olarak ölmüştür[54][54]. Hz. Ali (k.v.) de şöyle derdi: "Ey kendisinin zikri zikredenler için bir şeref olan varlık." Bu gibi şeyleri gizlemeye gayret göstermek akıllı olan insana nasıl yakışır? Bu sebeble, Hz, Ali (r.a.)'ın mezhebi­nin, bütün namazlarda besmeleyi açıktan okumak olduğu nakledilmiştir. Ben de derim ki bu delil, muhaliflerin sözleriyle silinip gitmeyecek kadar, bence, güçlü ve sağlamdır



Dördüncü delil: Senedi ile Şafiî (r.a.) şunu rivayet etmiştir: Muâviye (ra.) Medî-ne'ye geldi ve halka namaz kıldırdı, besmeleyi okumadı. Rükû ve secdeye gider­ken de tekbir almadı. Selâm verince Muhacir ve Ensar ona şöyle seslendiler: "Ey Muâviye, namazımızı çaldın, besmele nerede? Rükû ve secdeye giderken tekbir nerede?" Sonra, Muâviye {r.a.), besmele ve tekbirlerle birlikte namazı yeniden kıldırdı. İmâm-ı Şafiî (r.a.) şöyle buyurmuştur: Şüphesiz Muâviye güçlü ve salta­natlı bir hükümdardı. Şayet besmeleyi açıktan okumak, Muhacir ve Ensar'a gö­re, yerleşmiş bir iş olmasaydı, Muâviye'nin besmeleyi terketmesi sebebiyle, onlar bu hâli yadırgadıklarını ortaya koyamazlardı.



Beşinci delil: Beyhakî es-Sünenü'l-Kebir'inde, Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivayet ettiği hadiste o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarında besmeleyi açıktan okurdu." Sonra Beyhakî, Ömer b. Hattab, Ibn Abbas, Ibn Ömer ve İbn Zübeyr (r.anh)'den de besmeleyi açıktan okuduklarını rivayet etmiştir.



Ali b. Ebî Talib (r.a.)'a gelince, onun besmeleyi açıktan okuduğu tevatürle sabit olmuştur. Kim dinî hususunda Hz. Ali'ye uyarsa o kimse doğruyu bulmuş olur. Bunun delili ise Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür,"Ey AUahım, AH nerede dönüp dolaşırsa, hakkı da onunla birlikte dönderip dolaştir.[55][55]



Altıncı delil: sözü, takdir edilmesi gereken bir fiile taalluk eder. Buna göre takdir şöyle olabilir: " her han­gi birşey takdir edilebilir. Şüphe yok ki bu besmeleyi duymak, Allah'ın koruması­nın haricinde, O'na isyan etmekten alıkoyacak bir güç ve Allah'ın yardımı olmak­sızın, Allah'a itaata güç-kuvvet bulmanın imkânı olmadığına dair aklı uyarır. Yine Allah'ın zikri ile başlamadıkça hiç bir hayır ve bereketin tam olamayacağına aklın dikkatini çeker. Bütün ibadet vetaatlardan maksadın, akılda bu tür manaların mey­dana gelmesi olduğu malûmdur. Bu kelimeyi (besmeleyi) dinlemek, bu yüce ha­yırları ve üstün bereketleri ifade edince, besmeleyi söyleyen kimse Cenâb-ı Al­lah'ın " insanlar için çı­karılmış en hayırlı bir ümmehiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye ça­lışırsınız," (Ai ı imrân. 110) ayetinin şümulüne girmiş olur. Çünkü besmeleyi açıktan okuması sebebiyle, okuyan kimse emri bi'l-ma'rûf kısımlarından en güzel olanını yapmıştır ki, bu da kişinin bütün benliği ile Allah'a yönelip, bütün hayır işlerde Allah'ın yardımını istemesidir. Hâl böyle olunca akıllı olan kimsenin, "Besmeleyi açıktan okumak bidattir" demesi nasıl yakışık alır.



Muhalif olan, birçok husus ve delil ilen sürmüştür. Şöyle ki:



Birinci delil: Buhârî'nin senedi ile birlikte, Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet ettiği hadise göre O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.lEbû Bekr.Örnerve Os­man'ın arkalarında namaz kıldım. Hepsi ile okumaya başlı­yorlardı" Müslim de bu haberi Sahîh'inde rivayet etmiştir. Ancak Müslim'in riva­yetinde: "... onlar besmeleyi söylemiyorlardı" ibaresi de vardır Başka bir riva­yette ise "... onlardan her hangi birinin besmeleyi (namazda, Fâtiha'nın başın­da) okuyanını duymadım" ilâvesi; dördüncü bir rivayette ise".... onlardan hiç bi­ri besmeleyi açıktan okumamıştır" ifadesi yer almıştır.



İkinci delil: Abdullah b. Mugaffel'in rivayet etmiş olduğu hadistir. O şöyle de­miştir: Babam, benim (namazda) besmeleyi okuduğumu duydu da şöyle dedi; "Evlâdım! İslâm'da bidatlardan sakın. Hz. Peygamber (a.s.)'m, Ebû Bekr'in. Ömer'­in ve Osman'ın arkalarında namaz kıldım, bunların hepsi" diye okumaya başlarlardı. O halde namaz kıldığında başla." Ben de derim ki, Enes ile İbn Mugaffei, besmelenin zikredilmemesini üç halifeye tahsis etmişler, Hz. Alı (r.a.)'yi anmamışlardır Bu da herkesin, Hz. Ali (r.a.)'ın besmeleyi açıktan okuduğuna mutabık olduğuna delâlet eder.



Üçüncü delil: Cenâb-ı Allah'ın" "Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua edin." (Araf, 55), "Rabbini içinden yalvara-rak ve korkarak an" (Araf, 205) ayetleridir. Besmele Allah'ı zikretmektir, öyle ise bu­nun da gizli okunması gerekir. Bu fakîhlerin, ilk iki söze dayanarak çıkardıkları bir delildir.



Enes (ra.)'dan gelen habere birçok yönden cevab veririz:



Birincisi; İmam Ebû Hâmid el-lsferâyınî bu konuda Enes (ra.)'dan altı rivayette bulunmuştur. Hanefîler ise Enes (r.a.)'dan üç rivayet nakletmişlerdir.



Birinci rivayet O'nun "Resûlullah(s.a.s.)'ın, Ebû Bekr'in, Ömer'in ve Osman'ın arkalarında namaz kıldım. Onlar namaza"ile başlıyorlardı." sözüdür.



İkinci rivayet, O'nun "Onlar besmeleyi okumuyorlardı" sözüdür.



Üçüncü rivayet ise, Enes (r.a.)'ın ".. Onlardan hiç birinin besmeleyi okudukları­nı duymadım" sözüdür Bu üç rivayet Hanefîlerin görüşünü desteklemekte, Enes (r.a.)'dan rivayet edilen diğer üç haber ise onların görüşüne ters düşmektedir,



Bunlardan birinci rivayet, daha önce zikrettiğimiz şu haberdir: Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Muâviye namazda besmeleyi terkedince, Muhacir ve Ensâr bunu ya­dırgadılar." Bu rivayetin, besmeleyi namazda açıktan okumanın, sahabe arasın­da tevatür derecesine varmış bir iş olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık.



İkinci rivayet: Ebu Kılâbe'nin, Enes(r.a.)'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygam­ber (a.s.), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer (r.a.) besmeleyi açıktan okurlardı. Üçüncü ri­vayet, Enes (r.a.)'a, besmeleyi açıktan veya gizli okumak hususunda sorulduğun­da O, "Ben bu meseleyi bilmiyorum" demesidir Böylece bu mesele hususunda, Enes (r.a.)'dan gelen rivayetlerde belirsizliğin çoğalmış ve hadislerin birbiri ile ça­tışmış olduğu ortaya çıkar. Bundan dolayı diğer delillere başvurmak gerekir. Yine bu rivayetlerde başka bir töhmet vardır. O da şudur: Hz. Alı, besmeleyi açıktan okuma hususunda çok hassas idi. İdare Emevîlere geçince onlar, Hz. Ali'nin iz­lerini silme hususunda ileri giderek besmeleyi açıkça okumayı menetme husu­sunda aşırı davranmışlardır İşte bu sebeble, belki de Enes (r.a.) onlardan çekin­miş ve bu husustaki sözleri tutarsız olmuştur. Biz her hangi bir şeyde şüphe et­sek de, Enes (r.a.) ve İbn Mugaffel ile, ömür boyu açıktan okumaya devam eden Hz. Ali'nin sözü arasında bir tearuz meydana geldiğinde, Hz. Ali (ra.)'ın sözüne yapışmanın evlâ olduğunda asla şüphe etmeyiz. Bu meselede kesin cevap işte budur.



Sonra biz deriz ki: Farzet ki, sizin delilleriniz ile bizimkiler arasında bir tearuz meydana geldi. Bu durumda tercih bizden yanadır, Bunun birçok yönden izahı vardır.



Birincisi: Sizin haberlerinizin râvîlen Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'dir. Bizim gö­rüşümüzün râvilen ise Ali b. EbîTâlib, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm) dir. Bunlar ise hem ilim bakımından, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.)'a yakınlık bakımından, Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'dan daha üstündürler.



İkincisi: Ebû Hanîfe'nin mezhebine göre, haber-i vâhid, kıyasın aksine ise ka­bul olunmaz. İşte bu sebeble Ebû Hanîfe, Peygamber (a.s.)'ın lâfzı olmasına rağ­men musarrât hadisini[56][56], "kıyasa muhaliftir" diyerek kabul etmemiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: Apaçık aklın, besmelenin açıktan okunma­sının gizli okunmasından evlâ olduğunu ıtade ettiğini açıklamıştık. Daha hangi sebeble Enes ve (İbn Mugaffel'in sözü bu bedihî ve açık olan izaha tercih edilir.



Üçüncüsü: Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, (namazda) büyükleri küçüklere; âlim olan­ları olmayanlara; asîl olanları bedevilere takdim ettiği zarurî olarak bilinen bir husus­tur. O halde, Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Ömer (r.ahm)'ün, ilim, şeref ve mertebele­rinin Enes ve İbn Mugaffel'den daha üstün olduklarında şüphe edilmez. Hz Ali. İbn Abbas ve İbn Ömer'in, Hz. Peygamber (s.a.s.)'a namazda yakınlıkları; Enes ve İbn Mugaffel (r.ahm)'ün ise ondan uzaklıkları zann-ı gâlib ile bilinen bir husus­tur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Allah'ın İ^SfciZ&İİ!^* "Na­mazında açıktan okuma, çok gizli de okuma" (isrâ, 110) ayetine uyarak açıktan oku­ma hususunda mübalağa etmezdi. Bunun gibi, insan da Kur'ân okumaya başla­dığında, hafif bir sesle başlar, sonra sesini tedrîcen artırır, işte bu husus, Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm)ün, Hz. Peygamber (s.a.s.)dan bes­meleyi açıkça okuduğunu duymuş olmaları; Enes ve İbn Mugaffel'in ise bunu duyamamış olmalarında apaçık bir sebebtir.



Dördüncüsü: Şafiî şöyle demiştir: Belki de Enes b. Mâlik'in "Hz. Peygamber (s.a.s.) namaza ile başlıyordu." sözünden maksadı, Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'ın, kVaat hususunda bu süreyi diğer sûrelerden önce okuduğu­dur. Buna göre den maksad, Fatiha Sûresi'nin tamamıdır. Böy­lece Enes (r.a.) sözünü, bu sûrenin ismi olarak zikretmiştir.



Beşincisi: İbn Mugaffel'in hadîsindeki "besmeleyi açıktan okumama"dan mak­sad, sesi yükseltmede mübalağa etmemektir. Nitekim Cenâb-ı Allah "Namazda açıktan okuma, çok gizli de okuma " (isrâ. 110) buyurmuştur.



Altıncısı: Açıktan okumak sübût, gizli okumak ise adem ifade eden bir durum­dur İsbat eden rivayet ise nefyedene tercih edilir (Yani bir şeyin varlığına ait riva­yet, olmadığını gösterene tercih edilir.



Yedincisi: Aklî deliller de bizim görüşümüze uygundur. Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)'ın ameli bizimle beraberdir. Kim Hz. Ali'yi dininde iman edinirse, dini ve nefsi husu­sunda sapasağlam bir kulpa yapışmış olur.



Cenâb-ı Allah'ın "Rabbini, içinden, yalvararak ve korkarak an " (Araf, 205) sözüne tutunmaya gelince, bizim buna cevabımız şudur: Biz bunun mücerred zikir için olduğunu kabul ediyoruz. Besmeleye gelince, bundan maksad, ibadet ve tevazu niyetiyle Allah'ın kelâmını okumaktır. Dolayısıyla onu açıktan söylemek evlâdır. [57][57]





Besmele İle İlgili Tâlî Konular





Besmeleyle ilgili ikinci derecedeki konular hakkındadır. Bunlar çoktur.



Birincisi: Şi'â şöyle demiştir: İster açıktan okunan ister gZn Okunan namazlarda olsun, sünnet olan, besmeleyi açıktan okumaktır. Fakîhlerin çoğu bu husus­ta, Şi'a'ya muhaliftirler.



İkincisi: Besmelenin, sûrelerin başından bir ayet olmadığını söyleyenler, onun mushafta her sûrenin başında yazılmış olmasının sebebi konusunda ihtilâfa düş­müşlerdir. Bu konuda iki görüş vardır:



Birinci görüş: Sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân'dan değildir. Bu görüş sahibleri de iki guruptur. Bir kısmı, besmelenin, sûre aralarını ayırmak için yazıldığı­nı söyler. Bu sûreleri ayırma işi şu anda bilindiğinden, besmeleyi koymaya ihtiyaç yoktur. Buna göre, şayet besmele yazılmamış olsaydı da olurdu. Diğer kısmı ise, besmeleyi Mushaf'ta sûre aralarında yazmanın vâcıtTolup terketmenın caiz ola­mayacağını söylemişlerdir.



İkinci görüş: Bu besmeleler Kur'ân'dandır. Cenâb-ı Allah onları inzal etmiştir Fakat besmele müstakil bir ayet olup, peşinden gelen sûrenin bir ayeti değildir. Bu görüşü savunanlar da iki guruba ayrılırlar. Bir kısmı, Cenâb-ı Allah'ın besme­leyi, her sûrenin başında aynı şekilde indirdiğini söylerken; diğer bir kısmı, aksi­ne, Cenab-ı Allah'ın besmeleyi bir defa indirdiğini ve her sûrenin başına konul­masını emrettiğini söylemiştir. Cenâb-ı Allah'ın besmeleyi indirdiğine ve onun Kur-ân'dan olduğuna delâlet eden Ümmü Seleme (rah) rivayet edilen haberdir ki, buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) besmeleyi bir fasıla ayeti saymıştır, ibrahim b. Yezîd'den rivayet edildiğine göre, O, "Amr b. Dînar'a, el-Fadİü'r-Rahkâşî'nin, bes­melenin Kur'ân'dan olmadığını iddia ettiğim" söylediğini, Amr b. Dinar: "Sübhâ-nallah, bu adam ne kadar cüretkâr. Sa'îd b. Cübeyr'ın şöyle dediğini duydum: -İbn-i Abbasi şöyle derken duydum- Hz. Peygamber (s.a.s.). kendisine besmele indirildiği zaman, vahyedilen o sûrenin sona erdiğini ve başka bir sûrenin başla­dığını anlıyordu" dedi. Abdullah b. Mübarek'ten rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Kim besmeleyi terkederse, yüzonüç ayet terketmiş olur." Buna benzer haberler İbn Ömer ve Ebû Hureyre (r.ahm)'den de rivayet edilmiştir



Üçüncüsü: Besmelenin Fâtıha'dan bir ayet olduğunu. Fâtiha'nın ise namazda okunmasının vâcıb olduğunu kabul edenlerdir ki bunlar, besmelenin okunması­nın gerekli olduğunu söyleyenlerdir. Besmelenin okunmasının gerekli olmadığını söyleyenlere gelince, bunlar da ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe, ona tâbi olanlar, el-Hasen b. Salih b. Cinnî, Süfyân es-Sevrî, İbn Ebî Leylâ besmeleyi gizlice okur­lardı. İmâm Mâlik ise şöyle demiştir: Farz namazlarda, ne açıktan ne de gizlice besmeleyi okumak doğru olmaz. Nafilelerde ise. kişi besmeleyi isterse okur, is­terse terkeder.



Dördüncüsü: Şafiî'nin mezhebi, besmelenin butun rekâtlarda okunmasının farz olduğunu gerektirir Ebû Hanîfe'ye gelince, bu hususta Ondan iki rivayet vardır



Ya'lâ'nın Ebû Yûsuf'tan, Onun da Ebû Hanıfeden rivayet ettiğine göre. Ebü Ha­nîfe besmeleyi her rekâtta Fâtıha'dan önce okurdu şeklindedir. Ebû Yûsuf. İmam Muhammed. el-Hasen b. Zıyâd. bu üçünün Ebû Hanîleden rivayet ettiklerine göre. Ebû Hanîfe. şöyle derdi Bir kimse besmeleyi, okuya başlarken ilk rekâtta okuduğu zaman, o kimseye namazını bitirinceye kadar, aynı namazda besmeleyi oku­ması gerekmez. Ama her sûreyle birlikte okursa, güzel olur.



Beşincisi: Ebû Hanîfe'nin sözünün zahirine göre, besmeleyi Fâtiha'nın evve­linde okuyan, diğer sûrelerin evvellerinde tekrarlamaz. Şafiî'ye göre ise, besme­leyi her sûrenin evvelinde tekrar etmek evlâdır; çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), "Besmele ile başlanılmayan her önemli is, neticesizdir (verimsizdir)".[58][58]



Altıncısı: Ulema, hayızlının ve cünübün besmeleyi okumasının caiz olup ol­madığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bize göre sahih olan, caiz olmadığıdır.



Yedincisi: Ulema, abdest alırken besmele çekmenin "mendûb" (yapılmasıyla mükâfat alınan, yapılmaması herhangi bir cezayı gerektirmeyen) olduğunda ic-mâ etmişlerdir. Ulemanın umumu ise, bunun farz olmadığında ittifak etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın sana emrettiği gi­bi, abdest al!" buyurmuştur. Besmele çekmek ise, abdest ayetinde zikredilme-miştir. Zahirîler (dinî nasların zahirine göre hareket edenler) ise, besmele çekme­nin vâcib olduğunu, besmeleyi kasten veya unutarak terkeden kimsenin namazı­nın sahih olmadığını söylemişlerdir. İshâk da, besmeleyi kasten terkeden kimse­nin namazının caiz olmayacağını, unutarak terkeden kimsenin ise, namazının caiz olacağını söylemiştir.



Sekizincisi: Besmelesiz kesilen etten yemenin hükmü:



Kesilirken besmele çekilmemiş hayvanın yenilmesinin helâl olup olmadığı hu­susudur Mesele, gayet açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk O halde onlar ayakta durarak boğazlanırlarken, üzerlerine Allah'ın ismini anın." (Hacc. 36) ve "Özerlerine Allah'ın ismi anılmayan şeyler­den yemeyiniz" (Erfâm, 121) buyurmuştur.



Dokuzuncusu: Ulema, kişinin, "bismillah" demeden her hangi bir işe başla­mamasının müstehab olduğunda ittifak etmişlerdir Meselâ uyuduğunda bismil­lah; kalktığında bismillah; ibâdete niyetlendiğinde bismillah; eve girdiğinde bis­millah; evden çıktığında bismillah; yiyip içerken, alıp verirken bismililâh.. der. Ebe­nin çocuğu annesinden alırken besmele çekmesi müstehabtır. İşte bu, çocuğun dünya hallerinden ilkidir. Öldüğünde, kabre sokulduğunda bismillah denilir ki, bu da onun dünya hallerinin sonuncusudur. Kabirden kalktığında bismillah der, mah­şer meydanında toplandığında bismillah der; böylece de cehennem, bismillah demesinin bereketiyle, o kimseden uzaklaşır. [59][59]





Tercüme, Kur'ân Metninin Yerini Tutabilir Mı?





Şafiî, Kur'ân'ı okuyabilen veya okuyamıyan kimseler için, Kur'ân'ın tercümesinin, namazının sahih olabilmesi için kâfi gelmiyeceğinı söylemiştir. Ebû Hanîfe ise, önçeleri Kur'ân'ın tercümesinin, Kur'ân okumaya gücü ye-



ten ve yetmeyenler için kâfî gelebileceğini söylemiştir.



İmâmeyn ise, okuyamayan için yeterli; okuyabilen içinse, yeterli olamıyacağını söy­lemişlerdir. Bu meselede Ebû Hanîfe'nin bu ilk kavli, cidden tuhaftır. Bu sebeble, el-Fakîh Ebû'l-Leys es-Semarkandî ile, Ebû Zeyd ed-Debûsî, Ebû Hanîfe'nin bu görüşünden vazgeçtiğini söylemişlerdir.



Bizim, bu hususta birçok delil ve hüccetlerimiz vardır



Birinci hüccet: Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah tarafından Arabça bir lâfızla indi­rilen J<ur'ân ile namazlarını kıldı ve ömür boyu buna devam etti. Cenâb-ı Hakk'ın "Ona tâbi olunuz" (A'râf, 152) ayetinden ötürü, Peygamber (s.a.s.)'e farz olanın bize de farz olması gerekir. Şaşıyorum, Ebû Hanîfe Hz. Peygamber'in bir kere nâsıyesıne meshetmiş olmasıyla, alın miktarı meshin, abdestin sıhhati hu­susunda şart olduğuna delil getiriyor da, ömür boyu Arabça ile Kur'ân okumaya devam etmiş olmasına iltifat etmiyor!



İkinci hüccet: Hulefâyı Râşidîn (r.a.), Arabça Kur'ân'la namaz kıldılar. Bunun bize de farz olması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), "Benden sonrakilere, yani Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz."[60][60]"Benim ve benden sonra­ki râşid halîfelerimin sünnetine sarılın. Sünnetimi, azı dişlerinizle sımsıkı ısı-nn[61][61] buyurmuştur



Üçüncü hüccet: Hz. Peygamber ve bütün sahabe, namazlarında şu Arabça Kur'ân'dan başkasını okumamışlardır O halde, bunun bize de farz olması gere­kir Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): "Ümmetim, yetmiş küsur fırkaya ayrılacaktır Birisi hariç, bunların hepsi cehen­nemdedir. Ey Allah'ın Resulü, kimdir onlar? denildiğinde de, benim ve Ashabı­mın üzerinde olduğu (yolda hareket edenlerdir)[62][62] buyurmuştur. Bu hadisten elde edilen delil şudur: Hz. Peygamber ve bütün Ashabı, namazda şu Arabça Kur'ân'la okunması hususunda ittifak etmişlerdi. Buna göre Farsça ile okuyan kim­senin cehennemlerden olması gerekir.



Dördüncü hüccet: Bütün İslâm memleketlerinin halkı, namazda Kur'ân'ın, Al­lah'ın indirdiği gibi okunması hususunda tamamiyie mutabıktırlar Kim bu yoldan dönerse, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ve her kim) müminlerin yolun­dan başkasına tâbi olursa onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız..." (Nisa, 115) ayetinin hükmüne girmiş olur.



Beşinci hüccet: Mükellef, namazında Kur'ân'ı okumakla emredilmiştir. Farsça ile Kur'ân okuyan kimse, Kur'ân okumuş olmaz. Böylece de, emrin gereğini yeri­ne getirmiş oimaz. İnsan* Qkumakla emrolunmuştur deyişimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyunuz." (Müzzem-mii. 20) kavliyle, Hz. Peygamberin bir bedevîye, "Sonra Kur'ân'dan kolayına geleni oku.[63][63] demiş olmasından ötürüdür. Biz, Farsça ola­rak tertip edilmiş bir kelâmın Kur'ân olmadığını söyledik. Bunun bir çok sebebi vardır



Birincisi: Cenâb-ı Hakk, "Muhakkak ki O Kur'ân, Âlemlerin Rabbi'nin indirmesidir. O'nu kalbine, korku­tuculardan olasın diye, apaçık Arapça bir dil ile Cibril indirmiştir" (Şuârâ, 192-195) buyurmuştur.



İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, gönderdiğimiz her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik" (ibrahim, 4} ayetidir.



Üçüncüsü: "Eğer biz onu yabana dilden bir Kur'ân yapsaydık...."(Fussiiet, 44) ayetidir, kelimesi, "başkası bulunmadığı için, bir şeyin yokluğunu ifade eder." Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı, yabancı dilden bir Kur: ân yapmadığını gösterir Buna göre şöyle demek gerekir; Yabancı olan hiç bir şey, Kur'ân değildir.



Dördüncüsü: "De kî: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı bile olsalar, onun bir benzerini getiremezler"



(isra. 88) ayetidir Buna göre Farsça düzenlenmiş bu kelâm, ya Arabça kelâmın aynı veya misli veyahutta ne onun aynıdır, ne de onun mislidir denilebilir. Birinci­sinin geçersiz olduğu zarurî olarak bilinir İkincisi de, batıldır. Zira, meselâ Farsça tanzim edilen bu kelâm, bu Arabça kelâmın misli olsaydı, Farsça kelâmı tertip eden kimse Kur'ân'ın mislini getirmiş olurdu ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ı "O'nun mislini getiremezler" (İsra, 88) sözünde yalanlamayı gerektirirdi. Farsça dü­zenlenen bu kelâmın, Kur'ân'ın ne aynı ve ne de misli olmadığı ortaya çıkınca, bu Farsça kelâmı okuyan kimsenin Kur'âm okumamış olduğu ortaya çıkar Elde edilmek istenen netice de, zaten budur. Buna göre de, mükellefin Kur'ân oku­makla emrolunduğu, takat bunu yerine getirmediği, böylece de sorumluluğun ondan sakıt olmadığı anlaşılmış olur



Altıncı hüccet: İbnuİ-Münzir'in Ebû Hureyre'den rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kendisinde Fatiha Sûresi okunmayan namaz, kifayet efmez.[64][64] Biz deriz ki, Farsça tertip edilmiş bu kelimelerin, Ebû Hanîfe ya, Kur'ân olduğu­nu veya olmadığını söyleyecektir. Birincisi, büyük bir cehalet ve icmâı terketmek-tir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz.



Birincisi: Hiç bir akıllı kimsenin, ne aklen ne de dînen"Dostlar cennettedir" sözünün Kur'ân olduğunu söylemesi caiz değildir.



İkincisi: Kur'ân'ın tercümesine güç vetirenin, Kur'ân'ın ilk şekline benzer olan bir Kur'ân getirmiş olması gerekir ki, bu da batıldır.



Yedinci delil: Abdullah b. Ebî Evfâ'nın rivayet ettiğine göre bir adam: Ey Alla-hın elçisi, ben Kur'ân'ı, namazda okumaya uygun olacak kadar, ezberleyem i yo­rum, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) o adama, "Subhânellâhi ve'I-hamdu lillâhi... ilh, de" dedi. Bu hadisten elde ettiğimiz delil şudur: Arapça Kur1 ân okumaktan aciz olduğu zaman, namazda yetecek miktarı sorunca, Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'in ona tesbîhi emretmiş olmasıdır Bu da, mükellefe demesinin, ona yetebileceğini söyleyen kimsenin görüşünü çürütür.



Sekizinci delil: İncil'in başının olduğu söylenir ki, buda "Bismillâhirrahmânirrahîrrfin tercümesinin aynıdır. Şayet Kur'ân'ın tercümesi, bizzat Kur'ân'ın kendisi olsaydı, o zaman hıristiyanlar "Bu Kur'ân'ı sen.bizzat İncil'in ken­disinden aldın." derlerdi. Halbuki, bunu hiç kimse söylemediğine göre, Kur'ân1 in tercümesinin Kur'ân olmadığını anlamış oluruz.



Dokuzuncu delil: Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi içinizden birisini bu gümüş para ile şehre gönderin de baksın'onun hangi yiyeceği temiz ise, ondan size bir rızık getirsin" (Kehf, 19) aye­tini, Farsça'ya tercüme ettiğimizde, bu tercüme şöyle olur: Bu kelâmın hem lâfzan, hem manen in­sanların sö2ü cinsinden olduğu malûmdur. O halde, bununla namazın caiz ol­maması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Şu bizim namazlarımızda, insan kelâmından herhangi bir şeyi konuşmak uygun değildir[65][65]). Bu ayetin tercümesiyle namaz geçerli ol­mayınca, diğer ayetlerin tercümesiyle de geçerli olmaz. Zira, bu iki durum araanda bir fark olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur. Ve yine "Daima ayı bu delil, Cenâb-ı Hakk'ın ayıplayan, devamlı lâf taşıyan, hiç durmadan hayırdan men eden, aşın zalim ve çok günahkâr, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra da kulağı kesik!" (Kalem, 10-13) ayetlerinin tercüme­sinde de geçerlidir. Zira, bu tercüme hem lâfız, hem de mana bakımından insan­ların sözü cinsinden bir sövme (kınama) olmaz.



Yine böylece, Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim için Rabbine dua et de, yeryüzünün bitirdiği şeylerden, sebze ve salatalık çıkar­sın..." (Bakara, 6i) ayetinin tercümesi hem lâfız hem de mana bakımından, insan­ların sözleri cinsinden olur. Bu da, bu ayeti şu lâfızlarla okuduğumuzdan başka olur. Çünkü bu ayet, mu'ciz terkibiyle, bedî nazmıyla insanların sözlerinden ayrı­lır Muarızlarımıza şaşıyorum; onlar, bir kimse teşehhüdün sonunda insanların söz­leri cinsinden olan bir duâ okusa, namazı fasit olur, diyorlar, sonra da kalkıp, ter­cümesi hem lâfız, hem de mana bakımından insanların sözlerinin aynı olmasına rağmen, şu ayetlerin tercümesiyle namaz sahih olur diyorlar!



Onuncu delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Kur'ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Bunlar hepsi şifa ve yeterlidir.[66][66] hadisi­dir. Şayet her dile göre Kur'ân'ın tercümesi Kur'ân olsaydı, Kur'ân'ın yedi harften daha fazla harf üzerine indirilmiş olması gerekirdi. Çünkü, onların mezhebince, her dilde başlı başına bir Kur'ân meydana gelmiş olur. Bu durumda da Kur'ân'ın harflerini yediye hasretmek doğru olmaz.



Onbirinci delil: Ebû Hanîfe'ye göre, namaz ayetlerin tümüyle sahîh olur. Tev-rat'da, Allah'a senayı, ahiret işlerini yücelten, dünya işlerini çirkin gösteren, Kur: ân'daki ayetlere mutabık birçok ayet vardır. Muarızın bu görüşüne göre, namaz İncil ve Tevrat'ı okumayla; Zeyd ve insan kelimeleri okumak suretiyle sahih olur. Buna göre, bir kimse dünyaya gelse, yüz sene yaşasa, Kur'ân'dan her hangi bir şey okumayıp, aksine Zeyd ve insan diye okumaya devam etse, o kimse Allah'a itaatkâr olarak mulâkî olur. Böyle bir sözün müslümanların dinine yakışmayacağı zarurî olarak bilinmektedir.



Onikinci delil: Fâtiha'nın tercümesi ancak şu şekilde söylememizle olur: "Se­na, âlemlerin Rabbî, muhtaçların Rahmân'ı, din gününe kadir Allah'a aittir. Sen ma'budsun, sen yardım istenensin. Bizi eht-i irfanın yoluna hidayet et, hızlan ehli­nin (rüsvay olanların) yoluna değil." Fâtiha'nın tercümesinin ancak bu kadar veya ouna yakın bir şekilde yapılabildiği sabit olunca, ancak bu kadar miktarın kendi­sinde meydana geldiği şeyin hitabe olacağı malûmdur, O halde bu kadar hita-oetnin tamamım okumakla, namazın sahih olduğunu söylemekle gerekir. Bu geersız olunca, böyle bir hükmün fasit olacağını anlamış oluruz.



Onüçüncü delil: Şayet bu caiz olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.) Selmânul-Farisî'ye Kur'ân ı Farsça okumasına ve onunla namaz kılmasına; Suheyb'e Rum­ca okumasına, Bilâl'e de Habeşçe okumasına müsaade ederdi. Şayet bu iş uy­gun görülmüş olsaydı, insanlar arasında caiz olduğu hususu yayılırdı, böylece de bu yol, bilhassa dilciler arasında, revaç bulurdu. Zira bu onlardan, Arapça öğrenme hususundaki yorgunluklarına son verir ve her kavmin kendi hususî li­sanıyla bir Kur'ân'ın meydana gelmesinden ötürü, bunlar için büyük bir iftihar vesilesi ortaya çıkmış olurdu. Böyle bir şeye cevaz vermenin ise, Kur'ân'ın tama­mıyla ortadan kalkmasına götüreceği malûmdur ki, buna da hiç bir müslüman taraftar olamaz.



Ondördüncü delil: Farsça kıraat ile namaz caiz olsaydı, Arapça okumayla caiz olmazdı. Halbuki, bu caiz, öteki caiz değildir Aralarındaki mülâzemetin izahını şöyle yaparız: Arapça her hangi bir şey anlamayan Farslı, kesinlikle Kur'ân'dan hiç bir şey anlamaz. Ama, Kur'ân'ı Farsça okuduğunda, manayı anlar, okudu-ğundaki maksadı kavrar ve Ondaki Allah'a övgüyü, ahirete teşviki ve dünyaya fazla rağbet etmemeyi öğrenir. Namaz kılmaktaki en yüce maksadın da., bu tür manaları elde etmek olduğu malûmdur. Zira Cenâb-ı Hakk "Be­ni anmak için, namaz kıl." (Taha. 14) ve "Kur'ân'ı tefekkür etmiyorlar mı, yoksa kaiblerine kilit mi vurulmuş" (Muhammed. 24) bu­yurmuştur. Böylece, tercümeyi okumanın bu büyük faydaları ifade ettiğini, hal­buki Arapça lâfızlarla Kur'ân okumanın ise, bu tür faydaların ortaya çıkmasına mâni olduğu sabit olur. Şayet sıhhat bakımından Farsça Kur'ân okumak, Arapça Kur'ân okumanın yerini tutsaydı; sonra Farsça Kur'ân okumak bu büyük faydala­rı ifade ediyor, Arapça Kur'ân okumaksa bu faydalan temin etmiyor olsaydı o za­man Arapça Kur'ân okumanın haram kılınmış olması gerekirdi. Durum böyle ol­madığına göre, Farsça Kur'ân okumanın caiz olmadığını anlamış oluruz.



Onbeşinci delil: Namazla ilgili emrin devamını gerektiren şey (muktezî), bulu­nur. Farıksa, zahirdir. Muktezî'ye gelince, bu teklif sabit olduğu içindir Sabit olan­da aslolan da, onun bekasıdır Farika gelince; Arapça Kur'ân manası arzu edildi­ği için okunduğu gibi, lâfzından ötürü okunması da talep edilir Bu iki bakımdan



böyledir.



Birincisi: Kur'ân'ın ı'câzı. fesahatındedır. Fesahati ise, lâfzındadır



İkincisi: Namazın sahih olmasının, Kur'ân'ın lâfzını okumaya bağlı olması, bu lâfızların ezberlenmesini gerektirir. İnsanların büyük çoğunluğu tarafından ezber­lenmiş olması, her zaman, Kur'ân'ın tahrif edilmekten korunmuş olarak kalmasını gerektirir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın " "Muhakkak ki, Kuram Biz indirdik. O'nun koruyucusu da Biziz," (Hıcr. 9) ayetiyle va'dettiğı şeyin gerçekleşmesini gerektirir. Ama namazın sıhhati, şu Arapça nazmı okumaya dayanmtyor dediğimizde, bu maksada halel gelir. O halde, "muktezî" nin var o Idu-ğu, "fârık"ın ise açtk, zahir olduğu sabit olur.



Muhalifimiz, kendi mezhebinin doğruluğuna, kendisinin Kur'ân okumakla em-rolunduğunu, Kur'ân'ın tercümesini okumanınsa, Kur'ân okumak olduğunu söy­leyerek, delil getirdi. Buna birçok husus delâlet etmektedir:



Birincisi: Abdullah b. Mes'ûd'un, bir adama Kur'ân öğrettiği ve ''Muhakkak ki, Zakkum ağacı, çok günahkâr olamn ye­meğidir" (Duhân, 43-44) ayetim okuduğu; adam yabancı olduğu için, " yerine " (yetimin yiyeceği) deyip durduğu, bunun üzerine Abdullah b. Mesûd ona, hayır böyle değil, hiç olmazsa"de! dediği rivayet edi­lir. Sonra Abdullah b. Mesûd dedi ki: "Kur'ân'da " aUp " yerine " koymak hata değildir. Rahmet ayetini, azab ayeti yerine koymak hatadır."



İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın " ""Şüphesiz o Kur'ân, daha evvelki­lerin kitaplarında vardır" (Şuarâ, 196) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'ın, ev­velkilerin kitabında olduğunu bildirmiştir. Yine Allah Teâlâ " Şüphesiz bunlar evvelki sahifelerde, İbrahim il'e Musa'nın sabi­telerinde de vardır." {A'tâ, 18-19) buyurmuştur. Sonra Kur'ân'ın evvelkilerin kitabla-rında Arapça lâfızla olmadığına; İbranice ve Süryanice olduğuna ittifak ettik.



Üçüncüsü: " "Sizi uyarmam için bu Kur'ân bana vahyolundu" (Enam. 19) ayetidir. Sonra yabancılar Arapça lâfzı anlamazlar. Ancak bu manalar onlara kendi lisanlarıyla anlatıldığında anlarlar. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk, ayette ona Kur'ân ismini vermiştir. Böylece, Farsça tertip edilen nazmın Kur: ân olduğu ortaya çıkar



Birinciye şöyle cevap veririz: Bu kimselerin durumları, cidden şaşırtıcıdır. 7'ira İbn Mesûd'dan, inşaallah "(Eğer Allah dilerse), ben müminim" dediği rivayet f3dil-miştir. İbn Mesûd'dan nakledildiği kadar, Hanefî mezhebine yardım hususunda, hiç bir şarabîden haber nakledilmemıştir. Sonra Hanefîler, buna hiç iltifat, etme­mişler, tam aksine, "Ben inşaallah (Allah dilerse) müminim" diyen kimsenin, di­ninde şüphe ettiğim, şüphe edenınse mümin olamıyacağım" söylemişlerdir. Eğer İbn Mesûd'un sözü hüccetse, O'nun sözünü bu meselede niye kabul etmemiş­lerdir? Eğer O hüccet değilse, bu meselede niye O'na güvenildi? Yemin ederim ki, bu çelişkiler çok şaşırtıcıdır. Yine İbn Mesûd'dan, Muavvizeteyn ve Fatiha Sû-resı'ni kendi mushafma yazmadığı nakledilmiştir. İbn Mesûd hakkında iyi şeyler düşünerek, şöyle demek vâcıb olur: O, bu görüşlerinden dönmüştür Cenâb-ı Hakk'ın ayetini delil olarak ileri sürmelerine gelince, bunun ma­nası, "Şu kıssalar, evvelkilerin kıtablarında da mevcuttu1"" demektir. Yine, ayetini deli! olarak öne sürmelerine gelince, bunun manası, "sizi Kur'ân'ın mana­sıyla sakındırmam için" olur. Zikrettiğimiz susturucu deliller sebebiyle, birazcık mecaza başvurmak caizdir. [67][67]





İmama Tâbi Olanın Kıraati.





Şafii kavl-i cedidinde (en son görüşünde), "İmam Kur’ân'ı ister açıktan ister gizli okusun, imama uyan kim-



seye kıraat farz olur" demiştir. O, kavl-i kadîminde (eski mezhebinde) ise, "imam gizli okuduğunda, uyana



kıraat farz olur, açıktan okuduğunda farz olmaz." de­miştir ki bu İmâm Mâlik, İbn Mübarek ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanîfe de, "İmamın arkasında Kur'ân okumak her durumda mekruhtur" demiş. Bizim birçok delillerimiz vardır:



Birinci delil: Cenâb-ı Allah'ın "Kur'ân'dan kolayınıza gele­ni okuyunuz." (Müzzemmiı, 20) ayetidir. Ayetteki bu emir, tek başına namaz kılana olduğu gibi, İmama uyana da şamildir.



İkinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarından Kur'ân okurdu. Cenâb-ı Allah'ın "O (Peygambere) uyunuz" (A'raf. 158) ayetinden dolayı, namazda aynı şe­kilde Kur'ân okumak bize de farzdır. Ancak şöyle denilebilir: "Kişinin imama uy­muş olması Kur'ân okumasına mânidir Fakat bu bir çelişkidir."



Üçüncü delil: Cenâb-ı Hakk'ın " "Namazı dosdoğru kılınız." (Ba­kara. 43) ayetinin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın namazda yaptığı fiillerin hepsini ifade eden bir emir olduğunu izah etmiştik. Fâtiha'yı namazda okumak da bu fiillerden biridir. O halde, Allah Teâlâ'nın ayetine, Fâtiha'yı okumak da girer.



Dördüncü delil: Hz. Peygamber (a.s.)"Fâtihâsız, na­maz sahih olmaz "[68][68] hadisidir. Bundan nasıl delil çıkarıldığı hususu daha önce



geçmişti. Eğer muhalifler, "Bu hadis, yalnız başına namaz kılan kimseyle alâkalı­dır. Zira, Câbir (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:



"Kim bir namaz kılar da o namazda Fatihayı okumazsa, imama uymuş olma hâli müstesna, namaz kılmış olmaz[69][69] derlerse, biz deriz ki, bu hadisin zayıf olduğu söylenmiştir.



Beşinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, namazla ilgili işleri kendisine öğrettiği bedevî'ye şöyle demiştir: "Sonra Kur'ân'dan bildiğin ko­layına gelen şeyleri oku "[70][70]. Bu hadis, tek başına namaz kılana da jmama da şamildir.



Altıncı delil: Ebu İsâ et-Tirmizî, Sahîh'inde, senedi ile birlikte Mahmud b. Re-bı'den, O'nun da Ubâde b. Sâmit (r.a.)'dan rivayet ettiği hadise göre: Hz. Pey­gamber (s.a.s.), sabah namazında Kur'ân okudu ama güçlükle okudu. Namazı bi­tirince " "Bana ne oluyor ki, sizi uyduğunuz imamın arkasında Kur'ân okuduğunuzu görüyorum." Sahabe de "Evet Vallahi" dedi. Bu­nun üzerine O: "Fatiha hariç, böyle yap­mayınız. Çünkü Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz" dedi. Tirmizi, "Bu hasen bir hadistir" dedi.



Yedinci defil: İmam Malik, Muvatta'ında, 'Alâ b. Abdurrahman'dan rivayet etti­ği hadise göre, 'Alâ, Hişam'ın mevlası Ebu's-Sâib'in şöyl6 dediğini duymuştur: Ebû Hureyre (r.a.)'ın şöyle dediğini duydum: Hz. Peygamber (sas.) buyurdu ki: " "Kim bir namaz kılar da namazın­da Fâtiha'yı okumazsa o namaz noksandır, tam değildir." Bunun üzerine Ebu's-Sâib, 'Ey Ebû Hureyre, ben bazan imama uyuyorum " dediğinde, O şöyle dedi: "Ey Fârisî, Fâtiha'yı içinden oku." Bu haberden iki delil çıkartılır. Birincisi, Kur'ân okumadan imama uyan kimsenin namazı, muanzlarımızca noksan görülmemek­tedir. Halbuki bu, hadisin aksinedir, İkincisi, burada. Ebu's-Sâib, Ebû Hureyre (r.a.)'a, "İmama uyan kimseye Kur'ân okuması farz mıdır?" manasında soru sor­muştur. O da vacib olduğunu söylemiştir. Bu da bizim görüşümüzü kuvvetlendirir.



Sekizinci delil: Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle dediğini riva­yet etmiştir: "Allah Teâlâ, "Nama­zı Benimle kulum arasında ikiye böldüm" der."[71][71] Cenâb-ı Allah, bu bölmenin, namazın gereklerinden olduğunu ve bu ikiye bölmenin de ancak kıraatle mey­dana geleceğim beyân etti. O halde Fâtiha'yı okumadan, namazın levazımından olması farz oldu. Bu ikiye bölme, hem tek başına namaz kılanın, hem de imama uyanın namazı için geçerlidir.



Dokuzuncu delil: Dârekutnî, senedi ile, Ubâde b. Sâmit (r.a.)'dan, O'nun şöyle dediğini rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.), kıraatin cehren okunduğu bir namazlkıldırdı. Namazını bitirince, mübarek yüzünü bize çevirdi ve şöyle dedi: Ben açıktan okuduğumda siz de okuyor musunuz?" Bir kısmımız: "Biz bunu yapıyoruz" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.):



"Ben de diyorum ki, bana ne oluyor da Kur'ân'la çekişip duruyorum (güçlükle okuyorum). Fatiha müstesna, ben cehren Kur'ân okuduğumda siz birşey okuma-yıp (beni dinleyiniz). Çünkü Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı sahih olmaz "



buyurmuştur.



Onuncu delil: Kur'ân okumanın büyük sevabı olduğunu gösteren birçok ha­dis vardır. Bu da, tek başına namaz kılanı da, imama uyanı da içine alır. O halde, namazda imama uyan kimsenin, Fâtiha'yı okumasının büyük sevabı icâb ettirdiğı ortaya çıkar Bu görüşte olan herkes, Fatihayı namazda okumanın farz oldu­ğunu söylemiştir.



Onbirinci delil: Ebû Hanîfes -Allah ondan razı olsun- "İmama uyan kimsenin. Kür'ân okumasının namazını bozmadığına kail olmuştur.



Bize göre ise, kişinin imam arkasında Kur'ân okumaması namazını bozar. Böy­lece, Kur'ân okumanın daha ihtiyatlı olduğu ortaya çıkar. O halde, Kur'ân oku­mak namazın farzlarından olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): "Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyen şeye[72][72] buyurmuştur.



Onikinci delil: İmama, uyan kimsenin, imamın kıraatini duymadığı zaman Kur­an okumaması, muatte I kalmasını gerektirir O halde Kur'ân okuma hâlinin, oku­mama hâlinden dahf ı üstün olması gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.). "Amellerin en üstünü Kur'ân okumaktır" buyurmuş­tur. Kur'ân okumanın, susmaktan daha üstün olduğu ortaya çıkınca, namazda Kur'ân okumanın far olduğuna hükmetmek gerekir. Zira bu ikisinin birbirinden ayrıldığını söyleyen c jlmamıştır.



Onüçüncü delil: İr nama uymak, Kur'ân okumaya mâni olsaydı, imama uymak haram olurdu. Zira, Kur'ân okumak büyük bir ibadettir. Şerefli bir ibadete mâni



olmak haramdır Bı ,na göre. imama uymanın haram olması gerekirdi. Böyle ol­madığına göre im? ima uymanın okumaya mâni olmadığını anlamış oluruz.



Ebû Hanîfe kenr di görüşüne Kur'ân ve hadisten delil getirmiştir. Kur'ân'dan de­lili şudur:" "Kur'ân okunduğu zaman ona kulak verin ve susun." (Araf'2C 4) Bu ayetin tefsirinde, bunun Hanefîlerin görüşlerine delil ol­madığını uzun uz an açıkladık. Bu husus oradan mütalâa edilsin. Onun hadisten deliline gelince, t u konuda Hanefîler birçok haber zikretmişlerdir. Ailame Ahmed el-Beyhâki bu h? ıberlerin zayıf olduğunu açıklamıştır. Sonra biz deriz ki: Farzet ki bu haberler doğrudur Fakat bir konudaki haberler çok olur ve birbiriyle tena­kuz arzederse te ircihte bulunmak gerekir. Birçok bakımdan tercih bizden yanadır.



Birincisi: Bizi m görüşümüz, Kur'ân okuma ile meşgul olmayı gerektirir. Kur'ân okumak da ibe .deflerin en büyüklerindendir. Onların görüşleri ise, boş durmayı ve Allah'ın zikr ini söylememeyi gerektirir. Şüphe yok ki bizim görüşümüz daha evlâdır



ikincisi: Biz im görüşümüz en ihtiyatlı olandır.



Üçüncüsü: Bizim görüşümüz, namazın bütün cüzlerinin tâat ve güzel zikirler­le dolu olmas anı gerektirir Hanefîlerin görüşü ise, bu vaktin, tâat ve zikirden boş olmasını gen ektirir. [73][73]





Onüçüncü Mesele





Şafiî (r.a.), her rekatta Fâtiha'yı okumanın farz olduğunu, tek bir rekatta dahi Fatihayı okumayı terkeden kim­senin namazının batıl olduğunu söylemiştir. Şeyh Ebû Hâmıd el-İsferayınî, bu görüşün, Sahabe arasında ittifak edilen ve kendisine Ebû Bekr, Ömer. Ali ve İbn Mesûd'un da (r.a.) iştirak ettikleri bir görüş olduğunu söy­lemiştir



Bu mesele hakkındaki görüşlerin altı tane olduğunu bilesin. Bunlardan birin­cisi: el-Asamm ve İbn Aliyye'nin görüşüdür ki, buna göre Kur'ân okumak farz de­ğildir.



İkincisi: el-Hasen el-Basrî ve el-Hasen b. Salih b. Cinnî'nin görüşüdür. Bu gö­rüşe göre, Kur'ân okumak tek bir rekâtta farzdır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Fâtiha'sız namaz olmaz" buyurmuştur. Olumsuzdan ya­pılan istisna olumlu olur. Namazda Fâtiha'yı okumak bir kere olduğuna göre, is­tisnanın hükmü ile namazın sahih olduğuna hükmetmek gerekir.



Üçüncüsü: Ebû Hanîfe'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, ilk iki rekâtta Kur'ân okumak farzdır. Son iki rekâtta ise, kişi muhayyerdir. Dilerse okur. dilerse tesbi-hatta bulunur, dilerse de sükût eder. el-İstihbâb adlı kitapta, belirlemeksizin, her hangi iki rekâtta Kur'ân okumanın farz olduğu zikredilmiştir.



Dördüncüsü: İbnu's-Sabbağ, "Kitâbu'ş-Şâmir'de, Süfyân'ın şöyle dediğini nak-letmiştir: İlk iki rekâtta Kur'ân okumak farz, son iki rekâtta okumak mekruhtur.



Beşincisi: İmâm Mâlik'in görüşüdür. Bu görüşe göre, rekâtların çoğunda Kur; ân okumak farzdır, hepsinde okumak farz değildir. Buna göre, eğer namaz dört rekâtlı ise, üç rekâtında Kur'ân okumak yeter. Eğer akşam namazı ise, ıkı rekâtın­da Kur'ân okumak kâfidir. Sabah namazı ise, her ikisinde de Kur'ân okumak farzdır.



Altıncısı: Bu Şafiî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre, bütün rekâtlarda Kur'ân oku­mak farzdır



Şafiî'nin görüşünün doğruluğuna birçok husus delâlet etmektedir.



Birinci husus: Hz. Peygamber (s.a.s.), bütün rekâtlarda Kur'ân okurdu. Cenâb-ı Hakk'ın " "Ona tâbi olun " {Araf, 158) ayetinden dolayı, aynı şeyin bize de farz olması gerekir.



İkinci husus: Kendisine namaz kılmayı öğrettiği bedevîye Hz. Peygamber, Fâ­tiha'yı okumasını emretmiştir. Bunu müteakiben de ona, her rekâtta böyle yap, demiştir. Emir vücûb ifâde eder, eğer muhalifler Hz. Peygamberin "Her rekâtta böyle yap" sözünün, sözlere değil de fiillere râci olduğunu söylerlerse, biz deriz ki, söylemek de dilin fitlidir. Bu da fiiller sınıfına dahildir



Üçüncü husus: Allâme Ebû Nasr b. es-Sabbâğ, "Kitâbu'ş-Şâmil"de Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediğini nakletmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.) farz olsun veya nafile olsun, her rekâtta Fâtiha'yı okumamızı bize emretti.



Dördüncü husus: Bütün rekâtlarda Kur'ân okumak en ihtiyatlı olan harekettir. O halde Kur'ân okumanın farz olduğuna hükmetmek gerekir.



Beşinci husus: Mükellef, namaz kılmakla em rolü nm ustur. Var olan bir şeyde aslolan ise, o şeyin devam etmesidir. Böylece, şu kılınan namazın mükemmelli­ğinden ötürü, her rekâtta Ku/ kn okunduğu zaman mesuliyetten kurtulunabile-ceğine hükmettik. Bütününde kıraat olmazsa, sorumluluktan kurtulmuş olunmaz.



Muhalifimiz, Hz. Âişe'den rivayet edilen hadisle ihticâc etmiştir. Bu hadise gö­re Hz. Aişe şöyle buyurmuştur: Namaz aslında iki rekât olarak farz kılınmıştı. Bu asıl, sefer halinde olduğu gibi bırakıldı, mukîmlik durumundaysa buna ilâve ya­pıldı. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, ilk iki rekât asıl, son iki rekât da ona tâbidir.Tâbi olma konusunda iş, kolaylığa dayanır. Bu manadan dolayı, ilâve olunan rekâtlarda zamm-ı sûre okunmaz ve cehren kıraat edilmez. Bu gö­rüşe cevabımız şudur: Bizim delillerimiz daha çok ve daha güçlü; mezhebimiz de daha ihtiyatlıdır. Onun için, bizim görüşümüz tercih edilmiştir. [74][74]





Ondördüncü Mesele





Fâtiha'yı okumanın namazın şartlarından bir şart olduğu sabit olunca, bundan bir takım meseleler ortaya çık­mıştır.



Birincisi: Bir kimsenin kasdî olarak, Fâtiha'nın tamamını veya bir harfini terket-mesi durumunda namazının batıl olduğunu beyan etmiştik. Ama sehven Fatiha1 yi okumayı terkeden kimseye gelince Şafiî, eski fetvasında onun namazının fasit olmadığını söylemiştir. İmâm Şafiî, bu görüşüne Ebû Seleme b. Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisi delil getirmiştir. Ebû Seleme şöyle demiştir: Ömer b. el-Hattab (r.a.) bize akşam namazını kıldırdı da, Kur'ân okumadı. Namaz bitince O'na: "Kur­an okumadın!" dendi. O da bunun üzerine, rükûumuz, sücûdumuz nasıl oldu? diye sorunca, onlar da hep bir ağızdan, "güzel güzel!" dediler. "O halde ziyanı yok" dedi. Şafiî şöyle demiştir: Bu olay birçok sahabenin huzurunda cereyan edin­ce, icmâ olur. Şafiî, kavl-i cedîdinde (yeni fetva) bu görüşünden vaz geçmiş ve namazının fasit olduğunu söylemiştir. Çünkü zikredilen deliller, Fâtiha'nın hem bi­lerek hem de unutarak okunmaması hususuna şâmildir. Sonra Şafiî (r.a.), Hz. Ömer'in bu hadisesine iki bakımdan cevap vermiştir. Birincisi: eş-Şa'bî, Hz. Ömer (r.a.)'in bu namazını iade ettiğini söylemiştir. İkincisi: Belki de Hz. Ömer mutlak kıraati değil de, cehren (açıktan) okumayı terketmiştir. Şafiî, Hz. Ömer hakkında­ki kanaatimiz bu ikinci durumdur.



İkincisi: Kıraatta tertîbe riâyet etmek farzdır. Bir kimse bir sûrenin son yarısını önce okusa, sonra da ilk yarısını okusa, sûrenin ilk yarısı hesaplanır da, son yarı­sı hesaba katılmaz,



Üçüncüsü: Fâtiha'nın tamamını okuyamayan kimse, ya ondan bir kısmını ez­berler, veya hiç ezberlemez. Bir kısmını ezberleyen kimse, bu ayetleri okur ve bu­nunla birlikte, kolayına gelecek şekilde altı ayet okur. Fâtiha'dan hiç bir şey ez-berlemeyene gelince, durum şöyledir: Eğer Kur'ân'dan herhangi bir şey ezber-lemişse, Cenâb-ı Hakk'ın "Kur'ân'dan kolayınıza geleni oku­yunuz." (Muzzemmii, 20) ayetinden dolayı, bu ezberindeki kısmı okuması gerekir Kur'ân'dan her hangi bir şey ezberlememişse, bu durumda onun tahmîd, tehlîl ve tekbîr kabîlinden zikirde buJunması gerekir.



Ebû Hanîfe ise, böyie bir kimseye hiçbir şeyin gerekmiyeceğini söylemiştir. Şa­fiî'nin delili, Rifâe b. Mâlikin Hz. Peygamber (s.a.s.)'den naklettiği hadistir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:



"Sizden biriniz namaz kumaya kalktığında, Allah'ın kendisine emrettiği gibi ab-dest alsın. Sonra tekbîr alsın; Kur'ân'dan bildiği bir şey varsa okusun. Eğer Kur-ândan bir ezberi yoksa, Allah'a hamdetsin ve O'nu yüceltsin." Burada geriye tek bir kısım kalmıştır ki, o da şudur: Ne Fatihayı, ne Kur'ân'dan her hangi bir şeyi ve ne de Arapça zikirlerden birini ezbere bilmeyen kimsenin durumu. Bana gö­re, böyle birisine Hz, Peygamber (s.a.s.)'in "Ben si­ze herhangi bir şeyi emrettiğimde, gücünüzün yettiği kadarını yapın[75][75] sözüne sarılarak, gücünün yettiği herhangi bir dille zikretmesi emrolunur. [76][76]





Onbeşinci Mesele





Bazı eski kitaplarda İbn Mesûd'un. Fatiha sûresini ve Muavvizeteyn sûrelerinin Kur'ân'dan olduğunu inkâr et­tiği nakledilmiştir. Bu son derece çetin bir meseledir.



Çünkü biz, şayet "Fatiha Süresi'nın Kur'ân'dan olduğuna sahabe zamanında mü-tevâtır nakil vardır" dersek, bu durumda İbn Mes'ûd (r.a.) bunu bilirdi. O halde, O'nun bunu kabul etmemesi, küfrünü veya aklının eksik olmasını gerektirir. Eğer, "Bu manada olmak üzere, mütevâtir bir nakil sahabe zamanında yoktur" der­sek, bu. Kur'ân'ın naklinin aslında tevatürle olmadığını söylemiş olmayı ifade eder Bu da Kur'ân'ı yakînî (kesin) bir delil olmaktan çıkarır. Zann-ı galibime göre, bu görüşü İbn Mesud'dan nakletmek, yalan ve asılsız bir nakildir. Ancak bunu söy­leyerek bu müşkilden kurtulabiliriz. Fatiha Sûresi'nden çıkan fıkhî meseleler hak­kında söylenecek söz bunlardır. Allah, doğruya iletendir. [77][77]





FATİHA SURESİNİN TEFSİRİ





“Elhamdulillah” Ayetinin Tefsiri





Bu fasıl ayetinin tefsiri hakkındadır ve bunun birçok yönü vardır:



Birinci fayda: Burada aynı manaya gelen üç lafız vardır: Hamd, medh ve şü­kür Biz diyoruz ki: Hamd ile medh arasında birçok fark vardır.



Birinci fark: Medh, canlı cansız her şeye yapılır. Görmez misin? Gayet güzel bir inci veya yakut gören kimse onu metheder. Ama ona hamdetmesi imkânsız­dır. Buna göre medhetmek. hamdetmekten daha umumîdir.



İkinci fark: Medh, iyilik yapmadan bazan önce, bazan sonra olabilir. Hamd ise, sadece ihsan (iyilikten) sonra olur.



Üçüncü fark: Medh, bazan yasaklanmış olur. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle bu­yurmuştur: Meddahların (övücülerin) yüzlerine toprak saçın.[78][78]



Hamde gelince, bu mutlak olarak emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)



"İnsanlara hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), Allah'a hamdetmemiş olur[79][79] buyurmuştur.



Dördüncü fark: Medh, fazilet çeşitlerinden birine has olduğuna delâlet eden sözden ibarettir. Hamde gelince bu da, onun belli bir fazilete has olduğuna delâ­let eden sözdür. Bu belli fazilet de, nimet verme ve iyilikte bulunma faziletidir Söy­lediklerimizle medhın hamdden daha umumî olduğu ortaya çıkmıştır.



Hamd ile şükür arasındaki farka gelince; hamd, nimetin sana veya başkasına ulaşmasını içme alır. Şükr ise, sadece sana ulaşan nimetlere mahsustur.



Bu hususu anladığında biz deriz ki medhin, canlı ve cansız bütün varlıklar için, Allah'a ve Allah'dan başkası için olabileceğini daha önce söylemiştik. Bir kimse "Medh Allah'a mahsustur." dediğinde, bu söz, Allah'ın fâil-i muhtar olduğunu gös­termez, ama "Hamd Allah'a mahsustur" dediğinde, bu Cenâb-ı Allah'ın fâil-i muh­tar olduğunu gösterir. Buna göre Cenâb-ı Allah'ın " " ayeti, bu sözü söy­leyenin, Âlemin İlâhı'nın filozofların dediği gibi, zatı gereği mûcıb (mûcib-ı bi'z-zât) olmadığım, tam aksine O'nun fâil-i muhtar olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Yi­ne Hakk Teâlâ'nın " " sözü, " sözünden daha üstündür Çün­kü " sözü, O'ndan südûr eden ve başkasına ulaşan her nimet sebe­biyle, Allah'ı bir övmedir. Ama " sözü ise, sadece bu sözü söyleyene ulaşan nimete karşılık Allah'a yapılan bir övgü olur. Birincisinin daha üstün oldu­ğunda şüphe yoktur. Zira, denilmek istenen şudur: Sanki kul, "Bana ister ver, is­ter verme, senin nimetlerin bütün âlemlere ulaşıyor Sen, en büyük hamde lâyıksın" der. Zayıf bir görüşe göre, hamd Allah (cc.)'ın defettiği belalara karşılık, şükr ise, verdiği nimetlere karşılık yapılır.



Şayet; "Bir şeyi vermedeki nimet, belâları giderme nimetinden daha büyüktür. O halde, "Büyük olan niçin terkedilip az olan ifade edildi?" denirse, biz deriz ki, bunun birkaç izahı vardır.



Birincisi: Sanki kul, "iki nimetten değersiz olana şükrediyorum. Değerli olana nasıl şükrederim, sen bir düşün!" demiş olur.



İkincisi: Gelecek belâları defetmek sonsuzdur. Nimet vermek ise sonludur. Önce, sonsuz olan belaları gidermeye teşekkür etmek daha evlâ olur.



Üçüncüsü: Zararı defetmek, menfaat! celbetmekten daha mühimdir. Bu se-beble mühim olanı takdim etmiştir.



İkinci fayda: Cenâb-ı Hakk. (Allah'a hamdederım) buyurmayıp, (Hamd Allah'a mahsustur) buyurmuştur. Bu ikinci ifade, birçok bakımdan daha üstündür



Birincisi: Eğer Allah Teâlâ, " deseydi, bu, bunu söyleyenin hamdetmeye kadir olduğunu gösterirdi. Ama deyince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, hamdedenlerin O'na hamdetmesinden ve şükredenlerin O'na şükretmesinden önce de hamde lâyık olduğunu gösterir. Bu sebeble kullar, Hakk Teâlâ'ya ister hamdetsinler, ister etmesinler, ister şükretsinler, ister şükretmesinler, Cenâb-ı Hakk, kendi kadîm hamdi ve kelâmı ile ezelden ebede kadar mahmûd {hamdedilmiş)tur.



İkincisi: Bizim," sözümüzün manası şudur: Hamd-ü sena Allah Teâ-lâ'nın hakkı ve mülküdür. Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk, kullarına olan sonsuz ni­met ve lütuflan sebebiyle hamde lâyık ve müstehak olan yegâne varlıktır



Binâenaleyh bizim " " sözümüzün manası, buna göre şudur, hamd, Allah'ın zatından dolayı müstehak olduğu bir haktır. Şayet Allah, bunun yerine "demiş olsaydı, bu ifade O'nun zatından dolayı hamde müstehak oldu­ğuna delâlet etmezdi. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın hamde müstehak olduğuna delâlet eden lâfız, Cenâb-ı Allah'ı öven tek bir şahıs gösteren " (Ben övüyorum) lâfzından daha üstündür.



Üçüncüsü: Şayet Cenâb-ı Allah " ân demiş olsaydı, kendine lâyık olma­yan bir hamd ile kendini övmüş olurdu. " dediği zaman, insan sanki "Ben kimim ki O'nu öveyim. O, hamdedenlerin hepsinin hamdi ile övülmüştür." demiş olur. Bu şuna benzer: Şayet sana, "Falancanın senin üzerinde bir hakkı var mıdır?" denilse, sen de "Evet." desen, onu övmüş olursun. Fakat zayıf bir şekilde, . Cevap olarak, "Benim değil, bütün insanlar üzerinde hakkı vardır." der isen, o takdirde onu en mükemmel bir şekilde övmüş olursun.



Dördüncüsü: Hamd, kalbin bir sıfatı olmaktan ibarettir. Bu da, övülen varlığın, üstün, nimet veren, tazım ve ihtirama layık olduğuna inanma sıfatıdır. Bunun için insan kalbi Allah'ın azametine yakışan ta'zimin anlamından habersiz olduğu hal­de, "iîiı Juiİ" derse, yalancı olmuş olur. Çünkü o, hakikatte böyle olmadığı hal­de, hamdedici olduğunu söylemiştir Ama kul, bu tazimin manasından ister haberli ister habersiz olsun, " dediği zaman doğru söylemiş olur. Çünkü bunun manası, hamdin, Allah Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğudur. Bu ise, kul, tazim ve ihtiram duygusuyla ister dolu olsun ister olmasın, daima böyledir. Böyle­ce"sözünün " sözünden daha evvelâ olduğu ortaya çıkmış olur.



Bunun bir benzeri de " dememizdir. Bu söze, sözümüzün aksine, yalan girmez. Çünkü kul," (Şehadet ediyorum ki...) sözünde bazan yalancı olabilir. Bunun için, Cenâb-ı Hakk, münafıkları yalanlarken,



"Allah Teâlâ şehâdet eder ki, o münafıklar yalancılardır." (Mûnâfikûn, 1) buyur­muştur. Bu incelikten dolayı ezanda, denilmesi emredilmiş ve ezan ile bitirilmiştir.



Üçüncü fayda: deki, Allah lafzının başındaki (harf-i cer olan) "lâm" bir çok manayı ihtiva eder.



Birincisi: " (Çul âta aittir) ifadesinde olduğu gibi, âidiyyet manası taşıyan tahsisi (has olmayı) gösterir.



İkincisi: Mülk ifade eder.(ev Zeyd'indir) sözündeki gibi...



Üçüncüsü: "(ülke sultanındır) sözünde olduğu gibi kudret ve hâ­kimiyet ifade eder."deki "lâm" harfi bu üç mananın hepsini ihtiva eder. Eğer sen, "Lâm"t, âidiyyet ifade eden tahsis anlamında alırsan, malûmdur ki, ih­sanının ve lütfunun çokluğu, azametinin yüceliği sebebi ile, hamd sadece Allah'a aittir ve O'na yakışır; mülk manasına alırsan, yine malûmdur ki, Allah Teâlâ her şeyin mâlikidir. Bu sebeble de. kendi hamdi ile meşgul oldukları halde de onların maliki olması gerekmiştir.



Eğer, "lârrfı, kudret ve hâkimiyet manasına alırsan, Allah Teâlâ zaten böyledir. Çünkü O, zatı gereği vâcıb (vâcibu'l-vücûd)'tir. O'nun dışındaki varlıklar ise. zâtla­rı gereği mümkün varlıklardır. Zatı gereği vâcib olan, zatı gereği mümkün olana hükümrandır. O halde " , Hamd, ancak O'na lâyıktır; Hamd, O'nun mül­kü ve milkidir; O, her şeye hükümran, her şeye hâkimdir" manasına gelir.



Dördüncü fayda:" sözü sekiz harftir. Cennetin kapıları da sekiz tane­dir. Her kim, tam bir kalb temizliği ile bu sekiz harflik cümleyi söylerse, cennetin sekiz kapısından da girmeye hak kazanmış olur.



Beşinci fayda:" " kelimesi, başında harf-i tarif olan müfred bir lâfızdır Bu harf-i tarif hakkında iki görüş vardır.



Birincisi: Eğer, kendisinden önce, geçmiş bilinen bir isim var ise, mana ona hamledilir. Aksi halde, sözü kapalılıktan korumak için, bu lâm'ın "istiğrak" mana­sına olduğu söylenilir.



İkincisi: Buradaki harf-i tarif, umum ifade etmez. Ancak o, sadece mahiyet ve hakikati gösterir. Bunu anladığın zaman deriz ki, birinci görüşü benimsersek, " "Hamd-ü senaya sebeb olabilecek her şey Allah'a aittir. O'nun hakkı ve mülküdür" manasına gelir. O zaman, Allah Teâlâ'dan başka hiç bir şeyin, hamde ve övgüye müstehak olmadığını söylemek gerekir. Eğer ikinci görüşü benimser­sek bunun manası, "Hamdın mahiyeti, Cenâb-ı Allah'ın hakkı ve mülküdür" şek­linde olur. Bu da, bu mahiyetin fertlerinden her hangi birinin Allah'tan başkası için olmasını nefyeder. O halde bu iki görüşe göre de," s°zu. hamdin, Allah'tan başkası için olmadığını ifade eder.



Eğer, "Nimet veren, kendisine nimet verilenden; hoca, öğrenciden ve âdil hü­kümdar da halkından gelecek hamde müstehak değil midir? Nitekim Hz. Pey­gamber (sas) "İnsanlarahamdetmeyen (teşekkür et­meyen), Allah'a da hamdetmemiş olur[80][80] buyurmuştur, denilirse deriz ki; nimet vermek suretiyle başkasına in'âm eden herkes bilmelidir ki, gerçek nimet veren Allah Teâladır. Çünkü, şayet Cenâb-ı Hakk, başkasına ın'âmda bulunan kimse­nin kalbinde bu temayülü yaratmamış olsaydı, o kişi ikramda bulunmaya yönel-mezdi; şayet Allah Teâlâ, bu nimeti yaratmasa, nimet veren kimseyi bu nimete mâlik kılmasaydı ve kendisine nimet verilen kimseye de bu nimetten istifade im­kanı vermeseydi, bu nimetten faydalan itam azdı İşte bu sebeble, gerçek nimet verenin sadece Allah Teâlâ olduğu ortaya çıkar.



Altıncı fayda: " sözü, Allah'tan başka, hamde lâyık hiç kimsenin ol­madığına delâlet ettiği gibi, akıl da buna delâlet etmektedir. Bunu birkaç yönden izah ederiz.



Birincisi: Şayet Allah Teâlâ, nimet veren kimsenin kalbinde, nimet verme duy­gusunu yaratmamış olsaydı, o kimse nimet vermezdi. Öyleyse, gerçekte nimet veren, bu duyguyu yaratan Allah Teâlâ'dır.



İkincisi: Başkasına nimet veren herkes, buna ister mükâfaat. ister övgü, ister bir hakkı elde etmek, isterse nefsini cimrilik ahlâkından kurtarmak için olsun, bir karşılık ister. Yaptığına bir karşılık isteyen kimse ise, ın'amda bulunmamış olur Bi­nâenaleyh gerçekte hamde müstehak olamaz. Cenâb-ı Hakk ise zatı gereği kâ­mildir. Zatı gereği kâmil olan, kemâl istemez. Çünkü elde edilmişi elde etmek im­kânsızdır. Öyleyse O'nun ikram ve bağışları sırf cömertlik ve katıksız ihsandır. Bu sebeble de O. hamde müstehaktır. Böylece hamde ancak Allah Teâlâ'nın müste­hak olduğu ortaya çıkar



Üçüncüsü: Her nimet, varlığı mümkün olan mevcudat zümresindendir. Her var­lığı mümkün otan ise, ister doğrudan, ister dolaylı olsun, Hakk Teâlâ'ntn yaratma-sıyla var olur. Bu da her nimetin Allah'tan olduğu neticesini verir. Cenâb-ı Hakk: "Sizde olan her nimet Allah'tandır" (Nahi. 53) ayeti de



bu manayı teyid etmektedir. Hamdin manası, ancak ın'âma karşılık bir övgü ve senadır, in'âm, ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna göre. AllatYdan başka hamde müs­tehak olan hiç bir varlığın olmadığını kesin olarak söylemek gerekir



Dördüncüsü: Nimet, şu üç husus bir arada bulunduğu zaman tam olur:



a-) Nimetin bir menfaat olması. Bir şeyden faydalanma, faydalanan varlığın canlı ve idrak edici {his edici) olmasına bağlıdır. O şeyin canlı ve idrâk edici olması ise. ancak Allah'ın yaratmasıyla mümkün olur.



b-) Menfaat, ancak zarar ve keder şaibesinden uzak olduğu zaman tam bir mmet qlur. Menfaatleri, zarar şaibesinden uzak tutmak ise. ancak Allah Teâlâ ta­rafından gerçekleştirilebilir.



c-) Menfaat, kesintiye uğrama korkusundan emin olunduğu zaman, tam bir nimet olur. Bu da ancak Allah Teâlâ tarafından temin edilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tam nimetin ancak Allahdan olacağı; binâenaleyh tam hamde de ancak Allah'ın müstehak olduğu anlaşılır Bu deliller ile " sözünün doğ­ruluğu kesinlik kazanır



Yedinci fayda: Hamdın, nimet verdiği ve lütufkâr olduğu için bir başkasını med-hetmekten ibaret olduğunu görmüştün. İnsan, kendisine nimetin uzaklaştığını his­setmezse ve duymazsa, onun, harnd ve şükür ile mükellef tutulması imkânsız olur. Bunu anladığın zaman deriz ki, insanın Allah Teâlâ'ya hamdetmekten ve şükret­mekten, gerçek manada, aciz olması gerekir. Buna birçok şey delâlet eder.



Birincisi: Allah Teâlâ'mn insana olan nimetleri, insan aklının vâkıf olamayacağı kadar çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın nimetle­rini saymaya kalksanız sayamazsınız." (Nahi. 18) buyurmuştur. İnsanın Allah'ın ni­metlerine vâkıf olması imkânsız olunca, bu nimetlere lâyık bir hamde, şükre ve sena'ya muktedir olamayacağı da ortaya çıkar.



İkincisi: İnsanın, Allah'a karşı hamd ve şükrü eda edebilmesi, ancak Allah'ın onu buna muktedir kıldığında mümkün olur Allah Teâlâ, onun kalbinde hamd ve şükre yönelik bir duygu yarattığında ve önündeki bütün engel ve manialar kalktığında, bunların hepsi Allah'ın birer irîâmı olur. Buna göre, kulun, Allah'ın şükrünü edâ edebilmesi, ancak Allah Teâlâ'mn ona vereceği büyük bir mmet sa­yesinde mümkün olabilir. Bu nimetler de ayrıca şükrü gerektirir. Bu duruma göre kulun, şükür ve hamdı edâ edebilmesi, sonsuza kadar tekrarladığı zaman müm­kün olur. Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza dayanan şey de imkânsızdır. Öyleyse in­sanın, O'na lâyık olacak şekilde Allah'a hamd ve şükretmesi imkânsızdır



Üçüncüsü: Hamd ve şükrün manası, kulun sadece diliyle demesi değildir. Tam aksine, bunun manası, kendisine nimet verilen kimsenin, nimet ve­renin kemâl, celâl sıfatları ile mevsûl olduğunu bitmesidir İnsanın aklına gelen hertürlü kemâl ve celâl sıfatlarından, Allah'ın kemâli ve celâli daha büyük ve da­ha yücedir. Bu böyle olunca, insanın Allah'a lâyıkı veçhile hamdetmesi, şükret­mesi ve sena etmesi imkânsız olur.



Dördüncüsü; Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürle meşgul olmak demek, kendi­sine nimet verilen kimsenin, bu nimetin geldiği zata, şükür ve hamd ile karşılık vermesidir. Bu da birkaç yönden, kolay kolay olacak bir iş değildir.



a-) Allah'ın nimetleri sınırsız derecede çoktur. Bu nimetlere sadece bu tek inanç ve tek lâfızla karşılık vermek son derece zordur.



b-) Cenâb-ı Allah'a hamd ve şükretmesınin Allah'ın nimetlerine karşılık olaca­ğına inanan kimse şirk koşmuş olur. Buda Vâsıtî'nın "Şükür, şirktir" sözünden kas­tettiği manadır,



c-) İnsan, zatında, sıfatlarında ve bütün durumlarında Allah'ın nimetlerine muhtaçtır Halbuki Cenâb-ı Hakk, şükredenlerin şükrüne ve hamdedenlerin hamdine muhtaç değildir. O halde, bu şükür ve hamd ile Allah'ın nimetlerine karşılık ver­miş olmak nasıl mümkün otur? Böylece, şu saydığımız sebebierden ötürü, kulun lâyıkı veçhile Allah Teâlâ'ya hamd ve şükürden âciz olduğu ortaya çıkar. İşte bu incelikten dolayı Cenâb-ı Allah, sözünün yerine, " (Allah'a hamdediniz) dememiştir. Çünkü O "Allaha hamdedinrz" demiş olsaydı, insanla­ra güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet vermiş olurdu. Ama," deyin­ce bunun manası, tam hamd, O'nun hakkı ve mülküdür. İnsanlar, ister yerine ge-tirebilsinler ister getiremesinler, bu böyledir.



Dâvûd (a.s.)'un şöyle dediği nakledilir: "Yâ Rabbi, Sana nasıl şükretmiş olu­rum ki! Benim Sana şükrüm de, ancak Senin nimet vermenle tamamlanır. Bu ni­met de beni bu şükre muvaffak kılmandır." Bunun üzerine Hakk Teâlâ şöyle nıdâ etti: "Bana şükretmekten âciz olduğunu anladığına göre, takatin ve gücüne gö­re şükretmiş oldun."



Sekizinci fayda: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:



"Allah Teâlâ, kuluna bir nimet verdiğinde, kulu " der. de bunun üzeri­ne Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kuluma bakınız. Ben, ona kıymetsiz bir şey verdim de o. Bana değer biçilmez bir şey verdi." Bu hadisin izahı şudur: Cenâb-ı Hakk, kuluna nimet verdiğinde, bu, o açken onu doyurması, susuzken ona su nasıp etmesi, çıplakken onu giydirmesi gibi alışıla gelmiş şeylerden bindir. Ama kul " dediğinde bunun manası: Hamdedenlerden birisinin yaptığı her hamd Allah'a mahsustur ve hamdedenlerden birisinin yapmadığı fakat aklen yapılması gereken her hamd de Allah'a mahsustur.



Arş'ın ve Kursî'nın meleklerinin, gök tabakalarında bulunanların, Hz. Âdem (a.s.)'den Hz. Muhammed (s.a.s.)'a kadar olan bütün peygamberlerin, velîlerin, âlimlerin, bütün mahlûkatın ve cennet ehlinin,



"Bunların oradaki duaları "Ya Allah. Seni tesbîh ederiz" sözüdür. Orada (bir­birlerine sağlık temennileri ve iltifatları) "selâm" (demeleridir.) Dualarının sonu da "elhamdülillahirabbilâlemin'dir." (Yûnus. ıo) diyecekleri bu vakte kadar yaptık­ları bütün hamdler. bu hamde dahildir. Sonra bu hamdler sınırlıdır. Kulların ebedî olarak ve mütemadiyen yapacakları hamdler ise sınırsızdır. İşte bu sınırsız övgü­lerin tamamı, kulun sözünün içinde bulunmaktadır, işte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Allah hadîs-i kutsisinde: "Kuluma bakınız. Ben ona kıy­metsiz tek bir nimet vçrdim de o, Bana. sonsuz ve sınırsız şükürde bulundu " de­miştir.



Burada diğer bir incelik daha vardır. O da şudur: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk; m kuluna verdiği nimetler sonludur Halbuki kulun, " sözü, sınırsız bir hamdi ifade eder. Sınırsız olandan sınırlı olan çıkarıldığında, geriye kalan yine sınırsız olur. Bu sebeble sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: "Ey kulum, sana ve­rilen nimete karşılık dediğinde, bundan ötürü geriye sonsuz taatlar kalır. Bu nedenle o taatlara sınırsız nimetlerle karşılık vermek gerekir" İşte buna binaen kul. ebedî bir mükâfaata ve sonsuz bir hayra hak kazanmış olur. O halde, kulun " demesinin, sonu olmayan mutlulukları ve sınırsız iyilikleri ge­rektirdiği ortaya çıkar.



Dokuzuncu fayda: Şüphesiz var olmak, yok olmaktan hayırlıdır. Bunun delili, her canlı varlığın kendisinin yokluğunu istememesidir. Şayet var olmak yok ol­maktan hayırlı olmasaydı bu böyle olmazdı. Bunun böyie olduğu sabit olunca deriz ki, Allah Teâlâ'dan başka her şeyin var olması, Allah'ın onu yaratması ve ona lütuf ile ihsanda bulunmasıyla olur. Daha önce var olmanın bir nimet olduğu sabit olmuştu. Yine sabit olmuştur ki ruhlar, bedenler, ulvi ve süflî alemlerdeki bütün mevcudat üzerinde Allah'ın nimeti, rahmeti ve ihsanı vardır Nimet, rahmet ve ihsan ise. hamd ve şükrü gerektirir. Öyleyse kul, dediği zaman, onun maksadı, kendisine ulaşan nimetlere hamdetmek olmayıp, aksine, Cenâb-ı Allah'tan gelen bütün nimetlere karşılık Allah'a hamdetmektır. Çünkü daha önce Allah'ın nimetinin, Allah'tan başka her şeye ulaştığını açıklamıştık. Kul, dediği zaman, buna göre. onun manası, "Yarattığı her mahlûka ve nur zulmet, sükûn, hareket. Arş, Kursî. Cm, İnsan. zat. sıfat, cisim, araz gibi ebediyete kadar ve sonsuza kadar var edeceği her sonradan olma varlığa vereceği nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun" demektir. Yine bu sözün manası, kulun, "Bu nimetle­rin hepsinin Senin hakkın ve mülkün olduğuna, bunlarda hiç kimsenin Sana bir ortaklığı ve hak iddiası olmadığına şehadet ederim" demesıdır.



Onuncu fayda: Bir kimse. 'Tesbîh, hamdden ileridir Çünkü denilir, Burada ise önce hamd gelmiştir. Bunun sebebi nedir?" derse, şöyle ce­vap verilir: Allah'a hamdetmek zımnî bir delâletle, tesbîhe de delâlet eder. Çünkü tesbîh, Allah'ın zatı ve sıfatlarında hertürlü noksanlıklardan ve kusurlardan mü­nezzeh olduğuna delâlet eder. Hamd ise, bu sıfatın bulunmasıyla birlikte. O'nun, kullarına ihsan sahibi, nimetler veren, onlara acıyan biri olduğuna da delâlet eder Bundan dolayı tesbîh. Allah'ın kâmil olduğunu; hamd ise Onun tam olmanın da üstünde olduğunu gösterir. İşte bu sebeble başlamak daha evlâ­dır Bu husus hikmet kanunlarından elde edilmiştir. Usul kânunlarına uygun olan izahımız ise şöyledir: Allah Teâlâ. ancak kullarının ihtiyaç çeşitlerini bilebılmesi için bütün malûmattan haberdar olması halinde; kendisine muhtaç oldukları şeyleri meydana getirebilmesi için, her şeye kadir olması halinde ve kendisi de hertürlü ihtiyaçtan müstağnî olması şartıyla kullarına ihsan edebilir. Çünkü böyle olmazsa. kendi ihtiyacını gidermekle meşgul olması, O'nu kulun ihtiyacını gidermek­ten alıkor. Öyleyse şu ortaya çıkıyor ki: Allah'ın ihsan sahibi olması, ancak, O'nun herturlü noksanlık ve kusurlardan münezzeh olmasıyla tamamlanır. Böylece sözü ile başlamanın, sözü ile başlamaktan daha üstün ol­duğu anlaşılmış olur.



Onbirinci fayda: sözü, hem mazî, hem müstakbele (geçmiş ve ge­leceğe) taalluk eder. Geçmiş ile ilgisine gelince; hamd, Önceden verilmiş nimet­lere bir şükür olarak yapılır. Gelecek ile ilgisine gelince. Cenâb-ı Hakk'ın;



"Andolsun ki eğer şükrederseniz, Ben de size olan nimetimi artırırım " (ibrâhîm. 7) sözünün de gösterdiği gibi, hamdin, gelecekte nimetin devamlı yenilenmesini gerektırmesıdır. Akıl da buna delâlet eder. Şöyle ki geçmiş nimetler hizmete ve taate koşmaya sevkeder. Kut, şükür ile meşgul olduğu zaman aklına ve kalbine, Allah m nimetlerinin, muhabbetinin ve marifetinin kapıları açılır Bu da nimetlerin en büyüğüdür. Bu manadan dolayı. " sözü. geçmişle ilgisi sebebiyle, sa­na cehennem kapılarını kapatır; gelecekle ilgisi sebebiyle de, cennet kapılarını açar Öyleyse sözünün geçmişle alâkalı tesiri. Allah'a ulaşmaktan bizi engelleyen kapıları kapamak; gelecekle alâkalı tesiri de, Marifetullah'ın kapılarını açmaktır Allah'ın azametinin dereceleri sonsuz olduğu için, kul için Allah'ı tanı­manın (marıfetullahın) basamakları da sonsuz olur. Bunun yegâne anahtarı sözümüzdür Bu sebeblede "Hamd" sûresi "Fatiha" sûresi diye isim­lendirilmiştir



Onikinci fayda: " lafzı çok şerefli ve yüce bir kelimedir. Ancak yerin­de kullanmak gerekir Aksı halde elde edilmek istenene ulaşılmaz.



es-Serıyyü's-Sakatî'ye "Taatı nasıl yapmak gerekir''" denildi de O; "Bir kere elhamdülillah" dediğim için, otuz yıldır. Allah'a istiğfar ediyorum" dedi.



Ona; "Bu nasıl iş?" denilince, şu cevabı verdi: "Bağdad'da bir yangın çıkmıştı. Birçok dükkan ve ev yandı. Bana, dükkânımın yanmadığt haber verilince demiştim. Bunun manası, bütün dükkânlar yanarken, dükkânımın yan­mamış olmasına sevinmemdı. Halbuki din kardeşliği ve insaniyet bu hale sevin­mememi gerektiriyordu, işte bundan dolayı, bu hamdim sebebiyle otuz senedir istiğfar ediyorum. Bu sebeble. hamd. her ne kadar kıymeti yüce bir kelime ise de. onu yerinde söylemek gerekir." Sonra Allah'ın kuluna nimetleri çoktur. Ancak bu nimetler ilk taksime göre ıkı kısımda mütalâa edilir: Dünya ve din nimetleri... Dm nimetleri birçok bakımdan dünya nimetlerinden daha üstündür. Bizim sözümüz, şerefli ve yüce bir kelimedir. Bu sebeble. insana, bu kelime­nin kadrim yüce tutarak dünya nimetleri mukabilinde zikretmemesi, fakat ancak dinî nimetlere ulaştığı zaman zikretmesi gerekir. Sonra,dinî nimetlerde, azanın ve kalblerin işleri olmak üzere, iki kısımdır. İkinci kısım daha şereflidir. Dünyevi nimetler de iki kısımdır Bazen, nimete nimet olması bakımından itibar edilir, ba­zen de nimet verenin bağışı olması bakımından itibar edilir. İkinci kısım daha üs­tündür. İşte bütün bunlar gözönünde bulundurulması gereken makamlardır ki, sözümüzü zikretmek, hamd sebebine tâyık ve yerine de uygun olsun.



Onüçüncü fayda: Atamız Hz. Âdem'in söylediği ilk söz, sözüdür. Cen­netliklerin söylediği son söz de, sözüdür. Birincisi şöyle olmuştur: Ruh Hz. Ademin göbeğine ulaşınca, aksırdı da, dedi. İkincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın " "Cennetliklerin en son duaları, Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir" (Yûnus. 10) sözüdür. Buna göre, bu âlemin başlangıcı ve sona erişi de, Hamd'e dayanır. O halde, amel­lerinin evvelinin ve sonunun bu kelimeyle birlikte olması için, çalış. Çünkü, insan küçük âlemdir. Bu küçük âlemin hallerinin büyük âlemin hallerine uygun olması gerekir



Ondördüncü fayda: İnsanlardan bir kısmı, sözünün takdirinin olduğunu söylerler Bu, bana göre zayıftır. Çünkü mukaddes kelâ­ma, sözün doğru olması için başvurulur. Bu takdirde, sözün bozuk olmasını icab ettirir. Birçok şey. buna delâlet etmektedir.



Birincisi: " sözü hamdın Allah'ın mülkü ve hakkı olduğunu haber ver­mektir Bu manada sözü tam bir kelamdır. O halde, bunun başına bir şey takdir etmeye ihtiyaç yoktur



İkincisi: sözü, insanlar kendisine hamdetsinler etmesinler, Cenabı Hakk'ın zatı ve fiilleri bakımından hamde müstehak olduğuna delâlet eder Çün­kü, zâtı gereği olan şey, başkası sebebiyle olandan daha üstün ve daha yücedir



Üçüncüsü: Ulema, günlük hayattaki bir meseleden bahsederek şöyle dediler: Babanın, evlâdına şöyle şöyle yap! demesi doğru olmaz. Çünkü, çocuğun ba­basının sözünü tutmayıp da, böylece günah işlemesi olabilir Tam aksine baba, şöyle şöyle yapılması gerekir, der Eğer çocuk iyi bir evlâd ise, bu sözü tutar ve babasına itaat etmiş olur. Eğer yaramaz ise, çocuk yapmayacağını sözle belirt­memiş olur. Bu sebeble de. günahı az olur. Burada da böyledir. Allahu Teâlâ, dedi. böylece itaatakâr olan Allah'a hamdeder; asî olursa, günahı da­ha az olur



Onbeşinci fayda: Cebriye ve Kaderiye (Mutezile) de, sözünden de­lil getirmeye teşebbüs etmişlerdir. Cebriye mensupları, sözüyle bir­çok bakımdan ıhtıcâc etmişlerdir



Birincisi: Fiili, daha şerefli ve mükemmel olan; kendisinden sudur eden nimet de en üstün ve en kıymetli olan kimse hamde daha mustehaktır. Yaratılmışların en şereflisinin iman olduğunda şüphe yoktur.



Eğer iman, kulun fiili olsaydı, kulun hamde müstehak olması, Cenâb-ı Hakkın hamde müstehak olmasından daha üstün ve daha yüce olurdu. Böyle olmadığı­na göre, imanın kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğini anlarız.



İkincisi: Ümmet," sözlerinin iman nimetine karşılık söylendiği husu­sunda ittifak etmişlerdir. Şayet iman, Allah'ın değil de kulun fiili olsaydı, insanların iman nimetine karşılık "demeleri batıl olurdu. Çünkü yapmadığı bir işe karşılık kişiye hamdetmek, Cenâb-ı Hakk'ın "Yapmadık­ları şey sebebiyle de, övülmeyi arzu ediyorlar" (Âl i imrân. 188) ayetinden ötürü, ba­tıl ve çirkin bir iştir.



Üçüncüsü: sözünün zahirinin bütün hamdlerin Cenâb-ı Allah'a ait olduğuna ve Allah'tan başka hiç bir kimseye kesinlikle hamdedılmeyeceğme de­lâlet ettiğini delilleriyle göstermiştik. Buna göre, bütün nimetlerin Allah'dan olma­sı durumunda, bütün hamdler de O'na ait olur. İman, nimetlerin en üstünüdür. O halde imanın Allah tarafından yaratılmış olması gerekir



Dördüncüsü: kendi kendini methetmektir. Halbuki kendi kendini met­hetmek, insanlar arasında hoş karşılanmaz. Cenâb-ı Hakk, kitabına kendisine met­hederek başlayınca, bu, O'nun durumunun, insanların durumuna benzemediği­ne; insanlar tarafından çirkin görülen şeyin Allah tarafından güzel görüldüğüne delâlet eder. Bu da, Allah'ın fiillerinin mahlûkatın fiilleriyle mukayese edilmekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Bazı şeyler kullardan olunca çirkin görülür, ama bu aynı şeyler Allah'dan olunca çirkin görülmez. Bu da, Mutezile'nın prensipleri­ni tamamıyle yıkar.



Beşincisi: Mutezıle'ye göre Allah'ın fiillerinin güzel (hasen) olması ve bu fiillerin güzelliğe ilâve olarak başka bir sıfatı daha olması gerekir. Aksi takdirde Allah'ın fiilleri, anlamsız olur. Bu ise, Allah için düşünülemez. Cenâb-ı Hakk'ın fiillerindeki hasen vasfına ilâve olan sıfatın, ya "vâcib" olması veya tafaddul (lütuf) nevinden bir şey olması gerekir. Vâcıb olmasına gelince, bu mükâfatı ve karşılığı mükellef­lere ulaştırmak kabilinden olandır. Tafaddul nevinden olması durumuna gelince, bu da, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın lütfederek vermesi gereken miktarın üzerinde ver­mesidir Buna karşı biz deriz ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın hamde müstehak olması hu­susunu zedeler ve sözümüzün doğruluğunu yok eder. Bunu şöyle di­yerek izah edebiliriz: Görevleri yerine getirmek, hamde müstehak olmayı göster­mez. Görmez misin? ki, bir başkasına bir dinar borcu olan kimse onu ödediğin­de övülmeye müstehak olmaz



Eğer, Cenâb-ı Allah'ın bir şeyi yapması vâcib oisaydt, o ful. Allah'ı zemmolun-maktan kurtarır, ancak hamde müstehak olmasını gerektirmezdi. Tafaddul fiiline gelince, muhalife göre bu, fazla hamdetmeyı gerektirir. Zira, O'ndan bu fiil sudur etmemiş olsaydı, onun için bu hamd meydana gelmiş olmazdı. Durum böyle olun­ca da, Allah zatı gereği noksan ve başkasıyla tamamlanmış olurdu. Bu da Cenâb-ı Hakkın hamde ve medhe müstehak olmasına mâni olur.



Altıncısı: sözü Allah'ın övülmüş olduğuna delâlet eder Buna göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın hamde ve medhe müstehak olması ya O'nun zatın­dan dolayı sabit olan bir iş olmuş olur veya zâtından ötürü sabit olmayan bir iş olur. Eğer birincisi olursa, onun fiillerinden her hangi bir şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın medhe müstehak olmasını gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü zatından ötürü var olan bir şeyin, başkasından ötürü var olması imkânsız olur. Yine Allah'ın fiillerin­den herhangi bir şeyin, O'nun zemme müstehak olmasını ıcab ettirmesi imkân­sız olur. Çünkü zatı gereği var olan bir şeyin, başkası sebebiyle ortadan kalkması imkânsızdır. Durum böyle olunca, Hakk Teâlâ hakkında, O'na herhangi birşeyin vâcib (gerekli) olması uygun düşmez. O halde, kullarına karşılık ya da mükâfaat vermesi, Allah'a vâcib olamaz. Bu da. Mutezile'nin esaslarını altüst eder. İkinci kısma gelince ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın hamde lâyık olmasının zatı gereği ol­mamasıdır, biz deriz ki, bu durumda O'nun, zâtı bakımından noksan olması ve başkasıyla tamamlanmış olması gerekir ki, Allah hakkında bunu düşünmek im­kânsızdır. Mutezileye gelince, onlar şöyle demişlerdir: Allah'a hamdetmek, an­cak şöyle dediğimizde tamam olmuş olur: Mutlak manada hamde müstehak olan, fiillerinde çirkinlik, hükümlerinde zulüm ve haksızlık olmayandır. Bize göre, Allah böyledir. Bu sebeble O, en yüce hamd ve övgülere müstehaktır. Cebriye mezhe­binde ise, hiç bir çirkin fiil yoktur ki, o, Allah'ın fiili olmasın; hiç bir zulüm yoktur ki, o, Allah'ın hükmü olmasın, hiç bir abes iş yoktur ki, o, Allah'ın işi olmasın... Zira, Cenâb-ı Hakk kâfirde küfrü yaratır, sonra ona azab eder. Bir karşılık vermek­sizin, hayvanların canını yakar. Bu duruma göre O'nun hamde müstehak olduğu nasıl düşünülebilir? Ve yine, Allah olması bakımından hak kazandığı hamde, ya kuidan veya kendisinden ötürü hak kazanır. Eğer.birincisi olursa, kulun fiiline ka­dir olması gerekir ki, bu da Cebrîliği ibtaleder. Eğer ikincisi olursa, bunun mana­sı, Allah'a, kendi kendini medhetmesı vâcibtır demek olur ki. bu da batıldır. İşte



bunun için Cebriye demek ancak bizim görüşümüze göre doğrudur



dediler.



Onaltıncı fayda: Ulema şükrün vücûbunun aklî veya naklî delille sabit olduğu hususunda ihtilâf etmiştir Şükretmenin naklî delille vacib olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerini delil getirmişlerdir:



"Biz, bir peygamber göndermedikçe, azab edici değiliz."(İsrâ 15)



Müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdik. Ki böylece, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karsı bir bahaneleri olmasın!" (Nısâ. 165).



Yine ulemadan, bu şükrün mutlak olarak din gelmezden önce de, geldikten sonra da vacib olduğunu söyleyenler vardır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bunun birçok bakımdan izahı vardır.



Birincisi: sözü mutlak olarak bu hamdın, Allahu Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğuna delâlet eder. Bu da, din gelmezden önce bu hakkın var olduğu­nu gösterir.



İkincisi: Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Usûl-i fıkıhta, uygun bir vasfa göre tertip edilen hükmün, bu hükmün o vasıfla muallel olduğuna delâ­let ettiği hususu yer almaktadır. Burada da Allah Teâlâ, hamdı kendi nefsine isbat etmiş ve kendisini âlemlerin Rabbi, onlara acıyan ve onları bağışlayan; kıyamet­te onların işlerinin yegâne sahibi olarak nitelendirmiştir. Bu da hamde müstehak olmanın ancak, Cenâb-ı Hakk'ın onları terbiye edici olması ve onlara merhamet edip bağışlamasıyla mümkün olacağını gösterir. Durum böyle olunca, Allah'ın hamde müstehak olması, ister peygamber gelmezden önce olsun ister sonra ol­sun, her zaman yapılabileceğini gösterir



Onyedinci fayda: Hamdin hakikatini ve mahiyetini araştırmamız gerekir. Diyo­ruz ki, Allah'a hamdetmek bizim, sözümüzden ibaret değildir. Çünkü dememiz, hamdin varlığından haber vermedir. Bir şeyden haber ver­mek ise. kendisinden haber verilen varlıktan ayrı bir şeydir. Öyleyse, Ailah'a hamdetmenm, bizim sözümüzden başka olması gerekir. İşte diyoruz ki, nimet verene hamdetmek, nimeî veren olması sebebiyle ona tazimi ifade eden hertürlü fiilden ibarettir. Bu fiil ya kalbin fiili olur, ya lisanın fiili, yahut da uzuvların fiili olur. Kalbin fiiline gelince, bu, kalbin, bu fiilinde Allah'ın kemâl ve celâl sıfatla­rıyla nitelenmiş olduğuna inanmasıdır. Lisanın fiiline gelince bu da, Allah'ın ke­mâl sıfatlarıyla mevsûf olduğunu gösteren lâfızları zıkretmesidir. Uzuvların fiiline gelince, bunlar, uzuvların, nimet veren varlığın kemâl ve celâl sıfatları ile mevsûf olduğunu gösteren fiilleri yapmasıdır. İşte hamdden murad bütün bunlardır



İlim ehli, bu konuda iki guruba ayrılmışlardır



Birinci gurup, Allah'ın, kullarına, kendisine hamdetmelerinı emretmesinin caiz olmadığını söyleyenlerdir. Bunlar, birçok bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir.



Birincisi: Bu hamd, ya kullara ulaşan nimete karşılık yapılmıştır, ya böyle bir nimete karşılık olmaksızın meydana gelmiştir Birinci ihtimal yanlıştır. Çünkü bu,-Allah Teâlâ'nın, kullardan, inamına mukabil bir karşılık ve mükâfaat istemiş olma­sı manasına gelir ki, bu mükemmel manada cömert olmaya zarar verir. Çünkü kerim olan kimse, bir nimet verdiği zaman, buna bir karşılık istemez. İkinci ihti­male gelince bu. ortada hiç bir şey yokken başkasını yormaktır ki, bu da zulüm olur.



İkincisi: "Hamd ile meşgul olmak, hamd edem yorar ve hamd edilene de bir faydası yoktur Çünkü hamdedılen zatı gereği kâmil bir varlıktır. Zatı gereği kâmil olan bir varlığın ise, başkası ile kemâle ermesi imkânsızdır. Binâenaleyh bu hamd işi ile meşgul olmak boşuna ve zarannadır. Bu sebebten ötürü meşru sayılma­ması gerekir" dediler.



Üçüncüsü: İcâbın manası, "eğer kişi işlemezse cezayı hak eder" demektir Buna göre, Allah'a hamdetmenin vâcib kılınmasının manası, O'nun, "'eğer sen bu hamd ile meşgul olmazsan, seni cezalandırırım" demesidir. "Bu hamdın, Allah'a hiç bir faydası yoktur" sözünün manası ise. "Bu işte I uç kimsenin elde edeceği bir fay­da yoktur, ama sen onu şayet terkedersen, seni ebediyyen cezalandırırım" de­mektir ki, bu da hakîm ve kerîm olan bir varlığa yakışmaz.



İkinci gurub, "Allah'a hamdle meşgul olmak, birçok bakımdan edebsizliktir" demişlerdir.



Birincisi: Allah'a hamd etmek, Allah'ın ihsanlarına bu azıcık şükür ile karşılık vermek demektir.



İkincisi: Şükür ile meşgul olmak ancak bu nimetler kalbte hatırlanmaya devam edildiği zaman gerçekleşir. Kalbin nimetleri hatırlamakla meşgul olması ise onu. nimet vereni takmakla uğraşmaktan alı kor



Üçüncüsü: Kulun, nimet bulduğu zaman Allah'a övgüde bulunması, onun bu nimeti elde ettiği için Allah'a hamd-ü senada bulunduğunu gösterir. Bu da onun, ibadet, hamd ve senadan maksadının bu nimetleri elde etmek olduğunu göste­rir. Bu adamın, hakikatte ma'bûdu ve maksûdu ancak bu nimet ve menfaattir Bu da düşük bir makamdır. En iyisini Allah bilir. [81][81]





Rabbü'l-Âlemin'in Tefsiri





Bu fasıl sözünün izahı hakkındadır. Burada birçok faydalar vardır.



Birinci fayda: Var olan ya zatı gereği vâcıb olur. veya zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği vâcib olan ise, sadece Cenâb-ı Hakk'dır Zatı gereği mümkün olan da, Allah'ın dışındaki her şeydir ki, bu da "âlem" dediğimiz şeydir Çünkü kelâm-cılar şöyle demişlerdir: Âlem, Allah'dan başka her varlıktır. Bu kısmı âlem diye isimlendirmenin sebebi, Allah'tan başka her şeyin varlığının Allah'ın varlığına de­lâlet etmiş olmasıdır. İşte bu sebebten ötürü Allah'tan başka her varlık, âlem diye adlandırılmıştır. Bu hususu iyice kavradığında biz deriz ki, Allah'tan başka her şey ya uzayda yer tutandır, ya uzayda yer tutanın bir sıfatıdır veya ne uzayda yer tutandır, ne de yer tutmuş olanın bir sıfatıdır. Bu da üç kısımdır.



Birinci kısım: Uzayda yer kaplayandır. Uzayda yer kaplayan, ya bölünmeyi ka­bul edici olur veya olmaz. Eğer bölünmeyi kabul edici olursa, bu cisimdir. Eğer böyle olmazsa, bu da atomdur. Cisme gelince, o ya "ulvî" (gök cisimlerinden), ya da "süflî" (yer cisimlerinden) olur. Ulvî cisimlere gelince, bunlar gezegenler ve yıldızlardır Bu iki kısımdan başka, din ile sabit olmuş başka şeyler de vardır: Arş, Kürsî, Sidreti'l-müntehâ, Levh, Kalem ve Cennet gibi...



Yer cisimlerine gelince, bunlar ya basit olur, ya da mürekkeb... Basit olanları, dört unsurdur (enâsır-ı erbaa).



Birincisi, çölleri, dağlan ve mamur ülkeleri ile, yer yüzüdür.



İkincisi, su küresidir ki, bunu da okyanuslarla, yer yüzünün dörtte birini teşkil eden kara parçala­rındaki mevcut denizler ve sayısını ancak Allah'ın bileceği vadiler (nehir yatakla­rı) teşkil eder.



Üçüncüsü, hava küresidir.



Dördüncüsü, ateş küresidir. Mürekkeb cisimlere gelince, bunlar bitkiler, ma­denler ve muhtelif kısım ve farklı çeşitleriyle, hayvanlardır.



İkinci kısım: Uzayda yer kaplayan varlıklara sıfat olan "mümkün" şeylerdir. Bun­lar arazlardır, Kelâmcıiar. arazın kırka yakın nevini zikretmişlerdir.



Üçüncü kısım: Üçüncü kısma gelince, bu ne uzayda yer kaplayan, ne de uzay­da yer kaplamayan varlığa sıfat olan "mümkün" şeydir. Bunlar da ruhlardır. Ruh­lar, ya süflîdir, ya da ulvîdir.



Süflî ruhlar, ya hayırlı ruhlardır, ki bunlar cinlerin iyi olanlarıdır, veya kötü ve pis ruhlardır, Bunlar da, inatçı şeytan îaifesıdir.



Ulvî ruhlarsa, ya cisimlerle beraber bulunur, ki bunlar gök cisimlerinin ruhları­dır veya cisimlerle beraber bulunmazlar. Bunlar ise, temiz ve mukaddes ruhlar olan meleklerdir. İşte bu. âlemdeki varlıkların taksimatına bir işarettir. Her insan bu kısımları açıklamak için bir milyon cilt kilap yazsa, bunların en alt seviyesine dahi ulaşamaz Ancak şu kadar var ki. zatt gereği varlığı zorunlu olanın bir tek olduğu sabit olunca, O'nun dışındaki bütün varlıkların da, zatları gereği "mümkün" oldukları kesinlik kazanır. Bunun için de bu varlıklar, var olmak için. zatı gereği vâcıb olan varlığın yaratmasına muhtaç olurlar. Aynı şekilde, mümkin olan varlı­ğın da. var olduğu sürece, onu ibkâ edecek bir varlıktan müstağni olamıyacağı da sajDit olmuş olur Allahu Teâlâ. yokluktan varlığa çıkarmış olması sebebiyle âlem­lerin Rabbıdır. Yine O, âlemlerin var olmaya devam ettiği, ve istikrarını sürdürdü­ğü sürece, âlemleri ayakta tutması sebebiyle de âlemlerin Rabbidir. Bunu anla­dığın zaman sözünün tefsirine dair çok az bir şeyi keşfetmiş olursun. Bu üç kısmın hallerini kim daha çok kavrarsa," sözünün tef­sirine de daha çok vâktf olmuş olur.



ikinci fayda: İki türlü terbiye eden vardır



Birincisi: Üzerinden kazanç sağlamak için bir şeyi terbiye eden. İkincisi: Terbiye edilen kazanç sağlasın diye onu yetiştiren.



Bütün mahlûkatın yaptığı terbiye birinci kısma dahildir. Çünkü insanlar, başka­larını, onların üzerinden, ya mükâfaat ya övgü cinsinden bir kazanç elde etmek için başkasını yetiştirirler.



İkinci kısım terbiye eden ise sadece Cenâb-ı Allah'tır. Nitekim Cenâb-ı Allah bir hadis-i kutsî'de şöyle buyurmuştur:



"Ben, Benden kazanç sağlayasmız diye sizi yarattım, yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlayayım diye değil'' Bu demektir ki Cenâb-ı Hakk hem terbiye ediyor hem de ihsanda bulunuyor. O'nun terbiye etmesi ve ihsanı, başka eğiticilerin ter­biye ve ihsanına benzemez.



Allah'ın terbiye etmesi, O'nun dışındaki varlıkların terbiyesinden farklıdır Bu­nu birçok yönden izah edebiliriz:



Birincisi: Hak Teâlâ'nın kullarını, kendisi için değil, kullar için terbiye ettiğini; O'nun dışındakilerin ise hem kendileri için hem başkaları için terbiye etmeye uğ­raştıklarını açıklamıştık.



İkincisi: Allah'ın dışındakiler terbiye ettikleri zaman, bu terbiye nısbetinde hazi­ne ve mallarından noksanîaşma olur. Halbuki Cenâb-ı Allah noksanlık ve zarara uğramaktan münezzehtir. Nitekim O "Hiç bir şey hâriç olmamak üzere her şeyin hazineleri bizim yanımızdadır. Biz onları malum bir miktar dışında indirmeyiz." (Hicr. 21) buyurmuştur.



Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın dışında ihsanda bulunan kimselere, fakır ısrar et­tiğinde, ona kızar ve onu mahrum eder, istediğini de vermez. Halbuki Allah Teâlâ böyle değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Cenâb-ı Hakk, duasında ısrar edenleri sever" buyurmuştur.[82][82]



Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın dışında, ihsanda bulunanlardan, ihsan etmeleri istenmediği müddetçe kimseye bir şey vermezler. Ama O, istemeden de verir Görmez misin ki O, annenin rahminde daha bir cenin ve aklı olmayan bir cahil iken seni terbiye etmiştir. Sen O'ndan istemesini beceremediğin halde de seni korumuş; sen O'ndan istemediğin, aklının ve hidayetinin olmadığı zamanda da sana ihsanda bulunmuştur.



Beşincisi: Cenâb-ı Allah'ın dışında ihsanda bulunanların ihsanları, fakır olma­ları, orada olmamaları veya ölmeleri hallerinde sona erer. O'nun ihsanı ise kesin­likle sona ermez.



Altıncısı: Allah'ın dışında, ihsanda bulunanların ihsanları umumî olmaz, belli bir topluluğa has olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın terbiyesi ve ihsanı herkese ulaşır. Nitekim Cenâb-ı Allah; "Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" (Araf, 156) buyurmuştur. Böylece O: nun âlemlerin Rabbı olduğu ve bütün mahlûkata ihsanda bulunduğu ortaya çık­mış olur. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk kendisi hakkında; "Bütün hamöier Alemlerin Rabbi (sahibi ve terbiye edicisi, malikî ve İhsan edip geliştiricisi) Allah'a aittir" buyurmuştur.



Üçüncü fayda: Dünyada, övülen, medholunan ve tazim edilen zat, dört se-bebten dolayı övülür, medhedilir ve tazim edilir:



1. Ya, O, sana lütufta bulunmasa da, zatında kâmil, sıfatlarında da bütün nok­sanlık ve kusurlardan münezzeh olduğu için...



2. Ya, sana ihsanda bulunup nimet verdiği için...



3. Ya, sen gelecekte ihsanının sana ulaşacağını umduğun için...



4. Veya hükümranlığının tam olmasından, kudretinden ve kahrından korktu­ğun için...



İşte bunlar tazimi gerektiren sebeplerdir Sanki Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Zatî kemâlimi tazim edenlerden iseniz Bana hamdediniz. Çünkü Ben âlemlerin ihâhıyım." İşte bu da Cenâb-ı Allah'ın " sözündeki bir maksaddır. "Eğer ihsanda bulunmamı tazım edenlerden iseniz bilin ki, ben âlemlerin Rabbiyim. Eğer istikbalde bir şeyler umduğunuz için tazimde bulunuyorsanız, bilin ki Ben Rahman ve Rahfm'im. Korktuğunuz için tazim ediyorsanız, bilin ki, Ben din gü­nünün yegâne sahibiyim."



Dördüncü fayda: Cenâb-ı Allah'ın kulunu terbiye şekilleri çoktur ve sınırsızdır.



Buna dair birkaç misal verelim:



Birinci misâl: Babanın sulbünden nutfe damlası ana rahmine düştüğünde, bir düşün, nasıl o nutfe ilk önce rahme tutunmuş bir damla kan, sonra bir et parçası olur, daha sonra bu et parçasından, kemikler, kıkırdaklar, sinirler, kasların kirişle­ri, atar ve toplar damarlar gibi çok çeşitli organlar çıkar. Daha sonra da bunlar birbirlerine bağlanarak bir araya gelirler. Sonra bunların her birinde özel bir kuv­vet hasıl olur: Böylece de gözde görme, kulakta işitme ve dilde de konuşma kuv­veti meydana gelir Kemikle işittiren, yağ ile gördüren, et ile konuşturan Cenâb-ı Allah'ı teşbih ederiz. İnsan bedenini konu alan anatomi kitapları çok yaygındır Bütün bunlar, Allah'ın kulunu nasıl terbiye ettiğini gösterir.



İkinci misâl: Bir tek tane yere düşüp de ona toprağın nemi bulaştığı zaman, o şişer, her tarafı şiştiği halde sadece onun en üstü ve en altı yarılır En üstteki yarığa gelince, bitkinin ucu buradan çıkar. Alttaki yarıktan ise bitkinin toprağa dalan kökleri çıkar Bunlar sanki bitkinin damarları gibidir. Bitkinin üst ucuna gelince, yükseldikten sonra bunun bir gövdesi (veya sapı) meydana gelir. Sonra bu göv­deden birçok dallar ayrılır Daha sonra bu dallar üzerinde, nur parçacıkları gibi çiçekler görülür. Bundan sonra meyveler ortaya çıkar. Bu meyvelerin de sertlik ve yumuşaklık bakımından birbirinden farklı kısımları meydana gelir. Bunlar mey­venin kabuğu, içi ve yağlarıdır. Bitkinin toprağa dalan köklerine gelince, bu da­marların bir ucu da bitkinin en uç kısımlarına kadar gider. Bu uçlar, yumuşaklık bakımından, dizilmiş su tanecikleri gibidirler. Son derece yumuşak olmalarına rağ­men bu uçlar sert ve kayalık yerlere bile nüfuz edebilirler. Cenâb-ı Allah, bu uçla­ra topraktaki kendisine faydasi olan tün bu işlerdeki hikmet kulun kendisine ihtiyaç duyduğu gıda, katık, meyve, içe­cek şeyler ve ilâçlar kabilinden olan varlıkları meydana getirmektir Nitekim Cenâb-ı Allah:



"Hakikaten Biz, o (yağmur) suyunu bol bol döktük, sonra toprağı iyiden iyi yar­dık. Bu suretle onda tane(ler) bitirdik, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ve bol ağaçlı (diğer) bahçeler, meyveler, mera(lar) bitirdik. (Bütün bunları Biz) hem size. hem davarlarınıza faide olarak (yarattık.)" (Abese 25-32)



Üçüncü misâl Cenâb-ı Hakk. gezegenleri ve yıldızları, kulların istifadesine bi­rer vesile olacak şekilde yaratmıştır Meselâ, geceyi rahatlık ve sükûnete bir vesi­le olmak üzere, gündüzü de kazanç teminine ve yeryüzünde gezip dolaşmaya bir vesile olmak üzere yaratmıştır.



"Güneşi ziyalı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, o aya muhtelif menziller tayin eden O Allah'tır. Allah, bunları (boş yere değil) hak ile yarattı." (Yûnus 5)



"O. karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı doğrultmanız (bulmanız) için. sîzin faidenize yıldızlan yaratandır." (Enam 97)



Cenâb-ı Allah'ın şu ayetini okuyun:



"Biz yeri bir beşik, dağları kazıklar yapmadık mı?Sizi çift çift yarattık, uykunu­zu dinlenme yaptık; geceyi örtü kıldık; gündüzü maişet vakti yaptık. Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik. Ona parıl parıl parıldayan bir kandil astık. O sıkıcı mengenelerden (bulutlardan) de sarıl şarıl su indirdik. Onunla tane, ne­bat ve sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye." (Nebe 616)



Madenlerin, bitkiler hayvanların dikkat çekici hallerini ve Rahman Allah'ın insanı yaratışındakı hı-;netınin belirtilerini iyice bir düşündüğün zaman, senin akl-ı selimin Allah'ın terbiye tme şekillerinin pekçok olduğuna ve O'nun rahmetinin heryerde apaçık izlerinin görüldüğüne hükmedecektir. İşte o zaman Allah'ın " sözünün sırlar deryasından bir katre sana tecelli edecektir.



Beşinci fayda: Cenâb-ı Hakk, hamdi kendi nefsine nisbet ederek, önce dedi, sonra diyerek kendisini âiemlere nisbet etti. Bu şu demektir: "Ben hamdi seviyorum, bu sebebie onu. Benim mülküm olduğu için onu kendime nisbet ettim. Sonra Kendimi zikrettiğim zaman, bunun peşinden Kendimi âlemlerin Rabbi olarak tanıttım." Bir kimse bir zatı, bir tek sıfat ile tanıtır­sa, o, sıfatların en güzelini ve en mükemmelini söylemeye gayret eder. Bu, Allah1 in, âlemlerin Rabbi oluşunun, O'nun en mükemmel sıfatı olduğuna delâlet eder. Bu böyledir. Çünkü derecelerin en mükemmeli, tam ve tamın da üstünde olmak­tır. Öyleyse bizim, dememiz), O'nun zatı gereği, zatında ve zatı ile "vâcib-ül-vucûd" olduğunu göstermektedir ki, işte bu tam olmadır." sözünün manası ise, O'nun dışındaki her şeyin varlığının, Allah'ın terbiyesinden, ihsanın­dan ve cömertliğinden neşet ettiğidir ki, bu da "tam"ın da üstünde olmak" ibare­siyle kastedilen şeydir



Altıncı fayda: Cenâb-ı Hakk; Ey İnsan! Senden başka kullara da sâhibdir. Nite­kim Rabbinın ordularını ancak O (Allah) bilir." (Müddessır. 32) bu­yu rulmuştur



Halbuki senin O'ndan başka Rabbın yoktur. Hem sonra O, sanki senden baş­ka hiç bir kulu yokmuş gibi seni terbiye eder (bakıp, büyütür, besler) Sen ise, sanki O'ndan başka bir Rabbin varmış gibi O'na hizmet ediyorsun. Allah'ın bu terbiyesi, ne güzel bir terbiyedir. Allah Teâlâ seni, gündüz, bir karşılık beklemek­sizin belâlardan; gece, yine bir karşılık beklemeksizin her türlü korkudan muha­faza etmiyor mu?



Nöbetçiler her gece hükümdarı beklerler. Acaba onu. zararlı böceklerin sok­malarına karşı, başına birçok belânın gelivermesine karşı koruyabilir mi? Hak Teâlâ'ya gelince O, onu, o gecenin başında çok çeşitli haramlara, yasaklara ve çir­kin fiillere dalıverip gittikten sonra, her türlü musibet ve korkuya karşı koruyup bekliyor. Bu ne büyük ve ne güzel bir terbiye! Yine, Hz. Peygamber {s.a.s.)'in;



"Ademoğlu Allah'ın binasıdır. Allah'ın binasını yıkan mel'ûndur" demesi de, bu terbiyeyi göstermez mi? İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Allah



"De ki: Allah'ın geceleyin, gündüzün (gelebilecek azabına karşı) Rahman olan Allah'tan sizi kim koruyabilir?" (Enbiya, 42) buyurmuştur.



Bu, ancak gücü sonsuz olan Melik, hükümran kudreti olan tek, kalbleri ve gö­nülleri evirip çeviren ve vicdanlarda saklı gizli olanlara muttali olan Allah'tır.



Yedinci fayda: Kaderiye (Mutezile) şöyle söyledi: “Eğer Allah onlara ihsanda bulunuyor ve sıkıntılarını gideriyor ise ancak o zaman âlemlerin Rabbi ve terbiye edicisi olur Ama kâfirde küfrü yaratıp, sonra bundan dolayı ona azab ederse; imanı emredip onu imandan alıkorsa, o zaman, O, Rabb ve mürebbî değil, aksi­ne zarar veren ve eziyet eden olmuş olurdu."



Cebriye ise şöyle dedi: "Şayet nimet O'ndan südûr eder ve lütuflar da O'nun rahmetinden feyezan ederse, Allah bir Rabb ve terbiye edici olur. İman nimetle­rin en büyüğü ve en kıymetlisi olduğuna göre, onun Allah tarafından meydana getirilmesi, O, âlemlerin Rabbi olduğu için ve onlara, onlarda imanı yaratmak su­retiyle ihsanda bulunduğu içindir."



Sekizinci fayda: Allah'ın isimlerinin tefsirinde birçok şekilde açıkladığımız gibi, "Allah" ismi, "Rabb" isminden daha üstündür. Sonra, dua eden kimse çoğu işle­rinde "Ya Rabb" "Ya Rabb" diyerek dua eder Bunun sebebi, yine Allah'ın isimle­rinin tefsin sırasında zikrettiğimiz hususlar ve nüktelerdir ki, onları burada tekrar­lamayacağız. [83][83]
















































































































































































Hiç yorum yok: