7 Kasım 2007 Çarşamba

nesefi tefsiri


FATİHA SURESİ 2

Fatiha Sûresinin İsimleri. 2

Besmelenin Tefsiri 2

Fatiha Sûresinin Tefsiri 6

FATİHA SURESİ
Bu sûre Mekke'de ve ya Medine'de nazil olmuştur. Ancak en doğ­ru görüşe göre bu sûrenin hem Mekke ve hem Medine'de nazil olduğu­dur. Namaz farz kılındığı zaman Mekke'de ve kıble Kudüs'deki Mescid-i Aksa'dan Mekke'deki Kabe'ye çevrildiğinde de Medine'de nazil olmuş­tur. [1][1]
Fatiha Sûresinin İsimleri.
Ümmü'I-Kur'an : Kur'an'm temeli, aslı, anası. Çünkü, bir hadiste Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:
"Namazda Ümmü'l-Kur'an'ı -Fatiha Sûresini- okumayanın namazı yoktur."[1][2]
Bu ismin verilmesi Kur'an'm içindeki tüm manaları kapsam olarak , taşımasmdandır. Nitekim, bu manada olmak üzere, "el-Vafıye - el-Kâfi-ye" isimleri de bu nedenle verilmiştir.
El-Kenz: Bu sûreye bu adın verilmesi de Rasulûllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in yüce Allah'tan hikaye ettiği kudsî bir hadise dayanmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş:
"Fatihatu'l-Kitab (Fatiha Sûresi), Arşımın hazinelerinden bir hazine kenzdir."[1][3]
Eş-Şifa ve Eş-Şafıye: Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in:
"Ölüm dışında Fatihatu'l-Kitab her derde şifadır." [1][4 buyurmasıyla da bu isimler verilmiştir.
Ayrıca her namazda ve her namazın tüm rekatlarında tekrarlanması nedeniyle de, "Sûretu'l-Müsenna" adı verilmiştir. Yine yapılan rivayet­ler çerçevesinde buna "Sûretü's-Salât" yani, namaz sûresi diye de isim verilmiştir. Çünkü, bunun namazda okunması kimilerine göre farz, kimi-İerine göre de vacip olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda Kur'an'm temeli olması ile de, "El-Esas" ve "Hamd Sûresi" olarak da isim verilmiştir.
Fatiha Sûresi (ittifakla) yedi âyetten ibarettir. Allah en iyisini bilir.
Meali
1. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
2. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
3. O Rahman'dır, Rahim'dir.
4. Din (ceza) ve hesap gününün sahibidir.
5. Rabbimiz! Ancak sana ibadet/kulluk eder ve yalnız senden yar­dım bekleriz.
6. Bizi dosdoğru yola ulaştır.
7. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna ilet. Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil. [1][5]
Besmelenin Tefsiri
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla"
Medine, Basra ve Şam kıraat imamlarına ve fakihlerine göre Bes­mele ne Fatiha'dan ve ne de başka sûrelerin herhangi birisinden bir âyet değildir. Ancak ilk defa okumaya başlarken teberrük/bereketlenmek ve bir de sûrelerin arasını ayırmak için yazılmıştır. Bu İmam-ı Azam Ebu Hanife (80-150/699-767) ile ona bağlı olanların -Allah hepsine de rah­met eylesin- görüşü budur. İşte bu açıdan bu mezhep bağlılarına göre Besmele namazlarda açıktan okunmaz.
Ancak Mekke ve Küfe kıraat imamlarına göre Besmele hem Fatiha Sûresinden ve hem de diğer her bir sûreden bir âyettir. İmam Şafii (150-204/767-820) ve arkadaşları -Allah hepsine rahmet eylesin- da bu görüş­tedirler. İşte onlar da bu açıdan namazlarda Besmeleyi açıktan okurlar.
Namazlarda Besmele açıktan okunur diyenlerin görüşleri şöyledir:
a- "Kur'an'dan olmayan hiçbir şeyi Kur'an'a asla yazmayın." em­rine rağmen selef, Besmele'yi Kur'an'a yazmıştır. İşte onların Besmele'-yi her sûrenin başına yazmış olmaları, bunun Kur'an'in her sûresinden bir âyet olduğunu gösterir.
b- Nitekim Abdullah b. Abbas (Radıyallahu Anh)tan rivayete göre de­miş ki: "Kim sûrelerin başındaki besmeleyi terk ederse, Allah'ın Kitabından «114» ayeti terk etmiş olur."
Ancak bu görüşlere karşı bizim delillerimiz şudur:
Ebu Hureyre (Radıyallahü Anh) diyor ki, Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den şöyle buyurduğunu işittim:
"Yüce Allah şöyle buyurdu: «Namazı (Fatiha Sûresini) kendimle ku­lum arasında ikiye bölüştürdüm. Kulum için istediği vardır (olacaktır). Kul, deyince yüce Allah da "Kulum bana hamdetti."
buyurur. Kul, deymce yüce Allah da; "Kulum bana sena­da bulundu, beni övdü." der. Kul, dediği zaman ise, yüce Allah; "Kulum bana ta'zimde bulundu" der. Kul bu defa: deyince, Yüce Allah da; "İşte bu, benimle kulum arasında bir söz­leşmedir. Nitekim kulum için istediği olacaktır. Nihayet kul:
deyince yüce Allah da; "İşte bu kuluma aittir ve kulum için de istediği olacaktır.»"[1][6]
Bu kudsî hadisin, Fatiha Sûresinin ilk âyeti olan, "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir." cümlesiyle başlaması, Besmele'nin Fatiha'-dan bir âyet olmadığının kanıtıdır. Eğer Besmele, Fatiha'dan bir âyet de­ğilse, icma ile bu, diğer sûrelerden de bir âyet değildir.
Nitekim yukarıda sunduğumuz hadis Ebu Muhammed Hüseyin b. Ferra el-Beğavi (v.5416/1122)'nin, "Sahihu'l-Mesabih" ya da "Mesâbi-hu's-Sünne" adlı eserinde -ki içinde yaklaşık 4719 hadis bulunmaktadır-geçmektedir.
Diğer taraftan aleyhimize delil olarak sundukları ve Besmele'nin her sûreden bir âyet olduğuna ait kanıtlar bizim için herhangi bir sakınca oluşturmaz. Çünkü, Besmele zaten Kur'an'dan bir âyettir. Biz bunu inkâr etmiyoruz. Bize göre Besmele bir âyet olmasının yanında kendisiyle Kur­an okumaya başlamak, bunun bereketinden yararlanmak ve bir de sûrele­rin arasını birbirinden ayırmak içindir. Biz bu görüşteyiz. Muhaliflerin itirazı, biz onu Kur'an'dan bir âyet kabul etmeseydik geçerli olabilirdi. Kaldı ki, Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed Pezdevi (v.482/1089) bunu, "Mebsut" adlı eserinde zikretmiştir. Diğer taraftan bu konuya ilişkin da­ha detay bilgiler, "el-Kâfı" adlı eserde izah olunmuştur.Cer Edatı.
Şimdi de Besmele'nin başında bulunan, harfi ile ilgili görüş­leri ele alalım. Buradaki cer edatı olan harfi; mahzuf olan ve var sayılan bir fiile taalluk etmektedir. Bu ise şu şekilde var sayılmıştır:
Yani, "Allah'ın adıyla okurum." veya "Allah'ın adıyla tilavet ederim." demektir. Kısaca buraya, "Oku­rum. " veya "Tilavet ederim." fiillerinden biri âyette yer almamasına rağ­men takdir olunur. İşte cer edatı da bu fiillere bağlanır, taallukun manası budur. Çünkü herhangi bir şekilde Besmele çeken kimse -ki bu, okumak için olabileceği gibi, herhangi bir başka şey için de olabilir- eğer okumak amacıyla çekmiş ise, dolayısıyla bu, "Allah 'in adıyla tilavet edi­yorum. " olur.
Nitekim, herhangi bir kimse bir yolculuğa çıkarken yol güzergâhın­da bir mola yerine girerken ya da oradan ayrılırken, derse bu, şu anlama gelir; Bu şu demektir:
"Ben Allah'ın adı ve izniyle bu konaklama yerine giriyor ve yine Allah' m adıyla bu konaklama yerinden ayrılıyorum." Hatta kurban veya bir hay­van kesen kimsenin bu kesim sırasında sadece, "Bismillah" demesi, şu manaya gelir:
"Allah'ın adıyla bu kurbanı ya da hayvanı kesiyorum.
İşte çekilen Besmele yapılan işe göre değerlendirilir ve o anlamda bir mana yüklenmiş olur.
Besmele ile herhangi bir işe başlayan bir kimse, yani fail, aslında yapacağı şeyi belirten fiili, Besmele'yi çekerken söylemez. Zaten kendisi o fiili ya da işi gönlünde ve kafasında bulundurmakta ve böylece o fiil var sayılmaktadır. Fakat burada mahzuf olan, yani var sayılan fiilin ma­mulünden sonraya bırakılması yani müteahhir olması şundandır; fiil ve muteallikun bih (taalluk eden) açısından önemli olan mutallakun bihdir (kendisine taallukta bulunulandır), bağlanılan ve alâka kurulan şeydir.
Bilindiği gibi müşrikler herhangi bir işe başlarlarken o işi önemse­meleri sebebiyle ilâhlarının adlarım hep öne çıkarırlardı. Bunun için de şöyle derlerdi: "Lât adına" ve "Uzza adına."
İşte bu bakımdan tevhid ehli, yani Allah'ın birliği inancına bağlı bir kimsenin de özellikle azîz ve celîl olan yüce Allah'ın adına öncelik vermesi, en başta onu gaye edinmesi gerekir. Bunun sağlanması da ancak, en başta Allah'ın adını anmak ve yapılması gereken işi de bundan sonra belirtmekle, yani fiilin ertelenmesiyle mümkün olur.
Öyle ise, "Oku, Rabbinln adıyla" [1][7 âyetinde fiil Allah adından önce zikredilmiştir. Şimdi buna ne diyeceksiniz? Burada bunun bu şekilde gelme sebebi, okuma işinin önemini belirtip anlatmak gerektiğinden ve bu manada bu sûre de bir kavle göre ilk inen sûre olduğu içindir. Gerçi bir mü'min için Allah'ın adı her zaman her şeyden önce trelir ama, burada önemle üzerinde durulan ve dikkat çekilmesi istenen husus okumanın önemidir. Bunu emretme işidir. En önemli meselenin bu olması bakımından fiilin burada mamulüne takdimi, ondan Önce gelmesi daha etkindir.
Bir başka yoruma göre de, yani, "Oku" emrinin (fiilinin), "Okuma işini yap ve onu gerçekleştir. " Anlamın­da değerlendirilmesi de caizdir. Bu şekilde değerlendirilmesi, "Falan kimse hem verir, hem vermez." ifadesine benzer bir ifadedir. Dolayısıyla mesele, Makruun bihe (okunması istenen şeyle) hiç ilişkilendirilmeksizin teaddi yapmadan yani müteaddi (geçişli) kılmmaksızın değerlendirilmiş olabilir.
Bu şekilde değerlendirilmesi durumunda, "Rabbinin adıyla... " ifadesi, kendisinden sonra gelen, "Oku" fiilinin mefulü (tümleci) olmuş olur. Bu itibarla da, "Allah 'in adı" da kı­raat yani okuma işine taalluk eder, onunla bağlantı 1 andırıl ir. Bu adeta:
"Bu ağaç yağ bitirir (verir)." [1][8]âyetinde geçtiği gibidir. Oysa bitki misali yetiştirilen yağ değildir. Esasen yetişen ağacın bünyesinde ve onunla birlikte ondaki yağ ile beraber yetişir, manasmdadır. Dolayısıyla bunun kıraate yani okumaya taalluk etmesi, onunla ilişkilendirilmesi tıp­kı yağın ağaç ile bağlantılandınlması gibidir.
İşte mesele bu açıdan değerlendirildiği zaman mana; "O'nun adın­dan bereketlenmek ve faydalanmak için Allah 'in adıyla okuyorum. " olur. Bir diğer husus ise, kullan, yüce Rablerinin adından nasıl yararlanacaklar, nasıl bir bereket ve sevap beklemeliler ve Allah'a karşı nasıl tazim-saygida bulunmaları gerektiği gerçeği de burada ele alınmış ve öğretilmiş bulunuyor.
harfi esre ile mebni/sonu değişmez kılınan bir harftir. Bunun nedeni de, bu harfm hep harf olarak kalmış olması ve cer edatı oluşun-dandır. Esre olmasının sebebi de, başında yer aldığı kelimenin "mamu­lünün" son harfinin harekesini esreli kılması bakımından ona benzerlik göstersin, ilişkilendirilmesi gibidir.
Kelimesi Bu kelime tıpkı, kelimeleri gibi baş tarafları sükun üzere mebni (değişmez) olan kelimelerdendir. Eğer cümle ya da söz başlarında bu kelimeler ile başlamak gerekirse, ortaya bir okunmama mazereti doğacağından bu gibi kelimeleri okuyabilmek için başlarına bir hemze eklenmiştir. Fakat bu gibi kelimeler şayet söz arasında gelirlerse bu gibi durumlarda ayrıca bu ve benzeri harflerin başlarına bir hemze harfinin eklenmesine gerek yoktur.
Ancak bazıları bu gibi kelimelerin başlarına bir hemze ilave etmek­sizin sadece sakin yani baş tarafı harekesiz olan harfe bir hareke yani ses­li harf vererek hemzeye gerek duymaksızın okumuşlardır. Bunların da gerekçeleri şöyledir:
kelimesi, ve olarak harekeli okunur. Çünkü bu ve benzeri kelimeler, sonlan eksik (güdük) olan, ve keli­meleri gibi değerlendirilmelidir. Çünkü kelimesi aslında, ve kelimesi de, dur. Buna göre kelimesinin aslı, dur. Bunun da gerekçesi:
Söz konusu kelimesinin, gibi çekimlerinin yapılır olmasıdır. Çünkü, çoğul, ismi tasgir (küçültme) sıfatı ve de fiildir. Bu Basra okulunun görü­şüdür.
kelimesi, kelimesinden türemedir. Bu yücelik mâ-nâsmdadır. Çünkü isimlendirme bu manasıyla müsemmayı, yani o ismi alanı zihinlerde yüceltmek, tazim de bulunmaktır ve her an onun üstünlü­ğünü haykırıp yaymaktır.
Besmele'nin yazımında harfinden sonra harfi yazımdan kaldırılmıştır. Oysa Alak Sûresinin ilk âyetinde yer alan kelime­sinin başında bulunan harfinden sonra yazılmıştır. Ancak Besmele'nin çok söylenen (okunan ve yazılan) bir cümle olması bakı­mından her ne kadar, harfi lâfız itibariyle yazıdan bu gerekçeyle kaldırılmış ise de, yine de harfi var sayılır. İşte bunun için Besmele yazılırken, harfinin hattı (çizgisi) uzatılarak yazıya böyle geçiril­miştir ki, kaldırılan harfinin yerini almış olsun.
Nitekim halife Ömer b. Abdülaziz (61-101/681-720), katibine Besmele'yi şöyle yazmasını buyurur:
harfinin çizgisini uzat, harfinin dişlerini göster ve harfini de yuvarlak yaz."
Allah Lafza-i Celâli. lafzai Celali, kelimesinden türemedir. Bu tıpkı, kelimesi gibidir. Çünkü, bu kelime de asıl yani kök bakımından, kelimesinden türetilmedir. (Burada söz konusu kelimelerin ba­şında yer alan hemze hazfedilmiş (kaldırılmış), bunun yerine harfi tarif denilen ve Türkçede belirtme takısı olarak ifade olunan takı getirilmiştir). Kaldı ki, "İlâh" ismi, Arapçada cins isimlerdendir.
Bu bakımdan ister hak, ister batıl olsun tüm tanrılara ad olarak veri­len bir isimdir (kelimedir). Daha sonraları en çok Hak Mabud adına kul­lanılması sebebiyle yüce Allah için ve O'na özgü özel isim olarak kulla-nılagelmiştir. Nasıl ki, her gök cismine genel anlamıyla, "necm (yıldız) " deniliyorsa işte bu da öyledir. Ancak daha sonraları bu "necm" kelimesi yani yıldız adı geçtiğinde "Süreyya " yıldızı akla gelir olmuş, çünkü ona özel isim olarak kabul görmüştür. Artık nerede, "necm" kelimesi geçerse bundan böyle akla gelen Süreyya yıldızı olmuştur.
Ancak "Allah" Lâfza-i Celâl'i hemzenin hazfiyle bundan böyle sa­dece ve sadece Hak Mabud olan yüce Rabbimize ait bir isim olmuştur. Allah'tan başka diğer tanrı ya da ilâhlara ad olmamıştır.
Bu isim, sıfat olmayan bir isimdir yani vasıf ya da niteleme değil­dir. Çünkü insanlar yüce Allah'ı bununla biliyor ve tanıyorlar. Ancak "Allah'ı" herhangi bir şeye vasıf kılarak bununla O'nu tanıtamazsın. Ör­neğin nasıl ki, "adam olan şey" diyemiyorsan, "ilâh olan şey" da diye­mezsin. Fakat, "Bir tek (Vahid)" ya da "Samed" olan ilâh diye vasfederek tanıtabilirsin.
Çünkü, yalnızca yüce Allah'a has olan sıfatlar, mutlaka o şey ile bağlı bulunan bir isim üzerinde cereyan etmesi gerekir. Eğer isim dahil olmak üzere hepsini sıfat olarak değerlendirir ve kabul edersen ortada hepsi de sıfat olan ve fakat o sıfatlarla nitelenen herhangi bir isim üzerin­de cereyan etmemiş olan birtakım sıfatlar ortaya çıkmış olur ki, bu da ca­iz olmaz.
Ayrıca Halil b. Ahmed (v.786), Ebu İshak Zeccac (v.923), Muham-med b. Hasan ve Hüseyin b. Fadl'a göre, "Allah" İsm-i Celil'i herhangi bir kelimeden türetilen bir isim değildir.
"İştikak" kelimesinin manası için denilmiştir ki; iki sigamn (kipin) ya da daha çok sigaların veya kiplerin bir tek manayı kapsamalarıdır. Ör­neğin; "ilâh" isminin ya da kelimesinin sigası (kipi) ile yine başkalarının kipleri değerlendirildiklerinde burada bir tahayyür (şaşkınlık), dehşet ve tereddüt manası belirir. Dolayısıyla bu gibi bir durumla karşı karşıya kalanların zihinleri bulanır, Hak Mabudu tanımada bir sıkıntı meydana getirir. Zeki ve uzak görüşlü olanlar ise bundan ötürü dehşete kapılırlar. Nitekim, sırf bu yüzden de sapıklık artar ve batıl da yaygınlık kazanır. İşin sonunda doğru bakış açısına sahip olanların da sayıları azalır.
Farklı bir diğer görüş de şöyledir; denilmiştir ki bu kelime, den türetilmiştir. Bu ise ibadet etmek anlamındadır. Bu du­rumda, "ilâh" kelimesi, "me'luh" yani ilâh edinilen manasında olmak üzere mabud anlamındadır. Nitekim, yüce Rabbimizin şu kavli buna bir örnektir:
"İşte bunlar Allah'ın halkı, (mahluku), yaratığıdırlar."[1][9]
Şimdi bu âyette geçen, "Halk" kelimesi nasıl ki, "Mahluk" mana­sında ise, "ilâh" kelimesi de "me'luh" yani mabud anlamındadır.
"Allah" İsm-i Ceîîli'nin öncesindeki kelimenin ya da harfin hare­kesinin fetha (üstün) veya damme (ötre) olması durumlarında, Lafza-i Celâl'in harfi kaim olarak okunur. Eğer Öncesindeki kelimenin ya da harfin harekesi kesra (esre) ise, harfi ince okunur. Ancak kimi kıraat imamları da Önceki harekeler nasıl olursa olsunlar, üstün, esre ve ötre olmalarına bakmaksızın her halükârda hep ince okumuşlardır. Kimisi de her durumda hep kaim olarak okumuşlardır. Fakat cumhur (çoğunluk) ilk görüşü benimsemiştir.
İsimleri
"rahman" ismi, kalıbında olup, fiilin­den türetilmiştir. Mana bakımından, "Rahmet ve merhameti, acıması ve şefkati her varlığı kuşatan" demektir. Tıpkı fiilinden alman kelimesi gibi. Bunun da anlamı, "gazap ve öfke ile dopdolu" demektir.
Nitekim, "rahim" de böyledir. Ve bu da, kalı­bında ya da ölçüsünde gelmiştir. Tıpkı, "hastalandı" kökünden alman, "hasta" kelimesi gibi. Kısaca her ikisi de aynı vezin ya da kalıp ölçüsünde gelmişlerdir.
"Rahman" kelimesi mana ve kapsam bakımından, "rahim" keli­mesinin taşıdığı manadan çok daha geniş kapsamlı bir manayı içerir. Kı­saca "rahman" kelimesinin taşıdığı mana, "rahim" kelimesinde yoktur. Çünkü "rahim" kelimesinde bir tek ziyade (ek) var iken -ki bu, harfidir-, oysa "rahman" kelimesinde iki ziyade (ek) harf vardır, -ki bunlar da, ve harfleridir-. Kelimenin bünyesinde yer alan ziyadelik aynı zamanda manayı da etkiler ve daha kapsamlı bir mana ifade eder.
işte bu bakımdan yapılan dualarda, "Ey dünya­da rahman sıfatıyla tecelli eden Rabbim!" diye dua edilir. Çünkü "rahman" kelimesi inanan ve inanmayan herkesi kapsamaktadır, "rahim" kelimesinde bu mana yoktur. Yüce Allah "rahman" ismiyle ya da sıfa­tıyla yaratmış olduğu kullan arasında inanan ve inanmayan ayırımını bu dünyada yapmaksızın hepsine inam, ikram ve ihsanda bulunan Allah'ım! demektir.
Ayrıca, "Ey yalnızca dünyada iken inanıp da bu iman üzere ölenlere ahiret hayatında cennet ve cemaliyle ikramda bulu­nacak olan Rabbim!" demektir. İşte bu "rahim" isim/sıfatıyla Allah, kı­yamet gününde sadece mü'minîere merhamette bulunacak, kâfirler ve inançsızlar içinse merhamet ve acıma söz konusu değildir.
Yine farklı bir görüş olarak denir ki: "Rahman" kelimesi isim ola­rak özel bir isimdir. Bu itibarla yüce Allah'tan başkasına bu kelime isim olarak verilemeyeceği gibi, O'ndan başkası bu isimle nitelenemez.
Ancak yukarıda açıkladığımız gibi mana bakımından geneldir. Oy­sa, "rahim" kelimesi ya da ismi, "rahman" isminin aksine, bir başka kimseye vasıf olarak verilebilir. Kısaca Allah'tan başkası da "rahim" di­ye nitelendirilebilir ve bu, sadece mü'minîere has (özgü) bir isimdir. İşte bu bakımdan "rahman" ismi her ne kadar taşımakta olduğu mana açısın­dan "rahim" isminden daha çok ve geniş kapsamlı ise de, yine de, "ra­him" kelimesinden Önce zikredilmiştir. Rahman ismi rahim ismine tak­dim olunmuştur.
Oysa genel kural açısından bir şeyin asttan üste, azdan çoğa, aşağı­dan yukarıya gidiş esas iken, burada buna dikkat edilmemiştir. Ancak bir başka açıdan ve gerekçeyle "rahman" ismi, "rahim" ismine takdim o-lunmuştur. Bu da, rahim isminin Allah'tan başkasına isim olarak verildi­ği, bunun olabildiğidir. Oysa "rahman" ismi Allahtan başkasına ad ola­rak verilemez, doğru değildir.
Nitekim "Falan kimse büyük bir bilgindir." manasında, denmesi gibi. Bu da tıpkı Allah'tan başkasının tavsif olunama­yacağı bir alem (özel) isim gibidir.
Allah'ın rahmeti demek, yüce Allah'ın kullarına in'am (nimetlendirme) ve ikramda bulunması, ihsan ve lütfunu esirgememsi demektir. Bu da esasen şefkat ve acıma manalarında kullanılır.
Bir de şairin, peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetu'l-Kezzab hakkında söylediği bir şiiri var, bu şiire gelince, şair bu şiirinde, adı geçen yalancı peygamber için, "rahman" sıfatını kullanmakta ve şöy­le demektedir:
Ey soyluların çocuğu Bir baba olarak Şerefle yüceldin sen! Hep Rahman olarak var olduğun için Ötelerden bize gelen rahmetsin sen!
Şimdi buna ne diyeceksin? Burada yalancı peygambere rahman sı­fatı verilmiş?
Bu şiirde yer alan ifade bu inançsız ve sapık kimselerin küfürle­rinde olabildiğince ısrarlı ve inatçı davranmalarının bir kanıtı olarak gös­terilebilir.
Kimi ilim dil bilginlerine göre, "rahman" kelimesinin, « vezninde olmaması, yani bu şartı taşımaması nedeniyle, bu kelimeyi gay­ri munsarıf (cer ve tenvin kabul etmeyen) bir kelime olduğunu ileri sür­müşlerdir.
Bazıları da, asıl şart burada, Ölçüsüdür, eğer bu vezin (öl­çü) var olsaydı kelime munsarıf (cer ve tenvin kabul eden bir kelime) olurdu. Oysa "rahman" kelimesinde bu, vezni ya da kalıbı ge­çerli değildir. Bu şart olmadığından kelimenin munsarıf bir kelime olma­sı da düşünülemez, demişlerdir. Ancak burada doğru olan ilk görüştür. [1][10]
Fatiha Sûresinin Tefsiri
2 - Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah'a mahsus­tur.
Bu âyette yer alan, kelimesi, üstünlük tanıma bakımından bir şeyi güzellik ve iyilikle tanıtıp anlatmaktır. Bu kelime aynı zamanda mübteda/öznedir. Bu itibarla merfudur (ötrelidir). Esasen bu kelimenin mansub (üstünlü) olması gerekir. İhbar manasmdaki fiiller yani bir iş, o-luş, hareket ve eylem bildiren fiiller sebebiyle mansub kılman masdar (kök) fiillerdendir. İşte bu bakımdan da fiilleri muzmar (gizli) kabul edi­len ve bu şekilde okunması uygun görülen kelimelerdendir.
Örneğin; ve gibi ki, bu kelimeler, ve takdirindedirler. Manaları da şöyledir;
"Şükranlarımı ifadeyle teşekkürde bulunuyorum." ve "Nankörlük ederek inkâra kalkıştım."
İşte, kelimesi de tıpkı bu örneklerdeki gibidir. Yani bu da kök (masdar) kelimelerden olup, başlarında takdir olunan (var sayılan) yani muzmar olan bir fiil bulunan kelimelerdendir. Dolayısıyla bu keli­me, takdirinde olup, "Allah'ı överek O'na hamd ede­riz" demektir.
Burada özellikle mansubluk (üstünlülük) halinin bırakılıp yerine merfu (ötreli) halinin almasının tek amacı sırf mananın sabitliliğini ve daim oluşunu göstermesi, istikran bildirmesi ve göstermesi, buna delâlet etmesi içindir.
Mübtedanın haberi (yüklemi) de, dir. deki cer edatı olan,harfi, mahzuf yani var sayılan ve fakat âyette yer almayan bir kelimeye taalluk etmektedir. Bu ifade de, "vaciptir-gereklidir, sabittir" kelimeleridir. Yani; "Allah için hamd etmek gereklidir, lâzımdır ve Onun için sabit ve vardır. " demektir.
Bir diğer yoruma göre, "hamd" ve "medh" kelimelerinin her ikisi de aynı anlamdadırlar. Bu da; "İster nimet olsun ve daha başkaca şeyler olsun onları vereni bundan dolayı övmek, senada bulunmak ve güzellik­lerini seslendirmektir, onlardan söz etmektir." Nitekim; "adama yardımı ve ikramı için hamd ettim, onu övdüm.", "Adamı cesareti ve asaleti, ne­sebi (soyu) nedeniyle övdüm, ona hamd ettim." denilmesi gibi.
Oysa şükür, yani teşekkürde bulunmak böyle değildir. Bu, yalnızca nimete karşı yapılabilir ve üç şekilde ifade olunabilir; kalb (gönül) ile, dil ve vücut organlarıyla olabilir. Şâir bunu şiirinde şöyle dile getiriyor:
İyiliklerinize üç şey ile karşılık veririm ben: Elim, dilim bir de size karşı sevgi dolu gönlüm.

Hamd etmek sadece dil ile ve konuşup söylemekle ifade olunur. Bu ise şükretme ya da teşekkürde bulunma yollarından sadece bir tanesidir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Şükrün (teşekkürde bulunmanın) başı Allah'a hamd etmektir. Al­lah'a hamd etmesini bilmeyen kimse O'na şükretmemiş olur." [1][11]
Dikkat edilirse, "Allah'a hamd etmek" hadiste şükrün ya da teşek­kürde bulunmanın başı olarak kabul edilmiştir. Çünkü nimetlerin karşılı­ğını dil ile söylemek itikada ya da inanca göre çok daha yaygınlık kaza­nan bir durumdur. Hatta organların adabından da öndedir. Çünkü kalb ile yapılan ameller gizlidir, herkes onlara vakıf olamaz. Bir de organlar ile yapılan şeyler de daha ihtimalidir, farklı yorumlara sebep olabilir.
Hamd etmenin zıddı yani karşıtı zemmetmek, yani yermek ve kötü­lemektir. Şükrün karşıtı da, küfrandır nimete karşı nankörlük etmektir.
Denilir ki; medih; herhangi bir kimsenin sahip olduğu kemal (üs­tünlük ve olgunluk sıfatları) özellikleri gereği onun övülmesidir. Örne­ğin; baki, kadir, alim, ebedi ve ezeli olma vasıfları gibi.
Şükretmek ya da teşekkürde bulunmak ise; Bir kimseden gelen üs­tünlük ve başkaca özellikleri sebebiyle övülmesidir. Hamd ise, medih ve şükrün her ikisini de kapsam olarak içinde bulunduran bir kelimedir.
kelimesinin başındaki takısı yani "elif ve lam" harfleri dediğimiz belirtme takıları yani harfi tarif Ehli Sünnet görüşüne göre, 'İstiğrak - genel kapsamlıhk" manasmdadır. Ancak Mutezile Mez­hebi mensupları bunu kabul etmemektedirler. Mutezile açısından burada­ki söz konusu belirtme takısı ahd içindir, yani zatın (kişinin) kendisini ilgilendirir.
İşte bundan dolayı da, kelimesi, "Allah" İsm-i Celâli'nin hemen yanında gelmiş oldu. Çünkü, "Allah" İsm-i Celâl'i "Zât" ismidir. İşte bu bakımdan tüm kemal (üstünlük) sıfatlarını kendi zatında toplamış­tır. Nitekim, bu konuda yine Ehli Sünnet mensuplarıyla Mutezile Mez­hebi mensupları arasında tartışmalı olan, "Halku'1-Ef al" kulların kendi fiili ya da işlerinin yarattıkları konusundaki mesele ile ilişkilidir. Ancak ben bu meseleyi birçok yerde gerçekçi bir şekilde aktardım.
Âyetin bu yerinde yer alan, kelimesi ya da ismi; "malik ve sahip" anlamındadır. Nitekim, Safvan b. Ümeyye'nin Ebu Süfyan'a söylediği ifadelerinde yer alan ve bu kökten gelen kelime de bu manada kullanılmıştır. Safvan Ebu Süfyan'a şöyle der:
"Doğrusu Hevazin kabilesine mensup bir liderin yönetiminde kalıp onun benim malikim ya da sahibim olması yerine Kureyş kabilesinden bir liderin yönetiminde kalıp onların benim sahibim ya da malikim olmaları benim için çok daha iyidir."
Nitekim diye de bu kelimenin çekimini ya­pabilirsiniz.
Diğer taraftan sırf mübalâğa (aşırılık) manasında masdar bir vasıf, yani sıfatı müşebbehe olması da mümkündür, yani bu şekilde de değer­lendirilebilir. Tıpkı bir kimsenin vasfıyla nitelenmesi gibi ki bu, mübalâğa anlamında oldukça adil, kimse, çok adaletli kimse manasındadır. Kısaca "adalet sahibi adanı" demek yerine "adi sahibi kimse" denir ki, işte "rab" kelimesi de tıpkı bu şekilde mübalâğa içindir. Ancak "rab" ismi mutlak manada söylendiğinde yalnızca yüce Allah için söylenebilir.
Eğer Allah'tan başkasına da bu sıfat verilecekse bu takdirde bir kayda bağlanması, bir ek ile beraber söylenmesi gerekir. Örneğin:
"Senin kocan olan kişi benim Rabbim' (efendim, sahibim, malikim) dir. Bana karşı iyi davranıyor."[1][12]
Bu âyete dikkat edilirse burada, Zeliha'nm kocası olan mısır azizi için Hz. Yusuf (Aleyhi's-Seiâm), "O benim sahibim, efendim ya da mâlikim." manasında olmak üzere, "rab" kelimesini kullanmıştır. Demek ki, bu şekilde bir kayıtla bu kelimeyi kullar da kullanabilmektedirler. Bu ise caizdir. Yine:
'Yusuf dedi ki: Rabbine (efendine, sahibine) dön." [1][13 âyetinde de bu­nun aynını görmekteyiz.
Vasıtî, Ebu Bekir Muhammed b. Musa (v. 320/932) diyor ki:
"O (Allah) başlangıçta her şeyin ve varlığın yaratıcısı olması bakı­mından Halik, yarattığı varlıkları beslemesi, yetiştirmesi, eğitmesi bakımın­dan mürebbi, sonunda da onları yaptıklarından dolayı bağışlaması sebebiy­le değafir'dir. İşte o Allah'ın yüce adı (İsm-i Azam'ı) dır.
Bu "âlem" kelimesi isim olsun, cevher olsun ya da araz olsun yaratıcının kendisiyle bilinip tanındığı her şey. Ya da yüce Allah dışında her şey. Bu şeylerin yüce Rabbimizin varlığının delilleri olması itibariyle ve onun âlemi, yani onun bilinip tanınmasına işaret ve sebep ol­maları açısından böyle denmiştir. Kelimenin akıl sahibi varlıkların nite­liklerine Özgü ve harfleriyle çoğul yapılmasına veya bu hü­kümde olan özel isimler mesabesinde sayılmasına gelince, kendisinde vasfıyet, yani böyle bir nitelik taşıması nedeniyledir. Bu vasfiyet ya da nitelik ise bunun, "İlme (bilme ve tanımaya) " delâlet etmiş olmasıdır. [1][14]
3 - Rahmandır, Rahimdir.
Bu iki kelimenin ya da ismin (sıfatın) tefsir hakkındaki açıklama ve yorumlar daha önceki sayfalarda, Besmele'nin tefsiri konusunda geçmişti. Bu iki ismin (sıfatın) burada tekrar edilmiş olması, Besmele'nin Fatiha Sûresinden bir âyet olmadığının delilidir. Eğer Besmele Fatiha Sûresin­den bir âyet olmuş olsaydı bu iki isim burada yeniden tekrarlanmamış o-lurdu. Çünkü tekrardan bir yarar sağlanması düşünülemez. [1][15]
4 - Din (ceza ve hesap) gününün de sahibidir.
Kıraat imamlarından İmam Asım (v. 128/745) ile İmam Ali Kisaî (v.189/804) kelimesini aynen olduğu gibi yani "malik" olarak, harfine, ekleyerek okumuşlardır.
Ancak bu iki imam dışındaki kıraat imamları ise, bu kelimedeki harfine eklemeksizin, (melik) şeklinde kıraat etmiş­lerdir. Nitekim, bazılarına göre tercih olunan okuyuş bu kıraattir. Çünkü burada herhangi bir izafete ihtiyaç yoktur. Allah bundan müstağnidir. Kaldı ki, aşağıdaki âyet de buna kanıt olarak gösterilmiştir:
"Bugün mülk kimindir?"[1][16]
İşte bu âyette görüldüğü gibi herhangi bir izafet yani tamlama yok­tur. Oysa tefsirini yaptığımız âyette ise, "din gününün sahibi" diye bir tamlama yapılmıştır. Cenâb-ı Hak bundan münezzehtir. Zaten örnek gös­terilen âyette de bu gerçek ortadadır.
Bilindiği gibi her melik (kral) aynı zamanda maliktir, emri altında­kilerin sahibi, maliki ve efendisidir. Oysa her malik, yani bir şeylere sa­hip olan her kimse melik (yani kral) ya da varlığın sahibi ve efendisi değildir. Bu bakımdan melik yani hükümdar olan kimsenin malik yani bir şeylere sahip olan üzerinde hak sahibi ve etkili olduğu halde, mâlik olan kimsenin ise melik üzerinde herhangi bir etkisi yoktur, böyle bir güce de sahip değildir. Kısaca birinin emri diğeri üzerinde geçerli ve etkin iken, ötekisinin hükmü beriki yani melik üzerinde geçerli ve etkin değildir.
Bir yoruma göre olarak okumak, okumaktan daha çok sevaplıdır. Çünkü "malik" kelimesinin arapçada harf sayısı, "me­lik''' kelimesinden çoktur. Birinde "elif harfi var, birinde yoktur. Bu ba­kımdan harf sayısı fazla olanın sevabı da fazladır.
İmam Azam Ebu Hanife (80-150/699-767) ile Hasan Basri (v.110/ 728) bu kelimeyi, fiil olarak, şeklinde kıraat etmişlerdir.
"Eza, mükafat ve hesap günü" Nitekim hadis olarak ifade olunan bir sözde şöyle deniliyor:
"Ne işlersen (yaparsan) karşılığında onu bu­lursun." [1][17]
Bu ise, genişletme yoluyla ism-i fail (etken sıfat/fiil) yani "malik" kelimesinin genişletme yoluyla bir zarf olan, "yevmi'd-din" ifadesine izafetidir, tamlama yapılmasıdır. Bu, adeta şu izafete yani tamlamaya benzer:
"Ey ev halkının gecesini çalan" demek olup asıl mana böyle değildir. Çünkü gece çalınmaz. Geceleyin hırsızlık yapılır, çalma işi gecenin içerisinde cereyan eder. Bu tabirin burada bi­zim konumuzla ilgisi, "din günün malik ya da sahibi" derken tıpkı bura­da olduğu gibi bunun da manası şöyle olmaktadır:
"Ey din (ceza ve hesap) gününde her şeyi elinde bulundurup hüküm­ran olan maliki!"
Bu âyette özellikle "ceza gününe" vurgu yapılmasının sebebi, o günde her şeyin ve hükmün bizzat yüce Allah'ın elinde olmasındandır. Her şey bizzat O'nun tarafından görülecektir.
Bir de ism-i failin (etken sıfat fiilin) izafeti (tamlaması), hakiki ol­mayan bir izafet (tamlama) olmasının yanında, bunun marife (belirli) olana sıfat olması da mümkündür. Çünkü burada bununla murad olunan şey devamlılıktır. Bu durumda izafetin hakiki izafet olacağı gibi aynı zaman­da marife (belirli) olan kelimeye sıfat olması da mümkündür.
İşte; rab olması, âlemlerin malik ve sahibi bulunması, her çeşit ni­meti vermesi, ödüllendirme ve cezalandırma gününü her şeyinin maliki olması gibi sıfatları kendisinde toplayan ve her şeyden yüce ve münezzeh olan ulu Allah hakkında tüm bu sıfatlar gerçekleşmiş olan zata, "Hamd Allah'a mahsustur." ifadesinden sonra zikredilmiş olması, gerçekten ve ancak nitelik ve özellikleri bu olan bir varlığa hamd, övgü ve şükür tahsis olunabilir, bir başkasına ise asla! Çünkü, bu sıfatlar ya da nitelikler ham-dolunmaya, övgüye ve senaya en değer olan zatın Allah olduğunun da delil ve kanıtıdırlar. [1][18]
5 - Rabbimiz! Ancak Sana kulluk (ibadet) eder yalnız senden medet (yardım) bekleriz.
Bu âyetteki, kelimesi Halil b. Ahmed (v.786) ve İmam Sî-beveyh (v.796) göre muzmar (zamirleşmiş) bir isimdir.
kef harfi ise İmam Sîbeveyh'e göre hitap (sesleniş) harfidir. İraptan mahalli yoktur. Halil b. Ahmed'e göre bu, muzmar (zamir) olan bir isimdir. Dolayısıyla kelimesi buna izafe kılınmıştır. Çünkü bu kelimenin fiil ve faile takaddüm etmesi (onlardan Önce gelmiş olması) bakımından zamirden çok zahir bir isme (gerçek isme) benzemektedir.
Fakat Küfe nahiv (dil) okuluna göre, kelimesini bir bütün halinde isim olarak kabul etmektedirler. Bu takdirde mana şöyle olur:
"Kulluk ve ibadeti sadece Sana tahsis ederiz." Bu ise kulluğun ve iba­det etmenin Allah'ın önünde eğilme, hudu ve tezellülün, yani baş eğme­nin ve küçülmenin en zirve noktasıdır. Yani "Senden başkasının önünde asla ve hiçbir zaman eğilmeyiz, aynı şekilde Senden dileriz yardımı, isteği­mizi Sana tahsis ederiz, asla başkasından dilenmeyiz."
Bir de bu âyette kimi edebî sanatlara da yer verilmiştir. "Gaib"-ten, yani hazırda olmayandan hitaba (muhataba) iltifat yani dönüş yapıl­mıştır. Buna dikkat ve ilgi çekilmiştir. Bu kimi zaman gaibten hitaba, hitaptan gaibe ve gaibten mütekellime (birinci şahıslara) olabilir. Bu nokta­lara dikkat çekilebilir. Nitekim, yüce Rabbimizin şu kavillerinde (âyetle­rinde) bunu görmekteyiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"...Hatta siz gemide iken de. Nitekim gemi tatlı bir rüzgârla içinde­kileri götürür."[1][19]
Dikkat edilince görülecektir ki bu âyette hitaptan (muhataptan) gaibe (o anda orada bulunmayanlara) yöneliş ve dikkat çekme vardır. Çünkü önce âyette, "siz" diye hitap ifadesine yer veriliyor, muhatap kipi kullanılıyor Sonra da, "içindekileri" ifadesiyle gaib kipi kullanılıyor ve muhatap kipi bırakılıyor.
Yâni burada, "sizi götürür" denilmiyor. "İçindekileri" denmekle sanki, "onları, gaib olanları, yanlarında hazır olmayanları" der gibi bir ifadeye yer veriliyor, yani iltifat sanatı gerçekleşmiş oluyor, kısaca dikkat çekiliyor.
Bir diğer âyette de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Rüzgârı gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır. Böylece Biz onu ölü bir beldeye sevk ederiz..."[1][20]
Dikkat edildiği takdirde bu âyette de gaibten hitaba geçiş vardır. Çünkü, "Rüzgarı gönderip de bulutu harekete geçiren Allah'tır." diye buyurduktan sonra, yani gaib ifadesinden sonra, "Biz sevk ederiz." Bu­yurmakla da hitaba geçiyor, yani iltifat yapılıyor, dikkatimiz buna çeki­liyor.
işte cahiliye dönemi ünlü şairlerinden İmrulkays'ın da bu örnekte bir şiiri bulunuyor. İmrulkays bu şiirinde diyor ki:
Estnüd mevkiinde senin gecen uzayıp durdu.
Gamsız uyudu kaldı, gözlerin hiç kapanmadı.
Geceledi ama gecesi de geceledi
Tıpkı sancıyan ağrılı gözlerle geceleyen gibi.
Bunun sebebi aldığım bir haber idi
Bu, bana gelen babam Ebu'l-Esved'in ölüm haberi idi.
Şimdi burada sunulan bu üç beyitte iltifat sanatı vardır. Bunun ilki, "senin gecen" ifadesidir. Oysa burada birinci tekil şahsın kullanılması gerekirdi. Yani, "benim gecem" demesi gerekirken, bunu yerine hitabı seçiyor ve, "senin gecen" diyor. İşte bu, birinci iltifat sanatıdır.
İkincisi de, geceledi" ifadesidir. Oysa burada da, "geceledin, geceyi geçirdin" denmeliydi. Bu da ikinci iltifattır. Burada da hitaptan gaibe geçiş olmuştur.
Üçüncüsü de; "bana geldi (gelen)" ifadesidir. Oysa burada söylen­mesi gereken ifade, "sana geldi" olmalıydı.
Araplar bu türden sanatları oldukça fazla kullanırlar. Onlar açısın­dan bu manada sanatlar kullanmanın, söz söylemenin, yani bir sözden diğerine geçmek, iltifat yapmak dinleyenler üzerinde daha etkindir. Din­leyenlerin pür dikkat kesilmelerini sağlar, insanların kulak kesilmelerine neden olur.
Aslında bunun birçok yararlan, etkileri ve güzellikleri bulunmak­tadır. Ancak bu işin erbabı ve gerçek ustası olanlar, bu alanda otorite olan ilim adamları bilebilirler ve bu sanatı kullanabilirler. Bunların sayılan da oldukça azdır.
Burada konumuzla alâkalı olan husus şudur: Gerçek manada hamd olunmaya, sena ve övgüye değer olan Allah'tır. O tümüyle bu sayılan üstün niteliklerin yegâne sahibidir. Şanı yüce olan Rabbimizin bu yönü­nün bilinmesini ilim gerekli kılmaktadır. Senaya, yani övgüye, önünde eğilmeye, secdeye kapanmaya, her işte O'ndan yardım beklemeye gerçek anlamda lâyık olan O'dur. Mademki bu böyledir, işte bu bakımdan söz konusu niteliklere sahip olan ve onlarla seçkinliği bulunan ve bilinen bu vasıflarla seslenildi ve dendi ki:
"Ey bütün bu adı geçen özelliklerin ve vasıfların sahibi olan Allah'ım! Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz. Senden başka­sından ise asla değil."
Âyette, "kulluk" ifadesi, "yardım dileme, isteme" ifadesine takdim olunmuştur, buna öncelik verilmiştir. Bu, şundan dolayıdır; eğer bir kim­se birinden herhangi bir istek ya da talepte bulunacaksa her şeyden önce bir vesileye, vasıtaya yani aracıya öncelik verilir. Böyle bir aracı olma­sının ihtiyacı karşılamada büyük ve olumlu tesiri vardır. İşte bu bakım­dan önce kulluk hatırlanıp öne sürülüyor ve ardından da istekte bulu­nuluyor.
Veya bu takdim-tehir (yani öncelik ve sonralık) durumu, âyetlerin nazmı, yani düzen ve dizimi bakımından olmuş olabilir. Tıpkı, "rahman" isminin "rahim" isminden önce gelmesi ya da takdimi gibi. Oysa müba­lağa manası taşıyan bir kelimenin takdimi değil tehiri (sonraya bırakılma­sı) daha uygun iken burada da bu hususiyetler nazım-dizim gereği böyle olmuştur.
İstianenin (yardım talebinin) ifade olarak mutlak gelmiş olması, istenen yardımın her çeşidini kapsasın diyedir.
Allah'tan yardım istenmesinin asıl amacı, yüce Allah'ın kullarını kendisine karşı ibadet ve kulluk görevlerini yerine getirmeye muvaffak kılması anlamında değerlendirilmesi de mümkündür. Dolayısıyla, bundan sonra gelecek olan âyette,"bizi yönelt" ifadesi de söz konusu istenen yardımın bununla alâkalı bulunduğunu açıklamak için de olabilir. Sanki âyetin içinde şöyle gizli bir soru var gibi:
"Size nasıl yardım edeyim? Söyler misiniz?" İşte Rabbimizin bu sorusuna karşı kulların da cevabı şöyle oluyor[1][21]
6 - Bizi dosdoğru yola ulaştır.
"Bizi apaçık yolda sabit kıl." Bu ifade tıpkı ayakta bulunan bir kim­seye, demeye benzer ki, yani, "Bekle, sana dö­nene kadar, buradan ayrılma, bekle" gibi bir anlam taşır. Yani konumu-
nu ve yerini belirle ve oradan ayrılma demek olur. Ya da bunun anlamı şöyle de yorumlanabilir:
"Şu anda bizi doğru yola ilettiğin gibi, gelecekte de bizi hidâyette kıl, doğru yola yönelt. Hep o yolda sabit kıl."
fiili, bizzat kendi başına bir mef ul yani nesne alabilir. Ni­tekim, bu âyette kendi adına müteaddi (geçişli) olup mef ul aldığı gibi birden fazla meful alabilmesi, geçişli olması ise, ve cer edatlarıyla olabilir. Nitekim, Rabbimizin şu âyetleri buna örnektir:
"Bizi buna yönelterek kavuşturan Allah'a hamd olsun." [1][22]
Bu âyette, derken, buradaki cer edatıyla, fiili müteaddi (geçişli) hale gelmiş, böylece meful almıştır. Diğer örnek de şöyledir:
Rabbim. beni doğru yola iletti."[1][23]
Bu âyette ise, fiili, cer edatıyla müteaddi (geçişli) kılınmış, böylece meful almıştır.
harfiyle, kelimesi, cadde, orta ve doğru yol anlamın­dadır. Nitekim, herhangi bir mesafenin alınması ya da bir yolun kat edil­mesi manasında olmak üzere, denir ki bu, onu yuttu, uzun mesafeyi kat etti, yol aldı, anlamlarındadır. Sanki yolcular herhangi bir yola girdiklerinde o yolu adeta yutuyorlar gibi hızlıca geçiyorlar, anla­mım taşır. Aslında harfiyle kelimesi, harfinin harfine dönüştürülmesiyle elde olunan bir kelimedir. Çünkü, bu harf "itbak" harflerindendir.
Aynı kategorideki harflerle uyum sağlansın diye bazen kimi işlem­ler yapılmaktadır. Bu harfin, harfiyle mahreç (çıkış yerleri) nokta­sından benzerlikleri bulunmaktadır. Bu harfler dört tane olup, harflerinden oluşmaktadırlar. Bu harfler dilin üst damağa yapış­tırılmasıyla ortaya çıkar.
Bazen de, harfi, harfinin sesini koklatır, yani yaklaşık bir ses benzerliği gösterilerek okunur. Çünkü harfi, harfine daha yakındır. Her iki harf de mechure harflerindendir. Bunlar hakkında fazla bilgi kıraat (tecvid) kitaplarında ele alınmış olup, isteyen oralara ba­kabilir.
Bu şekildeki bir kıraat, kıraat imamlarından Ebu Ammare İmam Hamza b. Habib (80-156/699-772)'in kıraatidir (okuyuşudur). Kur'an'ın tamamında bu kelimeyi, harfiyle okumak ise İmam İbn Kesir (45-120/665-737)'in kıraatidir.
Kaldı ki, kelimede asi olan da, bunun harfiyle okunmasıdır. Bu iki imamın dışında kalan diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi halis harfiyle okumaktadırlar. Bu şekildeki okuma tarzı ise, Kureyş ka­bilesine ait konuştukları lehçe göz önünde tutularak devam ettirilen bir okuyuştur. Nitekim, "İmam" adı verilen asıl "Mushaf" nüshasında da bu okuyuş ölçü olarak kabul edilmiştir.
Bu "sırat" kelimesi de tıpkı, "tarik" ve "sebil" kelimeleri gibi müzekker ve müennes yani eril ve dişil kalıplarına girmektedir. Burada bu ifadeden asıl murat olunan şey, "Hak yol" demek olup bu da, "İslâm Dini" manasmdadır[1][24].
7 - Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolu­na ilet, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!
Bu âyette geçen, "sırat" kelimesi, bir önceki âyette geçen "sırat" kelimesinden bedeldir. Bu ise, amilin tekrarı hükmündedir. Bunun yara­rına gelince; "sırat-ı müstakim" denilen "doğruyoldan" kasıt, bu yolun Müslümanlara ait bir yol olduğunu açıklayıp bildirmek ve bu gerçeği or­taya koymak, bunu pekiştirmek içindir. Böylece en açık ve en kesin bir ifadeyle, Müslümanların yolunun bu olduğuna doğrulukla tanıklık etmek­tir. Bu yoldakiler de mü'minlerdir veya peygamberlerdir. Yani genelde mü'minler ve özelde de peygamberlerdir (salât ve selâm onlara olsun).
Ya da henüz asıl durumları değişmeden ve asıl olması gereken hal­de bulunan Hz. Musa'nın kavmi olabilir.
gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil"
Bu âyet de, bir Önceki âyette geçen, cüm­lesinin bedelidir. Yani, "Kendilerine nimet verilip ikramda bulunulanlar, yüce Allah'ın gazabından ve bir de sapıtmaktan, sapıklıktan kurtulanlar­dır." demektir.
Ya da bu, 'nin sıfatıdır. Bu da şu demektir:
"Bu kimseler mutlak manadaki nimet (ki bu iman nimetidir) ile, Allah'ın gazabından ve sapıklıktan kurtuluş nimetidir."
Bunun ye sıfat olarak gelmesi caiz görülmüştür. Çünkü bu, marife (yani belirli) bir kelimedir. Oysa kelimesi, izafet yo­luyla marifelik kazanmaz. Ancak bu kelime birbiriyle zıt manada bulu­nan iki kelime arasında gelir ve bu her iki kelime de marife yani belirli olurlarsa, işte böyle bir durumda bu kelime marifelik kazanır.
Örneğin: Yani "Sakinliğin (ha­reketsizliğin) dışında hareketliliğe şaşırdım."
Bu ibarede bizim için önemli olan mana değil, burada yer alan, kelimesinin durumudur. Burada dikkat edilirse, birbirine zıt iki kelime yer alıyor. Bunlarda biri, "hareket" diğeri de, "sükun" yani hareketsizliktir. Her iki kelime de, şeklinde marife (yani belirli) olarak gelmişlerdir. İşte, da bu ikisi arasında yer al­mıştır. Şimdi buna göre bu âyeti ele alalım:
a- "Kendilerine nimet verilenler"
b- "Gazaba uğrayanlar ve sapmış olanlar"
Dikkat edilirse bunun her ikisi de birbirine zıttırlar. Fakat böyle ol­makla birlikte bizzat herhangi bir toplum yani şu toplum, diye işaret olunmamıştır. İşte her ikisi de bu yönleri sebebiyle nekraya (yani belirsiz­liğe) daha yakındır.
Oysa, cümlesi ise marifeliğe yani (belirlili­ğe) daha yakındır. Çünkü, izafet yani tamlama yoluyla kendisinde bir tahsis ortaya çıkmış bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun her ikisi de bir yönleriyle yani mana bakımından mübhem (kapalı), anlaşılamaz durum­da, diğer bir yönüyle de yani ilgi zamirinin lâfzına ve "gayr" kelimesinin de muzaaf (tamlanan) oluşuna baktığımızda ihtisas (yani marifelik) ka­zanmış oluyor ki, bu şekliyle de her ikisi de eşitlenmiş duruma gelmiş oluyorlar.
Buna göre ilk, zamiri mef ul olarak mahallen mansuptur. İkincisi ise, fail olarak mahallen merfudur.
"Allah'ın gazabı" demek; "Allah'ın kendisine, hükümlerine ve peygamberlerine" karşı gelerek onları yalanlayanlardan yüce Allah'ın in­tikam almayı murad etmesi, onları cezalandırmayı dilemesidir. Tıpkı her kralın ya da hükümdarın hükümranlığı altında bulunanlara kızıp hakla­rında gerekeni yaptığı gibi yüce Allah'ın da kendi emir ve hükümleri kar­şısında böyle davranan kullarını cezalandırmasıdır.
Bir görüşe göre, "gazaba uğramış olanlar", Yahudilerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın lanetlediği ve gazap ettiği..."[1][25]
Sapitanlar yani maksat ise Hiristiyanlardır, denmiştir. Çünkü Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:
"Daha Önceden sapan..."[1][26]
Bu kelimenin başında yer alan, harfi, Basra okuluna göre manayı pekiştirmek için gelen zaid bir harftir. Ancak Küfe okuluna göre bu harf, kelimesi manasındadır.
"Amin".
Bu, bir sesleniştir ki, bunun için bir fiil (kelime) uygun bulunup meydana getirilmiştir. Bu kelime de, "icabet eyle, kabul buyur" manasındaki, kelimesidir. Nitekim kelimesi de tıpkı bu­nun gibidir. Bu da, "bekle, yavaş ol, süre tanı" kelimesi yerine kullanılan isim/kelimedir.
Abdullah b. Abbas (Radıyallahü Anh) diyor ki; "Rasululah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tan, "âmin" kelimesinin manasını sordum. O da şu cevabı verdi:
Bu, yani, "yap/eyle" manasındadır.[1][2]
"Âmin " kelimesi mebni (yani sonu değişmeyen) bir kelimedir. Bu kelime iki şekilde okunmuştur:
1- İlk okuyuşa göre baştaki hemze harfi uzatılarak okunmuştur.
2- Bu ikincisinde de baştaki hemze harfi uzatılmaksızın olan oku­yuştur. Yani, hemze harfinin kısa tutulmasıyla olan bir okuyuş. Asıl ol­ması gereken de budur. Yani, "Emîîîn" gibi. Eğer med ile yani uzatarak okunursa, mutlaka hemzenin tok bir ses ile gür bir şekilde uzatılarak gös­terilmesi gerekir. Yani, "Aaaamiiin" gibi. Şair şöyle seslenir:
Rabbim! O sevgilinin sevgisini alma benden Allah rahmet etsin buna "âamiin" diyen kuldan
İşte bu şiirde "Aaamiiin" uzatılmış ve bu şiir buna örnek getiril­miştir. Başka bir şair de şöyle diyor:
Futhul uzaklaştı benden istedim devesini diye
Emiiin, Allah onu benden uzak kılsın istemem deve,
Hz. Peygamber (Saüaiiahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Fatihatu'l-Kitabı (Fatiha Sûresini) okumam esnasında, sonunda "Âmin" dememi Cebrail bana telkin etti."[1][28]
Bir başka rivayette de Rasulûllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle bu­yurmuştur:
"Amin demek, tıpkı mektuba (yazıya) mühür basmak gibidir."[1][29]
"Amin" kelimesinin mushaflara yazılmamış olması, bunun Kur'andan olmadığının bir kanıtı olarak kabul edilmiştir. [1][30]
[1][1] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/109.
[2][2] Bak. Müslim, Salat, 394-36.
[1][3] Bak. Feydul Kadir, 4/420. İbn Rahuye rivayet etmiştir.
[1][4] Bak. Feyzu'l-Kadir, 4/418. Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs, Hn.4385. Buradaki lâfzın manası ise şöyledir: "Fatihatu'l-Kitab-Kur'an'ın başındaki Fatiha Sûresi zehirlenme­ye karşı şifadır." Yine bu hadis Ebu Said Mansur tarafından ve bir de, "el-Sevap" adlı eserinde Ebu'ş-Şeyh tarafından rivayet olunmuştur.
[1][5] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/109-110.
[1][6] Müslim, Salat, 38/395.Tirmizi, Fatiha sûresi tefsiri, Hn. 2953. İbn Mace, Edeb, Hn. 3784. Ebu Davud, Salat, Hn. 821. Nesai, İftitah, Hn; 910.
[1][7] Alak, 1.
[1][8] Müminun, 20.
[1][9] Lokman, 11.
[1][10] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/111-120.
[1][11] Bak. Beyhaki; Şuabu'1-Iman, Hn. 4395. Deylemi, Müsnedu'l-Firdevs; Hn. 2784.
[1][12] Yusuf, 23.
[1][13] Yusuf, 50.
[1][14] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/121-124.
[1][15] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/124-125.
[1][16] Ğafir-Mümin 16.
[1][17] Bak. Beyhâkî, "et-Esma ve'1-Sıfat" adlı eseri. Beyhâkî adı geçen bu kitabında bunu zayıf bir senetle rivayet etmiştir. Dillerde çok dolaşan ve yaygınlık kazanmış olan bir darbımeseldir. Böyle olmakla birlikte merfu bir hadis olduğu da zikredilmiştir. Bk. Buhari, Tefsir, Sûre: 1 (Fatiha Sûresi). Hadis olduğu ileri sürülen bu ifade hakkında çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hatta bunun Tevrat'tan alınan bir cümle olduğu da söylenmiştir. Mürsel bir hadis olduğunun da şahitleri vardır. Bk. Elbânî, Daifu'l-Cami, Hn. 4279. Fazla bilgi için mevzuat kitaplarına bakılabilir."
[1][18] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/125-127.
[1][19] Yunus, 22.
[1][20] Fatır ,9.
[1][21] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/127-130.
[1][22] A'raf,43.
[1][23] En'am, 161.
[1][24] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/130-132.
[1][25] Maide, 60.
[1][26] Maide, 77.
[1][27] Kurtubî, Tefsir; 1/128. Bu, Kelbî tarafından rivayet olunmuştur
[1][28] Beyhâkî ve başkaları tarafından rivayet olunmuştur. Bak; el-İklil, Alâ Medarik,.. 1/26. Ancak, İbn Hacer, "Ben bunu bu şekliyle bulamadım." diyor. Bk, Haşiyetu'l-Keşşâf; 1/18.)
[1][29] Bk. Ebu Davud, Sünen. EI-Tklil, 1/18. 136.
[1][30] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri, Ravza Yayınları: 1/132-136.


Hiç yorum yok: