7 Kasım 2007 Çarşamba

diyanet.işl.bşk. tefsirinde fatiha (t.koçyiğit, i.cerrahoğlu)


FÂTlHA SÜRESİ 2


1, Sûrenin Nazil Olduğu Yer. 2


2. Sûrenin Adı ve Ayetlerinin Sayısı 2


3. Sûrenin Gayesi 2


4. Fatiha Sûresinin Namazdaki Hükmü. 3


5. Fatiha Sûresinin Fazileti 4



FÂTlHA SÜRESİ



1, Sûrenin Nazil Olduğu Yer



Müfessirlertn büyük çoğunluğuna göre, Fatiha sûresi, Mekke'de nazil olmuştur. Bununla beraber, onun Medine'de nazil olduğunu söyliyenler de vardır. Ebû Hureyre, Mucâhid, Atâ İbn Yesâr ve Zuhrî gibi imamlar bu görüştedirler. Fakat bu görüş gerçeğe uygun değildir; zira namaz, Mekke devrinde farz kılınmıştır. Eğer Fatiha sûresinin Medine'de nâzi! olduğu kabul ediiecek olursa, farz namazlarını eda eden ilk müsiümanların, na­mazda bu sûreyi okumadıkları anlaşılır ki, Mekke devrinde Fâtihasız namaz kılındığını belirten tek bir habere rastlanmaz. Bu konuda bilinmesi gereken diğer bir husus da şudur: Htcr sûresinin 87 nci âyetinde meâlen «Atuioisun ki, biz, sana, tekrarlanan yedi (âyeti) (Seb'an mine'l-Mesânî) ve büyük Kur'ân'ı verdik» buyuruimuştur. Bu âyette sözü ediien «yedi âyet» in, yedi âyetten ibaret olan Fatiha sûresine deiâlet ettiği ve bu sûrenin bir adının da «tekrarlanan yedi âyet» manâsında es-Seb*u'UMesânî olduğu üzerinde hiçbir görüş ayrıitğı yoktur. İşte, Fatiha sûresinin, her namazda tekrar tekrar okunduğuna İşaret eden Htcr sûresinin bu âyeti Mekkî'dir ve onun Mekke'de nâzii oiduğu icmâ iie sabittir. O halde Mekke'de nâzi! olan bir âyet, her namazda tekrarlanan yedi âyetîi bir sûre indirildiğini haber verir ve bu yedi âyetli sûrenin Fatiha sûresi olduğu anlaşılırsa, onun Mekke'de nâzi! olduğu tabiî bir sonuç olarak ortaya çıkar.


Keza Hıcr sûresinin yukarıda zikrolunan âyeti Fatiha sûresinin Mek­ke'de tam olarak nazil olan ilk sûre olduğuna da delâlet eder. Her ne kadar İkra\ Müddessir ve Müzzernmi! sûreleri Mekke'de ilk defa nazil olmaya başlayan âyetleri ihtiva ederlerse de, ilk nâzi! olan bu âyetlerle, tam olarak ilk defa nazil olan sûreyi biribirinden ayırmak gerekir. Bu bakımdan, ilk nazil olan âyetler bu sûrelerde bulunsa bile, tam olarak ilk nazil olan sûre Fâtiha'dır. Sûrenin iniş zamanı ise, kaynaklarda işaret olunduğuna göre, risaletin ilk beş senesi içine, yani vahyin başlangıcıyle Habeşistan'a hicret edildiği sene arasına rastlar. [1]



2. Sûrenin Adı ve Ayetlerinin Sayısı



Hem ilk defa nazil olması, hem de daha sonraki mushaf nüshalarına esas olan Hazret-i Osman nüshasında ilk sûre olarak yer alması dolayı-siyle onaFâtiha adt verilmiştir. Kur'ân-t Kerîm bu sûreyle açıhr; okunmaya ve yazılmaya bu sûreyle başlanır. Keza namazda da ilk okunan sûre yine Fatiha süresidir. Bu bakımdan sûre, Kur'ân-t Kerîm'in «miftah» ı, yahut bugünkü deyimiyle «mukaddime» sidir.


Kur'ân-ı Kerîm'deki bir çok sûreler gibi Fatiha sûresinin de çeşitli adlan vardır. Fâtihatu'l-Kitâb, Ummul-Kitâb, es-Seb'u'l-Mesânî, el-Esâs, eş-Şifâ, el-Kâfiye, el-Vâfiye, eş-Şâfıye, en-Nûr, el-Hamd, es-Salât, ed-Duâ, et-Tâlim, Fatiha sûresine verilen adlardan bazısıdır.


Fatiha sûresi yedi âyetli bir sûredir. Yukarıda zikredilen Hıcr sûresinin 87 nci âyetinde de, bu sûrenin yedi âyetine işaret olunarak «tekrarlanan yedi âyet» manâsında Seb'an mine'l-Mesâni denilmiştir. Yine bu sebepten Fatiha sûresine es-Seb'u'l-Mesânî adı verilmiş ve bu adla da tanınmıştır. [2]



3. Sûrenin Gayesi



Yukarıda da işaret olunduğu gibi, Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in «mukaddime» si, veya «önsöz» üdür. Bugün de, her kitabın bir «mukaddi­me» si vardır. Yazarlar, kitaplarının başına koydukları bu mukaddime'de, kitabı niçin yazdıklarını, nasıl bir gayeye ulaşmak istediklerini açıklamaya çalışırlar. Okuyucu, «mukaddime»yi okuduğu zaman, kitapta,karşılaşabi­leceği konular hakkında ön bilgi sahibi olur ve kendisini bu konulara karşı hazırlamak imkânını bulur.


Kur'ân-ı Kerîm'in Fâtiha'sı da bir mukaddimedir ve bu mukaddimede Kur'ân-ı Kerîm'in gayesine yedi kısa âyetle işaret olunmuştur. Bu bakım­dan Fatiha, Kur'ân-ı Kerîm'in tümüne muâdil bir sûre olarak kabul edilir. Yani Kur'ân-ı Kerîm'in gayesi ne ise, bu gaye, Fatiha sûresinde gösteril­miştir.


Kur'ân-ı Kerîm'in gayesi nedir? Bu gayeyi basit bir ifadeyle ve kısaca şöyie belirtebiliriz: İnsan oğlunu dünya ve âhiret saadetine hazırlamak ve bu saadete götürecek yolları göstermek; aynı zamanda, dünya ve âhiret saadetinden onu mahrum bırakacak yollardan da sakındırmak. Kur'ân-ı Kerîm'i başından sonuna kadar okuyan bir kimse, kısaca işaret ettiğimiz bu gayeyi tesbit etmekte güçlük çekmez. O halde, aynı gayenin öz olarak yedi âyetten oluşan Fatiha sûresinde de görülmesi mümkündür; çünkü bu sûre, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi Kur'ân-ı Kerîm'in tümüne muâdil­dir. Bu hususu açıklamaya çalışalım:


Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm, insanların hak dînden uzaklaşarak kendi elleriyle yaptıkları putlara taptıkları bir devirde gönderilmiştir. Bu sebeple onun* doğru yoldan çıkmışları, her şeyden önce Allah'ın varlığı ve birliği inancına davet etmesi tabiîdir. Bu bakımdan tevhid'e davet, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk hedefi olmuştur: Allah birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Bütün âlemleri, canlı ve cansız bütün varlıkları O tek başına yaratmıştır. Her insanın bu gerçeği bilmesi, O'na inanması ve ikrar etmesi, aynı zamanda kendini yaratana hamd u senada bulunması gerekir. Dünya ve âhiret saadeti bu esas üzerinde gerçekleşir. Fakat her kim bundan sapar, kendi­sine Allah'tan başka ilâhlar bulmağa kalkışırsa, akıbeti hüsran olur.


İşte tevhîd'm özü ve esası budur. Kur'ân-ı Kerîm de bu esas üzere gönderilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bir mukaddimesi olarak nitelendirdiğimiz Fatiha sûresinin ilk âyetlerinde de bu esasın vecîz bir şekilde belirtildiğini görürüz:


«Hamd u sena, bütün âlemlerin Rahman ve Rahim olan Rabb'ına mahsustur. Öyle bir Rab ki, O, aynı zamanda Din Gününün, yani Allah'ı Rab olarak kabul eden ve etmiyenlerin hesaba çekilecekleri günün de sahibidir»


Bu tevhîd esası içerisinde yaratıcısını tanıyan insan oğlunun, O'nu yegâne mabûd bilmesi ve yalnız O'na ibadet etmesi, Kur'ân-ı Kerîm'in tevhîdten sonraki ikinci esasını teşkil eder. Her sûrede ve sık sık, insanları ibadete çağıran âyetlerin sayısı bu sebepten pek çoktur. İnsan, ancak Rabbına ibadet etmek suretiyle dünya ve âhiret saadetine kavuşabilir. İbadet etmiyen kimse ise, tevhîd inancını zedelemiş ve dolayısıyle her iki saadetten mahrum kalmış olur; çünkü ibadet, tevhîd inancının tabiî bir neticesi, aynı zamanda dünya ve âhiret saadetinin başlıca vasıtasıdır. İşte Kur'ân-t Kerîm'in tevhîdten sonra ikinci gayesini teşkil eden bu ibadet çağrısı, Fatiha sûresinde, yine tevhîdten sonraki yerini almış ve burada, inanan insanın ağzından «ancak sana ibadet eder, ve ancak senden yardım dileriz» denilmiştir.


Kur'ân-ı Kerîm, Allah'a ibadet etmeyi sık sık emretmiştir. Ancak, bu emirlerde tekrar edilen «ibadet» kelimesinden sadece namaz, oruç, zekat, hac gibi insanın bedenine veya malına taalluk eden bir takım fiil ve hareketleri anlamamak gerekir. Gerçek ibadet, kalplerde Allah korkusuyle Altah sevgisini birleştirerek, O'natam anlamıyle kulluk edebilmektir. Bu anlamda kulluk, bedene taalluk eden ve dar aniamda «ibadet» adı verilen fiil ve hareketler yanında, Allah Ta'âiâ'nın dîn veya şeriat olarak ortaya koyduğu bütün emir ve yasaklanna da uymayı gerektirir; çünkü yegâne doğru ve gerçek yol, bu emir ve yasakları bünyesinde toplayan dîndir, şeriattır. İnsanın dünya ve âhiret sâdetini de, ancak bu dîn veya şeriat temin eder.


Kurıân-ı Kerim, bütünüyle, Allah Ta'âlâ'ntn emir ve yasaklarını topla­yan bir dîn kitabıdır. İnsan, bu emir ve yasaklara uyduğu sürece, Aiiah'a ibadet etmiş, veya kulluk görevini yerine getirmiş olur. Böyle bir kulun, doğru yolda, dînin gösterdiği yotda olduğuna şüphe yoktur.


Kur'ân-ı Kerim, tevhîd yanında bu yolu da insanlara göstermek için gönderilmiştir. Fatiha sûresinde de, keza kulun ağzından «Rabb'ımız! Bizi (bu) doğru yola hidayet et» denilmek suretiyle Kur'ân-ı Kerim'in gaye ve hedefine işaret edilmiştir.


Kur'ân-s Kerîm, doğru yola hidayet edilmesini isteyen ve gerçekten Allah'ın hidayetine mazhar olanlarla bu istekten uzak ve dolayısıyle Al­lah'ın hidayetinden mahrum kalmış olanlar hakkında pek çok kıssa nak-letmiştir. Gayesi, insan oğlunun bu kıssalardan İbret almasını sağlamak, dünya ve ahîret saadetinin kazanılmasında, Allah'ın gazabına uğramış veya dalâlete düşmüş kimselerin akıbetlerini göstererek, onları gittikleri yoldan sakındırmak, hidayetine mazhar olan kimseleri de örnek vererek mazhar oldukları hidayete onları özendirmektir. Fâîiha sûresinde, Kur'ân-ı Kerim'in bu özelliğine de işaret edilmiş ve yine inanan kulun ağzından «Rabb'mıız! Bizden önce gelmiş, gazab etmediğin, dalâlette de bırakmadığın kimseleri hidayet ettiğin yola bizi de hidayet et» denilmiştir.


Görüldüğü gibi, Kur'ân-ı Kerim'in gayesi, Fatiha sûresinde öz olarak belirtilmiş ve bu sebepten ona «mukaddime» olma niteliği kazandırmıştır. Düşünen her insan, yalnız bu sûre üzerinde durması halinde bile, kulluk etmenin önemini anlamakta güçlük çekmez. Her vakit namazında onun tekrar tekrar okunması da , bu yüceliğinden kaynaklanan bir hikmete dayanır. Yeter ki insan, sık sık okuduğu bu sûrenin manâsını kavrasın ve üzerinde tefekkür edebilsin. [3]



4. Fatiha Sûresinin Namazdaki Hükmü



Fatiha sûresi, farz ve nafile olarak kılınan her çeşit namazın bütün rekâtlarında okunması gereken bir sûredir. Ancak, Fâtiha'nın okunuşu, farz ve vâcib olması yönünden, çeşitli mezhebler arasında görüş ayrılıkla­rına sebep olmuştur.


Hanefî mezhebine göre, namazlarda Fatiha okumak vaciptir; Mâlikî, Şafiî ve Hanbelî mezhebleri ise, farz olduğu görüşündedirler. Konunun teferruâtıyle münakaşasına girmeyi burada gereksiz görüyoruz. Bununla beraber, mezheblerin hüküm istihracında dayandıkları bir kaç delile işaret etmek faydalıdır.


Müslim tarafından rivayet edilen sahîh bir hadîse göre, Hazret-i Pey­gamber «Namazında Fâtiha'yı okumayan kimse namaz kılmamış demek­tir» buyurmak suretiyle fatiha sûresinin her namazda okunmasını nama­zın şartı Olarak zikretmiştir.[4]


Buna karşılık, Kur'ân-ı Kerim'de, Muzzemmil sûresinin 20 nci ayetin­de, mealen «Kur1ân 'dan size kolay geleni okuyun.» Duyurulmuştur. İşte bu âyetle biraz önce zikrettiğimiz hadîsin manâları arasında hüküm istihracı yönünden belirli bir farklılık bulunduğu görülür. Hazret-i Peygamber, içinde Fatiha okunmayan namazın tam namaz saytlamıyacağtnı bildirir­ken, âyet-i kerime'de Fatihadan söz edilmemekte, aksine Kur'ân'dan ne olursa okunabileceğine cevaz verilmektedir. İşte mezhebler arasında or­taya çıkan görüş aynlığınının sebebi, âyetle hadîsin manâları arasındaki bu farklılıktır.


Hanefi mezhebine göre âyet, namaz kılan kimseyi, dilerse Fâtiha'yı dilerse Kur'ân-ı Kerim'den kendisine kolay gelen başka bir sûreyi veya bir kaç âyeti okumak yönünden muhayyer bırakmıştır. Hazret-i Peygam-ber'in hadîsi ise, zannî bir delil olması itibariyle farziyet ifade etmez. Ne var ki zannî de olsa, sıhhati sabit olunca yine bir delildir ve Hazret-i Peygam-ber'in namazlarında Fâtiha'yı hiç ierketmediği bilinmektedir. Bu sebepten Fâtiha'nın okunması vâcibtir. Kasıtlı olarak terkedilmesi halinde, namaz bâtıl olmaz.


Hanefîler dışındaki diğer mezhebler ise, Fâtiha'nın, namazın her rekatında okunmasını farz saymışlardır. Bu mezheblere göre, yukarıda zikredilen âyet mübhemdir. Hazret-i Peygamber'in hadisî ise, mübhem olan bu âyeti beyan etmiştir. Hazret-i Peygamber tarafından açıklanan âyetin emri gereğince Fâtiha'nın okunması farz olur. Farzın kasıtlı olarak terki namazın bâtıl olmasını gerektirir. [5]



5. Fatiha Sûresinin Fazileti



Hakkında umumî bilgi verdiğimiz Fatiha sûresi, hem ilk defa fiâzil olması, hem her namazda tekrar tekrar okunması, hem de Kur'ân-ı Ke-rîm'in tümüne muâdil bulunması dolaytsıyle şerefi son derece büyük olan bir sûredir. Her ne kadar Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan bütün âyet ve sûrele­rin Kelâmu'ilah olması dolayısıyle bazısının diğer bazısından daha üstün veya daha faziletli olduğu iddia edilemezse de, bazısının ihtiva ettiği manâ çokluğu yönünden diğer bazısına nisbetle daha üstün sayılması yanlış değildir. Nitekim bir hadîsten anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber, Ubeyy İbn Ka'b'a «Yâ Ubeyy! Allah'ın Kitabında hangi âyet, sana göre (manâ yönünden) daha yücedir?» diye sorduğu zaman, Ubeyy «Allahu lâ ilahe illâ Huve'l-Hayyu'l-Kayyûm» cevabını vermiştir ki[6] bu haber, âyet ve sûrelerin, manâ itibariyle biribirinden üstün ve şerefli olduğuna delâlet eder. Bu sebeple, meselâ İhlas sûresinin yalnız tevhidi ihtiva etmesi dolayısıyle Kur'ân-ı Kerîm'in üçte birine muâdil oldu­ğu, bizzat Hazret-i Peygamber tarafından açıklanmıştır. <Bkz. Buhârî, sahih, vı.105). Kur'ân-ı Kerîm, tevhld, ahkâm, vâz ve naslhattan ibarettir. Fâti-ha'nın her üçünü de içine aldığı gozönünde bulundurulursa, Kur'ân'ın tümüne muâdil olduğu anlaşılır. Bu bakımdan Fatiha sûresinin şeref ve itibarı, diğer sûrelerden çok daha üstündür.


Fatiha sûresi hakkında bu kısa bilgiyi verdikten sonra, lanetlenmiş şeytandan Allah'a sığınırak, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle âciz kullarını bile rahmetine garkeden O yüce zâtın adiyle Kur'ân-ı Kerîm'in tefsirine başlıyoruz. Bizi, hayrı son derece büyük oian bu işte başarılı kılmasını niyaz ederiz. Âmin... [7]



Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle.


1. Hamd, âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsus­tur.


2. (O, aynı zamanda) Rahmân'dır, Ra­him'dir.


3. Dîn Günü'nün de sahibidir.


4. (Rabb'ımız!) Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz.


5. Bizi doğru yola ulaştır;


6. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna;


7. Gazabına uğrayanların ve sapık olanların yoluna değil.



Lanetlenmiş olan şeytandan Allah’a sığınırım.



Kur'ân-ı Kertm'in Nahl sûresinde {âyet 98) Allah Ta'âlâ'nın şu emri yer almıştır: «Kur'ân okuduğunuzda taşlanmış (lanetlenmiş) şeytandan Allah'a sığın.» Bu emir, gerek Kur'ân okumaya ve gerekse Kur'ân kıraati dışında, herhangi hayırlı bir işe başlarken, lanetlenmiş olan şeytandan, onun ves­vesesinden ve diğer kötülüklerinden Allah'a iltica edip sığınmaya, bu iltica ve sığınmaya delâlet etmek üzere Eûzu billahi mine'ş-şeytanVr-radm sözünün tertip ite «besmele» den önce okunmasına vesîle olmuştur. Bu söz, Kur'ân~ı Kerîm'in herhangi bir sûresinde yer almış bir âyet veya âyetten bir cüz değildir. Bununla beraber, Hazret-i Peygamber'den riva­yet olunan pek çok hadîste bu sözün[8] ve Eûzu billahVs-Semî'il-Alîmi mine'ş-şeytani'r-raeîm gibi benzerlerinin okunduğu ve ashabının da bu şekilde okumakla emro-lunduklan görülür. Bu bakımdan «istiâze» yâni Allah'a sığınma, müslüman-iar arasında sünnet olarak şöhret kazanmış ve «besmele»den önce, dâima okunagelmiştir.


«İstiâze» nin namaz dışında, Kur'ân kıraatına başlarken okunması mezhebler tarafından sünnet olarak nitelendirilmiş ise de, namaz içinde okunması hususunda bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.


Hanefi mezhebine göre, ilk rekâtta, iftitah tekbîrinden sonra Eûzu billahi mine1 ş-şeytâni'r-racîm demek sünnettir; diğer rekâtlarda okunmaz. Hanbelî mezhebi de bu görüştedir.


Şafiî mezhebi, «istiâze» nin, her rekâtin başında sünnet olduğu görü­şündedir.


Mâliki mezhebinin görüşü ise, diğerlerinden farklıdır. Bu mezhebe göre, «istiâze», ister sesli (cehren), ister sessiz (sirren) okunsun, farz namazlarda mekruhtur. Nafile namazlarda ise, sessiz okunması caiz olsa bile, sesli okunması mekruhtur.


«İstiâze» de, Allah Kelâmını okumaya başlarken, daha önce, ağzı kirleten boş ve kötü sözlerden onu temizlemek ve güzelleştirmek, Allah'ın kuvvet ve kudretini itiraf ile O'nun yardımını dilemek, ve nihayet, kulun o bâtınî düşmanının kötülüklerini defetmeye muktedir olmak hususundaki aczini ve zafiyetini bilerek Allah'a sığınmak manâsı vardır. Onun içindir ki, her müslümanın, bu sözün delâlet ettiği bu manâları bilip anlamış olarak onu her fırsatta tekrarlaması gerekir. [9]



Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle.



«İstiâze» yi «Besmele» takip eder. «Besmele» Bismi'llahi'r-RahmânVr-Rahîm sözünün kısaltılmış şekli olup, hayırlı bir işe başlarken, Allah Ta'âlâ'nın adini anmak ve bu adla işe başlamak manâsına gelir.


İsiâmiyetten önce Araplar, herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak başlarlar, meselâ BismVl-Lât (Lâfın ismiyle). Bismi'l-Uzzâ (üzzâ'run ismiyle) derlerdi. Her millette buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir memurun, âmirinin verdiği bir emri yerine getirir­ken «bunu fulânın adına yapıyorum» dediği maruftur.


Hazret-i Peygamber, İslâm Dînini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, câhiliyye Arabıntn kullandığı sözü değiştirmiş ve «Ey Allah 'im. senin adın-la» manâsına gelen Bismike'llahumme ve «Allah'ın adiyle» manâsına gelen BismVİlahi sözlerini kullanmıştır. Ancak, Kur'ân-ı Kerlm'den Nemi sûresinin 30 uncu âyeti nazil olduktan sonra «besmele» son şeklini almıştır. Bu âyette, Süleyman, (a.s.) tarafından yazıian bir mektup söz konusu edilerek «Bu mektup, Süleyman'dandır; ve Rahman, Rahîm olan Allah'ın adiyle başlamaktadır» denilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, kısaca «besmele» dediğimiz ve »Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle» manâ-Sina gelen Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahhn sözü. Kur'ân~ı Kerîm'den bir âvettir, yahut bir âyetten cüzdür. Yukarıdaki açıklamanın ışığında, daha umumî manâsı da şövlc belirtilebilir: «İşime, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle başlıyorum. O'nun emriyle ve O'nun için yapıyorum. Çünkü işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'ndandır. O bana bu kuvve! ve kudreti vermezse hiçbir şey yapamam».


Hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, hermüslümansn. üze­rinde titizlikle durması gereken görevlerdendir. Kur'ân-ı Kerîrn'in bir çok âyetinde, buna delâlet eden emirler vardır:


«Atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha çok Allah'ı atım» (Bakara 200).


«Namazlarınızı kıldıktan sonra, ayakta, otururken ve yanlarınız üze­rinde iken Allah'ı anın» (Nisa, 103).


«Rabb'ımn adım an, ihlâs ile O'na yöne!» (Müzzemmil, 8).


«Rabh'ınm adını sabah akşam an» (DehrT 25).


Hazret-i Peygamber'den nakledilen bir hadîste de şöyle denilmiştir: «Bismillah ile başlamayan her ciddî iş noksandır»[10]


İşte, kısaca açıklamağa çalıştığımız bu sebepler dolayısıyledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresi olan Fatiha ile, Berâe sûresi dışındaki diğer bütün sûreler «besmele» ile başlamıştır.


Ancak, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi «besmele». Nemi sûresinde yer alan bir âyet olmasına rağmen, gerek fatiha sûresinin ve gerekse diğer sûrelerin başındaki «besmele» lerin, o sûrelerden birer âyet olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür.


Bilindiği gibi, bugün, müslümanların ellerinde bulunan mushaflar.


Hazret-i Osman zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilâyetlere gönderilen nüshaların kopyesidir. Bu nüshalarda, Berâe sûresi dışındaki bütün sûrelerin başına «besmele» yazılmıştır. Hazret-i Osman, bu işi ya­parken, şüphesiz, ne yaptığını çok iyi biliyor ve yazılan mushaf nüshala­rına Kur'ân dışında herhangi bir sözün girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösteriyordu. İşte bu görüşten hareketle, sûre başlarına yazılan «besmele »x\\v\, ilgili oldukları sûrelerden bir âyet olması düşünülebilir. Nite­kim Şafiî, bu görüşe sahip olarak, Fatiha sûresinin başındaki «besmele »r\\r\ bu sûreden bir âyet olduğunu söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır. Diğer sûrelerin başındaki «besmele» ler hakkında ise, kendisin­den gelen iki değişik rivayete göre, bir defasında, onların da âyet oldukları, bir defasında da olmadıkları görüşünü ileri sürmüştür.


Hanefîlere göre de «besmele» nin mushafta yazılmış olması, onun Kur'ân'dan olduğuna delâlet eder. Ancak, namazda, Fatiha sûresinin başında okunurken, Fatiha gibi cehren (sesli) okunmaması, onun, sûre­den bir âyet olmadığını gösterir. Diğer sûrelerin başında yer alan «besme­le» ler de böyledir. O halde, her sûre başındaki «besmele», Kur'ân'dan bir âyet olsa bile, başında bulunduğu sûreden bir âyet değildir; sadece sûre­ler arasını ayırmak için, teker teker nazil olmuştur.


İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü, diğerlerinden farklıdır. O'nagöre, sûre başlarındaki «besmele» Kur'ân'dan değildir. Bununla beraber, yeni bir sûreye başlarken, her işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazıl­mıştır. Bu sebepledir ki, İmam Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce «besmele» nin cehren (sesli) veya sirren (sessiz) okunmasını meneder.


BismVUahVr-Rahmâni'r-Rahîm sözü, dört kelimeden oluşan bir cüm­ledir: İsim, Allah, Rahman ve Rahîm. Ancak «isim» kelimesinin önünde bir (b) harfi eklenmiştir ki, bu harf kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki cümleyi bağlamak (iîsak) için kullanılmıştır, (b) harfinden önce var sayılan fiil «başlarım», «okurum», «yaparım» olabileceği gibi, «başla», «oku», «yap» şeklinde emir de olabilir. Buna göre «besmele», bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle beş kelimeden meydana gelmiş Olur: «Rahman (ve) Rahîm (olan) Allah'ın adiyle başlarım» gibi.


«Besmele» deki ilk kelime olarak görülen «isim», bir şeye delâlet etmek üzere konulmuş addır. Ahmet, Ali, ağaç, taş, su gibi. Özel (has) ve cins olmak üzere iki kısımdır. Şahıs isimleri, yer veya şehir isimleri özel isimlerdendir. Ahmet, İzmir gibi. Bu isimleri taşıyan şahıs veya yerlerin, başkalarında bulunmayan, kendilerine hâs özellikleri vardır ve bu özellik­leriyle diğerlerinden ayrılırlar. Buna karşılık, şehir, ağaç, insan gibi isimler, cins isimlerdendir ve umumi manâ ifade ederler. Bu sebeple, meselâ «Ahmet» denildiği zaman, onun insan olduğu anlaşılır; çünkü Ahmet, insan cinsi içerisinde yer aiır. Fakat «insan» denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz; çünkü Ahmet'ten başka insanlar da vardır.


Özel isim olan Ahmet ile, cins isim olan insan kelimeleri arasındaki bu farklılık, Ahmed'in, her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar. Meselâ Ahmet, iki eli, iki gözü, ağzı, burnu olan bir kimsedir, demekle tarif edilemez; çünkü bunlar, her insanda bulunan şeylerdir. Bu sebepledir ki, bir şahsa veya bir şeye ad olarak verilen özel isim, sadece ona hâstır ve onu diğerlerinden ayırt edilmesini sağlayan özelliklerinin alâmetidir. Yine bu sebeple, özel isimlerin müradifi aranmaz, başka bir kelimeyle terce-mesi yapılmaz.


«Besmele» de yer alan ikinci kelime «Allah» ismidir. «Allah», kendine hâs sıfatları olan yüce zâtın, gerçek mabudun adıdır ve özel isimdir. Allah Ta'âlâ'nm kendine hâs sıfatlarından bazılarını, Kur'ân-ı Kerîm'in şu bir kaç âyetine işaret ederek gösterebiliriz:


«O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur, O, gizliyi de, aşikârı da bilendir. O, esirgeyen, bağışlayandır. O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Hükümdardır, Mukaddestir, Selâm (esenlik veren), Mü'min, (güvenlik veren), Müheymin (gözetip koruyan), Aziz (üstün), Cebbar (iste­diğini yaptıran) dır. Allah, müşriklerin ortak koşmalarından münezzehtir. O, öyle Allah'tır ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O'nu teşbih eder. O, hüküm ve hikmet sahibidir» (Haşr sûresi, 22-24).


İşte, Allah, bazılarına işaret ettiğimiz bu ve buna benzer üstün sıfatlan kendisinde toplayan yüce zâtın ismidir. Hazret-i Peygamber, bir hadîsinde «Allah'ın 99 -yüzden bir eksik- ismi olduğunu» söylemiştir. (Hadisin metni için bkz. Buhân, Sahîh, vııı. 169; Müslim, Sahih, iv. 2062). Bu isimlerden her birinin, O'nun bir sıfatına delâlet ettiği gözönünde bulundurulursa, Allah isminin, bütün bu sıfatlara delâlet ettiği anlaşılır ki, başka hiç bir varlık, bu sıfatlar yönünden O'nun eşi ve dengi olamaz.Onun içindir ki,tevhîd kelimesinde LA İLAHE İLLA'LLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) denilmiştir.


Allah'tan başka ilâh yoktur. Ancak müşrikler, kendileri için putlar yaparak bunları ilâh edinmişler ve Allah'a ortak koşmuşlardır. Bununla beraber, bu çeşitli ilâhlardan hiçbiri Allah adiyle anılmamış ve bu ad, sadece, yukarıda sıfatlarından bazılarına işaret ettiğimiz yüce zâta hâs bir alem olmuştur.


Bâtıl da olsa, müşriklerin kendileri için edindikleri ilâhların çokluğu ve kendisine kudsiyet atfedilerek tapınılan her şeye «ilâh» denilmesi, bu kelimenin cins isim olduğuna delâlet eder. Esasen «ilâh» kelimesinin çoğul yapılarak «ilâhlar» (arapçada âlihe) denilebilmesi de bunu gösterir. Buna karşılık, bir özel ismin çoğul yapılarak kullanıldığı ve meselâ «Allah-lar» denildiği görülmemiştir. Buna göre Allah, ilâh cinsi arasında kendine hâs yüce sıfatları olan, diğerlerinin eşi ve benzeri olmayan, yegâne Hâlık, yegâne Mabûd üstün bir varlıktır. Diğerleri ise, kuvvet ve kudretleri olma­yan, insanlara ne fayda ne de zarar getiren yaratıklardır.Bu sebeplerdir ki, Allah adı, ilâh kelimesiyle ne terceme edilebilir, ne de bu kelime «Allah» adı yerine kullanılabilir.


«İlâh » kelimesinin Türkçe karşılığı olan «tanrı» kelimesi ae böyledir. O da, «ilâh» kelimesi gibi cins isimdir. Tanrı, tanrıça, tanrılar şeklinde müzekker, müennes ve çoğul olarak kullanılır. Eski Mısır veya Yunan tanrı ve tanrıçaları târihte şöhret kazanmıştır. Böyle olunca, en aşağı yaratıkla­rın cinsine delâlet etmek üzere kullanılan tanrı kelimesini, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, yegâne yaratıcı ve yegâne mabûd olan Allah adının karşılığı olarak kullanmak büyük bir hata ve cür'ettir.


«Besmele» de yer alan üçüncü kelime «Rahman» kelimesidir. Bu kelime, kendinden önce yüce ismi zikrolunan Allah Ta'âlâ'nın sıfatıdır ve «rahmet» kelimesinden türemiştir. Rahmet, lugatta, insan kalbinin bir kimseye karşı acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiili yardıma dönüşür; onu sıcaktan veya soğuktan, aç ve açık kal­maktan, kısacası her çeşit tehlikeden, her türlü âfât ve belâdan korumaya çalışır. Bu sebepledir ki, o kimse hakkında «çok merhametli» denir. Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Ta'âlâ'nın rahmetini anlamakta bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir. Çünkü insandaki merhamet duygusu arızî bir haldir ve ancak bir teessür ve infial neticesinde hâsıl olur. Teessür ve infialin ortadan kalkmasıyle merhamet duygusunun da yok olduğu görülür. Allah Ta'âlâ ise, teessür ve infial gibi mahlûkâta hâs sıfatlardan münezzehtir. Bu sebeple Allah Ta'âlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir üstünlük arzeder, ve ezelden ebede eser ve neticesi in'âm ve ihsan olarak tezahür eden sonsuz bir merhameti gösterir.


Rahmet-i İlâhînin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Ta'âlâ'nın zâtına hâs olan ve zâtiyle birlikte kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur ve kullan için dâima hayrı murad ettiğini gösterir.


Allah Ta'âtâ'nın iradesi, olabilecek veya olmıyabifecek her şeyi, irade sıfatının taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması manâsına gelir. Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmaktan vazgeçirecek hiçbir güç yoktur. Allah Ta'âlâ'nın bu sıfatı, O'nun zâtına hâs bir sıfat olması dolayısıyle, zâtiyle kâim, kadîm bir sıfattır. İşte ilâhî rahmet, böyle bir sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine tecellisini gösterir.


Allah Ta'âlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması, canlı olanlara, yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir.


İşte Allah Ta'âlâ'nın böyle bir rahmet sahibi oluşu, O'nun, kendisini Kur'ân-ı Kerîm'de Rahman sıfatıyle tanıtmasına vesile olmuştur.


Rahman, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, «rahmet» kelimesinden türemiş olup, son derece merhametli, çok rahmet sahibi manâlarına gelen bir sıfat-ı müşebbehedir. Şu var ki bu sıfat, ezelî ve ebedî bir rahmete delâlet ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış yalnız, Allah Ta'âlâ'ya tahsis edilmiştir.


Rahman kelimesinin diğer bir özelliği de, Kur'ân-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel bir isim olarak kullanılmış olmasıdır: «İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisiyle çağırırsanız, en güzel isimler O'nundur» (İsrâ sûresi, 110). «Senden evvel gönderdiğimiz paygamberleri-mizden sor: Biz, Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız?» (Zuhruf sûresi, 45). «Sen ancak Kur'ân'a uyan ve görmeden Rahmân'dan korkan kimseleri korkutacaksın» (Yâsîn sûresi, 11). «(Cennet), görmeden Rahmân'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen kimse­lere hâstır» (Kai sûresi,33). «Ey babam! Şeytana tapma; çünkü şeytan Rah-mân'a çok âsî olmuştur» (Meryem sûresi, 44). «Rahmân'ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin» (Mülk sûresi, 3).


Meallerini zikrettiğimiz bu ve elliye varan diğer âyetlerde «Rahman» kelimesinin Allah'a hâs ve Allah ismine muâdil bir manâda nasıl kullanıl­dığı açık bir şekilde görülmektedir. Bu sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir ve diğer özel isimler gibi herhangi bir dile terceme edilemez.


«Besmele» de de görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Ta'âlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyle, şümulü umumîdir; yani, gözle görülsün veya görülmesin, yok­tan varedilmiş veya yaratılmış her ne varsa, hepsi de rahmet-i Rahmân'ın eseri, neticesidir. Bu rahmetin dışında kalmış hiçbir varlık düşünülemez. Hattâ bu rahmet o kadar umumîdir ki, «canksından cansızına, taşından ağacına, nebatından hayvanına ve insanına, insanın çalışanından çalış­mayanına, mü'mininden kâfirine, meleğinden şeytanına kadar akla ne gelirse hepsini de içine alır. Bu bakımdan, her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı kesbl değil vehbîdir, iradi değil cebridir; rahmet-i Rahmân'ın eseridir. İşte bundan dolayıdır ki «Allah Ta'âlâ, dünya ve âhiretin Rahmanadır» denilmiştir.


Fakat, mesele sadece bundan ibaret değildir. Eğer iş bu kadarla bitmiş olsaydı, âlemde her şey yaratıldığıyle kalır, onda hiçbir değişme, hiçbir gelişme olmazdı. Yaratılan, rahmet-i Rahmân'ın tabiatine mahkûm olur, insan ve hattâ Allah Ta'âlâ yaptıklarında mecbur sayılırdı. Bunun neticesi olarak, ilim ile cehalet, çalışma ile tembellik, hak ile haksızlık, adalet ile zulüm, şükür ile nankörlük, itaat ile isyan, iman ile küfür, hâsılı her çeşit iyilik ile zıddı olan her çeşit kötülük arasında fark kalmaz, hesap olmaz, kitap olmaz, hiç kimse yaptığının karşılığını bulmazdı.


Oysa Allah Ta'âlâ, hiçbir şeyi sebepsiz ve hikmetsiz yaratmamış, yarattıklarını başıboş bırakmamtştır.Rahmet-i Rahmân'ın bir eseri olarak, insanı yarattığı zaman, ona kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş ve böylece insanın kendi irade ve ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlıyacak yolu ona göstermiştir. Keza İnsana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile küfrü, hâsılı kendisini dünya ve âhiret saadetine ulaştıracak doğru yol ile hüsrana götürecek eğri yolu birbirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş, aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını, akılsız davranıp eğri yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik, akılsızlığın cezasını çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir.


İşte Allah Ta'âlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, câhil, çalışkan, tembel, haklı, haksız, âdil, zâlim, muti, âsi, mü'min, kâfir ayırma­dan herkese ve her mahlûka teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak, sadece âlime, çalışkana, haklıya, âdile, mutlye, mü'mine, hâsılı kendi iradelerini Allah Ta'âlâ'nın iradesiyle ahenk içinde tutabilen herkese ihsan ederken, diğerlerini mahrum bıraktığı rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır ki, bu sıfat, «besmele» nin dördüncü kelimesi olarak yer almıştır. O halde, bunu kısaca ifade etmek gerekirse, başlangıçta çalışana çalışmıyana bakma­dan, onu vücuda getirerek öylece idare etmek, Allah Ta'âlâ'nın Rahman sıfatının eseri iken, sonradan, çalışana çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahim sıfatının sonucudur. Bir başka ifadeyle denebilir ki, insan, istese de istemese de, kendisine vücud verilmiş ve bunun bekası için gerekli olan nimetler ihsan edilmiştir. Bu, ezelden ebede Rahman olan Allah Ta'âlâ'nın rahmetidir. Fakat insan, Allah Ta'âlâ'nın irade ve ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlık peyda ederek rızasını kazanmak için yaratılmıştır. Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir. Bunları doğru yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Ta'âlâ'nın mükâfatına nâi! olur; doğru yoldan sapan ise, bundan mahrum kalır. Bu da, Allah Ta'âlâ'nın Rahim sıfatından yayılan rahmettir. Bu sebepten denilir ki, «Allah Ta'âlâ âhiretin Rahîm'idir»; yâni âhiret günü bütün rnü'minleri rahmetine garke-der.


Şunu da unutmamak gerekir ki , Allah Ta'âlâ'nın Rahman sıfatı, kendine hâs zât sıfatı olduğu halde, Rahim sıfatı, kendi içgüdüleri veya iradeleriyle hareket eden mahlûkata da bir nebze bahşedilmiş bir sıfattır. İnsanların kendi yavrularına veya biribirlerine karşı besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu Rahim sıfatının bir eseridir. Bundan dolayı insa­nın, Allah Ta'âlâ'nın zâtına hâs olan Rahman sıfatıyle nitelendirilmesi mümkün olmasa bile, Rahîm sıfatıyle nitelendirilmesinde bir beis yoktur. Nitekim bir kimse hakkında «çok merhametli» manâsında «rahîm» denil­mesi, yahut bununla isimlendirilmesi bundandır. [11]



1. Hamd, âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsustur.



1. Yalnız O Allah'tır ki, bütün âlemleri yarattığı, kullarını, hiçbir karşılık beklemeden bol bol nimetlendirdiği için hamdolunur. O'ndan başka hiç kimseye, hiçbir varlığa hamdetmek yaraşmaz. Hamdolunmak yalnız O'nun hakkıdır.


Fatiha sûresinin, dolayısıyle Kur'ân-ı Kerim'in ilk âyeti, insan oğluna bu gerçeği öğretmek için gönderilmiştir. Farz kılınan beş vakit namazın her rekâtinde tekrar tekrar okunan bu âyetle artık öğrenilmiş olmalıdır ki, her müslüman, Allah'ın her kulu, kendisine ihsan edilen sayısız nimetlere karşılık Allah'a hamd etmekle mükelleftir. Hamd, Allah'ın emri, insanın da görevidir.


Dikkat edilecek olursa, âyet, bir haber cümlesi olarak gelmiş ve hamdın, âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsus olduğunu bildirmiştir. Fakat, delâlet ettiği manâ emir manâsıdır. Alemlerin Rabb'ı Allah'a hamdediniz.


Kur'ân-ı Kerlm'de, haber cümlesi olarak gelen, fakat emre delâlet eden buna benzer âyetler vardır. Meselâ: «İbrahim'in makamı; her kim oraya girerse (tecavüzden) emin olur» (AH Imrân Sûresi, 97) âyeti bir haber Cümlesi olduğu halde «İbrahim'in makamı (Mescid-i Haram)'na girip sığınan kimseyi artık emîn bırakınız; ona tecavüz etmeyiniz» manâsındadır.


Bunun gibi hamd de, Allah'a mahsustur ve insanın O'na hamdetmesi zorunlu bir görevdir.


Hamd, türkçede karşılığı bulunmayan bir kelimedir. Her ne kadar bazıları bu kelimenin karşılığı olarak «övgü» (övmek) kelimesini kullanır­larsa da, bu kelime, aslında hamdin değil «medh»'\r\ karşılığıdır. İnsan, canlı olsun cansız olsun, iyi olsun kötü olsun, hoşlandığı pek çok şeyi medheder, yani över. Eğer bir kimseyi medhederse, ondan, herhalde iyilik görmüş olması lâzımdır. Bununla beraber, iyiliğini ve kötülüğünü görme­diği kimseleri de medhettiği olur. Fakat gereksiz medihler dalkavukluk sayılır ve çirkindir. Hazret-i Peygaber bir hadisinde «meddah kimseleri gördüğünüz zaman yüzlerine toprak saçınız» buyurmuştur[12] ki, bu, dalkavukluğun ne kötü bir şey olduğunu gösterir. Oysa hamdde dalkavukluk sözkonusu değildir.


Arapçada hamdin manâsına yakın olarak kullanılan bir de «şükür» kelimesi vardır ve gerçekleşmiş bir iyiliğe, veya elde edilmiş bir nimete karşı kalp ve dil ile yapılan teşekkür manâsına gelir. Bu iyilik gerçekleş­memiş, veya nimet elde edilmemiş ise, teşekküre gerek kalmaz. İnsan, kendisine yardım eden kimseye teşekkür eder; fakat o kimsede herhangi bir yardım teşebbüsü olmamışsa, teşekkür etmeye lüzum görmez. Bu bakımdan şükür de, medih gibi, hamdin müradifi (eş anlamlısı) değildir. Çünkü hamd, kendi iradesiyle ihsanda bulunan kimseye karşı, halen o ihsandan nasibini almamış olsa bile, ileride alacağı ümidini hiçbir zaman yitirmeyen kimse tarafından yapılır. O halde, kısaca belirtmek gerekirse, elde edilen bir nimete karşılık şükür, elde edileceği ümid olunan bir nimete karşılık da hamdedilir.Birincisi geçmişte kavuşulan nimetin sevincini, ikin­cisi de, gelecekte kavuşulması ümid edilen nimetin şevk ve heyacanını taşır. Bu bakımdan, insanın hali ve geçmişi için Rabb'ına şükrederken, geleceği için de hamdetmesi gerekir.


Fakat insan oğlu, ilâhi bir hikmet gereği, nankör yaratılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de onun nankörlüğüne sık sık işaret edilir. Bir âyette meâlen şöyle buyurulmuştur: «Denizde size zarar dokuma, bütün taptıklarınız kaybolur gider; yalnız O (Allah) kalır. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca, yüz çevirir dönersiniz; zaten insan da nankördür» (İsrâ sûresi, 67y. Oysa insanın, kendisini kurtaran Rabb'ına şükretmesi gerekmez mi? Hayır, şükretmez; çünkü nankörlüğü, şükretmesine engel olur. Halbuki onun, bu geçici dünyada varoluşununun hikmeti, sınanmak, denenmektir. Kur'ân-ı Ke-rîm'in bir sûresinde de şöyle buyurulmuştur; «Biz insanı, bir nutfcden, (iki cinsin) birleşmesinden yarattık, (Muradımız) onu denemektir. Onun için kendisini işitir ve görür kıldık. Ona yolu gösterdik. Artık o da, ya şükredici olur, yahut nankörlük eder» (Dehr sûresi, 2-3).


İnsanın nankörlüğü, hali ve geçmişi çabuk unutarak dâima geleceği düşnmesinden ileri gelir. Geçmişte elde ettiği ve halen elinde bulundur­duğu nimetler onu doyurmaz ve büyük bir hırsla gelecekte elde edeceği yeni nimetlerin peşinde koşar. İşte bu hırstır ki, ona, elindekiler için şük­retmesini unutturur. Oysa insanın şükretmek için sahip olduğu nimetler sayılamayacak kadar çoktur. Allah Ta'âlâ bir âyetinde şöyle buyurmuştur: «İşte O Allah'dır ki, geceyi dinlenmeniz, sükûn bulmanız, gündüzü de görmek için apaydınlık yarattı. Muhakkak ki Allah, insanlara karşı çok lütûfkârdır; fakat onların çoğu şükretmez (Mü'min sûresi, 61).


Görülüyor ki, insanın göze çarpan ilk büyük kusuru, kendisine verilen nimetlere karşılık şükretmemesidir. İyiye yöneliş ise, bu kusurun ortadan kaldırılması ve insanın şükreden bir kul olmasıyle mümkündür. Bu da, onun, biraz önce işaret ettiğimiz hırstan kurtulmasıyle gerçekleşir. Hırstan kurtuluş, başkasına ihsan edilenden dolayı nefsini hased denilen illete kaptırmadan, Allah'ın, kendisine de ihsan edeceği ümidi içinde bulunmak ve bu ümidin verdiği şevk ve heyecan ile Allah'a hamdetmek suretiyle olur. Hamdetmesini tiilen kimse, hem nefsini hırstan temizlemiş, hem de şükür kapısına yaklaşmış olur. Çünkü şükre hamd yoluyle ulaşılır. Hazret-i Peygamber bir hadisinde «hamd şükrün başıdır; Allah'a hamdetmeyen


şükür de etmez» buyurmuştur.


Demek ki insan, hamdederek şükretmesini öğreniyor. Ne var ki, lâyıkıyle hamdetmenin güçlüğü, şükredenlerin az olması sonucunu doğu­ruyor. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de «Kullarımdan şükredenler azdır» (Sebe1 sûresi, 13) buyurulmuştur. Allah'a nasıl hamdedilir?


Hamdin güçlüğü, bu soruya verilecek cevapta kendisini gösterir. Önce şuna işaret etmek gerekir ki, insan Elhamdülillah demek sure­tiyle Allah'a hamdetmiş olur. Ancak bu söz, kurukuruya söylenmiş, ruhsuz bir sözden ibaret olmamalıdır. Onun içindir ki, hamdin, hem dil ile, hem kalp ile, hem de bedenin diğer organlarıyle yapılması gerekir. Dil ile yapılan hamd, hamdin Allah'a mahsus olduğunu ikrardan ibaret olan Elhamdülillah demektir. Ancak dil, bunu ikrar ederken, kalp, kendi yönünden, hamde lâyık olan Allah'ın birliğini, O'ndan başka tanrı, O'ndan başka ibadet edilmeğe değer hiçbir varlık bulunmadığını; her şeyi yaratan, her şeyi düzene koyan, idare eden, can veren ve can alan yalnız O'nun olduğunu, en güzel isimlerin, en yüce sıfatların O'na âit bulunduğunu, tas'diktetmeiidir. Beden ise, bütün organlarıyle, kalbin yegâne mabûd olarak tanıdığı Allah'ın, emir ve yasaklarına tam bir boyun eğişle, O'na ibadet etmeli, kulluk görevini kusursuz yerine getirmelidir.


İşte, dil, kalp ve bedenin, beraberce yapmak zorunda oldukları böyle bir hamd, yalnız Allah'a mahsustur. O, öyle Allah'tır ki, bütün âlemlerin Rabb'ıdır. Yerde gökte, canlı cansız, gözle görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen her ne varsa, bunların hepsi, O'nun tarafından yaratılmış, hepsi bir nizam içerisinde kendi yerine O'nun tarafından konulmuştur.


Rab kelimesi, terbiye manâsında masdar olmakla beraber, bir şeyi, veya bir insanı, en ibtidâl halinde ele alarak, adım adım, derece derece, yetiştiren, terbiye eden ve kemale erdiren «mürebbi» manâsında isim olarak da kullanılmıştır. Lugattaki bu manâsı yanında, bir de, sahip ve mâlik manâsına gelir ki, ev sahibi hakkında rabbu'd-dâr, mal sahibi hak­kında da rabbu'l-mâl denildiği maruf ve meşhurdur. Ancak rab kelimesi, rabbu'd-dâr ve rabbu'l-mâl terkiplerinde olduğu gibi bir izafet yapılmadan sadece «Rab» denilmek suretiyle Allah'tan başka hiç kimse hakkında kullanılmaz. Çünkü bu kelime, varlık âlemini icad eden, kemaline varın­caya kadar onu terbiyeden geçiren, beslenmesi için her çeşit ihtiyacını temin eden ve bunun gibi dilediği her şeyi kendi iradesiyle yapabilecek kuvvet ve kudrete sahip bulunan Allah Ta'âlâ'ya delâlet eder. Buna göre Rab, hem yoktan varederek yaratan, hem de yarattıklarını bir nizam içerisinde olgunlaştıran demektir ki, âyet-i kerimede şümulü dolayısıyle Rabbul-âlemîn denilmiştir.


Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, «âlem» kelimesiyle bütün mevcudat kasdedilmiş olmakla beraber, «Rab» kelimesiyle uyuşan bir manâsı da bulunmaktadır. Dilde bu kelimenin çok defa canlı varlıklara delâlet etmek üzere kullanılması âdet olmuş ve «insanlar âlemi», yahut 'hayvanlar âlemi», yahutta «nebatlar âlemi» denildiği halde, hiç bir zaman, cansızlara delâlet etmek üzere «taşlar âlemi», veya «topraklar âlemi» denilmemiştir. Allah Ta'âlâ cansız varlıkları da yaratarak onlara derece derece bir nizam vermiş ise de, terbiye sözkonusu olduğu zaman dâima canlı varlıklar ve bunlar arasında özellikle insan, bu terbiyeden en büyük nasibini almıştır. Bundan dolayı insan, bütün mevcudatı yaratan ve terbiye eden Allah'a hemdetmek zorundadır; çünkü hamdediimeğe lâyık olan, yalnız O'dur. [13]



2. (O, aynı zamanda) Rahman'dır, Rahîm'dir.



2 Allah Ta'âlâ, ilk âyette, kendisini Rabbu'l-âlemin diyerek vasfedip bütün mevcudat üzerindeki azametini ve hâkimiyetini ilân ettikten ve kullarının kalbinde bu azamet ve hâkimiyetten ileri gelen korku ürpertileri


meydana getirdikten sonra, manâlarını daha önce açıkladığınız Rahman ve Rahim sıfatlarını zikrederek onlara müjdeyle sükûnet veriyor. İlâhî hikmet, kulların daha itaatkâr olmalarını sağlamak için azâb ile müjdeyi, korku ile sevgiyi beraberce işlemeyi edebî sanatın bir gereği saymıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Meselâ Hıcr sûresinin 49-50 nci âyetlerinde şöyle buyurulmuştur: «Kullanma haber ver ki, muhakkak ben, evet ben, mağfiret ve rahmet ediciyim. (Bu­nunla beraber) azabım da elbet en şiddetli azabın ta kendisidir.»


Kur'ân-ı Kerîm'de görülen bu eşsiz uslûb, insanın, ne Allah'ın sadece azâb edici bir varlık olduğunu düşünerek ümidsizliğe düşmesine, ne de sadece mağfiret edici plmas1 dolayısıyle kendisini O'nun kontrolü dışında saymasına yol açar. Aksine insan, devamlı bir kontrol altında bulundu­ğunu bilerek, kendisini Allah'ın azabından kurtaracak ve mağfiretine ka­vuşturacak bir düşünce ve davranış içinde bulunur.


Fatiha sûresinde bu üslûbun ince bir sanatla işlendiği görülmektedir. RabbV I-âlemin lafzıyle Allah Ta'âlâ'nın azametini insan kalbine nakşedip ürperti hâsıl ederken, rahmetinin sonsuzluğuna işaret ederek bu ürpertiyi sevinç dolu bir ümide dönüştürüyor. Ve insan, işte o zaman anlıyor ki, kendisi, bütün canlıları yaratan, sonra terbiye eden ve rahmetini esirgemi-yerek onlara bol bol ihsanda bulunan Allah Ta'âlâ'nın devamlı kontrolü altındadır. Bu kontrolden kurtuluş yolu bulunmadığı gibi, bir gün bu ihsana karşılık yaptıklarının hesabı kendisinden sorulacaktır. Bunu soracak olan elbette Allah Ta'âlâ olacaktır. Çünkü O: [14]



3. Dîn Günü'nün de sahibidir.



3 Din Günü, âhiretteki hesap günüdür. Bu gün mutlaka gelecek ve insanlar Rab'iarının huzurunda mutlaka hesaba çekileceklerdir. Yaratılı­şın gayesi bunu gerektirir. Çünkü Allah Ta'âlâ, insanı yaratmış, akıl ve irade vererek ve en güzel şekilde terbiye ederek onu diğer varlıklardan ayırıp yüceltmiş, sonra da ona bir takım görevler yükleyerek, kendisinden, Rab olarak tanınmasını istemiştir. Her nimetin bir külfeti olmak gerek. Allah 'in sayısız nimetlerine karşılık insanın bu külfetlere katlanması kulluk icabıdır. Diğer yönden, bu külfetlerde, insan için ayrı birer nimet sayılmalı­dır. Allah Ta'âlâ'nın insana yüklediği hiçbir görev onun zararına değildir. Aksine bunların hepsi de ona insanlık şeref ve haysiyetini kazandıracak, onları kendi nefsinin şaşırtmasından, başkalarının yanıltmalarından koru­yacak görevlerdir. Bu görevlerin yerine getirilmesi gerekir. Bununla bera-


ber insan onları çekilmez bir yük sayarak tembellik eder, Rabb'ına kulluk etmekten kaçınırsa, işte o zaman, O'nun emirlerine karşı isyan, nimetle­rine karşı nankörlük etmiş olur. Oysa, iyiyle kötünün, itaatla isyanın, şükür ile nankörlüğün bir olmaması, aynı kefede tartılmaması gerekir. İnsan oğlunun, uğrunda savaşıp ölümü göze aldığı iyilik, güzellik ve doğruluğun, zıdlarından mutlaka ayırt edilmesi ve bunlara yönelenlerin, bunları kendi­lerine düstûr edinenlerin mutlaka mükâfatlandırılmalan gerekir. Aksi halde uğrunda savaşıp ölünecek ne kalır?


Zaten dinin gayesi de insanları iyi, güzel ve doğru olan yola yönelt­mek değil midir? Peygamberler bunun için gönderilmemişler midir? Eğer iyi ile kötü birbirinden ayırt edilmez, iyilik yapanla kötülük yapan, yaptıkla­rının karşılığını görmezlerse, dînin ve onu tebliğ etmekle görevli peygem-berin ne hükmü kalır?


Hayır. İnsan asla başıboş bırakılmıyacak,yapttğının karşılığını mutlaka görecektir: İyilik eden mükâfatını alacak, kötülük eden de akıbetini göre­cektir: Ve bu hesap, yukarıdaki âyet-i kerîmede de işaret olunduğu gibi, Din Günü, yani hesap veya ceza günü görülecektir.


Dînin gayesi, Allah'a itaat edenle isyan eden arasındaki bu hesabın görüleceğini duyurarak insanı itaat yoluna davet etmek olunca, hesabın görüleceği bu güne «Dîn Günü» denilmesindeki incelik kolayca anlaşılır.


Dîn Günü, bildiğimiz 12 veya 24 saatlik bir gün değil, fakat süresini ancak Allah'ın bildiği bir zaman uzunluğudur ve ba'su ha'del mevt dediği­miz «öldükten sonra dirilme» ile başlayan kıyamet gününün bir bölümü­dür. Bu sebepten, hesap veya ceza günü de denilen Dîn Günü sözünde kıyamete bir işaret varsa da bu söz, kıyamet günü manâsına gelmez.


İşte bu Dîn Günü'nün yegâne mâliki, sahibi Allah Ta'âlâ'dır. Madem ki bütün âlemleri, canlı ve cansız bütün varlıkları yaratan O'dur; madem ki hepsini terbiye eden ve hepsini nizama sokan O'dur; ve madem ki Rah­man ve Rahim olarak hepsine sayısız nimetler veren ve rahmetini onlar­dan esirgemiyen O'dur; o halde Hesap Gününün mâliki, sahibi de elbette O olacaktır. Ve elbette kullarını hesaba çekerek iyileriyle kötülerini biribi-rinden ayıracak, iyilerini mükâfatlandırıp, kötülerini cezanlandıracak olan da O'dur. İster bazı kıraatlara göre «Sahip» manâsına gelen «Mâlik» olsun, ister diğer bazılarında okunduğu gibi hükümdar manâsına gelen «Melik» olsun, hesap günü, bütün kullan hakkında hüküm verecek olan da, yalnız Allah Ta'âlâ'dır.


O halde, insan için yalnız O'na kulluk edip yalnız O'na sığınmaktan başka çare yoktur. İşte bundan dolayı, yukarıdan beri açıklamağa çalıştı­ğımız bu gerçekleri görüp anlayan ve onlara inanan insan, Rahman,


Rahim ve Dîn günü'nün sahibi, bütün âlemlerin Rabbı Allah Ta'âlâ'ya yönelir ve O'na der ki: [15]



4. (Rabbımız!) Ancak sana ibadet eder ancak senden yardım isteriz. ve



4 Çünkü senden başka mabûd, senden başka sığınılıp yardımı iste­necek Rab yoktur. Senin-ulûhiyetin (tek ilâh oluşun), benim ubudiyetimi (kulluğumu), senin rubûbiyetin (Rab oluşun) de benim sana sığınmamı ve senden yardım istememi gerektirir.


İbadet, kulluk etmek manâsına gelir. İnsan, yaratılışı icabı kulluk etmeğe müsait olan bir varlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetinde «Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım» (Zâriyât sûresi, 56) buyruimuş-tur. Bu açık ve kesin beyan, insanoğlunun fıtratında, ibadet etmeğe, kul olmağa karşı bir eğilimin bulunduğunu gösterir. Bu eğilim dolayısıyledir ki, insan, daima kendisine kulluk edeceği bir varlık bulmakta güçlük çekmez. Nitekim insanlık tarihinde, insanoğlunun zaman zaman gerçek mabudu unutarak kendisine çeşit çeşit ilâhlar edinmesi fıtratındaki bu eğilimin neticesidir. Hattâ insanın, bazan, kendi cinsinden olan bir varlığı ilâh mertebesine yükselterek onun kulu ve kölesi olması da, yine yaratılışın-daki bu eğiliminden dolayıdır.


Halbuki insan, bu eğilimine rağmen şerefli bir varlıktır. Allah Ta'âlâ bunu Kur'ân-ı Kerlm'de belirtmiş ve İsrâ sûresinin 70. âyetinde şöyle buyurmuştur: «Biz gerçekten insanogullanna büyük şeref verdik. Onları karada ve denizde taşıdık; en güzel şeylerden onlara rızıklar verdik ve yarattıklarımızın çoğuna büsbütün üstün kıldık».


Onun için insan, kendisine bahşedilen bu şerefli mertebeyi takdir ederek koruması, ona gölge düşürecek, yahut onu minnet, zillet ve haka­rete maruz bırakacak her türlü düşünce ve davranıştan uzak bulunması gerekir. İnsanın kendi cinsinden bir canlıya, yahut başka bir şeye kul ve köle olması, onun şerefini yok edecek, aynı zamanda yegâne mabûd olan Allah'ın ulûhiyetini inkâra götürecek davranışlardır. Bu sebeple insan, yalnız Allah'a kulluk etmeli ve yalnız O'na sığınmalıdır. Bu, şeref ve haysiyeti korumanın tek yoludur.


Ancak, Allah'a ibadet etmek, namaz, oruç, zekât ve hac gibi sadece bedene ve mala taalluk eden davranışlardan ibaret değildir. İbadet keli­mesi, lugatta, bir şeye sımsıkı yapışmak, sarılmak, ve onu hiçbir surette bırakmamak manâsına gelir. Şerîat dilinde ise, bu manâya uygun plarak,


insanın, kendisini Rabb'ına bağlaması, zikriyle ve fikriyle O'nda bulun­ması ve O'nda yaşaması, kulluğunun gerektirdiği bütün davranışları yap­masıdır. Bunun için de, Allah'ın bütün üstün sıfatlanyle bilinip tanınmasını gerektiren, kemale ermiş bir îmana ihtiyaç vardır. İşte bu îmanla, biraz önce işaret ettiğimiz davranışların bir insanda birleşmesi halindedir ki, o insan Allah'ın gerçek kulu olur; yalnız O'na ibadet eder, yalnız O'ndan yardım ister.


Yalnız Allah'tan yardım İstenmesi, O'nun bütün âlemlerin Rabb'ı olması dolayısıyledir. Canlı ve cansız her ne varsa, hepsini de kendi kuvvet ve kudretiyle yaratan, terbiye eden, sonra da bol bol rızık veren O'dur. Kuvveti ve kudreti sınırlı olan insan, ibadetlerinde olduğu kadar, diğer işlerinde de O'nun yardımına muhtaçtır. O'nun yardımı olmazsa, insan ne kulluk görevini yapabilir, ne de diğer işlerini. Bir gün Hazret-i Peygamber Muâz'ın elini tutmuş ve ona şöyle demiştir: «Vallahi, ben seni severim; sana tavsiye ederim ki, her namazın arkasından şu duayı ihmal cime: Allah'ım, seni zikrimde, sana şükrümde ve ibadetimde bana yardım et.» [16]


Yardım, insanın kendi kuvvet ve kudreti dahilinde yapabileceği önemli işler için istenir. İnsan yapacağı işe teşebbüs eder ve bu arada Allah'ın yardımını istemekten de geri kalmaz; Çünkü her iş, ancak O'nun yardımıyle sonuçlanır. İşte bu inanç içerisinde Rabb'ına yönelen insan, bütün işlerinin doğru ve Rabb'ının rızasına uygun olması için O'na kalbinin bütün saflığıyle dua eder ve şöyle der: [17]



5. Bizi doğru yola ulaştır.



5 Madem ki bütün âlemlerin Rabb'ı sensin; mademki senin yardımın olmadan biz hiçbir şey yapamayız; o halde bizi dünya ve âhiret saadetine erdirecek doğru yola ulaştır. Çünkü biz senin yardımın olmadan bu yolu bulamayız. Hissimize güvenerek bir yol seçecek olursak, doğruyu eğri görüp ondan sapabiliriz. Aklımız ise, çok defa şehvetin esiri olan nefsimi­zin emri dışına çıkmadığı için ona hiç güvenilmez. Onun için, rıza gösterdi­ğin, bizzat seçtiğin doğru yola, bizi sen ilet. Aslında, sen bize, sevgili Peygamberinle ve onun vasıtasıyle gönderdiğin Kur'ân-ı Kerîm'de bu yolu gösterdin. Fakat sadece göstermen bize yetmiyor. Dünyaya olan aşırı derecedeki bağlılığımız,çok defa gözlerimizi kararttığı için,gösterdiğin bu yolu göremiyoruz. Onun için bize yardım et ki, bu yolda dosdoğru gidebilelim.


İşte bu manâda, kul, yalnız Allah'a ibadet edileceğinin ve yalnız O'ndan yardım isteneceğinin tam inancı içerisinde, O'ndan istenecek ilk ve sürekli yardımın da, hidayet ve irşad olması gerektiğini bilmek zorun­dadır. Bu yardım isteği, ne şan, şöhret ve ne de mal mülk kazancıyle ilgilidir. Çünkü Allah'ın hidayetinden mahrum kalmış insanın, ne şanı şöhreti, ne de malı mülkü kendisi için bir kurtuluş vasıtasıdır. Bunlar, insana, belki geçici bir dünya saadeti getirmiş olsa bile, ebedî olan âhiret hayatı için hiçbir fayda sağlamazlar. Onun için, insanın, her şeyden önce, hem dünya, hem de âhiret saadetine vesîle olacak bir şey için Allah'ın yardımını istemek zorundadır. Bu vesîle de, hak olan, doğru olan, Allah'ın rızasına uygun olan yolda gidebilmektir.


Her ne kadar insan, akıl sahibi olarak, diğer varlıklardan ayrılmış ve onlar arasında üstün bir mevki kazanmış ise de, aklın her insanda birbirin­den farklı derecelerde bulunması ve daima gelişmeye müsait olması dolayısıyle, her zaman doğru yolu, özellikle Allah'ın rızasına muvafık olan yolu bulabilmesi mümkün değildir. Nitekim toplumlar içinde akıllarıyle övünen nice insanlar vardır ki, akılları şehvetlerinin esîri olmuş, sadece onları tatmin etmek için faaliyet göstermiş, ve bu sebepten onları doğru yola iletememiştir. O halde insanın, bu yola sevkedecek, bu yolda gitme­sini sağlayacak ayrı bir güce ihtiyacı vardır ki, bu da Allah Taâlâ'dır. İnsan yalnız O'na yönelerek «bizi doğru yola ulaştır» diye yalvarır; sonra da bu doğru yolu tarîf ederek: [18]



6. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yo­luna; der.



6 İnsanın, Rabb'ından iletmesini istediği bu yol, O'nun, daha önce gelip geçmiş milletlerden nimet vererek dünya ve âhiret saadetine ulaştırdığı kimselerin yoludur. Gerçekten, Allah Ta'âlâ, eski milletlere mensup bazı kimselere öyle bir yol ihsan etmiştir ki, onlar bu yolda giderek dünya ve âhiret saadetinin en mükemmeline erişmişlerdir. Bunu, Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetinden anlamak mümkündür: «Kim, Allah'a ve Peygamberce itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaş­tır» (Nisa sûresi,69).


Bu âyetin delaletiyle anlaşılmaktadır ki, geçmiş milletlerden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler, Peygamberler, sıddîklar, şehîdlerve iyi adamlardır. Allah Ta'âlâ bunları îman ve itaat gücüyle nimetlendirmiş ve


kendi seçkin kullan kıimıştır.Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok sûresinde bunların kıssaları anlatılmış ve insanların bu kıssalardan ibret almaları, îman ve itikad hususunda onlar gibi olmaları istenmiştir. Bu sebeple onların yolu, îman ve itikad yoludur; kim bu yolda giderse, onlarla bir ve beraber olur. İşte, Allah'tan kendisini doğru yola, geçmiş Peygamberlerin ve sâlih kişilerin îman ve itikadla örülmüş hak yoluna iletilmesini isteyen insan, niyazına devam ederek, Allah'ın rızasına uygun olmayan yollardan da korunmasını ister ve der ki: [19]



7. Gazabına uğrayanların ve sapık olanların yoluna değil.


7 İnsanın Allah'tan iletilmesini istediği doğru yol, şüphesiz, O'nun gazabına uğramışların, yahut sapıklığa düşmüşlerin yolu değildir. Çünkü Allah Ta'âlâ, Peygaberlere, sâlihlere ve şehîdlere bahşettiği hak yolu, gazabına uğrayan ve sapıklığa düşen kimselere bahsetmemiştir.


Yukarıda, Fatiha sûresinin, Kur'ân-ı Kerîm'in «mukaddime» si oldu­ğunu zikretmiştik. İşte onun bu niteliği dolayısıyle, sûre içindeki bu âyetler­le, geçmiş milletlere işaret edilmiş, fakat onların açıklanması, Kur'ân-ı Kerîm'in başka sûrelerine bırakılmıştır. Nitekim onun dörtte üçü, geçmiş milletlerle ilgili kıssalarla ilgilidir. Bu kıssalarda, onların imanları, yahut küfürleri, saadetleri yahut şekavetleri anlatılarak insanların bunlardan ibret almaları sağlanmıştır. Çünkü insanlık târihinde, milletlerin başlarına gelenleri örnekleriyle göstererek doğru yola davet etmekten daha tesirli bir eğitim metodu düşünülemez. İşte insan, daha önce yaşamış olan bu milletlerin Kur'ân-ı Kerîm'de gösterilen akıbetlerini gözönünde bulundura­rak, Rabb'ından, gazabına uğramışların ve sapıklığa düşmüşlerin yoluna değil, Rab'ları tarafından kendilerine ihsan edilenlerin yoluna hidayet edilmesini ister.


Allah'ın ihsanına mazhar olan kimselerin, Peygamberler, sıddlklar, şehîdler ve iyi adamlar olduklarını Nisa süresindeki bir âyete istinaden yukarıda açıklamıştık. Burada da, gazab olunanların ve dalâlete düşmüş oianlann kimler olduklarını açıklamak gerekir. Acaba bunlar kimlerdir?


Tefsirler bu konuda iki farklı görüş getirmişlerdir. Görüşlerden birisi, mağdûb aleyhim (gazab olunanlar) ve dallın (dalâlete düşmüş olanlar) kelimelerini umûmî manâda alarak, birincileri, kendilerine hak dîn ulaştığı halde, babalarından ve dedelerinden kendilerine mîras kalan bâtıl yolu terketmemekte direnen, hak dîne sırt çeviren ve böylece Cehennem'in derinliğini boylayacak olan müşrik ve kâfirlerle açıklanmıştır. İkinciler ise, yine bu görüşe göre, hak dîni bilmeyen, yahut doğru yönüyle anlamayan ve dolayısıyle inanç ve akidelerinde büyük hatalara düşen kimselerdir. Bunlara hak dîn ulaşmamış, yahut ulaşmış olsa bile, onun gerçek yönü, bu gibi kimseler için açıklık kazanmamıştır.


Bu iki kelime hakkındaki diğer görüş ise, umumiyetle eski tefsirlerin ittifakla benimsedikleri görüştür. Kelimeler dar manâ içersinde açıklan­mış, ve gazab olunanların yahudîler, dalâlete düşmüş olanların da hıristi-yanlar oldukları söylenmiştir. Bu görüş, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerine de uygun düşmektedir. Meselâ Bakara sûresinin 61 inci âyetinde «Al­lah'tan bir gazaba da uğradılar», A'râf sûresinin 152 nci âyetinde «şüphe yok ki buzağıya (tanri diye) tutunanlara Rab'larmdan bir gazab, dünya hayatında da bir horluk erişecektir», Mâide sûresinin 60 ınct âyetinde «Allah'ın lanet ve aleyhinde gazab ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır» Duyurulmuştur. Bu âyetlerin hepsinde de söz konusu edilen «gazaba uğramışlar» yahudîlerdir.


Buna karşılık meselâ Mâide sûresinin 77 nci âyetinde «De ki; Ey kitap ehli, dîninizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel, gerçekten, hem kendileri sapmış, hem bir çoğunu saptırmış ve (halâ da) doğru yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin heva ve hevesine uymayın», Al-İ İmrân sûre­sinin 69 uncu âyetinde de «Ehl-i kitaptan bir zümre sizi saptırmayı çok istedi. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da (bunun) farkına bile varmazlar» buyurulmuş ve bu âyetlerde de hıristiyanlar söz konusu edilmiştir. Gazabın yahudllere, dalâletin (sapıklığın) de hıristiyan-lara nisbeti, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen bazı hadîslerde de görülür. Tirmizîve Ahmed İbn Hanbel'in Adiy İbn Hâtim'e varan bir isnadla naklettikleri hadîste, Hazret-i Peygamber «gazab olunanların yahudîler, doğru yoldan sapmış olanların da hıristiyanlar olduğunu» bildirmiştir. [20]


İlk müfessirlerin, bazı Kur'ân âyetlerine ve Hazret-i Peygamber'den gelen hadîslere istinaden gazabı yahudîlere, dalâleti de hıristiyanlara nisbet etmeleri, daha sonraki müfessirler tarafından kabul edilen ve umumî manâda hak yola girmemiş, veya hak yoldan sapmış olan kavim­lere birer örnek gösterilmesi itibariyle olsa gerektir. Çünkü Allah Ta'âlâ'nın gazabına uğrayan ve dalâlete düşmüş olanlar, sadece yahudîler ve hıris­tiyanlar değildir. Bununla beraber yahudllerin ve hrristiyanların kitap eh­linden olmalarına ve İslâm'a yakın zıdlıkları bulunmasına rağmen, gazab olunanlar ve dalâlete düşmüş olanlar arasında zikredilmeleri, diğerlerinin akıbetlerini tayin etmek hususunda büyük fayda sağlaması yönündendir. Çünkü insan, suçu hafif olanlara verilen ağır cezadan, büyük suç işleyen­lerin akıbetlerini daha kolay anlıyabilir.


İşte, Allah Ta'âiâ'nın gazabına uğrayan ve dalâlete düşmüş olanların akıbetlerinden ders almasını bilenler, aynı akıbetle karşılaşmamak için, Rab'larına yönelirler de, «Rabb'ımız, bizi onların yoluna değil de, hak yolu, kendilerine ihsan ettiğin kimselerin, peygamberlerin, sıddîkların ve şehîd-lerin yoluna ilet» derler; sonra da, hemen arkasından dualarını yapıp tamamlamış olanların gönü. rahatlığı içinde «Allah'ım, sen, kullarının dua­larını kabul edicisin; benim bu duamı da kabul et» manâsına gelen Amîn sözünü ilâve ederler.


Amîn, Kur'ân'dan olan ve Fatiha sûresi içinde yer alan bir söz değil­dir. Bununla beraber, Buhârî ve Müslim tarafından da nakledilen bir hadîs­ten öğrenildiğine göre, Hazret-i Peygamber «İmam (Namazda) gayril mağdubi aleyhim ve laddâllîn dediği zaman, siz de Amîn deyiniz. Sizin Amîn demenizle, meleklerin Amîn demeleri birleştiği zaman gecmis eiinah-îannız mağfiret olunur» buyurmuştur.[21] Bu hadis gereğince Fatiha sûresinin okunmasından hemen sonra Amîn demek sünnet sayılmıştır. Keza namazda da imamın, imama uyan cemaatın ve tek başına namaz kılanın Amîn demesi, Mâlikîler dışındaki üç mezhebe göre sünnettir. Mâlikîler ise, mendûb olduğu görü­şündedirler. Diğer Taraftan, Şâfiîler ve Hanbelîler, Fatiha sûresinin ceh­ren (sesli) okunduğu namazlarda Amîn sözünün de cehren, Hanefîler ise, her çeşit namazda sirren (sessiz) okunmasını sünnetten saymışlardır. [22]









[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/1-2.



[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/2.



[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/3-4.



[4] Hadisin metni için bkz. Müslim, Sahîh, 1.296-297; keza bkz. Tirmizl, Sahîh,H.25; Ahmed İbn Hanbel, Musned, VI. 142, 275.



[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/4-5



[6] hadisin tam metni için bkz.Müslim, Sahîh, 1.556; Ebû Dâvûd, Sünen, 1.337; Ahmed İbn Hanbel, Musned, v.58,H2



[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/5-6



[8] Meselâ bkz. Buharı, Sahih, IV. 93; VII. 99; Müslim, Sahîh, IV. 2015



[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/7-8



[10] Hadis için bkz. îbn Mâce, Sünen, I. 585; Ahmed İbn Hanbei, Müsned, II. 359.



[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/8-15.



[12] Müslim, Sahih, ıv.2297.



[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/15-18.



[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/18-19.



[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/19-21.



[16] Ebû Dâvûd, Sünen, I. 349; Ahmed İbn Hanbel, Musned, V. 245.



[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/21-22.



[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/22-23.



[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/23-24.



[20] Ha­dîsin metni için bkz. Tirmizî, Sünen, V. 204; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV. 378. Tefsir kitaplarında, bu konuda nakledilmiş daha bir çok hadîs görülür.



[21] Hadîs metnî için bkz. Buhârî,JSaKîh, v. 146; Müslim, Sahih, ı. 307).



[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/24-26.

Hiç yorum yok: