BOLÜM III 1
FATİHA SURESİ'NİN İKİNCİ KISMI 1
"Ancak Sana İbâdet Eder Ve Ancak Senden Yardım Dileriz." (Fatiha, 4) 1
Akılların, Nefislerin ve İnsanın Kıblesi 7
Zatî Ve Sıfati İbâdet 8
Amel ve İbâdet 9
"Ve İyyake Nestein / Ancak Senden Yardım Talep Ederiz". 9
"Cem" ve "Matla" Lisanıyla Açıklama. 11
Tamamlayıcı Açıklama. 15
BOLÜM III
FATİHA SURESİ'NİN İKİNCİ KISMI
"Ancak Sana İbâdet Eder Ve Ancak Senden Yardım Dileriz." (Fatiha, 4)
Öncelikle -Allah'ın yardımı ve dilemesiyle- dilin zahirînin ve mertebesinin gerektirdiği hususları zikretmekle başlayalım; bunun ardından ise, zahirden ve zahirde, tedricen bâtına doğru terakki edeceğiz. Daha sonra "had"de, sonra da "matla"a ve bütün bunların üzerinde hâkim olan ve hepsini ihata eden hakîkate/emr ulaşacağız. Nitekim, daha önceki konularda da Allah, aynı şeyi nasip etmişti.
Şöyle deriz: "İyya" mansup ve ona ilave edilen eklerle birlikte "munfasıl" zamirdir. Bunlar, "iyyake", "iyyahu" ve "iyya-yer/âe oiduğu gibi, birinci, ikinci ve üçüncü şahsın hükmünü açıklamak için "iyya" kelimesine eklenen "Kaf", "Ha" ve "Ya" harfleridir (birinci, ikinci ve üçüncü tekil şahıs zamiri).
Dil bilimi uzmanlarına göre, "eraeytü-ke/seni gördüm" kelimesinde "Kaf/Ke-seni" harfinin iraptan mahalli olmadığı gibi, bunun da iraptan mahalli yoktur; bunlar, kast edilmiş gizli isimler değillerdir. Nahivci Halil'in, bazı kimselerden rivayet ettiği "Kişi, altmış yaşma ulaştığında (fe-iyyahu ve iyya es-sebe/artık elbiseyi neylesin" deyişi ise, istisnadır, buna dayanarak hüküm verilmez.
Sözlükte "ibâdet", boyun eğmek ve zelilliğin nihayetidir. Bu anlamca, son derece sıkışık ve yoğun dokunmuş elbiseye "sev-bun zu-abde" denilir; adeta bununla, elbisenin, güçlü tesir ve etkiye konu olduğuna işaret edilmiştir. Ayrıca "arz-ı mu'bede" de, bundan türetilmiştir; bunun anlamı, zelil olmuş arz demektir.
"İyyake na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetinin zâhirin-deki bâtm sırrı ise, şudur: Hak, hamd ile zikredilip, celâl ve azamet sıfatlan kendisine izafe edildiğinde ve kemâl sıfatlarıyla nitelendiğinde, ilim veya zihin, tasavvur edilen bir şeye ilişir/taalluk; bu şey, şanı yüce, övgüye, boyun eğmeye ve önemli konularda kendisinden yardım dilemeye layık bir varlıktır. Böylelikle, dua sahibinin zihninde bu varlığın mertebesi ve azametinin sureti taayyün ettiğinde, bu özelliklerle farkhlaşan bilinen veya tasavvur edilen varlığa hitap edilir; bu hitap, dua sahibinin ona dair sahip olduğu ve bu sıfatları kendisine isnat etmesini mümkün kılan itikadına göredir.
Dua edenin, o esnada, rubûbiyet makamının mukabili olan ve bunun ardından "Ancak sana ibâdet ederiz" ile "Ey bu sıfatların sahibi" demeyi hatırlatan ubudiyet makamındaki duruşu, ibâdeti ve yardım dilemeyi sadece O'na tahsis etmeye işaret etmektedir. Bunun anlamı, ibâdet ve yardım talebini sadece Hakka münhasır kılarak, senden başkasına ibâdet etmeyiz ve senden başkasından yardım istemeyiz, demektir; ayrıca bu hitap, ibâdetin bu farklı varlık için yapıldığına en iyi delildir ki, o, ibâdetin sadece vasıtasıyla gerçekleştiği varlıktır.
Bunun yanında bu hitap, ibâdetin yardım talebiyle birlikte olduğunu göstermektedir; böylelikle, kulların Rablarma yaklaştıkları şeyler ile muhtaç oldukları ve talep ettikleri şeyleri birleştirmiştir. İbâdetin yardım dilemeden önce zikredilmesi ise, icabet ümidiyle, vesileyi hacete takdim etmek gibidir. Nitekim Allah teala, şöyle buyurmaktadır: "Peygamberden bir şey rica ettiğinizde bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlıdır."
Ayette yardım talebinin mutlak olarak zikredilmesinin nedeni, yardım dileyen herkesi içermesi içindir.
Bu âyette, âyetin zahirînin çağrıştırdığı ve kısmen bâtına işaret eden hususları zikrettikten sonra, şimdi de bunun üzerindeki meselelere geçiyoruz.
Ey düşünen/müteemmil kişi! Öncelikle, zikrin ve huzû hakikati bölümünde daha önce zikrettiklerimiz meseleleri hatırlatacağız. Bunları, "Rahim ve rahman olan Allah'ın adıyla başlarım" dediğinde Hakkın namaz kılan kuluna cevap sadedinde söylediği "Kulum beni zikretti" ifâdesinin sırrını açıklarken belirtmiştik; çünkü, burada o ifâdeleri tekrarlamak gerekmektedir.
Sonra şöyle deriz: Allah, akıl sahiplerinin dikkatini, şimdi açıkladığımız konunun bazı sırlarına "Her birisinin bir yönü vardır, ona döner. Siz hayırlı olanlarda yansınız" âyetiyle gizli bir şekilde çekmiştir. Herhangi bir şeye ibâdet eden kimse, kuşkusuz ki, ibâdet ettiği şeye/mabûd yönelmektedir/teveccüh. Herhangi bir şeyin mabuduna teveccühü, bu teveccühe kendisini sevk eden nedenden sonra geli; söz konusu neden, kişinin yöneldiği varlık hakkında kendisinde sabit olan şeye göre ortaya çıkar; kişide sabit olan şey ise, bir takım delil ve öncü İlerden/mukaddime meydana gelen ilmî bir suretten ibarettir. Bunlar, o kimsenin inancına göre, yakinîbir kesinlik ifâde ederler. Ya da bu sabit şey, işitilmiş sözlerden veya görülen eser ve âyetlerden meydana gelen zihnî bir surettir; bu âyet ve eserler, kemâl oldukları zannedilen bir takım durumlara/umur delâlet ederler ve bu eserlerin izafe edildiği ve bu kemâllerin istinat ettiği kimse adına meydana gelmişlerdir. Binaenaleyh bu sıfatlar, başka birisinin ortaklığı olmaksızın herhangi bir mevsufa ait/kaim olarak tasavvur edildiğinde, o kimsenin ibâdete müstahak olduğu hükmü verilir. Böylece, o kimseye yönelmek, korku veya arzu veya beğenmek-ten/istihsan dolayı ona ibâdet etmek teşvik edilir.
Bununla beraber, bazen bu sıfatların nisbet edildiği, işitilen ve idrâk olunan eser ve delillerin delâlet ettiği kimse hakkında verilen hüküm, onun hakkında sahîh ve sabit iken, bazen bu hüküm, onun hakkında sahîh ve sabit olmaz. Bu durumda hüküm, gerçekte/nefsü'1-emr değil, sadece böyle olduğuna inanan kimsenin iddiasmca geçerli ve sabittir. Ya da, bu sıfatlar ve eserler, ızâfe edildikleri kimseden başka birisi hakkında sabit olabilirler.
Bu görüşler, sadece kendi görüş, sezgi/hads ve tasavvurlarına göre bunları iddia edenlerin zihinlerinde belirlenmiş somut §eylere delâlet ederler. Binaenaleyh bunlar, yani itikada ait zih-nı sûretler, onları ilk düşünen sezgi sahibi/hâdis yönünden,onun tasavvurunun ortaya koymuş olduğu ve ondan etkilen-miş/münfail şeylerdir; başkalarının görüşleri olarak onları işiten ve tasavvur edişine göre nefsini kulluğa sevk eden ilk kimse yönünden de hu zihni suretler, bir defa daha etkiye maruz/mün-fail kamışlardır ki, bu böyle devam eder.
Şu halde, şahıs, zihninde ürettiği şeye nefsini köle yapmıştır. Şahsın zihninde ürettiği şey, aynı zamanda, kökeni itibarıyla edilgen bir tasavvur ile başka bir tasavvur sahibinden etkilenmiş, başka bir suretten meydana gelmiştir. İşte, ilk edilgen faile kadar böylece devam eder.
"Gerçek", tasavvur edildiği gibi olabilir: Çünkü, ibâdetle yönelinen varlığın mâhiyeti açısından "fail"; akıl, zihin, zan ve vehimlerin tasavvurlarmdaki belirlenişi/taayyünü açısından ise "münfail" olması mümkün iken, bunun tersi de mümkündür; bu konuda, görüş ayrılığı vardır.
Bu noktada, aklın tavrının geçersiz ve hükümsüz olduğunda hiç bir kuşku yoktur. Çünkü bu durum, bazı imkânsızlıkları istilzam eder ki, şimdi bunların detaylarını ele almamız gerekmiyor. Bunlara örnek olarak, Hakkın kendiliğinde bulunduğu hal üzere, herhangi bir şahsın tasavvurunda taayyün etmesini ve sığabileceğini mümkün görmeyi verebiliriz; halbuki böyle bir şey, gerçekte imkânsızdır.
Sonra şöyle deriz: Bazen, mabuda yönelen âbidin nefsinde hasıl olan şey, aklî maddelerden/mevad-ı akliyye, hisle idrâk edilen, işitilen ve zannedilen şeylerden meydana gelmiş olabilir. Bu durumda, manevî ve hissî farklı türlerine göre idrâk, idrâk sahibine tabidir. Binaenaleyh, zikredilen durumdaki kimseler, zihinlerde meydana gelmiş suretlere yönelirler; teveccüh sahiplerinin nefisleri, bu suretleri kendi zanlarmın ve düşüncelerinin unsurlarından ya da onlara bunları anlatanların zihinlerindeki suretlerden intikal eden unsurlardan somutlaştırmışlardır. Ya da bunlar, bir takım özellik, eser ve delillerden çıkartılmışlardır; bunları çıkartan kimse, bunlarla nitelenen ve bütün bu özelliklerin nispet edildiği kimse hakkında bu vasıfların sabit olduğunu ve bunların ona izafe edildiğini kabul etmiştir. Bu durum, o şahsa göre, bir kemâldir; şu anlamda ki, bu mesabede olan herhangi bir varlık, ibâdete layıktır.
Bununla birlikte, bu durumdaki bütün insaf sahipleri, bu hüküm ve tasavvurun benzeri bir hükmün gerçekte eksik bir hüküm olduğunu kabul ederler. Ayrıca, bu şahsın tasavvuru ve diğer özellikleri, kendisine tabidir; çünkü sıfat, idrâkle ilgili olarak işaret ettiğimiz gibi, mevsufa tabidir.
Şu halde, o kişinin zihninde meydana gelen ve mabûd için olması gereken kemâl sureti, nakıs bir surettir ve belirttiğimiz nedenden dolayı eksikliği sabit bu kemâlin nispet edildiği kimse, bu nispeti yapan tarafından bilinmemektedir. Binaenaleyh, tasdik hükmünün tabi olduğu tasavvurun doğruluğunu gösteren mutabakat nerede kalmıştır?
Artık, bütün bu işaret ettiğimiz meselelerden çıkan sonuç, söz konusu tasavvurun, kemâldeki eksik bir suret olarak üretildiğidir; bu suret, vehmî ve hayalî cüzlerden veya zayıf nazarî çabalardan meydana gelmiştir ve tasavvur edilen şeye mutabık değillerdir. Sonra bu şahıs, bu eksik sureti kendi kıblesi yapmış, ondan saadet, mağfiret ve ihtiyaçlarının karşılamasını ümit etmiştir.
Nitekim, Allah, şöyle buyurmuyor mu? "Allah'ın dışında ibâdet ettikleriniz, sizin gibi kullardır. Şayet doğru sözlü iseniz, artık onlara dua ediniz ki, onlar da size icabet etsinler." (Araf, 194)
Bilmiyor musun ki, kendi zihninde inşa ettiğin şey, senin gibi bir edilgendir/mü nfail; hatta o -onu sen inşa ettiğin için- senden daha aşağı bir derecededir.
Ey bu durumdaki şahıs! Yemin olsun ki, kendine dönmen gerekir! Gör: Bu şekildeki bir hal veya itikadın herhangi bir neticesi olabilir mi? Ya da, itikadında, ibâdetlerinde ve namaz veya herhangi bir ibâdetinde ulvî himmet sahibi bir kimse, bundan razı olabilir mi? "Artık, hayırlara koşunuz" âyetiyle kast edilen §ey, nerededir? "Koşuşturma" nerededir? Sahîh ve doğru teveccüh nerededir?
Hakka kendi zannmca teveccüh eden kimsenin "Ancak sana adet ederiz" sözü, tam bir yalandır. Çünkü bu kişi bu ifâdesiyle, ancak ve ancak sınırlı aklıyla veya vehmiyle veya hayaliyle ve zayıf düşüncesiyle yaratmış olduğu zihni surete hitap etmektedir. Esası bu olan bir ibâdetin veya namazın herhangi bir neticesi olabileceği nasıl ümit edilebilir ki? "Namazı kendim ile kulum arasında taksim ettim", Hakkın fatihayı ve kısımlarını zikredip, "Kulum beni övmüştür", "Bana tevekkül etmiştir", "Bu, benim ile kulum arasındadır", "Bunlar kuluma aittir, kuluma her istediği verilecektir" diye buyurması nerede kalmıştır?
Zihninde meydana gelmiş bu suretin, herhangi bir şey söylemesi veya herhangi bir şeye kadir olması gerekmez mi? Heyhat! Bu suretleri inşa edenler, kendilerine ne bir fayda ve ne de bir zarar verebilirler. O halde, bu insanların zikredilen şekilde meydana getirdikleri ürünler için ne söylenebilir ki?
Bilinmelidir ki: Hz. Peygamber'in Fatiha ve namazla ilgili olarak "Namazın dörtte bjri ve yansı kabul edilir" buyurup, dokuza gelinceye kadar kısımları sayması, bunun ardından da "O kimsenin namazı bir paçavra gibi alınıp, yüzüne fırlatılır"
buyurması, ibâdet sahiplerinin paylarının farklılığına, pek çoğunun nasiplerinin azlığına, bir kısmının ise bütünüyle mahrum kalışına işarettir. Bunun nedeni ise, ibâdetlerini sahih olmayan bir asla dayandırmış olmalarıdır.
Bu ve benzeri durumlardan Allah'a sığınırız.
Şimdi de, "viche"yi açıklayacağız:
"Viche", teveccüh sahiplerinin kalplerinin, ruhlarının, akıllarının, nefislerinin ve tabiatlarının kendilerine hâkim olan sıfat ve hallerin hükümleri cihetinden kıblesidir; bu hallerin onlara galip gelmesi, söz konusu şeylerin hükmüne bağlıdır. Binaenaleyh, her teveccüh sahibinin yönü/vichesi, teveccüh haline işaret eden bir hedeftir.
"İyyake na'budu/ancak sana ibâdet ederiz" âyetini açıklama sadedinde şöyle deriz: ilâhî hazret ağacının aslının, bir takım ferleri vardır. Bu ferlerden her birisine -mukaddes Zâf tan gelen zâtı bir sirayetle- ulûhiyet sırrından bir miktar sirayet eder; bu miktar, bu fer'in kendi aslından taşıyabileceği orandadır.
Dikkat ediniz! Bu ferler, ilâhî isimlerdir. Dikkat ediniz! Bu zatî ve aslî sirayet, her bir ismin mertebesinin gerektirdiği şekilde Zâtı tecellînin isimlerin mertebelerine sirayet etmesinden ibarettir, îşte bu nedenle, defalarca şunu söyledik: Her isim, bir açıdan rnüsemmânm aynı, bir açıdan ise ondan farklıdır.
Bu konuda o kadar açıklama yaptık ki, artık bunu tekrarlamaya ve sözü uzatmaya gerek duymuyoruz.
Hakkın isimlerinden her birisi, alemdeki herhangi bir sınıfın zuhur etmesinin sebebi ve o sınıfın kıblesidir. Bu bağlamda, mesela bir isimden, ruhlar zuhur ermiştir; başka bir isimden, nispeten basit suretler zuhur etmiş; başka bir isimden ise, tabiatlar ve mürekkep cisimler zuhur etmiştir. Müvelledattan/cemadat-ne-batat-hayvanat her birisi de, kendisi ile zuhur ettiği mertebenin tayin ettiği özel bir isim ile zuhur etmiştir; hatta, bunu mazhârın hali ve gayr-i mec'ul/yaratılmamış zâtı istidadı belirlemiştir.
Bunun ardından bu isim, o varlığın teveccüh ve ibâdetindeki kıblesi olmuştur. Bu varlık, Hakkı ancak bu isim açısından bilebilir ve bu mertebeden Hakka istinat edebilir. Bu varlığın, mutlak anlamda mertebeden olan payı ise, bu ismin bütün sıfat ve isimlerin mertebesini birleştiren hakikatle olan ilişkisi ölçüsündedir.
insana gelince: İnsanın suretinin zuhuru, yaratılışı esnasında Hakkın kendisine külli olarak ve iki eliyle -ki bunlardan birisi, "gayb", diğeri ise "şehâdef'in sahibidir- teveccüh etmesine bağlıdır. Bu ellerin birisinden, mukaddes ruhlar zuhur etmiş, diğerinden de, tabiat, cisimler ve suretler zuhur etmiştir. İşte bu nedenle insan, bütün isimlerin ilmini kuşatmış, sadece suretlere ve zuhur ile nitelenen şeylere mahsûs olanlarıyla değil, bunların mertebelerinin hükümleriyle; "gayb" ve "gizlilik" ile nitelenen ve rûh vb. batın olan şeylerin hükmüyle boyanmış bir halde zuhur etmiştir. °oylelikle insan, melekler gibi veya tabiî cisimler gibi, herhangi bir
makam ile sınırlanmamıştır. Nitekim melekler, şöyle söylemişlerdir: "Bizden her birimizin belli bir makamı vardır." (Saffat, 164)
İlâhî haberler, şeriat ve başka bilgi kaynaklarının diliyle, bu durumu bildirmişlerdir.
Şu halde, hakikî insanın teveccühü -şayet makamların boyunduruğundan çıkıp, kâmil-vasatî/orta itidal sayesinde iki ke-narm/ifrat-tefrit çekimlerinin hükümlerinden ve sapmalardan kurtulmuş ise- hüviyet mertebesine yönelmiştir; bu mertebe, "ahadiyet-i cemü'i-cem" mertebesidir. Bu mertebe, zuhûr-bâtın-lık, evvellik-âhirlik ve cem-tafsil ile nitelenmiştir.
Bu konuda yaptığımız açıklamaları hatırlayan kimse için yeterli izahlarımız olmuştu. -Allah'ın izni ile- bu konuda daha fazla açıklama da yapacağız.
Şayet insan, kendisine baskın gelen herhangi bir cezbedici münâsebetten dolayı, işaret edilen orta itidalden herhangi bir tarafa meylederse ve bazı isim ve mertebelerin hükümlerinin kendisine hâkim olmasıyla saparsa, bu galip ismin dairesine yerleşir, bu isimle irtibatlı hale gelir, ona intisap eder, Hakka da bu isim mertebesi açısından kulluk eder ve dayanır; bu isim, o insanın nihai hedefi, arzusunun zirvesi , kendisini aşmeaya kadar makam ve hali yönünden kıblesi haline gelir.
İsimlerin mertebeleri, birbirleriyle irtibatlı, bunların hükümleri de "ibram/kesinlik" ve "eksiklik" hükümlerini açıklayan "tevafuk/uyum" ve "tebayün/zıtlık" ile birbirlerine bağlı ve iç içe olduğu için, bu mertebelerin hükmü altında bulunuşları ve eserlerinin mahalli oluşları açısından yaratıkların halleri, farklı ve çeşitli olmuştur. Çünkü isimlere ait bu hükümlerin birleşimleri, varlık mertebelerinde çeşitli şekillerde gerçekleşmektedir. Böylelikle bunların arasında, "ruhî" değişmelere bağlı manevî keyfiyetler meydana gelir. Bunun neticesinde ise, arada "mizâc"a benzer bir şey meydana gelir; bunun mizaca benzemesi, farklı tabiat ve bunların kuvvetleri arasındaki karışımdan/imtizaç oluşan keyfiyetlerin etkileşiminden/tefaul meydana gelmesi itibarıyladır.
Bu noktada bunun benzeri, isimler arasındaki "tebayün" ve "tekabüliyer/'tir; böylelikle bazı varlık ve isim mertebeleri, baskın olarak ortaya çıkarlar ki, bu baskınlık, bazı tabiatların diğerlerine olan baskınlığı gibidir. Bazı tabiatların diğerlerine olan baskınlığının sonucunda, mesela bir şey hakkında "bu safravî mizaçtır", "bu demevi mizaçtır" vb. diyebiliriz. İsim ve varlık mertebelerinin herhangi birisinin baskınlığında ise, "Zeyd, Abdu'l-Azizdir", bir başkası için -ki bunlardan birisi gayb eli, diğeri ise şehâdet elidir- "Abdu'z-Zâhir" veya "Abdu'1-Bâtm" veya "Abdu'1-Camî" diyebiliriz; veya Adem birinci semadadır, İsa ikincisindedir, İbrahim yedincisindedir vb. şeyleri söyleyebiliriz.
Sonra, bu manevî ve ruhanî mizaçlar ile bu tabiî mizaçlar arasında başka bir içtima/birleşme meydana gelir; bu birleşik yapı için üç kısımla sınırlanabilecek çeşitli hükümler zuhur eder. Bu üç kısımdan birisi, rûhânîyetinin hükümlerinin tabiatının hükümlerine galip geldiği kimseye mahsûstur; böylelikle o kişinin tabiî kuvvetleri, ruhanî kuvvetlerine tabi ve adeta onlarda yok olmuşlardır.
İkinci kısım ise, yaratılmışların geneline/cumhur-ı halk aittir ki, bu, zikrettiğimiz birinci kısmın zıddıdır. Çünkü onların, rû-hânî kuvvet ve sıfatları, tabiatlarının kuvvetlerinin hükmü altında yok olmuşlardır.
Üçüncü kısım ise, kâmillere ve Allah'ın seçkin kulların-dan/Efrad dilediklerine mahsûstur; onların âyeti, "Her şeye yaratılışını vermiş, sonra yol göstermiştir" âyetidir.
Bunu anla, bu konu, daha geniş açıklamaya imkân vermez.
Sonra şöyle deriz: Bütün bu nedenlerden dolayı, zikredilen baskınlığa göre bir hüküm ortaya çıkar; bu hükmü, isimler, mertebeler ve tabiatlardan baskın olan şeyin/emr vasfı gerektirir. Gerçi mahal, bütün bunların hükümlerinden hali değildir, fakat bu mahal, kendisine kim baskın olursa ona intisap eder; böylelikle o kişi, tenzih eder, teşbih eder, tenzih ve teşbihi birleştirir, Şirk koşar ve birler/muvahhit.
Bu nedenle, zıt görüşler, muhtelif haller, çeşitli makamlar, Maksatlar ve teveccühler ortaya çıkmıştır. Şu halde varlığın mertebelerini ve isimlerin hakikatlerini bilen kimse, farklı tarz ve terkiplerine göre, inançların, şeriatların, dinlerin ve görüşlerin sırrım bilir.
Bu konuyla ilgili bir takım açıklamalarda bulunacağız; bunu bir örnek ve "miftah/anahtar" kabul edersen, Allah'ın izniyle işaret ettiğimiz hususları öğrenmiş olursun. [1]
Akılların, Nefislerin ve İnsanın Kıblesi
Bilinmelidir ki: Mutlak anlamda akılların kıblesi/ emrin mânâsının birliğidir; bu birliğin akılların kıblesi olması, mâhiyeti açısından değil, akılların ona istinat etmesi açısındandır.[2]
Nefislerin kıblesi ise, "Kesibî"[3] tecellîdir; zuhur derecelerinin sonuncusu ve zahirin ilk "bâtm"ı bu tecellîye mensuptur.
Teşbih yapan kişi, bu derecenin iki yönünden birisiyle ve bu dereceyle birleşen "berzâhî" tecellî ile ilişkilidir; işaret edilen söz konusu berzah tecellîsi, yaratılış işinin ruhu olan insanın hakikatine mahsustur.
Ehl-i sünnet ve ve'3-cemaat'm ve önceki şeriat mensuplarından Allah'ın dilediklerinin kıblesi, hem emrin ruhu ve hem de mertebesidir; bu kıble, "Onun benzeri gibisi yoktur" âyetinde ifâde edilen tenzihin ve "Allah'ı görürmüşçesine ona ibâdet et" hadisinde işaret edilen teşbihin sahibidir.
Bunun en üstün mertebesi, Amâ'nm zahiridir.
Ariflerin kıblesi, mutlak-Rabbanî suretin varhğı ve Hakkın zahiridir.
Muhakkiklerin kıblesi, Hakkın varlığı ve de hiç bir tefrika ve çoğalma olmadan vücûd ve mertebeyi birleştiren Hakkm mertebesidir.
"Rüsuh/derinlik" sahiplerinin kıblesi, kendisinden farklı olmayışı ve Adem'in benzeri olduğu Hakkm suretinin izafe edilişi açısından Hakkın mertebesidir; ahadiyet-i cem makamı, bu mertebeye mahsustur.
En kâmil ve halis anlamda kul olan gerçek insanın kıblesi ise, daha önce "viche" ve "teveccüh"ten bahsederken açıklanmıştı; fakat, betimlenmesi zor ve açıklanması haram olan bu meseleyle ilgili bazı sırları zikretmemiştim. Bununla birlikte, halis kulun karşılığının/ceza verilmesi hakkındaki açıklamalarımın sonunda buna kısmen değinmiştim; daha önce ise, kâmil anlamda Hak ile huzurun sırrını açıklarken değinmiştim.
Bu meseleyle ilgili önemli sırları bu eserin çeşitli bölümlerinde açıkladım, akıllı kişi, Allah'ın izniyle bunların farkına varır. [4]
Zatî Ve Sıfati İbâdet
Geçen ifâdeler düşünüldüğünde, insanın iki ibâdeti olduğu anlaşılır: Mutlak "zatî ibâdet", mukayyet "sıfatı ibâdet".
Zatî ibâdet, insanın Hakkın ilminde ezelde farklılaşan/temey-yüz "şey-i sâbite"sinin, ilk varlığı yaratıcısından kabul etmesi,
onun nidasına icabet etmesi, "Kün/OI" emriyle taayyün eden "tekvini emr"e boyun eğmesidir. Bu ibâdetin hükmü, birinci kabul hali, icabet ve işaret edilen nidadan itibaren, sonsuza kadar devam eder; çünkü insan, varlığı ve hallerinin her birisi açısından daima yaratıcısına muhtaçtır. Bunun nedeni, kabul edilen varlığın süresinin, zuhuru ve taayyünün ardından gelen ikinci nefeste sona ermesidir. Hak, Vücûd-ı Mutlak ile daima insana imdat eder; bu vücûd-ı mutlak, insanın isim vb. gibi kendisine imdat edilen şeyleri kabul etmesiyle taayyün eder ve sınırlanır. Hareketler, insanın hiç bir katkısının bulunmadığı fiiller ve nefesler, bu kabulün levazımı ve bu ibâdetin suretleri arasında bulunurlar.
Sıfatlara istinat eden "mukayyet ibâdet" ise, kulun zâtından sıfatları, özellikleri ve başlangıcı ve sonu olan belirli hal ve zaman gibi levazımı yönünden zuhur eden her şeye mahsûstur.
Kevnî sebeplere kulluk ve bu kullukta yaratıkların farklılığı da, bu ibâdetle ilgilidir. Yaratıklar, sıfat hükümlerinin, zât hükmüne ve kendilerine, yani sıfatlara münasip olan şeylere galip gelmesine göre bu noktada farklılaşırlar. Bunlar, insanda müessir olan durumlardır; insan, onlardan etkilenir ve "zorla/kâhir" onlara cezbe-dilir. Gerçekte bu, onlara kulluk etmektir, çünkü insan, tesiri altında kaldığı ve üzerinde egemen olan şeyin kuludur. Bunun için Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Dinar kullarının, dirhem kullarının, mide kullarının yüzü yere sürtünsün!"
Bu mânâdaki kaide şudur: Mutlak anlamda tesir, rubûbiyet sırrına, infial/edilgenlik de kulluğun mânâsına mahsûstur. Daha önce, "KârrüT'in asla müteessir olmadığını zikretmiştik; kâmil, yapısı/heyet düzgün, eksiksiz bir aynadır. Bu aynaya yansıyan her şey, kendisine göre zuhur eder.
Bunu hatırlarsan, işaret ettiğimiz meselenin sırrını anlarsın!
Bu iki ibâdet, daha önce zikrettiğimiz "vücûb" ve "imtinan" rahmetlerinin mukâbilindedir. Vücûb rahmetinde "teklif" kokusu bulunduğunu, "imtinan" rahmetinin ise mutlak olup, hiçbir zorunluluk ve icap ifâde etmediğini belirtmiştik. Aynı şekilde, hiç bir teklifin bulunmadığı ve emrin neticelerinden birisi olmayan "zatî ibâdet" de böyledir; binaenaleyh emir ve teklifin konusu, işaret edilen "sıfatı" mukayyet ibâdettir. Teklifin konusunun söz konusu ibâdet olması, Allah'ın bir rahmeti, şefkati ve insanın herhangi bir sıfatının kendisini cezb etmesiyle sapmasını /meyil engellemek ve bundan sakmdırmaktır. Şayet böyle bir meyil gerçekleşirse, söz konusu zâtı meyil ile galip sıfat, diğer sıfatlara karşı üstünlük elde eder; bu durumda, saltanatlarının zuhur etmesiyle "kemâl"in gerçekleşeceği diğer sıfatların hükümleri ortadan kalkar. Bu kemâlin gerçekleşmesi ise, mizaca mahsus ruhanî ve manevî itidal ve sıhhatin korunmasına bağlıdır; bu iki mizaç, ruhlar ve bâtını kuvvetleriyle, sıfat ve benzeri mücerret mânâlar arasında geçekleşen birleşmelerden/içtima' meydana gelir.
Nitekim, bu meseleye daha önce, "Rab" isminin tefsirinde işaret etmiştik, hatırla! [5]
Amel ve İbâdet
Bilinmelidir ki: Amel cesettir, ruhu da ibâdettir. Amel, cennet ve benzeri bir karşılık ister; fakat amel bu gibi şeyleri, mutlak anlamda değil, aksine mertebesi vahdet ve hükmü şâmil bir asla istinadı açısından talep eder. İbâdet ise, "mabûd" talep eder.
İbâdetler, ruhun haller indendir; ameller ise, bedene aittir veya bazen ruha izafe edilirler. Ameller, ruhun bedenle ilişkisi, onun tabiî hükümleriyle bezenmesi ve renklerinin hükümleriyle zuhuru itibarıyla ruha izafe edilirler.
Kulun, itaat ve benzeri fiillerinde kendisini gözeten Rabbinin özelliğiyle "huzûr"u, ariflerin halleri arasındadır; onlar, kendilerinden amellerin "üstün bir hayât/hayât-ı refîa" ile sâdır olan kimselerdir. Bu üstün hayâtı, ariflerin ilimleri ve müşahede ettiklerinin karşısındaki huzurları icap etmiştir. Böylelikle amel, ariflerin marifet, müşahede ve teveccühlerinin istinat ettiği en son mertebeye kadar yükselir. Nitekim, "Mâliki yevmi'd-din/Din gününü sahibi" âyetinin tefsirinde ameller ve amellerin karşılıklarının derecelerinden bahsederken buna işaret etmiştik.
Artık, oradaki açıklamalarımızla yetin ve basiret gözünü aç! [6]
"Ve İyyake Nestein / Ancak Senden Yardım Talep Ederiz"
Bilinmelidir ki:
"İyyake" lafzıyla ilgili olarak dil bilgisinin gerektirdiği ve artık tekrarı gerektirmeyen açıklamalar yapmıştık; aynı şekilde, sûrenin kalan kısmının sırlarıyla ilgili küllî meseleleri zikretmeye de gerek yoktur. Çünkü, akıl sahibi/lebib, müracaat ettiğinde bunlarla yetinsin diye bu kitaba küllî asıllar, temel hükümler, ilimler ve ulvî sırlardan bahsederek başladık; çünkü maksadımız, uzatmak ve açıklamak değil, özetlemek ve değinmektir. Binaenaleyh bunlar, esaslar ve küîlî anahtarlardır; bunları anlayıp, hükümlerinin bu asılların ferlerine ve tabilerine nasıl sirayet ettiğini bilen kimse, Kur'an'm, hatta diğer kitapların sırlarının büyük bölümünü öğrenir.
Artık, benden daha fazla açıklama bekleme! Kuşkusuz ben de, -Allah'ın izniyle- senin fazla anlayış ve düşüncene güvenmekteyim.
Bundan sonra ise, âyetin zahirîyle ilgili açıklamalara dair vazifeyi bitirip, sûrenin içermiş olduğu ve sûredeki her bir âyete ait bâtını sırları ve hükümleri açıklayacağım. Bunun ardından da, daha önce de taahhüt ettiğim gibi, -Allah'ın izniyle- bâtının ötesindeki sırları zikredeceğim. Bu tespitin ve de ikinci "iyyake"nin zahir anlamında birinci "iyyake"de zikredilen açıklamalarla yetindikten sonra, bâtın lisanıyla açıklamalarımıza başlıyoruz:
Bilinmelidir ki: "Sadece senden yardım isteriz" âyeti, "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetiyle aynı anlama işaret etmez. Birincisi, kul katında ibâdete layık olduğu sabit bir "emr"e işaret etmektedir; bu emir, kulun ilmine, müşahedesine, veya itikadına göre, maksat ve kıblesinin son noktası haline gelmiştir. Bu itikat, kulun zanlarının ve hayallerinin unsurlarından meydana gelmiştir. Nitekim daha önce buna işaret etmiştik.
"Ancak senden yardım isteriz" âyeti ise, sadece "mabûd" olması açısından mutlak "Mabûd"a taalluk etmez; aksine, âbidin/kul tek başına yapamayacağı bir işte kendisinden yardım talep ettiğinde ona yardım etme salâhiyetine sahip olması yönünden Mabûd'a taalluk eder. O halde, kulun yardım dilemesinde bir çeşit kudret iddiası bulunmaktadır; bu iddia ise, kulun ibâdetteki halini tarif, mabudun mertebesini ve ona karşı davranışını bildiğini belirtir bir surettedir. Bunun yanı sıra kul, bu talebiyle bağımsız bir varlık olmadığım da gizlice itiraf eder.
Bu kul, adeta şöyle der: "Kendimde, ihtiyaçlarımı karşılamak için bir kuvvet görüyorum, fakat, bunun amacımın gerçekleşmesinde yeterli olduğuna kesin ve kararlı olarak inanamıyorum. Binaenaleyh Rabbim! Bende, sana ait olarak bulunan şeye ve benim gücüme yardım etmen kaçınılmazdır; çünkü senin yardımın, bendeki kuvvet ile birleştiğinde, amaca ulaşmayı ve ibâdeti hakkıyla yerine getirmeyi umarım. Ayrıca, bana bahşetmiş olduğun kuvvetten dolayı da sana şükrederim. Ben bu kuvveti, herhangi bir talebim olmaksızın başlangıçta buldum ve bu kuvvet ile, senden yardım dileme gücü elde ettim; böylece, seni birleyip, hakkında tereddüt etmeyerek ve başkasına yönelmeden senin hakkını yerine getirmeyi ümit ettim." İşte bu, kul mertebesinin lisanıdır.
Hakkın bu âyeti kullarına inzal edip, onlara bu tarz ibâdet etmelerini emretmiş olması itibarıyla bu talepte gizli halde bulunan "rubûbiyet" lisanı ise şudur: Hak -kalpler onu bilmek, kendisine ibâdet ve iltica etmek üzerine yaratılmış olsalar da-, bu alemin özelliklerinden olan meşguliyet ve gafletlerin bazen insana hatırlanması ve akılda tutulması gereken şeyleri unutturduğunu bilir. Bu nedenle insan, kendisi için daha önemli olarv. şeylerin hatırla turnasına ve belirtilmesine muhtaçtır; çünkü belirli olmayan şey, herhangi bir netice vermez ve müessir olamam.
Kuşkusuz ki, hamdi takdimden sonra Hakkın kuluna ""Ancak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" demeyi ernret-mesi, kula şunu hatırlatmak içindir: Kul, kendisinde gördüğü ilim ve kuvvete, asla ve asla kendi basma sahip olduğunu ya da herhangi bir kemâlde önceliği bulunduğunu zannetmeme İldir, bilakis bütün bunlar, Haktandır ve Hakka aittir. Nitekim, insanların en kâmili ve mükemmeli olan Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur: "Biz ommlayiz ve ona aidiz."
Binaenaleyh rabbani mertebe, her iki tarafta[7] da müstaküli-ğin imkânsızlığını kula bildirir; şüphesiz ki, bu durum, adaletin zirvesidir. Şöyle ki: Cömertlik, ihsan, ikram ve sayısız nimetin sahibi olan Hak, kulun O'nun ihsanının suretinin kemâle erdirilmesindeki/tekmil katkısına dikkat çekerek, bu katkıyı zikreder, dikkate ahr ve ihmal etmez. Nitekim Allah, bildirme ve dikkat çekme amacıyla şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah, zerre miktarı bile zulüm yapmaz. Bir tek hayır bile olsa onu kat kat artırır." Bu, iyiliklerin artırılmasıyla ilgilidir. Bunun ardından ise, şöyle buyurmuştur: "Kendi katından büyük ecir verir."
Bunu anla ki -Allah'ın izniyle- doğruyu bul! [8]
"Cem" ve "Matla" Lisanıyla Açıklama
Bu ikinci kısımla ilgili açıklamalar, Allah'ın izniyle, bununla sona erecektir:
Bilinmelidir ki: Allah, yaratıklarını, kendisine ibâdet etmeleri için yaratmış, onlara varlığından ve sıfatlarından kabul etmeleri takdir edildiği ölçüde vermiştir; böylelikle onlar, bu varlık ile O'na ibâdet etmişlerdir. Çünkü yaratıkların, müstakil olarak kendilikleriyle Hakka ibâdet etmeleri sahih değildir. Bunun nedeni, onların mâhiyetleri açısından hiçbir varlığa sahip olmayışları ve kendilerinden hiçbir ibâdetin meydana gelmeyişidir. İşte, yaratılmışlar müstakil olmadıkları için kendilerine, "Ancak senden ibâdet ederiz" ifâdesinin ardından "Ancak senden yardım dileriz" demeleri emredilmiştir. Böylece onlar da, bu tembihin ardından Haktan kendisine kulluk etmek için yardım talep etmişlerdir.
Aynı şekilde, yaratılış esnasında onların Hakkın varlığını kabul etmeleri de, Hakkm iktidarına yardım etmekten ibarettir. Binaenaleyh, ilâhî kurbiyete mazhâr olmuş kâmil kulların müşahede ettikleri ezelî ve "gaybî münâsebet" olmasaydı, Rab üe merbub arasında bir irtibat geçerli/sahih, bunu meydana getirmek de mümkün olmazdı.
Şu halde yaratmak, ihsan suretiyle bir hizmet ve ibâdettir. İbâdet, amellerin a'yânmm suretlerini yaratmak, onları tesviye etmekten ibarettir. Ayrıca ibâdet, ibâdetin neş'etlerini de ihya etmektir; böylece ibâdeti inşa edene, kendisiyle zuhur eden ve onunla meydana gelen şeyden, adeta inşadan sonra zuhur etmesi gibi, daha önce gözükmeyen bir şey döner; işte, diğer tarafta da, hal böyledir.
Çünkü, şayet isimlerin eserlerinin zuhuru olmasaydı, onların kemâlleri bilinmezdi. Kuşatıcı/cami' aynada beliren görüntüler olmasa idi, isimlerin "a'yân"ı da zahir olmazdı. Ayna, Zât'm gaybından ayrılan şeylerin tecellîgâhıdır ve Zât gaybmda gömülü olan çokluklar zuhur eder.
Binaenaleyh biz, kullarız, O ise, "mabûd"dur; O, yaratandır, biz yaratılanlarız. "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler dîye yarattım" âyetinde hükmüne işaret edilen "illet Lam/sebeplilik bildiren Lam harfi"ı, iki tarafta da bizzat bulunmaktadır. Buna göre bu sırrın iki hükmünden birisi, "Bana ibâdet etmeleri için" âyetinde zikredilen bu "Lam" harfi ile bir hikmet meydana getirmiş; diğer hükmü ise, "Ancak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" âyetinde bâtın bir hikmet gizlemiştir.
Çünkü Hakkm, her şeyde, özellikle de şeriatlarında, emirlerinde ve haberlerinde olmak üzere, zahirî ve bâtını bir hükmü vardır; bunları, kâmil ve ehl-i keşfve'l-vücûd olan "temekkün" sahipleri bilir ve müşahede ederler. "Resmi" ilimlerin mensupları ise, bazı teklifi suretlerde jiletlendirme yoluyla, bu hükümlerin zahirinin pek azının farkına varırlar.
"Ancak sana ibâdet eder ve senden yardım dileriz" âyetinde zamirin çoğul olarak getirilmesinde, iki önemli külli sır vardır ki, bunlardan birisine daha önce işaret etmiştik: Haricî alemde ibâdetin ve amellerin varlığı, mutlak anlamda, rubûbiyet hükümlerini kuşatan mertebe ile merbubiyet hükümlerini şâmil olan zikredilen bu tecellîgâh arasında meydana gelir. Binaenaleyh, Hakkın ve alemin diliyle "Biz", "muhakkak ki biz", "ibâdet ederiz", "yardım isteriz" gibi âyetlerde geçen çoğul zamiri, zikredilen iki mertebeden her birisinin kapsamış olduğu bütün hususlara taalluk etmektedir.
Açıklamaya ve özetlemeye çalıştığımız konunun diğer sırn ise şudur: İşaret edilen bu iki rabbani ve kevnî mertebelerden her birisinin, gaybî-manevî bir "neş'ef'i vardır; bu neşetin, bir takım halleri, birbirine zıt ve uyumlu hakikatleri vardır vardır; bunlarm hükümlerinin de, kendi aralarında uyum ve farklılıkla gerçekleşen, karışım ve tedahülleri vardır.
Bu manevî neşet, Hak yönünden Adem'in suretinin üzerinde yaratıldığı "sûref'ten ibarettir. Bu suretin Hakkın zâtına mahsus gaybından taayyünü, insanî-kemâl mertebesi yönünden gerçekleşir. Bu mertebe burada "ahadiyet-i cem" hazreti diye isimlendirilir. Ahadiyet-i cem, eşyanın varlıklarını, isimlerin, sıfatların, ilâhî şe'nlerin hükümlerini izhâr eder. Bunlar, eser yönünden mütekabil, ihata ve hükümde de farklıdırlar; bunlara örnek olarak, el-Kabız, el-Bâsit, el-Muğni, el-Mu'ti, el-Mumît, el-Muhyi, el-AIim, el-Kebir, el-Mürîd isimleri ve gazap, rızâ, ferah, haya, öfke, şefkat, rahmet, kahir, lütuf ve benzeri şeyleri verebiliriz.
Çünkü bütün bunlar, ahadiyet-i cem makamında "ilmî" ve "gaybî" biı* heyet ile taayyün ederler ve intizama kavuşurlar. Ahadiyet-i cem, Zât'a ait mutlak gayb ile bir açıdan gayb'dan farklı olan mertebe arasında bir "berzah" gibidir; bir açıdan gayb'dan ayrılan bu mertebe, ilâhî iktidarın nüfuz mahalli, gaybî teveccühlerin ve eserlerin okîarmm hedefi olmuştur. Bu heyete, tabiî kuvvetleri, ruhanî huyları, manevî, ve gaybî özellikleriyle insanın yaratılışı ve intizamı benzemektedir. Zikredilen suretin izafe edildiği hakîkat-i ilâhîyye'nin mukabilinde ise, insana ait "ayn-ı sabite" bulunur. Ayn-i sabite, Rabbının kendi nefsinde ezeii ve ebedî olarak insana dair bilgisinin suretinden ibarettir. Aynı şekilde Rabbının sureti de, O'nun zâtına ve şe'nleri-ne dair bilgisinin suretidir.
Kulun suretleri, kendi ilminin nisbetlerinin suretlerinden ibarettir. Bahsedilen bu makamın zevkine göre kulun ilminin nis-betleri ise, varlığının taayyünlerinden ibarettir; bu taayyünler hakkında, 'taaddütleri yönünden onun "ayn"ı ve halleridir', demiştik. Bunlar, ahadiyet-i cem makamı diye isimlendirilen bu berzahta taayyün ederler ve kevnî mertebede çoğalmış/müteaddit olarak zuhur ederler; bu mertebe, kesret suretlerini kapsayan ahadiyet-i cem makamının iki vechinden birisidir.
Çünkü bu makam, hükmü insân-ı kâmil ile zuhur eden kemâl makamı; Zâtın gaybı ve zikredilen gayb'dan ve kendisinde ve bu ayna ile zuhur eden şeyler için bir aynadır.
Bu berzah da, Hakkın kendisi için kendi zuhurunun mebde-idir. Hak, bu mertebede zâhirlik ve mazhârlık sıfatı ile ve de insân-ı kâmil cihetinden zikredilen berzâhlığıyla iki tarafı birleştirmekle zuhur eder.
İşte, berzah mertebesine ait bu orta-vasatî taayyün, ister Hakka nispet edilsin, ister aleme nispet edilsin bütün taayyünlerin aslı ve "şey" diye isimlendirilen her varlığın kaynağıdır; taayyünün Hakka nispet edilmesi, O'nun bir ismi veya sıfatı veya mertebesi olması anlamında, aleme nispeti ise, isim veya sıfat veya mertebe veya itibarıyla olabilir. Ya da bu taayyün, Hakka ve ae-me nispetin dışında üçüncü bir şey kabul edilebilir; bu, Hakkın hakikati/ayn yönünden ikinci defa diğer taayyünleri için tecel-lîgâh olan şeye nispetle, ikinci, üçüncü, dördüncü kez zuhur etmesidir ki, bu sayı sonsuza kadar gider. Bu zuhur, Haktan ve Hak ile taayyün eden şeyde, Hakkın o şeyde gayb ve şehâdet olarak taayyün etmemiş olmakla zuhur etmesidir; bunlar, "ayn" ve "gayr" diye isimlendirilirler.
Bu sabit olunca şu da bilinmelidir ki: İbareler, "ahadiyet-i cem" makamım tarif etmede farklı farklıdır; bütün tarifler de, sahihtir. Şu halde ahadiyet-i cem, "hakîkat-i insaniyye-i ilâhîy-ye-i kemâliyye/insana ve Hakka ait kâmil hakîkat"dir desen doğru söylemiş olursun.
Bütün insân-ı kâmiller, zahiri sureti açısından bu ilâhî hakikatin ve levazımının mazhârlândır.
Eğer onu, ilâhî ve kevnî mertebelerden ibaret olan iki mertebenin "berzâh"ı diye ısimlendirirsen, doğru söylemiş olursun; Çünkü o, imkâna ait bütün hükümleri içermektedir. Bununla birlikte bu hükümler, diğer berzahlar gibi, ahadiyet-i cem'in ma-kûliyeti üzerine zaid bir şey değillerdir.
Eğer onu "iki mertebenin aynası" veya "Hakkın ve insân-ı kâmilin suretinin mertebesi" veya Haktan taayyün eden şeyi ayıran/fasıl "hadd-i fasıl" diye isimlendirirsen, yine doğru söylemiş olursun; Haktan taayyün eden bu şey, O'ndan taayyün ve taaddüt etmeyen şeyler için bir ayna olmuştur.
Bütün bunlar, onun için ezelî ve ebedî olarak zatîdir. Bu mertebeye mensup olan kâmillerin, zaman ile kendisiyle zuhur ettikleri bir takım neşetler açısından sınırlı kalmaları, bu tespitimize zarar vermez ve zikrettiğimiz hususa aykırı değillerdir.
Sonra şöyle deriz: Her asırdaki insân-ı kâmil, bu mertebenin iki vechinin birisi açısından "biz", "bizim katımızda", "kuşkusuz biz" gibi ifâdelerle Zât'm gaybımn ve isimlerin hakikatlerinden ibaret olan şe'nlerinin/şuûnât mütercimidir; söz konusu mertebe, Hakkın zâtının gaybmı takip eden ve ondan farklılaşmayan ve ayrılmayan mertebedir. İnsân-ı kâmil, varlıkların/a'yân ve bunların hallerinin yansıdığı/intiba' bu mertebenin diğer yönünden ise, bu a'yân ve onların halleri açısından ve onların diliyle, "ibâdet ederiz", "yardım isteriz", "bizi ulaştır" ifadeleriyle dile getirir. İnsan, bütün bunları her şeyi kapsaması sayesinde ve zâtının içermiş olduğu cüzler, Özellikler, sıfatlar,ruhanî-cismânî-tabiî kuvvetlerin lisanıyla dile getirir; çünkü insân-ı kâmil'in söz konusu kâmil mertebesi, iki tarafı/vücûb-imkân ve bunların gayb-şehâdet, ruh-cisim, umum-husus, fiil-infial ve icmal-tafsil olarak içermiş oldukları her şeyi ihata etmektedir.
Artık, bunu anla ve dikkatlice düşün, Rabbına niyaz ve yakarışla müracaat et!
Eğer, bu ifâdeleri anlarsan/sözün mührü çözülürse, her şeyde rubûbiyet ve ubudiyet sırrını; ibâdet,, teveccüh, talep, başarmak ve mahrum kalmanın sırrını anlarsın. Bütün âbidlerin, fer' ve yaratılmış olmak yönünden ilâhî aslına teveccüh ettiklerini idrâk edersin; her kul, bu asıl vasıtasıyla Zât'm mutlak gayb mertebesinden hükmî bir yansımayla zikredilen ilâhî-insanî kâmil aynada taayyün etmiştir; bu taayüıv iki hükmün yansıması
ile taayyün etmiştir; bu yansıma, imkân alanından zikredilen aynaya döner.
Binaenaleyh, sadece ona ibâdet edilir, sadece ona yönelinir, her şey ondan başlamıştır ve ona dönecektir.
Bununla beraber hiçbir kimse, Allah'tan başkasına İbâdet etmemiştir; O'ndan başkasına da, teveccüh edilemez. Çünkü bu ilâhî ve kâmil ayna, olmuş ve olacak bütün varlıkların kıblesidir. Ayrıca her şey, bu ayna ile karşı karşıyadır/muvacehe ve her şeyin Zâtın gaybmdan taayyün etmiş aslı bunda bulunmaktadır. Binaenaleyh, Haktan payı olan herkes, onu burada "ayna" diye isimledirilen bu "kâmil" mertebenin mişkatinden alır; bu pay, Hakkın herhangi bir şe'ni cihetinden taayyün etmesinden ibarettir. Söz konusu bu pay, bu şe'nin suretidir.
Aliah'a yemin olsun ki! Maksadımı anladığını zannetmiyorum, şu var ki Allah sana yardımcı olursa ne demek istediğimi anlarsın. Hakka ancak kâmil olan ulaşır, çünkü o, zâtı olarak, işaret edilen iki vecihten birisiyle Zât'm gaybma paraleldir/muvacehe: Burada teveccüh eden, teveccüh olunandan ancak iki mertebenin hükümlerini içeren iki vechi birleştirmekle ayrılır: Böylece insân-ı kâmil, mutlak-mukayyet, bâsit-mürekkep, birçok, hâdis-ezelidir. Alem, sadece onun için var olmuştur, her şey onunla zuhur etmiş ve açıklanmıştır.
Artık, dikkatli ol ve burada açıkladığımız gerçek ile Allah te-ala'nm şu âyetindeki hükmünün doğruluğuna bak: "Rabbin ancak kendisine ibâdet olunmasına kaza etmiştir." (İsra, 23); "Hüküm ancak Allah'ındır. Sadece kendisine ibâdet olunmasını emretmiştir." (Yusuf, 40).
Hakkın kazası, O'nun hükmüdür, hakikî emri de, hiç kuşkusuz yerine gelir. Nitekim Allah, şöyle buyurmuştur: "Onun emrini engelleyecek yoktur."
Şu halde ibâdetin sırrı, zikrettiğimiz gibi olmasaydı, Al-îah'tan başkasına ibâdet ve O'ndan başkasına teveccüh sahîh olur, Hakkın hükmünün değiştirilmesi ve emrinin engellenmesi
söz konusu olurdu. Allah, bundan ve celâline yakışmayan her şeyden uluvv-ı kebir ile münezzehtir.
Suçlama ve cezalandırma, sınırlama, belirleme/tayın ve izafe etmekten kaynaklanmaktadır; çünkü, herhangi bir şeye ibâdete liyakat vasfını izafe edip, içindeki şeylerle birlikte hükmü genel ulûhiyetin ve mutlak tasarruf sahibi Rab olduğuna inanmak, tam bir cehalet ve gerçeğe aykırı durumdur. îşte bu nedenle, ilk hüküm, yani her şeyin gerçekte Hakka ibâdet ettiği ve ondan başkasına ibâdetin mümkün olmadığı hükmü geçerli ve gerçekleşmiş olmakla birlikte, cezalandırma da sahih olmuştur. [9]
Tamamlayıcı Açıklama
Ahadiyet-i cem mertebesinin kendileri için bir ayna olduğu ve onları birleştirdiği/cami' söz konusu iki mertebeden her birisi, bir açıdan asıl, diğer açıdan da ferdirler; bu nedenle, bu kitabın pek çok yerinde buna işaret edilmiştir.
Bu ifâdelerimizden bir tanesi şu sözümüzdür: Hak bâtını açısından alemlerin halleri için bir "mazhâr" ve ahadiyet-i cem makamı açısından da onların a'yânı için aynadır; bu aynada a'yân, birbirlerini görürler, hükümleri birbirlerine ulaşır. Mertebesi, varlığı ve zamanıyla daha üstün olan metbunun eseri, kendisine tabi olan ve sonra gelende zuhur veya bunun tersi olur; geç gelen tabi-nin metbuya tesiri, onun bir açıdan önce ve metbu olması, ayrıca daha önce de belirtildiği gibi Hakkın varlığı yönünden evvelliğin-de ve sıfatları yönünden ise ahirliğinde şart olması itibarıyladır.
Nitekim, Allah bunu şu şekilde açıklamış ve bildirmiştir: "Allah her şeyi yaratandır" ve yine "O evvel, âhir, zahir ve bâtındır."
Allah, sıfatları yönünden âhir oluşunu ise, şu âyetle açıklamıştır: "Eğer Allah'a yardım eder iseniz, O da size yardım eder"; Ayrıca, Hz. Peygamber'in "Kendini bilen Rabbim bilir" ve "Siz usanıncaya kadar Allah usanmaz" ve yine "Ben bilinmez bir hazine idim, bilinmek istedim" hadisleri bu ahirliğe işaret etmektedir.
Şöyle ki: Hak, ez-Zâhir ile isimlendirildiğinde, hakikatleri yönünden alem, O'nun varlığının mazhârları ve şe'nlerinin iliştiği tecellîgâhlar olmuştur. Her mazhâr görülmez, bununla birlikte onun eseri ve mazhâra yansıyan şey ise, zuhur eder. Bu nedenle, mazhâra eser bu özelliğiyle nispet edilmez.
Bu ve benzer sebepler dolayısıyla şunu belirttik: Her fer aslına teveccüh eder ve ona ibâdet eder; bu ve başka nedenlerden dolayı ubudiyet/kulluk ve rubûbiyet/rabkk hükümleri, kendisine layık bir şekilde her şeye sirayet etmiştir. Böylelikle, her şeyde varlık, ilim ve hüküm yönünden kuşatmakla, iîâhî-zâtî beraberliğin/maiyyet-i iîâhîyye sırrı zuhur etmiştir.
Binaenaleyh, hüküm sahibi her şey, rubûbiyet sıfatı sayesinde hüküm sahibidir; icabet eden ve tabi olan her şey ise, ubudiyet sıfatıyla tabidir.
Eşyada bunlarm zuhur mertebelerini açıkladım: Bunlar, nasıl olur? Ne zaman sahihtirler? Ne zaman engellenirler? Ayrıca, tek bir şeyde de o şeyin farklı şe'nlerine, hallerine, mertebelerine, uyumlu ve zıt özelliklerine göre, bütün bu durumları açıklamıştık. Artık o açıklamalarımızı hatırla ve onlarla yetin!
Allah, hidâyete ulaştırandır. [10]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 325-334.
[2] Burada Konevî, insanın akü ve nefsini iki farklı kutup olarak görüp, bunların bilgideki yönelişlerini açıklamaktadır. Buna göre, akıl birliğe ulaşmak ister. Bu birlik, Tann'nın her türlü benzerlikten ve hadislerle ilişkiden mücerret ve münezzeh olduğu mertebedir. Başka bir ifâdeyle akıllar, bilgide tenzihi esas alırlar. Buna karşın nefisler ise, görünür alemlerle ilişkili bir hedefe yönelmişlerdir. Bu da, onların tenzihin karşısında teşbihi esas almalarıyla ifâde edilmiştir. İbnü'l-Arabî, bu ikiliği akıl ve vehim güçleri arasında kurmaktadır. Buna göre, sürekli olarak tenzihi ve aslanlığı esas alan akı! ile sürekli olarak teşbihi ve somutlaştırmayı esas alan vehim güçleri arasında bir çatışma vardır. Peygamberlerin davetinde bunlar arasında bir denge kurma çabaları görülebilir. Bu çatışmanın en iyi bir örneği, Hz. Nuh ile kavmi arasında ortaya çıkmıştır. Nuh'un kavmi putperest idiler ve Tanrı'yı somut tasavvur etmekteydiler. Onların Tanrı hakkında verdikleri hüküm tbnü'l-Arabî tarafından "vehim kuvvetinin Tann hakkındaki hükmü olan teşbih" diye yorumlanır. Buna karşın, suretlere ibâdet etmeye karşı çıkan ve Tann'nın mutlak ve münezzeh Rab olduğunu söyleyen Nuh peygamber ise, bu noktada "akıl" gücünü temsil etmektedir. Hz. Peygamber'in daveti ise, "O'nun benzerinin misli gibi yoktur" âyetiy-e teşbih ve tenzihi, başka bir ifâdeyle vehim ve akıl güçlerinin Tanrı hakkındaki hükümlerini birleştiren itidal noktasını temsil eder {Bu konu, özel-iıkle Fusûsu'l-Hikem'de Nuh fassında incelenmiştir).
[3] Kesib, Cenette bir mertebenin adıdır.
[4]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 335-336.
[5] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 336-338.
[6]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 338.
[7] "İki taraf" ile kast edilen, Konevf nin başka vesilelerle de dile getirdiği gibi, vücûb ve imkân taraflarıdır. Bunlar, Vücûd-ı Mutiak'ırı iki itibarıdır ve her birisi birbirine bağlıdır.
[8]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 339-341.
[9] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 342-348.
[10] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 349-350.
BOLÜM IV.. 1
FATİHA SURESİ'NİN ÜÇÜNCÜ KISMI 1
"Bizi Sırât-ı Müstakim'e Ulaştır." (Fatiha, 5) 1
"Sırat". 2
Tamamlayıcı Açıklama. 4
Mutlak Tecellfde Herhangi Bir Şeref Bulunmaz. 4
Hidâyetin Mertebeleri 7
Hidâyet ve Dalâlet Mertebeleri 10
İtidal Mertebeleri 12
İstikâmetin Mertebeleri 14
Seyr-i Sülük Mertebeleri 17
Bölüm Nübüvvetin Sırrı, Îrşât Nübüvvet Yollarının ve Ürünlerinin Neticeleri 21
Nübüvvetin İsimleri 21
Sonuç ve Genel Bilgilendirme. 24
Bölüm Vaat EdilenHidâyet Hakkında. 26
Dua ve İcabetin Sırrı 26
Bu Âyet Hakkında Tamamlayıcı Açıklama. 27
Kâmil Teveccüh. 27
Kendilerine Nimet Verdiklerinin Yoluna, Dalâlette Olanların Ve Kızdıklarının Yoluna Değil." (Fatiha, 6) 30
Nimetin Sureti, Ruhıı ve Sırrı 31
Hidâyet Hakkında Had ve Matla' Diliyle Tamamlayıcı Açıklama. 35
Bir ve İki El İle Yaratma. 37
İnsan İtidal Noktasından Nasıl Sapmıştır?. 37
Gazabın Mertebeleri 41
Rızânın Mertebeleri 48
Beşerî Rızânın Mertebeleri 51
Dalâlette Olanların Yoluna Değil." (Fatiha, 7) 53
Dalâlet Mertebeleri 53
Son Hayret 58
Sırrı, Dereceleri ve Sebepleri 58
Ehullahın Büyüklerine Mahsus Son Hayretin Sebepleri 60
"Matla"ın Üzerindeki Lisan ile Bunların Açıklanması 60
"Hayret" Konusuna Tamamlayıcı Açıklama. 62
BOLÜM IV
FATİHA SURESİ'NİN ÜÇÜNCÜ KISMI
"Bizi Sırât-ı Müstakim'e Ulaştır." (Fatiha, 5)
Bu bölüm, bu surenin son kısmıdır ve birinci kısım Hakka, orta kısım Hak ile kul arasında müşterek olduğu gibi, bu kısım da, kula mahsustur.
Bilinmelidir ki: Bu âyet, bir takım meseleleri içermektedir; bunlar, âyetin zahiriyle ilgili konulardır. Âyetin içerdiği başka bir takım meseleler daha vardır ki, bunlar da, zahirden sonra gelen ve onun üzerinde bulunan konularla ilgilidir.
Biz, Önce zahir ile başlayıp, daha sonra diğer bölüme geçeceğiz.
Şöyle deriz: Bu âyet, üç kelimeden meydana gelmiştir; bu üç kelime, "bizi ulaştır/ihdina", "sırat" ve "müstakim" lafızlarıdır. Bu üç kelimeden her birisinin, üç zahirî, üç de bâtını mertebesi vardır, bunların hepsine -Allah'ın izni ile- dikkat çekeceğiz.
Böylelikle sen de, Fatiha'nm üçlü yapısını/teslis hatırla ve onun sırrını anlamaya çalış! Şayet o sırrı müşahede edebilirsen, hayrete düşüren şeyleri müşahede edersin.
"Bizi ulaştır/ihdina", dua ve sual kipinde bir emirdir, bu kelime, "hidâyet"ten türetilmiştir. Hidâyet, "beyân" demektir; bu kelimenin aslı, "Ya" iledir, harf, "emir" kipinde geldiği için düşürülmüştür. Burada kelimenin çoğul gelmesinin nedeni, daha önce "Ancak sana ibâdet ederiz ve senden yardım dileriz" âye-tiyle uyumlu olması içindir; böylece, sanki bütün kullar, aralarında müşterek bir hüküm ve birleştirici nispetler diliyle birbirleri adına konuşmaktadırlar.
Buradaki birinci hikmet, şudur: Yaratıklar arasında, daima duası tam olarak kabul edilip, böylece duasının hükmünün ve İbâdetinin bereketinin bütün kullara sirayet ettiği kimseler bulunur; bu nedenle, "Cemaat rahmettir" buyrulmuştur. Ayrıca Hz. peygamber, bizleri iki çeşit bereket ümidiyle cemaatle zikir yapmaya ve namaza teşvik etmiştir: Bu bereketlerden birisi, duası ve namazı kabul edilen kimsenin bereketinin namazı kabul edilmeyen ve talebine ve gayesine göre kendisine icabet edilmeyen bütün insanlara sirayet etmesidir.
Diğer bereket ise, şudur: Şayet cemaat içinde tilâveti ve namazı olması gerektiği gibi eda edebilen kimse bulunmasa bile, bazen tilâvetin ve namazın kemâli, cemaatin bütününden meydana gelebilir. Şöyle ki: Hak, tilâvet edenlerin ve namaz kılanların işlemiş oldukları amellerin bir kısmını kabul edebilir; kabul edilen bu kısım, makbul salih amellerden meydana gelmiş amellerdir, bu amelleri oluşturan her parça ve cüz, cemaatten birisine aittir. İşte bu tam suret, kâmil olması özelliğiyle, kabul edilmemiş diğer kısım ve parçalara şefaat etmek için geri döner. Böylece makbul ibâdetin bereketi, makbul olmayan tilâvet ve namaza sirayet eder; bu sirayet, iksirin kuvvetiyle kurşuna ve cevhere sirayet etmesi gibidir. İksir, onun hakikatini değiştirip, yoğunlaştınr ve ehli olduğu kemâl derecesine ulaştırır. [1]
"Sırat"
Sırat, üzerinde yürünülen şeydir ve sadece belirli bir başlangıç ve nihayet arasında bulunabilir. Bu lafızda, üç lügat/okuma bulunmaktadır: "Sad/sırât" veya "Sin/sirât" veya "Dat/dırat". Kelimenin, harf-i tarif/Elif ve lam ile gelmesi, "ahid" ve "tarif" içindir ki, bir kelimenin harf-i tarif takısı alması, tarifin kısımlarından birisidir, çünkü harf-i tarif ile tarif, üç kısımdır:
Bunlardan birisi, cinsin kendisini tarif etmesidir, bu tarif, cinsin altında bulunan fertler için sabit olması itibarıyla değil, sadece kendisini dikkate alan tariftir.
İkincisi, cinsin altındaki her bir fert için hakikatin sabit olması itibarı ile tariftir.
Üçüncüsü ise, "istiğrak/kuşatma" açısından hakikati tariftir; bu tarif, hakikatin altındaki fertler hakkında sabitliği itibarı ile tarifidir.
Böylelikle birinci tarif, "zât tarifi", ikincisi "ahd tarifi", üçüncüsü ise "cins-istağrakı" diye isimlendirilir.
Kesin bilgiye/tahkik göre "ahd tarifi" olan ikinci kısım, söz konusu kısımların en kâmilidir. Çünkü, bu tarifin, "zât tarifi"ne dönük bir yönü vardır ki, adeta, bu yönden zât tarifinden farklı değildir; aynı durum, üçüncü kısım ile ilgili oiarak söz konusudur. Çünkü muhatap, hitap sahibinin maksadını bilginin kendisiyle gerçekleştiği araçlardan öğrenemediği sürece, onun neyi kast ettiğini bilemez; binaenaleyh her tarif, o halde, zikredilen itibar ile "ahd" hükmü taşır.
Kuşkusuz ki, Elif-lam/harf-i tarif burada "ahd" bildirir: çünkü, bu noktada nebilerden kâmil olanların zikredilirken buna tekrar dikkat çekilmiştir. Allah teala şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki, Allah onları hidâyete ulaştırmıştır, onların hidâyetine de uyulur." (Enam, 90)
Aynı şekilde, başka yerlerde de çoğul ve tekil olarak "tees-si/uymak"yi zikretmiştir ki, bu "iktida etmek" demektir. Hak, kullarına peygamberinin "sirât-ı müstakim"e ulaştırdığını belirttikten sonra, onlara -eğer Rablerini sevme iddialarında sadık iseler- peygamberine tabi olmalarını, bunun neticesinde de Allah'ın kendilerini seveceğini bildirmiş ve onları bu konuda ikâz etmiştir.[2]
Peygambere tabi olmak, "iktida" demektir ki, bu da, "es-si-rât/doğru yol" üzerine yürümekten ibarettir.
Buradaki, "müstakim" lafzı, "sırât"ın sıfatıdır; bu bağlamda bununla kast edilen, özel bir "istikâmet"tir ki, bu istikâmetin ve erbabının sırrım ve de kısımlarını daha sonra zikredeceğiz. Aksi halde, her nerede bir "sırat" var ise, o sıratın gayesi Haktır.
Bu meseleyi, -Allah'ın izni ile- daha sonra açıklayacağız.
Şimdi de, bu âyetin içermiş olduğu sırlardan kendi yöntemimize göre, söz etmeye başlayacağız, şöyle deriz;
Öncelikle şu bilinmelidir ki: İman, hidâyet, takva ve benzeri sıfatların, üç mertebesi vardır: ilk mertebe, orta mertebe ve son mertebe. Hak, aziz kitabının pekçok yerinde bunlara dikkat çekmiş olduğu gibi, "ehl-i keşf ve'1-vücûd" olanlar da bu mertebeleri müşahede etmiş, bunlar ile tahakkuk etmişlerdir.
Binaenaleyh bu mertebelere işaret eden âyetler arasında şunları zikredebiliriz: "İman edip, salih amel işleyenler, takva sahibi olup, imân eder ve salih amel işledikleri, sonra tekrar takva sahibi olup, imân ederlerse, sonra takva sahibi olup, iyilik yaptıkları sürece yedikleri şeylerde bir günah sahibi olmazlar. Allah, ihsan sahiplerini sever/' (Maide, 93); "Muhakkak ki ben, tevbe eden, imân eden ve salih amel işleyip, sonra doğruyu bulan kimse için çok bağışlayıcıyımdır." (Taha, 82).
Şu halde bütün bunlarla Allah, akıl sahiplerini şu noktada ikâz etmiştir: Allah'a imân ve O'nun birliğini ikrar ettikten sonra imânda, hidâyette, takvada ve benzeri şeylerde farklı dereceler bulunmaktadır, İşte, aşağıdaki âyetlerde de "artma" kelimesiyle bu derecelere işaret etmiştir: "İmanları üzere imânları artsın diye." (Fetih, 4). Ya da, Ehl-i Kehf hakkında nazil olan şu âyette de buna işaret edilmiştir: "Onlar Rablerine inanan bir topluluk idi, biz de onların hidâyetlerini arttırdık." (Kehf, 13)
Zahir ilim mensupları, bu dereceleri büemeyip, bunları müşahede ve bu derecelerle tahakkuk edemedikleri için, bu konularda başarısızlığa düşmüşler ve şunu ileri sürmüşlerdir: "Sıfatlar mücerret mânâlardır, eksiklik ve fazlalık kabul etmezler." Bunun neticesinde ise, tevile sapmışlar, tevilin hemen her çeşidi içinde kaybolup gitmişlerdir.
İlimde derinleşenler ise, şöyle demişlerdir: "Ona îmân ettik, hepsi Rabbimizin katmdandir." (Ali Imran, 7). Bu imânın ardından işin özüne ve sırrın künhüne, sadece "Üstün akıl sahipleri vakıf olabilir." Bu kimseleri, kabuklar engelleyemez; onlar,, kabukları aşıp, böylelikle işlerin hakikatlerinin özüne vakıf olurlar.
Bu rabbani tembihler d eki sırlardan birisi de, "terahi/sonra-lık" belirten ve sonra gelen kelimenin kendisinden öncekinden ayırt edilmesini temin eden "sümme/sonra" edatının âyette zik-redilmesidir; böylece, perdeli kimse şöyle diyerek seni kuşkuya düşürmesin:
İmana ait tövbenin ardından işaret edilen hidâyet nerede kalmıştır? Sonra bu tövbe ve salih amellerin lâzımı olan Allah'ın bildirmiş olduğu hidâyete bağlı imân nerededir? Bu hidâyet, Hz. Peygamber'in elçi olarak gönderilmesinden sonra hak dinin İslâm olduğunu, Hz. Peygamber'in getirdiği her şeyin hak, onun dışındaki dinlerin hükümlerinin ortadan kaldırıhnış/mensuh veya geçersiz olduklarına inanmaktır.
Zayıf ve perdeli kimseleri meseleye ısındırmak için zikretmiş olduğumuz âyetteki imân ve takvanın, âyetin ortasında ve sonunda zikredilen takva ve imân karşısındaki yeri nedir? Artık bunu düşün!
Hidâyetin üç mertebesi vardır, bunların mukabilinde de üç "hayret" derecesi bulunmaktadır. Bu, cehennemdeki derekelerin, cennetlerdeki derecelerin mukabili oluşuna işaret etmektedirler ki, bu konu, "cem" ve "matla"' diliyle konuşurken Allah'ın izniyle açıklanacaktır. [3]
Tamamlayıcı Açıklama
Mutlak Tecellfde Herhangi Bir Şeref Bulunmaz
Bilinmelidir ki: Sırât-ı müstakimle ilgili "tahsis"te bir takım sırlar vardır. Bunlardan birisi şudur: Hak, her şeyi "vücûd" ve "ilim" olarak ihata edip, karışım, hulul, bölünme ve de celâline yakışmayan şeylerden münezzeh olan Zâtına has beraberliğiyle her şeyle birlikte olduğu için, her yolun nihayeti ve her sâlikin gayesi Hak olmuştur. Nitekim Allah teala, "Muhakkak ki sen sırât-ı müstaktm'e ulaştırırsın" âyetinin ardından "Allah'ın sıratı ki, gökte ve yerde olanların hepsi O'na aittir. Dikkat edin, işler ona dönücüdür" (Şura, 52) âyeti ile bunu bildirmiştir.
Böylelikle Allah, her şeyin nihayette kendisine varacağını, bütün eşyanın belirli bir "sırat" üzerinde yürüdüğüne dikkat çekmiştir. Bu sırat, sâlikine göre ya manevî veya mahsus bir sırattır; Hak ise, "Varış yeri ancak O'nadır" âyetinde de ifâde ettiği gibi, onun nihai gayesidir.
Hak, bize iletmesi için peygamberine bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki sen, sırât-ı müstakîm'e ulaştırırsın." Binaenaleyh Allah teala, kendisine yürüyenlerin/sair ilellah gayesi olduğu gibi, şaşıranların da delilidir/delâletü'l-hairin.
Fakat, hiç bir farklılığın/tef avut bulunmadığı Hakkın "mut-laklık"larmda herhangi bir şeref yoktur. Buna örnek olarak, Hakkın mutlak hitabı, mutlak maiyeti ve beraberliği, her şeyi ihata etmesi yönünden mutlak anlamda kendisine varma, yaratmaya dönük hem zâtına ve hem de sıfatlarına ait mutlak teveccühünü verebiliriz. Çünkü Allah'ın, mesela, Arş'ı veya Kalem-i a'la'yı yaratmaya teveccühü ile karıncayı yaratmaya teveccühü arasında hem "ahadiyet-i zât"ı ve hem de "teveccüh"ü açısından hiçbir fark yoktur.[4]
Baş gözü/basar kalb gözü/basîret ile birleşip, her ikisinin de Zât'a mahsus ilâhî nûr ile boyanmasıyla keskin görüş/hadidü'l-basar sahibi olan kimse, "Rahmân'm yarattığında herhangi bir çelişki görmez." (Mülk, 4); bu kişinin, zâtı beraberlik ve birliktelik/(her nerede olurlarsa Hakkın yaratıklarıyla beraber olması) karşısındaki durumu da böyledir. Çünkü Hakkın, yaratıklannm en alt mertebede bulunanı ile olan beraberliği, Zâtma has mukaddes ve kendisine layık bir birliktelikle en şerefli ve en üstün mertebedekiyle olan birlikteliği gibidir. Mutlak anlamda hitabının hükmü de böyledir; binaenaleyh Hak, Hz. Musa ve dilediği kimselere hitap edip, onları hitabı ve dilediği şeylerle şereflendirdiği gibi, "Oraya giriniz ve artık konuşmayınız" vb. âyetlerde olduğu gibi, cehennem ehline de hitap edebilir.
Bu hitap dolayısıyla cehennem ehli adına hiçbir şeref ve fazilet yoktur, bilakis bu, onların azabına azap katar.
Hakkın her şeyi ihata etmesinde de durum böyledir, çünkü Hak, her şeyi "rahmet" ve "ilim" yönünden ihata eder. Hakkın rahmeti, burada, varlığıdır/Vücûd, çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, eşyanın aralarındaki farklılık ve ihtilafa rağmen müşterek oldukları tek şey, Varlıktır.
Binaenaleyh Hak, vücûdî ve ilmî/(varlık ve ilmen kuşatma) ihatası yönünden her şeyin gayesidir. Nitekim daha önce Hakkın ilminin, ahadiyet-i Zât/Zât'm birliği mertebesinde Zâtından farklı ve ondan ayrı olmadığına dikkat çekmiştik, çünkü bu mertebede hiçbir şekilde taaddüt/çoğalış yoktur.
Bununla birlikte Hak, her şeyin gayesidir, her şey ile beraberdir; bölünen ve bölünmeyen her zerrenin ve cüzün; ruh ve nisbet gibi her basitin zahirini ihata ettiği gibi, her şeyin bâtınını da ihata etmiştir: çünkü fayda, umûmî değildir ve saadet şâmil değildir; faydalar, mertebelerin birbirinden ayrılması, cihetlerin ve nisbetlerin farklılığı, hitabın vasıtasının farklılığıyla ortaya çıkar. Ayrıca fayda, Hakkın seninle birlikte olduğu sıfata; seni çağırdığı ve çektiği ulvî mertebelere; seni yarattığı ve terkip ettiği şe'nlerinin suretlerinden herhangi birisine ve herhangi bir işe; seni bulundurduğu ve yerleştirdiği hâl veya makama; senin için değişen ve farkhlaşan makam ve hale göre ortaya çıkar.
İşte, yarışanlar bunlarda yarışmalıdır!
Daha önce belirtmiştik ki: Hakkın isimlerinden her birisinin
taayyünü varlıkların a'yânından herhangi birisine bağlı olsa bile/tevakkuf, bu isim, o varlığın gayesidir; bu ismin mertebesi, o varlığın kıblesidir, isim ise, onun mabududur.
İsimler, kendilerini tek felek birleştirse de, hakikatleri yönünden birbirlerinden farklıdırlar. Şöyle ki: Her isim, bir açıdan müsemmânm aynıdır ve bütün isimlerle isimlenen "müsemmâ" birdir. Bu itibarla, bütün isimlerin bir olduğu söylenebilir.
Aksi halde, ed-Darr ismi en-Nafi ismiyle; el-Mu'ti, el-Mani ismiyle; el-Muntakim, el-Ğafir ismiyle; el-Mun'im el-Latif ve el-Kâhir isimleriyle veya rahmet gazap ile nasıl ilişkili olabilirdi ki? Gâliplik ve öncelik/sebk ile bunlardan farklı olan nispetler nasıl ilişkide olabilirlerdi? Binaenaleyh ahadiyet-i cem/çokluğun birliği vasıtasıyla eşyanın nitelendiği farklılık/hilaf sureti korunur; zâtı ihata ve beraberlik sırrıyla da, zıtlar arasında ünsiyet meydana gelir.
Artık, buna dikkat et, bütün iş Hakka dönecektir.
Açıklanması haram olan şeyi, izhâr etmem ve bu yasağı ihlal etmem!
Hakkın, kendisinin bidayet ve gayede ve de bu ikisinin arasında ve onlara göre ortaya çıkan "yol/tarik"da bulunduğuna dair akıl sahiplerine yönelik ikâzlarından birisi, Hud (a.s)'m diliyle belirttiği şu âyetidir: "Muhakkak ki ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden tutmuş olmasın." (Hud, 56)
Böylelikle Hud, Hakkın o canlıyla birlikte yürüyen olduğuna işaret etmiştir. Bunun ardından ise şöyle demiştir: "Benim Rab-bim, sırât-ı müstakim üzeredir." Buna göre, yaratılmışların "kâhr/zorla" ile kendileriyle yürüyene tabi olmalarından dolayı Hak, sırât-ı müstakim üzere bulunmaktadır. İşte bu, "mutlak" istikâmettir ki, bunda hiçbir farklılık bulunmaz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, mutlak anlamda perçemlerden tutmak veya mutlak anlamda yürümekten herhangi bir fayda meydana gelmez.
Allah, "Muhammedi" zevkte bu makâmm sırrına başka ve daha kâmil bir tarzda dikkat çekip, şöyle buyurmuştur: "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar, Allah'a basiret üzere davet ediyoruz. Allah münezzehtir, ben de müşriklerden değilim/' (Yusuf, 107).
Bu ifâde, bir tembihtir: Allah'a davet -ki, davetin konusu bunda bulunmaktadır- bir açıdan müphemlik ifâde eder. Şöyle ki: Hak, davetin sonunda taayyün etmektedir, şimdiki durumda ise bulunmamaktadır.
"Allah'a/ilellahi davet ediyorum" âyetinde zikredilen "İla/a" harf-i cerri, gayeye delâlet eden ve tahdit vehmi veren bir edat olduğu için, Hak peygamberine yakaza ve yakın ehlini bu konuda ikâz etmesini emretmiştir: Böylece Hz. Peygamber, yakaza ve yakın ehline adeta şunu söylemiştir: Muhakkak ki, sizi Allah'a "i'raz/başkasından yüz çevirmek" ve "ikbal/O'na yönelmek" sureti ile davet etsem de, bu, Hakkın kendisine yönelenlerle birlikte olması gibi, yüz çevrilen şeylerle beraber olmadığı demek değildir.
Binaenaleyh Hak, bidayette madum/yok olmamıştır ki, gayede talep edilsin; bilakis, halkı Hakka davet ederken ben ve bana tabi olanlar, işin gerçeğinin farkındayız. "Ben müşriklerden değilim," yani eğer Hakka dair böyle bir şeye inanmış olsaydım, Hakkı sınırlamış ve ondan perdelenmiş olurdum; bu durumda da, bir müşrik olurdum.
Allah, sınırlanmaktan, sadece belirli bir cihette taayyün etmekten veya bölünmekten münezzehtir. Ben de, Allah'a karşı kötü zan besleyen müşriklerden değilim.
Allah'a davetin nedeni, isimlerinin mertebelerinin farklı olmasıdır; isimlerin farklılığı ise, Allah'a davet edilen kimsenin hâllerinin farklılığına bağlıdır. Böylece yaratıklar, sakınma, çekinme ve kendilerine zarar getireceği beklenen şekilde Hakla birlikte kalmak yönünden Haktan yüz çevirirler; hidâyet vermesi ve basiret nasip etmesiyle de Hakka yönelirler. Böylece, O'na ve ikramına nail olmayı ümit ederler.
Bunu anla ve aklında tut. [5]
Hidâyetin Mertebeleri
Bilinmelidir ki: Sırât-ı müstakimin üç mertebesi vardır. Birincisi, mutlak istikâmeti içeren genel mertebedir, nitekim daha önce bu mertebeye dikkat çekmiştik.
Bu mertebeyle ortaya çıkacak herhangi bir saadet yoktur.
Hidâyetin ikinci mertebesi, orta mertebedir; bu mertebe, Hz. Adem'den Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderildiği zamana kadar gelmiş geçmiş ümmetlerin Rabbanî-hakiki şeriatlarına mahsus hidâyettir.
Hidâyetin üçüncü mertebesi ise, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu şeriattır; bu şeriat, kapsayıcı ve kuşatıcı şeriattır ve iki kısımdan oluşmaktadır:
Birincisi, sadece Hz. Peygamberin kendisine ait olan ve önceki peygamberlerde bulunmayan hükümlerdir.
İkinci kısım ise, geçmiş şeriatların hükümlerinden kendi şeriatında bulunan hükümlerdir.
Bu zikrettiğimiz şeydeki istikâmet, öncelikle "itidâl"dir, sonra da bu noktada sebat etmektir; nitekim Hz. Peygamber, kendisinden tavsiyede bulunmasını isteyen bir sahabesine şöyle cevap vermiştir: " 'Allah'a imân ettim' de, sonra da dosdoğru ol!"
Bu, yani gerçek itidal haliyle bezenip, ardından bu hâl üzerinde sebat etmek, gerçekten de çok zor ve kıymetli bir hâldir. İşte bu nedenle Hz. Peygamber, "Hud suresi ve kardeşleri olan sureler, beni ihtiyarlattı" buyurmuş, bununla da "Emrolundu-ğun gibi dosdoğru ol" (Hud, 112) âyetine işaret etmiştir.
Çünkü insan, yaratılışı, zahirî ve bâtını melekeleri açısından bir takım sıfatlara, huylara, hâllere, tabiî ve ruhanî keyfiyetlere sahiptir; bunların her birisinin de, bir ifrat ve tefrit tarafı vardır. Vâcib olan, bunların her birisine ait "orta yolu" bilmek, sonra da bu orta yol üzerinde sebat etmektir.
Bunun için ilâhî emirler varit olmuş, apaçık âyetler ve hariçteki varlıklar bunun doğruluğuna şahitlik etmiş, meşru amel ve ahlakları işlemelerinin bereketinden büyük kimseler hakkında da bu itidal gerçekleşmiştir. Ayrıca, "Göz kaymadı, aşırılığa da gitmedi" (Necm, 17) âyetinde olduğu gibi Hz. Peygamberi metheden âyetlerde; veya "Onlar ki, infak ettiklerinde israf etmezler, cimri de davranmazlar, bunun ortasında bir yol tutarlar" (Furkan, 67) âyetinde olduğu gibi cömertlik konusunda müminleri öven âyetlerde; veya "Namazında açıktan okuma, bütünüyle de gizleme, bu ikisinin arasında bir yol tut" (İsra, 110) ya da "Elini boynuna bağlı tutma, bütünüyle de saçıp savurma" (İsra, 29) âyetlerinde olduğu gibi Allah Teâla'mn Hz. Peygambere tavsiyede bulunduğu bir' takım âyetlerde Rabbani işaretler, bu itidale dikkat çekmiştir.
Böylece Hak, peygamberini israf ve cimrilik arasında "orta yol" tutmaya teşvik etmektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber, kendisine ruhbanlık, senelik oruç tutmak, bütün gece namaz kılmak hakkında soru soran bir sahabesini azarladıktan sonra verdiği cevap da, bu itidale işaret eden delillerden birisidir: "Dikkat et! Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, zevcenin senin üzerinde hakkı vardır. Oruç tut, iftar et, namaz kıl ve uyu."
Hz. Peygamber, aynı konuda başka sahabelerine de şöyle demiştir: "İşte ben, bazen oruç tutarım, bazen yerim; bazen namaz kılarım, bazen uyurum ve hanımlarıma yaklaşırım. Kim ki benim sünnetimden yüz çevirir, o kişi benden değildir." Böylece Hz. Peygamber, ruhanî kuvvetlerin tabiî kuvvetlere büsbütün baskın gelmesini yasakladığı gibi, tabiat kaynaklı şehvetlere büsbütün dalmayı da yasaklamıştır.
Hz. Peygamber, hâl ve benzeri konularda da aynı şekilde davranmıştır. Mesela, Ömer (r.a)'ı namazda sesini yükselterek sure okurken gördüğünde, bunun sebebini sorar. Ömer şöyle der:-"Böylece putları kırıyorum ve şeytanları kovuyorum." Bunun üzerine Hz. Peygamber:
-"Biraz daha sessiz oku" der.
Hz. Peygamber, Ebu Bekir'e gelir, onun da çok kısık bir sesle okuduğunu görür, aynı şekilde bunun sebebini sorduğunda Ebu Bekir şöyle cevap verir:
-"Münacaat ettiğim kimse beni işitmiştir." Hz. Peygamber, Ebu Bekir'e şöyle der:
"Sesini biraz daha yükselt."
Böylelikle Hz. Peygamber, her iki sahabesine de, itidali tavsiye etmiştir ki, itidal, sırât-ı müstakimin bir özelliğidir.
Diğer huyîardaki durum da böyledir:
Kuşkusuz "şecaat/cesaret", korkaklık ve cüret arasında orta bir özelliktir.
Belagat ise, aşırı veciz ve kısa anlatım ile uzun ve geniş ifâde arasındaki orta yoldur.
Bizim şeriatımız, bütün bunları açıklamayı tekeffül etmiş ve buna riâyet etmiş; bütün hâllerde, hükümlerde, makamlarda, korkutma ve teşviklerde; tabii sıfat ve hâllerde, ruhanî hâllerde, iyi ve kötü huylarda itidal ölçütünü göstermiştir.
Hatta şeriatımız, kötü huylar için bile bir takım yerler belirlemiştir ki, bunlar o yerlerde kullanıldığında, iyi huylara dönüşürler. Bu mânâya, ilâhî bilgilendirme ve hakikatlere dair verilen haberlerde de riâyet edilmiştir. Çünkü şeriat, hakikatlerden bahsederken işaret ve açıklamayı birleştiren bir yol tutmuştur.
Biz de, şeriatın yoluna uyarız ve sadece Allah'a yöneliriz. Artık bu kadar işaret ile yetiniyoruz, çünkü geniş açıklama işi uzatır.
Daha önce tespit ettiğimiz esasa göre, işin özeti şudur: İnsan, bütün alemin bir nüshası olduğu için, bütün alemlerle ve mertebelerle bir ilişkisi meydana gelmiştir; hatta insanın, her şey ile bir nisbeti bulunmaktadır. Kuşkusuz insanda, kendisini "ahseni takvim"den ibaret olan itidal hâlinden, her yöne çeken ve her çağrıya icabet etmesini gerektiren bir özellik vardır.
Her cezbe ve incizab/çekilme, icabet ve çağrı, herhangi bir fayda vermez ve saadet meydana getirmez.
Bununla birlikte, Hak, daha önce açıkladığımız gibi, her şeyin gayesi, nihayeti, her şeyle birlikte olan ve her şeyin maksadı olunca, istenilen şey, saadetlerin kaynağına ve saadeti meydana getiren şeylere yönelik özel yöneliş ve sülüktür; bu saadet, rızâya neden olan, mülaim, herhangi bir elemle karışık olmayan ve ebedî bir saadettir.
Şu halde, arzusuna ulaşma inancını veren veya gayesinin gerçekleşmesini temin eden manevî veya manevî olmayan herhangi bir cihet veya bu cihete ve gayeye götüren sağlam, yakın, şüphe ve engellerden salim herhangi bir yol ortaya çıkmadığı sürece insan, "küllî âmÜ"in bulunmasından sonra nasıl talep edeceğini, tam olarak neyi amaçladığını, buna nasıl yöneleceğini ve de hangi yolla bu maksadına ulaşacağını bilemez. Zikrettiğimiz bu küllî âmil ise, talebe veya insana zarar veren şeyleri uzaklaştırmak, faydalı olanları, veya dünyada-âhirette, zâhirde-bâtında kendisine en faydalı olan şeyleri elde etmeye yöneliktir. Bu durumda ise, durum ve hâl belirginleşip, şimdiki ve gelecek zamana nisbetle doğru yol kendisi için aydınlan m caya kadar, yolunu şaşırır ve hayret içinde kalır.
Bunu anla, Allah hakkı söyler ve yoluna ulaştırır. [6]
Hidâyet ve Dalâlet Mertebeleri
Allah, bu âyetin zahiri, bâtını ve şimdi bitirdiğimiz bölümde de "had"di hakkındaki bir takım sırlan zikretmemizi nasip etmiştir; şimdi ise, "matla"' dili ve sırrının, daha sonra da "cem" dilinin gerektirdiği şekilde nasip olduğu kadarıyla âyetin sırlarından bahsedeceğiz.
Allah mürşid'dir.
Bilinmelidir ki: Hidâyet, dalâletin zıddıdır. Bunlardan her birisinin de, üç mertebesi vardır. "Hayret"ten ibaret olan dalâletin özelliği, "belirsizlik/la-taayyün"tir; taayyün ise, hidâyetin özelliğidir. İnsanın hidâyetten önce dalâlette bulunmasmdaki sır[7], hüviyetinin gaybi açısından zâtma ait ilâhî ve mutlak şe'n hükmünün bizzat taayyünden önce olmasıdır; mesela, vahdetin, icmalin, müphemliğin ve bilinmezliğin kesret, tafsil, açıklama ve ifâdeden Önce gelmesi gibi.
Kitabın başlangıcında açıklanmış olan yaratılış ve başlangıç hakkındaki ifâdelerimizi hatırla! "Allah var idi, O'nunla beraber başka bir şey yok idi." Herhangi bir isim, sıfat, hâl ve hükmün Hak ile beraber bulunmadığı makamın taayyün-i evvel makamından önce oluşunu hatırla! Taayyün-i evvel, kitabm başında işaret ettiğimiz ve daha sonra değineceğimiz üzere, Gay-bm anahtarlarmı açıklayan/muayyin "ahadiyet-i cem" makamına aittir.
Aynı şekilde, ahadiyet-i cem makamının, "şeriat" ve "hakikat" te sabit olan Amâî varlıktan önce olmasını da hatırla! Bu mertebenin diliyle "Ben bir gizli hazine idim, bilinmezdim, bilinmek istedim" denilmiştir. "Nûn"a ait sırrın, "Kalem"e ait emirden önce olmasını; Kalem'in Levh'den önce gelmesini; Ke-lime'nin, Arş'a ait vahdaniyet özelliğindeki hüküm ve emrin, ilk tafsîli-sûrî emirden önce gelmesini hatırla! Bu emir, "iki kadem/ayak" hükmüyle zahir olmuştur.
Bunun ardından, ilâhî emrin, umûmî olarak bilinen, özel olarak da idrâk edilen "tertip" ile Adem'de nasıl sona erdiğini, zür-riyetinin zerreler gibi Adem'in vahdetinin suretinde nasıl toplanıp, bir araya geldiğini gör! Adem, silsilenin suretinin sonuncusu, mânâsının ilkidir. "Sizi bir tek nefisten yarattı ve ondan zevcesini yarattı. O ikisinden de pek çok kadın ve erkek meydana getirdi." (Nisa, 1) Böylelikle Adem'in zürriyeti, Adem'deki icmâlî ve izafî gaybda mündemiç ve gizli olmalarından sonra, Hakkın kendilerini ortaya çıkartması ve yayması/neşr ile zuhur etmişlerdir. Bunun sonucunda ise, her birisi kendi nefsinden ve başkalarından O'nun katında perdeli haldeki şeyleri görmüş, birbirlerine ait hükümler, kesinlik, eksiklik, baskınlık ve mağlubiyet ile birleşmiştir.
Bunu anla ve düşün!
Binaenaleyh, vahdet, icmal ve az önce "öncelik" vasfıyla nitelediğim şeylerin bâtmhğı vardır; kesretin ise zuhuru ve açıklığı vardır. İnsanın, suret üzere yaratılması takdir edilip, o, bir "nüsha" ve "gölge" olarak zuhur edince, onun nüshası, kendi aslına tabi olan asılların sureti üzerinde meydana gelmiştir; böylelikle onun dalâleti, kuşkusuz, hidâyetinden önce olmuştur.
Nitekim Allah, nüshaların en kâmili, ilâhî ve beşerî kemâl ile zuhur ve tahakkuk açısından insanların en tamamı olan Hz. Peygamber hakkında şöyle buyurmuştur: "Seni şaşırmış buldu, hidâyete ulaştırdı." (Duha, 7) Yani sen, Öyle bir halde bulunuyordun ki, kendin için doğru ve öncelikli olan şeyleri bilmiyor-
dun; bunun üzerine Allah, doğru ve öncelikle olan şeyi sana bildirmiş, belirgin hâle getirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir.
Böylelikle sen, hidâyet ve diğer mertebelerde kemâle erdin, hidâyetle doldun, sonunda coştun, hidâyete ulaştırdın ve kemâle erdirdin; feyiz, senden başkalarına yayıldı. Böylece, benim iyiliğim/ilâhî hayır senin vasıtanla, seninki de benim vasıtamla kainata ulaştı.
Binaenaleyh insanı yaratıp, ona iki yol gösteren Allah münezzehtir. Sonra Allah, insan için düzgün ve mutedil yolu seçmiş, ona bilmediği şeyleri öğretmiştir. Şu halde Allah'ın, insan üzerindeki ihsanı çok büyüktür.
Ey kardeşim! Cezbeler ve çağrılar, muhabbet diliyle, her yönden ve taraftan insanı çekerler, bunun nedeni, insanın her şeyin sevgilisi olmasıdır; ayrıca, her şeyin kendisiyle boyanmış olduğu rubûbiyet hükmü açısından da, insanı davet ederler. Daiye-ler/dürtü, cezbe ve münâsebetlere göre, icabet ve karşılık vermek için ortaya çıkar. İnsan, sevdiği ve meylettiği şeyin kuludur. Her makam, hâl ve diğer şeylerde itidal, orta yoldur; itidalden meyleden kişi, sapıtır/inhiraf. Bütünü veya çoğu yönüyle azlığa meyleden kimse, itidalden uzaklaşır.
İnsanın içinde bulunduğu veya uğradığı ve merkezinde "heyulanı" vasıflı olarak sebat ettiği bütün makamların dairesinin tarafları onun hakkında eşit ise, o kişi, "Her şeye yaratılışını verir ve ona hidâyet eder" özelliğiyle kendi şe'nlerinde Rabbına tabi olan "adam"dır. Bu kişi bulunduğu makamda, hükümlerin ve şekillerin kayıtlarından kurtulmuştur, her cezbeye ve çağrıya hakkını ve sadece kendisinden olan payını verir. O, kendisinden ortaya çıkan diğer kısımlar ile ise, hiçbir vasıf, belirli bir hâl veya hüküm veya isim olmaksızın, asıl mutlakhğı ve basitliği üzerinde bakidir.
Ayetteki "hidâyet eder", açıklamak ve ortaya çıkartmak demektir. Nitekim kâmil Şeyh şöyle demiştir:
O tutuşunca, ben de tutuşurum, neşelenince ben de neşelenirim Onu, aşık olduğunda kalbim takip eder
Bunu anla ve "viche/kıble"nin sırrından, "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetinin sırrından "cem" diliyle bahsederken, bu bölümde ifâde ettiğimiz şeyleri hatırla!
Ayrıca, daha önceki açıklamalarımızı da hatırla! Umulur ki işaret olunan şeyi anlarsın. [8]
İtidal Mertebeleri
İtidalin ilâhî-gaybî bir mertebesi vardır. Bu mertebe, manevî suret ve gaybî hey'etten ibarettir. Bu heyet ve suret, Zât'a ait aslî isimler arasında "Amâ" mertebesinde "ahadi-yet-i cem" hükmüyle gerçekleşen ezelî içtimadan meydana gelmiş, bu içtimaa taalluk etmiştir. "Amâ" mertebesi, Kalem-i a'la'nm ve ulvî/müheyyeme ruhların kendisiyle zuhur ettiği birinci nikah mertebesidir; bu mertebe, aynı zamanda Um-mü'1-kitap'tır.
Kimin ki, "hakîkat/ayn"inin mertebesi, burada taayyün edip, isimlerin ve "a'yân"m hükümleri kendisine uygun bir şekilde teveccüh ederse, bu kişinin ruhanî makamı, sıfatlar, fiiller ve ruhuna mahsus ruhanî hâlleri yönünden "mutedil" olur; bu teveccühler, o kişi hakkında mutedil olarak düzenlenmiştir. Bununla birlikte buların hiç birisinin hükmü, diğer isimlerde yok olmaz, fakat asıl suret üzere farklılıkları devam eder. Gerçi, unsurî mizaçta olduğu gibi, bu hükümlerin bir kısmı diğerlerine baskın olabilirler.
Bu mertebede bu kişinin unsurlarmın/ustukussat birleşimi de, bedenin yaratılışı hâlinde itidalle uyumlu bir halde gerçekleşir. Böylelikle bu kişi, zikredilen bu aslî ve gaybî itidal ile, ruhanî ve tabiî-misâlî itidalleri birleştirir; böylece onun hâlleri, fiiller ve tasavvurları, itidal ve istikâmet üzere gerçekleşir. Bu fiiller ve eserler, yok olucu/zail veya belirli bir müddet devam eden şeyler olabileceği gibi, sürekli olan şeyler de olabilir.
Her şey, bu kişiden, mutedil olarak sâdır olur. Binaenaleyh bu kişi, Rabbından gelişinden/seyr nün rabbihi ve dönüşünde,doğru yol üzerinde, razı olunmuş bir geliş ile ve mutedil tavır-.larla, müstakim bir yol yürür; bu kişi, gerçekte/nefsü'1-emr Allah katında da razı olunmuştur.
Ahadiyet-i cem makamındaki kemâl noktası olan bu merke-zi-orta noktadan sapan kimseye gelince: bu kişinin leh ve aleyhindeki hüküm, mertebesinin bu noktaya olan yakınlığına ve uzaklığına göre değişir. Bazılarının mertebesi, bu orta noktaya yakın, bazılarınınki ise daha yakındır; bazılarının mertebesi bu noktadan uzak, bazılarınki ise daha uzaktır.
Şeytanlara ait olan "tam sapma" ile, isimlere ait ve kemâl özelliğindeki bu ilâhî itidal arasında saadet ve şekavet mensuplarının mertebeleri belirlenir. Buna göre tabiî itidal, farklı mertebelerine göre zahirî saadetin ve mahsus nimetin sahibidir; bu itidal, hidâyet mertebelerinin ilkine ve cennet ehlinin geneline mahsustur.
Ruhanî itidal ise, Rabbma göre ikinci mertebede hidâyetin bâtınının sahibidir. Bu itidal, "Ebrâr"a aittir.
Velilerden ruhanî hükümlerin kendisine galip gelen kimseler ise, "İlliyyin"dedir; bunlara örnek olarak, Kadîb Ulban el-Mev-silî[9] ve benzerlerini verebiliriz.
İlâhî isimlere mahsus gaybî-itidâlin mensupları -ki onların hepsi, "mukarreb/yakmlaşmiş" kimselerdir-, "ehl-i tesnîm" ve gaybm anahtarlarının bekçileridir; onlara, aşağıda zikredeceğimiz kâmil hidâyet mertebelerinin üçüncü mertebesi tahsis edilmiştir.
Zikredilen zahir ve bâtın hidâyetin mensupları, çeşitli kısımlara ayrılır ki, bu kısımların sayısı, tabiî ve ruhanî itidal mertebelerinin sayılan üzerinde bulunan velilerin sayısı kadardır. Bu mertebeler, bu kısımların asılları yönünden üç yüz civarındadırlar; fakat asılların dayandığı ana kısımlar yönünden ise bu mertebeler, dokuzu geçmez.
Bunlardan bazıları, melek veya beşerî resulleri vasıtasıyla Hakkın kelâmını kendi nefsinde veya başkasında işitmekle hidâyete erer; bu kimselerin durumu, Sidre-i münteha'da "Mescid-i Aksa"'yı geçemez.
Fakat, bunların arasında büyük farklar vardır; çünkü bunların arasında öyle kimseler vardır ki, onların durumu birinci semayı ve üzerine varid olan ilâhî hitabı veya kendisine gelen melek elçiyi geçemez; bazıları vardır ki, onların durumu/emr, ikinci semaya mahsustur; bazıları vardır ki, onların durumu, üçüncü semaya mahsustur. Böylelikle, Sidre-i müntehâda zikredilen mescide kadar yükselir. Bu mescidin üzerinde, herhangi bir tek-lifî/şerî hüküm veya kulun orada zorla/kâhir kulluk edeceği belirli bir yol yoktur.
Bunlardan bazıları ise, Hakkın fiillerinin sûretleriyle hidâyete ererler. Bu fiiller, afak ve enrüsi âyetlerden ibarettir.
Bazıları, resullerin ve gerçek anlamda tabi olunan kimselerin veya herhangi bir akü kaynaklı idari-hüküm koyucunun fiilleriyle hidâyete ererler; bu kimsenin ortaya koyduğu hüküm, resullerin ortaya koymuş oldukları şeylerle uyumludur. Fakat bu hükümlerin koyan kimse, bunları kendiliğinden ortaya koymuş, başkaları da bu hükümleri beğendikleri için ve taklit ederek ona uymuşlardır.[10]
Bazıları ise, değişik çeşitlerine rağmen, Hakkın izni ile hidâyet bulmuştur. Allah, şu âyetle bu makama işaret etmiştir: "Allah imân sahiplerini ihtilaf ettikleri şeyde izni ile hakka hidâyet etmiştir." (Zümer, 3).
Bazıları da, imânı sayesinde hidâyete ulaşmıştır, nitekim Allah teâla şöyle buyurmaktadır: "İman edip, salih amel işleyenleri Rableri imânları ölçüsünde hidâyet eder."
Bazıları ise, zikredilen şeylerin toplamı ile veya bir kısmı ile hidâyete erer. Bu bağlamda Allah teala şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki ben tevbe eden, imân eden ve salih amel işleyip, sonra hidâyet bulanlar için çok bağışlayıcıyım."
Bununla beraber, zikredilen bu hidâyet kısımlarının mensupları, çeşitli alt kısımlara ayrılır, bunu anla!
Bunlardan bazıları, Hakkın sadece bazı isimleri yönünden hidâyete ulaşır.
Bazısı, Hakkın bütün isimleri açısından hidâyete ulaşır.
Bazısı, bütün diğer isini ve sıfatları birleştiren özel mertebesi yönünden hidâyete ulaşırlar.
Bazıları, sadece Hak ile hidâyete ererîer. Bu hidâyet, herhangi bir kayıt açısından; veya herhangi bir sıfattan, isimden, şe'n-den, veya belirli bir mazhârdaki tecellîden veya harf ve ses ile kontrol altına alınmış/munzabit hitaptan veya işlenmiş bir amelden veya gösterilmiş bir gayretten veya verilmiş veya kazanılmış bir ilimden meydana gelmiş belirli bir nispet açısından gerçekleşmez; ya da bu hidâyet, var olan sebep ve vasıtalara bağlı değildir. Sadece Hakkı" şöylece bilmiştir ki: Her şeyin sureti ile sûretlenmek, her hâl ile hallenmek, bütün mertebelerin ve de bütün vakit ve zamanlardaki hüküm sahiplerinin hükmüyle boyanmak, Hakkın hakikatinin bir gereğidir.
Binaenaleyh Hak, bu sûretin/(her şeyin sureti) kendi mertebesinin/hazret suretine benzerliğini/mudahî gördüğünde, ulû-hiyetin dayandığı mutlak zâtının tecellîgâhı olarak onu seçmiştir; ulûhiyet, bütün isim ve sıfatları birleştiren mertebedir. Böylelikle Hak, bu tecellîgâhda o hakikatin gerektirdiği şekilde te-rellî etmiştir. Bunun neticesinde ise, her şey, Rabbmın ilminde ezelde taayyünü açısından, bu ilim ile kendi hakîkatini/ayn bilmiş, her şey her şeye görünmüş, bizzat bu şey ile her şey hakkında hüküm verilmiştir. Ayrıca, hakikatlerin suretleri Yaratıcılarının ilminde bulundukları hâl üzere bununla korunmuşlardır; bu koruma, bu suretlerin söz konusu tecellîgâhm aynasında farklı-laşmayışlan yönünden gerçekleşir.
Eğer bu tecellîgâh olmasaydı, Hakkın ondaki tecellîsi vasıtasıyla tecellî eden ile tecellîgâh arasında eşyanın suretleri zuhur etmeyecekti. [11]
İstikâmetin Mertebeleri
İnsanların hidâyet ve hidâyete ulaşma/ihtida mertebelerin-deki kısımlarından kısmen bahsettik, şimdi de istikâmetin kısımlarını zikredeceğiz:
Bilinmelidir ki: İnsanlar, istikâmette yedi kısma ayrılırlar: Sözü, fiili ve kalbi ile istikâmette olanlar; kalbi ve fiili ile istikâmet üzere olanlar. Bu iki gurup, kurtuluşa erenlerdir, fakat birinci sınıf daha üstündür.
Üçüncü kısım, fiili ve sözü ile istikâmette kalbi ile istikâmet üzere olmayanlardır; bu kişinin, başkasından dolayı menfaat edinebileceği umulur.
Dördüncüsü, fiili olmaksızın sadece sözü ve kalbi ile müstakim olan kişidir.
Beşincisi, fiili ve kalbi olmadan sadece sözü ile istikâmette olan kimsedir.
Altıncısı, fiili ve sözü olmaksızın sadece kalbi ile istikâmette olan kimsedir.
Yedincisi ise, kalbi ve sözü olmadan, sadece fiiliyle istikâmette olan kimsedir; işte bunlar, birbirlerinden üstün olsalar bile, lehlerine değil aleyhlerinde olan kimselerdir.
Burada "sözde istikâmet" ile kast edilen, bu eylem bu gibi şeyleri kapsadığı için, gıybet, söz taşıyıcılığı ve bunlara benzeyen şeyleri terk etmek değildir; sözdeki istikâmet ile kast edilen, sözü ile başkalarını sırât-ı müstakime irşat etmektir. Bazen bu, irşat edilenden soyut olarak bulunabilir; bu durumu, bir örnekle açıklayacağız:
Mesela, bir insan namaz hakkında bilgi edinir ve bu bilgiyi tam olarak idrâk eder. Bunun ardından, namazla ilgili bu bilgisini başkasına Öğretir. İşte bu kimse, sözünde istikâmet üzeredir. Sonra namazın vakti gelir ve zahirî rükünlerine riâyet ederek bilgisine göre namazını kılar. Bu durumda ise, "fiilinde istikâmet üzeredir". Bunun ardından ise, Allah'ın bu namazdan muradının, kulun kalbinin namaz esnasında Hak ile hazır olması olduğunu öğrenir ve kalbini Hak ile hazır eder.
îşte bu kişi, kalbi ile istikâmet üzeredir.
Diğer kısımları da buna kıyaslarsan, Allah'ın izni ile doğruyu bulursun.
Bunu öğrendiğinde, şöyle deriz: Meşru özel yollar içerisinde en doğru yol, sîretinden nakledildiği tarzda, Hz. Peygamber'in söz-fiil ve hâl olarak üzerinde bulunduğu yoldur; bu yol, kâmil kişinin Hz. Peygamberi taklit ederek veya marifet ve müşahede ile elde ettikleri yoldur. İşte bu yol, mutedil "orta hâl"dir.
İnsanlar, bu halde çeşitli mertebeler içinde bulunurlar. Her bir mertebe sahibinin, bir veya daha fazla alâmeti vardır ki, bunlar, o kişinin Hz. Peygambere tabi olmasının ve ona mensubiyetinin doğruluğuna delâlet eder. Bu mensubiyet, ya şerî-dinî bir yakınlık veya hâl ve ilimde Hz. Peygambere varislik cihetinden ruhanî yakınlık dolayısıyla gerçekleşir. Hz. Peygambere vâris olmak ise, ya zevk veya bilgi kaynağı veya bütün ilimleri içermeyi ve kuşatmayı gerektiren kemâl mertebesinde gerçekleşir.
Bu alâmetler, hem perdeli kimselerde ve hem de bilgi sahiplerinde bulunur.
Kâmillerin ve "Efrad"m altındaki kimseye nisbetle ilâhî meselelerde hidâyetin alâmetleri, vücûdî/varlık çokluğun nefyi ve çeşitli hükümlerinin baki kalmasıyla birlikte kesrette bir olan Hakkı müşahede etmektir/kesreti vahdeti görmek; bunun yanında, bu müşahedeye gerekli olan marifetin de bulunması gerekir. Bu marifet, nisbet ve izafetlerin ortaya çıkışın ve de hüküm açısından yegane varlık olan ve kendisinde hiç bir şekilde çokluğun bulunmadığı Hakka dönüş sebeplerinin bilinmesidir.
Bu hâlin mensupları, bu halde çeşitli derecelerde bulunmaktadırlar. Bu dereceler, müşahede, marifet ve velayette; ittibamn sırrını, "muvafakat" ve "iktida" yönünden bunun hükmünü bilmede; vakitli ve vakitsiz amellerin neticelerinde ortaya çıkarlar. Bu ameller, "tabi"ye ve de "muvafık"a nispetle sâdır olurlar.
Keşf ve marifet ehli olmayan mümin ve müslümanlar hakkında da orta yol üzere istikâmet, çeşitli derece ve mertebelere ayrılır.
Binaenaleyh, onlardan zikredilen bu zevke en çok imân edenleri, ittibada en titizi, bu konuyla ilgili söz konusu hususları en doğru şekilde tasavvur edebilen kimseler, ilk tabakaya en yakın olanlardır.
Onlar, "îhlas" suresinde ve "Onun benzeri gibi yoktur" âyetinde dikkat çekilen tenzih ile, "Rabbımız dünya semasına her gece iner", "Allah, Adn Cennetinde kendisine mahsus bir köşkte kalır", Hakkın kıyamet gününde çeşitli suretlere gireceği, yedinci kat gökte bulunan meleklerle birlikte ineceği, "fasıl" ve "kaza" Arş'ı üzerinde istiva edeceği, saitlerin kendisini işiteceği ve kelâmını açık olarak duyacakları, Hak ile onların arasında hiç bir tercümanın bulunmayacağı gibi "teşbih" ifâde eden rivayetleri birleştirirler. Bütün bunlar, Hakkın kendisinden haber verdiği gibi ve celâline yaraşır tarzda "zâhirlik" mertebesinde sabittir. Çünkü, "tenzih" "el-Bâtm" ismiyle ilişkili olduğu gibi, bütün bunlar da ez-Zâhir isminin şe'nlerindendir.
"Hüviyet" olarak isimlendirilen Hakkın hakikati, zahiri ve bâtını birleştirir. Nitekim Allah, şu âyetle buna dikkat çekmiştir: "O evveldir, âhirdir, zahirdir ve bâtındır." Buna göre "hüviyet makamı", evvellik ve âhirlik, zâhirlik ve bâtmlık arasında ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Hak, işaret ettiğimiz bu konuya bizim için farz kıldığı Beyt-i Makdis'in ardından Kabe'ye yönelmeyi emrettiği şu âyetinde de dikkat çekmiştir: "De ki: Doğu ve batı Allah'ındır. Dilediğini sırât-ı müstakime ulaştırır." Yani Hak, doğu ve batı arasında bulunan sırât-ı müstakime dilediklerini ulaştırır; çünkü bunun ardından "Biz sizi orta bir ümmet olarak yarattık" âyeti gelmektedir. Nitekim, aynı şekilde sizin kıblenizi de doğu ile batı arasında orta bir yerde belirledik.
Doğu, zuhurun, batı da bâtmlığın, "vasat/orta" ise, açıkladığımız gibi "hüviyef'in sahibi olunca, bu durumda vasat mertebesinde bulunan kimse, itidal ve tam istikâmetin sahibi olmuştur. Allah Teâla'nm "Nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır" âyetine gelince: bu âyet, Hakkın ihatasına, zâtı maiyetine ve mutlakhğınm sırrına dikkat çekmektedir. Bu âyetin hükmü, kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen şaşkınlarda ortaya çıktığı gibi, doğu veya batı tarafından kıbleye yönelenlerde de ortaya çıkar. Sanki bunlardan birisi, gayesi kıbleye batı cihetinden yönelmek olsa bile, batıya; diğeri ise, kıbleye doğu yönünden yönelmek niyetinde olsa bile batıya yönelmektedir. Bineği üzerinde namaza kılan kimse de böyledir. Çünkü o da, bineğinin onu götürdüğü yere göre namaz kılar. Nitekim, Hz. Feygamber'in böyle namaz kıldığı sabittir. Kabe'nin içinde namaz kılan kimse de, belirli bir cihet tespit etmez.
Aynı şekilde, cihetlerin kökenini müşahede edip, onlardan neredeliğin ve mekânın bulunmadığı mertebeye terakki eden kimsenin durumu da böyledir. Bu kişi, hakîkate/ayn ulaşmış, bütün cihetlerin, oluşun, makamların, hâllerin, mekânların boyunduruğundan kurtulmuştur. Artık o kişinin kıblesi, bütün kıbleler, bütün din ve mezhep mensuplarının cihetleri hâline gelmiştir. Binaenaleyh o, sülük etmez, aksine ibraz ettiği şeyleri izhâr eder, ona onunla sülük edilir ve dönüş onadır.
Tekrar konumuza dönüp, şöyle deriz: Daha önce zikrettiğimiz bu gurubun altında, tabilik ve imânda tam olan tenzihçi gurup/taife-i münezzihe bulunmaktadır; bunlar, sıfatlan tatil etmezler ve tevil edilecek şeyler hakkında da kesin hüküm vermezler.
Bunların altında ise, Zahirîler vardır; bunlar, ne teşbih ederler ve ne de hüküm verirler.
Bunlardan her bir gurup, çeşitli kısımlara ayrılır; her bir gurup arasında da inanç dereceleri olduğu gibi, her derecenin de bir ehli vardır.
Şu halde, bu ifâde ettiğimiz hususları öğrenip, îslâmi fırkaların hâlini araştıran kimse, onların hâlini Öğrenir. Ayrıca, bunlar-, dan, dikkat çektiğimiz en yakın fırkaya en uzak olan fırka hangisidir, bunu bilir. İki taraf arasındaki fırkaların neler olduğunu, ulvî tabakaya bu fırkaların yakınlık ve uzaklık derecelerini bilir.
Şayet sözü uzatmaya neden olmasaydı, bunları kısaca zikreder, onların metot ve yöntemlerini gösterirdim; fakat gayemiz, kısa ve özlü anlatımdır. Binaenaleyh bu zikrettiğimiz şeylerde, akıl sahipleri için yeterli bilgiler mevcuttur.
Allah, mürşiddir. [12]
Seyr-i Sülük Mertebeleri
Bilinmelidir ki: Kevnî hakikatlere, ilâhî isimlere, ulvî ruhlara, felekî cisimlere/ecram-ı felekiyye, tabiî dönüşmelere/istihalat-i tabiiyye, tekvini hâllere ve bütün vücûdî ge-lişmelere/tatavvurat-ı vücûdiyye nispetle aslî-zâtî seyir, devridir.
Buna göre isimlerin seyri, eserlerinin ve hükümlerinin kabiliyetlerde zuhur etmesiyle gerçekleşir.
Hakikatlerin seyri, türlü mazhârlarda zuhurlarının çeşitlenmesine bağlıdır.
Ruhların seyri, Hakkın teveccühünden yardım almak/istim-dad ve başka bir şekilde de yardım etmek için yönelmekle gerçekleşir; ayrıca bu sülük, sürekli tazim ve arzu içinde bulunarak, kendilerine mahsus zatî ibâdetlerini ifaya bağlıdır.
Tabiatın seyri, kendisinden meydana gelen her hangi bir şeye her şeyin hüküm ve sıfatım kazandırmak ile gerçekleşir.
Husûsî seyir ise, "vasat/orta" noktasından olur, buna iki çizgi çıkar. Bunlardan doğrusal olan çizgi, en kısa çizgidir; buna göre bu kısa, orta noktaya en yakın olanıdır.
Binaenaleyh, şeriatta belirtilen ve ona yönelmekle saadetin elde edilebileceği Hakka en yakın yol, daha önce dikkat çektiğimiz "sırât-ı müstakîm'"dir.
Nitekim daha önce, küllî mertebeler, hâller ve övülmüş yüce ahlaklardaki itidal ve adaletin nasıl olduğunu belirtmiştim; bunların hükümlerine, eserlerine, vakte bağlı olan ve olmayan neti-
çelerine, bunlardan zahir ve bâtın olanlara dikkatini çekmiştim. Hidâyet mertebelerini ve yüce, orta ve daha aşağı derecelerdeki mensupları; fiil, söz ve kalb açısından insanların istikâmetteki hâllerim açıklamıştım.
İşte, şimdi de, bunların hepsini "İslâm"'dan ibaret olan ilk "reşâd" mertebesinden başlayarak, daha sonra imân, daha sonra da sâliklerin ilk makamı olan tevbe olmak üzere, sâliklerin son makamına kadar veciz ve Özet bir şekilde zikredeceğim. Böylece, iş nizâma kavuşur, işlerin başlangıcı ve sonlan, ilkeleri ve neticeleri arasında ortaya çıkan "silsile" birbirine bağlanır. Bunun ardından ise, hidâyetlerin tarzlarını getiren ve kemâllerin gayelerine delâlet eden "nübüvvet" sırlarına dikkatini çekeceğim. Son olarak da, -Allah'ın izniyle- istikâmet, eğrilik, ilkeler/mebâdi, gayeler ve bütün bunlara ait sırları belirteceğim. Şöyle deriz ki:
Şeriat olarak ortaya konulmuş olan özel yolda/ husûsî sırat "Reşâd" mertebelerinin ilki "İslâm"dır. İslâm, tevhidin küllî mertebesinin hükmüne ve herkesin kendisine istinat ve boyun eğdiğinin bilincinde olduğu Yaratıcı Allah'a boyun eğmeye/in-kiyat mücmel olarak dikkat çeker. İslâm'ın, bir takım feri hüküm ve hâlleri vardır; insanın bu hâllerle bezenip, bu hükümlere boyun eğmesi, onun İslâm'ın mertebelerinde ve derecelerindeki seyrinden ibarettir.
Böylece insan, İslâm mertebesinden imân dairesine geçer.
İnsanın, imâna ait hâl ve hükümlerle olan ilişkisi de aynı şekildedir. Böylece, daha önce zikretmiş olduğumuz ve hakkında "irfan", "keşif" ve "müşahede" ehlini takip eder dediğimiz taifenin hâline ulaşır.
İmana mahsus kemâl derecelerinin kaynağı, "tevbe" makamıdır. Binaenaleyh tevbe makamındaki "orta", "mutedil" ve "müstakim yol", doğruluğa /sıdk mâni kuşkulardan halis bir hâl ile bezenmek ve Hakka dönme niyetinde iradeli olmaktır. Böylece tevbe, kendisine zarar verecek her şeyden temizlenir, hükmü sabit ve makbul hâle gelir.
Bunun ardından ise, Allah'ın kullarının tövbesini kabul ettiğini, günahlarını bağışladığını ve kullarının yaptıkları işleri bildiğini özel olarak tasdik etmek gerekir. Nitekim, Allah telâlarım "Sizin yaptıklarınızı bilir" âyeti, işaret edilen bu imâna dikkat çekmektedir. Çünkü imân, bilindiği gibi, "tasdik"ten ibarettir.
Buna göre, Allah'ın insanların yaptıkları işleri bildiğine dair ihbarını tasdik eden kimse, onun kerih gördüğü şeylere cüret edemez, çünkü, insan Hakka karşı zayıftır.
Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: İnsan, üzerinde egemenlik sahibi olan kendisi gibi bir yaratılmış, herhangi bir şeyi yasaklasa ve o da, bu kimsenin o işi sevmediğini bilse; sonra, bu işi yapabilme gücü elde etse ve bu konuda çok büyük bir arzu ve kendisinde takat bulsa; bununla birlikte, bu işi yasaklayan o güçlü kimseyi görüyor ve işitiyor olsa, bu durumda o insan, asla bu işi işlemeye cüret edemez. Bu işi yapmaya dair arzusu, son haddine ulaşsa dahi bunu yapamaz. Üstelik, başına bir bela gelmeyeceğinden emin olsa bile, sadece yasaklayan kimseye karşı beslediği haya duygusu kendisini bu işi yapmaktan engeller.
Peki, ya böyle bir emniyeti yok ise, nasıl hareket edecektir?
İmanın bu tarzı, sadece Allah'a, kitaplarına ve resullerine olan icmâlî imân değildir, bilakis bu imân, özel bir imândır. Ayrıca bu özel imân, Hakkın, resullerinin ve seçkin-kâmil kullarının kaderin hükümleriyle ilgili bildirdikleri en büyük faydalardan birisi, ya da zikrettiğimiz imân ile tahakkuk ettikten sonra kadere imân etmektir.
Nitekim Allah teala şöyle buyurmuştur: "Size, yeryüzünde ve nefislerinizde isabet eden her bir musibet, biz onu icra etmeden önce ancak bir kitapta yazılmıştır. Kuşkusuz ki bu, Allah'a göre çok kolay bir iştir. Böylece elde ettiklerinizden se-vinmeyip, kaçırdığınız şeylerden dolayı da üzüntü çekmeyesi-niz." (Yusuf, 87).
Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Ruhu'l-Kuds benim "rav'"ımda bir nefestir. Hiç bir kimse, rızkını tamamlamadan ölmeyecektir. Binaenaleyh Allah'tan sakınınız ve ondan isteyiniz." Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmuştur: "Müslüman kulun imânı, Allah katında bulunan şeyleri, insanların ellerindeki şeylerden daha güvenli bulmadığı sürece, kemâle ermez." Başka bir sahîh hadiste ise şöyle buyurmaktadır: "Kişi, kendisi için istediği şeyi, mümin kardeşi için de istemedikçe, imânı kemâle ermez."
Bu anlama gelen başka pek çok hadis bulunmaktadır. Kul, peygamberinin ve Rabbının mîzâmyla kendi imânını Ölçmelidir, böylece imânından neyi elde edip ermediğini öğrenmiş olur.
Hükmüne işaret ettiğimiz bu makbul tevbe ile tahakkuk ettikten sonraki mutedil-orta, ve doğru/müstakim yol, "inabe" ehlinin özelliği olan ihlas sıfatıyla salih amel işlemeye sebat etmek, bunun ardından ise, amel-i salih ile ulvî mertebelere yükselmektir. Nitekim Allah teala şöyle buyurmaktadır: "Güzel kelime ona çıkar." Yani temiz ruhlar ve salih amel, Hakka ulaşır. Binaenaleyh insan, imânı, tövbesi ve salih amelleriyle birlikte, mutluluk üstüne mutluluk, kendisine en yaraşır olan emel ve sözlerin peşinde koşar. Böylece, takva sahibi olur, imânın hakkından onun hakikatine ulaşır.
Hz. Peygamber, bir hadisinde sahabesi Haris'in dikkatini bu imâna çekmiştir. Hz. Peygamber:
-"Haris! Bugün nasıl sabahladın?" diye sormuş. Haris: -"Gerçek/hak bir mü'min olarak sabahladım", demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
-Her hakkın bir hakikati vardır, imânının hakikati nedir? diye sormuştur. O da;
-Nefsimi dünyadan azat ettim, artık bana göre dünyanın taşı ve altını birdir," diye cevap vermiştir. Bunun ardından da şöyle eklemiştir:
-Rabbimin Arş'ını açık bir şekilde görüyorum. Sanki cennet ehli cennette nimetleniyor, cehennem ehli ateşte azap çekiyor." Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: -Bildin, böyle devam et!" buyurmuştur.
İşte bu, imân derecelerinin sonuncusu, ihsan derecelerinin ise ilkidir.
Sonra kul, terakki eder ve farzları tam olarak ve hakkıyla ifa, Allah'a yönelik himmetini cem-i himmet, Allah için yaptığı işlerde kalbini hazır/huzur kıldıktan sonra, nafileleri arttırır; bununla birlikte, vâcib ve gerekli vazifelerine nispetle de eksikliğini görür. Bunun ardından, Hz. Peygamberin daha çok sevdiği nafileleri artırır; nafile ibâdetlerin Hz. Peygambere çok sevimli gelmesinin nedeni, Allah'ın onları çok sevmiş olmasıdır. Böylece kul, Allah ve resulünün sevgisi onda bulunduğu ve kalbin en iyi cilası olduğu için, nafile ibâdetlere girişir ve onlara sarılır.
Kalb, bütün bu zikrettiğimiz şeylerin etrafında döndüğü merkezdir.
Bütün bunların nihayeti ise, Hakkın peygamberinin diliyle bildirmiş olduğu şu makamdır: "Kulum bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, ta ki onu severim. Onu sevdiğimde ise, onun işitmesi ve görmesi olurum."
İşte bu, velayet makamıdır. Bunun ardında ise, nihayetsiz Özel velayetler bulunmaktadır. Bu velayetlerin sonsuz olmasının nedeni, kemâlde nihayetin olmayışıdır. Üstelik, "Ben onun işitmesi ve görmesi olurum" mertebesi ile ve defalarca zikrettiğimiz ve biraz sonra tekrar zikredeceğimiz "ahadiyet-i cem" makamının sahibinin mertebesi arasında pek çok mertebe vardır. Buna göre, kemâlin ötesinde bulunan dereceler ne kadar olabilir ki?
Binaenaleyh "Ben onun işitmesi ve görmesi olurum" mertebesi ile kemâl mertebesi arasında nübüvvet mertebesi, sonra risale t mertebesi, sonra özel bir ümmete nisbetle sınırlı hilafet mertebesi, sonra umûmî risâlet, sonra umûmî hilafet bulunmaktadır. Ayrıca, "cem"deki kemâl, bunun ardından da Rabbınm hâlifesi olan insân-ı kâmil'in kâmil vekalet ve naipliğini içeren kemâl gelir. Bu naiplik, Rabbmın onu hâlifesi yaptığı bütün şeylerde geçerlidir. Bunun yanı sıra, kulun zâtına ve hâllerine mahsus şeyler de bunun içine girer.
Her nebi ve veli resul değildir, bununla birlikte her resul, aynı zamanda nebi ve velidir. Risâleti kılıç ile birleşen herkes, hâlifedir; resul olarak gönderilen herkesin durumu ise, böyle değildir. Risâleti umûmî olan resulün -şayet kendisine risâletinin ar-dnıdan hilafet de verilmişse- hilafeti de umûmîdir. Kemâl ile tahakkuk eden herkes, bütün makam ve hâllerin üzerinde bulunur. Hakkın bir kimseyi hâlifesi edinip, o kimsenin Hak'ta "ayn" olarak fâni, hüküm olarak baki kalmasının ötesinde hiç kimsenin ulaşabileceği bir hedef yoktur; bununla birlikte söz konusu kişi "mutlaklık/temahhuz" ve "teşkik" özelliklerini birleştirir.
İnsân-ı kâmil'in hâllerinden, yaşayışından ve alâmetlerinden herhangi bir şey öğrenmek isteyen kimse, Miftahu'l-gaybi'l-cent ve tafsiluhû isimli eserimize ve onda bu ve benzeri konulara dikkat çeken açıklamalarımıza müracaat etmelidir.
Kuşkusuz ki, ben bu kitaba bu sırların bir kısmım özetle zikrettim. Eğer bu gibi cevherlere muttali olmak istersen, bu kitabı incele, sözün sonunu başına bağla, eserde yayılmış nükteleri ve açıklanmak istenmiş kapalı sırları bir araya getir. Bu durumda, garîb sırları müşahede edersin, teemmül sahibinin "tekrar" olduğunu zannettiği şeylerin böyle olmadığını görürsün. Bu gibi durumlarda bir defada tam olarak açıklayamadığım şeyleri, başka bir ifâdeyle tekrar edip, birincisinden farklı bir isim ile isimlendirdim; böylece, bu şey hakkında daha önce bilinmeyen başka bir bilgi vermiş oldum. Bu konuda da, Rabbimin ve benden önceki kâmillerin yöntemine uydum.
Binaenaleyh sen de, bu ifâdeleri birleştir, aklmda tut, tatmin ol ve basiretli davran!
Allah, hâdidir ve doğruyu gösterendir. [13]
Bölüm Nübüvvetin Sırrı, Îrşât Nübüvvet Yollarının ve Ürünlerinin Neticeleri
Bilinmelidir ki: Nübüvvetin bir sureti, bir de ruhu vardır. Bunlardan her birisinin de, bir hükmü ve semeresi vardır.
Buna göre nübüvvetin Sureti, teşridir.
Teşri, üç kısma ayrılır: Birisi, zorunlu kısımdır. Bu kısım, kendisi için tespit ettiği bir şeriat ile Allah'a ibâdet eden herkese mahsustur. O kişi, bu şeriat üzere sülük eder, Rabbma bu şeriat açısından ibâdet eder. Şeriat, tarikattır/yol.
İkinci kısım, belirli bir gurubu irşat için gönderilen resullere ait şeriattır. Buna göre bu durumdaki resulün nübüvvetinin hükmü, insanlar için bağlayıcıdır; çünkü resul ve elçi gönderildiği kimseler, kendisi için tayin edilen şeriatta ortaktırlar. Fakat bu resulün şeriatının durumu, umûmî değildir.
Üçüncü kısım ise, Hz. Peygamber Efendimizin risâletidir, çünkü onun risâleti, vahyin bütün çeşitlerini ve her suretteki şeriatı kapsayan bir risâlettir. Onun şeriatının durumu, kuşatıcıdır, umûmîdir, süreklidir ve belirli bir sonu yoktur.
Hz. Peygamberin şeriatının hükmü, sadece ve sadece kainatın ve zamanın düzeni bozulduğunda ortadan kalkar. Bu düzenin bozulmasının bir tezahürü, Güneşin batıdan doğmasıdır; bu 4 ise, "ibret" ve "delil" olarak yeterlidir.[14]
Nübüvvetin İsimleri
Sonra şöyle deriz: Nübüvvetin, tam olarak eseri ortaya çıkartan aslı açısından, şeriatımızda küllî bir hükmü vardır. Bu küllî hüküm, beş fer'î ile ortaya çıkar. Bu ferler, tertipleri ve mükelleflerin üzerine sirayetleri itibarıyla, vücûb, mendupluk, sakındırma/ha tr7 kerahet ve ibahadır/mubahhk. Bunların mükelleflerin üzerine sirayeti, onların hâlleri, fiilleri, anlayışları, vakitleri, yaratılışları ve akıllarının aşinalığı ve ünsiyeti, kendisinden ayrılmalarının mümkün olmadığı şekilde tabiatlarının ülfetine göredir.
Nübüvvet suretinin hükmü, alemin nizâmının korunması ve suretleri açısından varlıkların saadetlerinin bulunduğu yere sülük ve terakki için onların maslahatlarını gözetmektir, nitekim daha önce bunu belirtmiştik. Ayrıca, tabiî vasıflar arasmda itidali yerleştirmek, ifrat ve tefritten sakınarak bedenî alet ve kuvvetleri uygun ve gerekli yerlerde kullanmak, bu noktadaki ilâhî itidal mizanını gözetmekle tasarruf etmek, bu mîzânın gereğiyle amel etmek, ebedî diyar olan âhirette tabiî-mahsus nimeti elde etmek, bedenin bütün kuvvetleriyle ilâhî ve mukaddes ruha boyun eğmesini sağlamak için cüz'î istidadın elde edilmesidir; böylece beden bütün kuvvetleriyle, ilâhî-mukaddes ruhun sıfat ve hükmüyle ve bunların gerektirdiği ilâhî işler ve ruhanî faydalarla boyanır.
Nübüvvetin ruhu, kurbiyettir/Hakka yakınlık; semeresi, safa ve tam olarak temizlenmek, bunun ardından ise, sahih anlamda "muhazat/paralelliksin meydana gelmesidir; bu muhazat. Hakkı bilmeyi, O'nu müşahede etmeyi, O'ndan bilgi almayı ve haber vermeyi gerektirir. Ayrıca bu, şeriata uyan sâliğin ruhu ile nebinin ruhu ve ona gelip, vahiy ve ulvî bilgileri ilka eden ruhlar arasındaki gaybî münâsebeti/ilişki ihya eder. Bu ulvî bilgilerin ve vahyin eseri, ruhunu güçlendirdiği ve temizlediği, vahiy ve ilka melekleri ile aynı makama girmede ortak olduğunda bu mertebeye ulaşmış kimsenin üzerinde gözükür. Bu makam, vahiy melekleri arasında bölünen ve melek vasıtasıyla ulaşacağı kimselere vasıl olan mutlak vahyin tenezzül ettiği makamdır. Bunun yanı sıra o, ilâhî ismin hükmü altına girmede de meleklerle ortaktır; bu ilâhî isim, elçinin gönderildiği ümmet üzerinde
olduğu gibi, melek ve bu ümmete gelmesi itibarıyla resulün üzerinde de egemendir.
Eğer resul asrının kâmili olursa -mesela peygamberimiz gibi-bu durumda onda başka bir şart daha bulunmalıdır. Bu da, onun "ahadiyet-i cem" mertebesinde vücûb ve imkân mertebeleri için bir aynaya dönüşmesidir.
Nitekim, daha önce bundan bahsetmiştik.
Şayet, resulün risâleti "cüzî" ise, onun risâleti iki ilâhî isimden zuhur etmiş ve meydana gelmiştir. Bunlardan birisi, el-Hâ-dî ismidir; diğer isim ise, peygamberin hâline, ilmine, şeriatına ve yöntemine göre belirlenir.
Bütün resuller arasında risâletinin bütün isim ve mertebeleri kuşatıp, hepsinin hükümlerini içeren "Allah" isminden sâdır olan yegane Peygamber, Hz. Peygamberimizdir. Binaenaleyh Peygamberimiz, kendisinin de işaret ettiği üzere, Allah'ın kulu ve resulüdür.
Ruhu açısından nübüvvetin hükmü, Allah'tan, O'nun isim ve sıfatlarından haber vermek, O'na ve O'nun katındaki şeylere yönlendirmek suretiyle istidatları ikâzdan ibarettir.
Ayrıca nübüvvet, nefislerin hâllerini, ruhanî saadetleri, manevî lezzetleri bildirir; vahiy ve gerçek keşif yoluyla Hakkın bildirmesi olmaksızın ümmetin kendi akıllarınca bilemeyecekleri şeylere yükselmeleri için himmetlere yardım eder. Böylece, nefislerdeki himmetler, o şeyleri aramaya yönelirler; onları kendi inançlarına göre elde etmeye ve Hakka kalb ve bedenleriyle birlikte nasıl teveccüh edeceklerini bilmeye önem verirler; burada bedenlerin de zikredilmesi, hükümleriyle bezendiklerinde bedenlerin kalplere tabi olması itibarıyladır. Ayrıca onlar, Hakka yapılan zâti ibâdeti; vakte, mekâna ve hâle bağlı olan "hükmî" ibâdeti bilmek, sülük ve benzeri şeylerle "cem" hâlinde en sağlam, en doğru, en yakın yol ve en iyi tarz üzere teveccühü öğrenmeye önem verirler.
Onlar, bu yolun yolcularının ve seçkin kâmillerin Hakka dair verdikleri ilim, hakîkat, esrar ve hikmetleri anlarlar; bunlar, yaratıkların sadece akıllarıyla idrâk ve tammada aciz kaldıkları hususlardır.
Ayrıca: Nübüvvetin ruhu, yaratıkları Hakka yönlendirmek için irşadı bildirmektir; bu teveccüh, en doğru ve sağlam yol' ve en güzel tarz üzere kemâli elde etmeyi gerektirir. Bu yol, zararı gizli ve bilinmeyen engeller ile, faydası gizli sebepleri birleştiren bir yoldur. Böylece, ihtiyaç duyulan belirli her iyi şeyi aramak, saadetleri elde etmek için ondan yararlanmak, en güzel ve kolay şekilde kemâl ile tahakkuk etmek, engelleyici işlerden yüz çevirmek ve hükümleri insana ulaşan herhangi bir zararı ortadan kaldırmak mümkün hâle gelir.
Nübüvvet, zarar ve menfaate tabi olan işaret ettiğimiz neticelerin bilgisini; bunlardan, sonlu olanları ve herhangi bir müddet ile sınırlı olmayıp, hakkında "sona erer" hükmü verilemeyenleri; gidişatı güzelleştirmek ve Hakkın dışındaki her şeye karşı zahit davranmakla huyları ıslah etmeyi öğretir.
Bütün bunların gayesi, Hakkı kâmil anlamda bilmek, O'nu zâtı olarak müşahede etmek, O'ndan bilgi almak, kendisine ilka edilecek veya emredilecek veya bildirilecek şeyleri kabul etmek için sürekli hazır olmaktır.
Kul, bunları kabul ederken hiçbir itiraz veya tereddüt veya ihmal göstermez veya geri kalmasına neden olacak yorumlama ve tevile kalkışmaz; daima, her şeyde öncelikli ve acil olanlara riâyet eder. Bunu ise, öncelikle niyetiyle, ikinci olarak ise kalb aynasını ve hakikatini temizlemekle yapar. Bu temizleme, bütün bu şeylerin, hatta her şeyin aynada kendisiyle zuhur etmesini ve ortaya çıkmasını sağlar. Başka bir ifâdeyle insan vasıtasıyla her şey, Hakkın ilminde ezelde bulunduğu mutlak ve kâmil iyilikle alemde zuhur eder. Söz konusu iyilik, ilâhî ve zâtı tertiple çelişen herhangi bir engel olmaksızın, o şey için zâtı ve ezelî olarak sabittir.
Bu engeli, muhatabın/kabil mahallinin kiri veya istidat eksikliğinden meydana gelmiş olan bir eğrilik veya aynanın yapısında ortaya çıkan ve aynanın kendisine yansıyan şeyleri kötü kabul etmesine neden olan bozukluk icap ettirmiş olabilir. Aynanın eksik kabulü, kendisine yansıyan bütün şeylerin Hakkın nefsinde O'nun
bir sıfatı veya huyu veya ilmi veya ilâhî bir ismi olarak bulundukları durumdan farklılaşmasından ibarettir; ya da bu şey, Hakkın herhangi bir sıfatı veya fiili veya herhangi bir varlık olabilir.
Bütün bunların varacağı yer, bu kemâl ile tahakkuk ettikten sonra, Allah'ta fânî olmayı gerektirecek şekilde kâmillik derecelerine dalmaktan ibarettir. Bu fânilik, kulun, Rabbinin zâtına mahsus gaybmda tam olarak fânî olmasını ve Hakkın o kul adına bütün ilâhî ve kevnî mertebelerde zuhur etmesini gerektirir. Hak, bu mertebelerde insan oluşu açısından insana nisbet edilen bütün hâl, emir, fiil ve vasıflarla ve bu kul açısından Rabbine nispet edilen ilâhî kemâl ile zuhur eder.
Basiret sahiplerinin çoğunluğu, Hakkın kulu adına bu özelliklerle zuhur etmesini ve mertebelerde onun yerine kâim olmasını, hilafetin ismi, hükmü ve hâli zannetmişlerdir.
Halbuki gerçekte durum,,,Allah katında ve elde edilmesi çok zor olan bu müşahedenin sahiplerine göre, bunun tam tersidir. Bu hâli elde edip, kendisi ile her şey arasındaki nispî ilişkiyi gören; bütün kainatın kendisine nisbetinin, kuvvet ve aletlerine mensup olduğu uzuvlarının bedenine olan nisbeti gibi olduğunu öğrendiği bir mertebeye ulaşan; Allah'a sefer makamını geçip, O'ndan halkına ulaşan ve Allah'taki seferi ne belirli bir süre ve sona ulaşmadan baki kalan; sonra da Hakkı kendi işinde mutlak vekili benimseyen kişi, bu durumda şöyle der:
"Ya Rabbi! Sen, yolculukta refikim, ailemde halifemsin. Rab-bim! Sen, sana olan seferimde benim dayanağımsm. Sen, kendimin ve her şeyin bedelisin! Sen, bana özel olarak izafe edilmiş olan ve bana hâlife olduğun zât, sıfat, fiil ve diğer özelliklerimde ne güzel vekilsin! Bütün bunlar ve beni aleme hâlifen yapman açısından bana izafe ettiğin her şey, kuşatıcı, umûmî ve ihata edici bir izafettir. Artık sen, dilediğin şeylerle kâim ve dilediğin gibi benimle kâim ol! Sen, bizim ve senden başka her şeyin yerine bize yetersin. Hamd, alemlerin rabbı Allah'a aittir." [15]
Sonuç ve Genel Bilgilendirme
Bilinmelidir ki: Yoldaki istikâmet ve eğrilik, amaçlanan gayelere göre ortaya çıkar. Gayeler, ulaşılan yerlerin ve nispî kemâllerin alemleridir. Bu nispî kemâller, "makam", "menzil" ve "derece" diye isimlendirilirler.
Bunlar, yani gayeler, başlangıçlar ile taayyün ederler; başlangıçlar ve gayeler arasında yollar ortaya çıkar. Bu yollar, hakikatte, kendisinden seyr-i sülüğün başladığı bidayet mertebesinin hükümleridir. Seyir, sâliğin, başlangıç ve gayelere mahsus hâller ve hükümlerle bezenmesinden ibarettir. Sâlik, bu hâl ve hükümleri ya kendisine çeker veya kendisinden uzaklaştırır, ya benimser veya terk eder. Binaenaleyh sâliğin herhangi bir hükmün ardından başka bir hüküm ile boyanması, bir halden başka bir hâle intikal etmesi, onun Allah yolunda sülük etmesi ve yürümesinden ibarettir. Bununla birlikte salik, irâdesini birleştirmeli, bütün himmetini teveccühünün kıblesi ve arzusunun gayesi olan matlubuna yöneltmeli ve de talep ve niyeti, hiç bir kesinti ve kopukluk olmadan teveccühüyle birleşmelidir.
Böylelikle, kendisine uygun bütün hâl ve hükümler ile beze-nir, onların hakkını ifa eder.
Binaenaleyh sâlik, maksadının kıblesi olan gayeye ulaştığında, bu hâl ve hükümler, sâlikin kendileriyle bezenmesi ve onlara göre şekillenmesi açısından yerine getirilmişlerdir. Bunun ardından sâlik, başka bir işe girişir ve böylece bu sâlikin –kim olursa olsun- ehli olduğu gerçek kemâle ulaşıncaya kadar de- \ vam eder.
Sonra şöyle deriz: Başlangıçlar, teveccühlerin öncelikleriyle ortaya çıkarlar.
Teveccühleri ise, talebe ve yollarda sülüğe neden olan sebep-ler/bais belirler.
Yollar, her şeyi sebepleri harekete geçiren tarif vecihlerine göre tanımlar.
Sebepler, sahibinin irâdesinin hükmüne göre ortaya çıkarlar; çünkü herkesin sebebi, o kimsenin irâdesinin hükümleridir.
İradenin özelliği, ilimde mertebesi ve sureti belirlenmiş olan şeyi izhâr etmektir.
İlim, gerçekte, Hakkın Zâtına ait nurudur; kendilerine ve Hakkın dilediği seçkinlerine nisbetle kâmillerin ilmi ise, Hakkın ilminin bir parçasıdır.
Şöyle ki: Bütün eşyayı sadece Allah ile bilen kimsenin, Allah'ın ilminden bir nasibi vardır, çünkü o, Allah'ın kendisine bildirmeyi dilediği şeyleri Allah'ı bildiği bilgiyle bilmiştir. Buna, Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilmiştir: "Onlar, O'nım ilminden ancak dilediğini ihata edebilirler." Hadiste ise, şöyle işaret edilmiştir: "Artık benimle işitir, benimle görür, benim ile anlar."
Biraz önce "ihtida"nm sırrıyla ilgili ifâde ettiğim şeyleri düşün ve anla! O ifâdemi, küllî-ulvî ve ezelî bir şekilde hatırla! Eşyanın, kendi ilminde taayyünleri itibarıyla Hak'tan meydana gelişlerini düşün! Sonra bunların irâde ile zuhur edişlerini düşün! Son olarak da "Bütün işlerin sonu Allah'a varır" âyetini aklında tut!
Terakki et, bak ve tenzih et! Asla konuşma ve şu âyet üzerinde tefekkür et: "O, evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir." Böyle yaparsan, -Allah'ın izni ile- daha fazla şeyler öğrenirsin.
Tekrar bu devri-küllî kaideye dönüyoruz: Baisler, daha önce açıkladığımız gibi, ilim ile dairenin sonuna kadar ulaştıkları gibi, aynı şekilde bazılarına nispetle de onun anlayışına, idrâkine veya tezekkürüne veya kendi irâdesi veya irâdesinin dışında meydana gelen "huzûr"una göre ortaya çıkarlar.
Huzur, hangi tarzda olursa olsun, malûmun ortaya çıkmasını talepten/istida ibarettir. Malûm, zâtına ait her hangi bir hâline göre alimin nefsini kendi ilminde taakkuî etmesinin ve zâtını bunlar, yani hâlleri açısından ortaya çıkartmak istemesinin suretleridir.
Tezekkür, şuur, huzur ve anlayış, davet edenlerin/dua t davet ettikleri şeye yönelmenin sebebi, icabet özelliğinin yaratıcısıdırlar. Cezbenin kuvveti ve davetin tesiri, çağrı sahibinden, çağrılanda ve cezbe sahibinden, cezb edilende bulunan şeye göredir.
İcabet ve çekilme/incizab kimde bir özellik olarak bulunuyorsa, bunlar, çağrı sahibi ile o kişinin arasındaki münâsebetin ve şuurun kuvvetine; müşterekliği ve birliği temin eden özelliklerin, farklılığa neden olan özelliklere baskın olmasına göredir.
Bütün bunların neticesi, bütün cüzleri kemâle erdirmek, ferleri asıllarına ilhak etmektir. Böylelikle, varlıktaki fertlerden her birisi, bütünün suretiyle/sûretü'1-cem', hükmüyle ve özelliğiyle tahakkuk eder ve zahir olur. Bunun neticesi ise, zikredilen yorumla, ferlerin asıllara dönüşmesi/sayrûret; Bir'in kendi zâtının hâllerinin çeşitlenmelerinde "şahıs", "nev", "cins", "fasıl" olarak zuhur etmesi, farkhlık/temeyyüz ve değişiklik sürekli ve daima baki kalmakla birlikte başkalarının varlığının/ay nü 1-ağ-yar ortadan kalkmasıdır.
İşte bu, farz kılman "La-ilahe illallah/Allah'tan başka ilah yoktur "' ifâdesinin sırrıdır.
Bu ifâdelerimden, neredeyse, hiç bir şey anlamadığını zannediyorum! '
Sonra şöyle deriz: Zikredilen huzur, ilini ile baislerin suretlerini tanımlar ve belirler; bu huzurun hükmü ise, bilinen şeyin ortaya çıkartılmasıdır ve malûmun/bilinen ortaya çıkartılması/istida, huzurdan sonraya kalmaz; burada ilim, ister huzurun gerçekleşmesi hâlinde bilinene/malûm taalluk etsin, ister o, bundan önce bilmiyor olsun aynıdır; fakat, o şeyin gaflet hâlinde veya ondan başka bir şeye geçmekle mülahaza edilmesi, mümkün değildir. Çünkü hem huzurun ve hem de gaybetin hükümleri, umûmî değildir; aksine, insanın bütün hâllerde herhangi bir şey ile huzuru ve herhangi bir şeyden gafil olması gerekir. Gafletin hükmü, sadece nispî ve izafetle ortaya çıkar.
Mebâdi ve gayelerdeki durum da böyledir. Bunlar, daha önce belirttiğimiz gibi, niyet sahiplerinin niyetine ve de seyr-i sülük edenlerin sülüklerine neden olan sebeplere göre ortaya çıkarlar. Binaenaleyh, her gaye, bu gayenin bidayeti olduğu başka bir gayenin başlangıcıdır.
Şu halde, herhangi bir hedef belirleyip, ona yönelen bütün niyet sahiplerine nispetle en doğru yoldur; bu yol, en sağlam, en sahih, şüphe ve afetlerden en salim, hedeflenen herhangi bir gayeye en yakın yoldur. Bu şekilde olmayan bütün yollar, niyet sahibine göre, zikredilen yola nispetle eğri ve istikâmetten uzak yollardır.
Artık, istikâmet ve eğriliğin, maksatlar ile ortaya çıktığı görülmüştür. Şu halde, başkalarında olduğu gibi bunlardaki emir de, nisbet ve izafetlere racidir, bunu anla!
Aslî hakikatleri, yüce ve ulvî sırları, muntazam ve veciz ibarelerde, son derece ince ima ve işaretlerde özetle açıkladım.
Allah, mürşiddir. [16]
Bölüm Vaat EdilenHidâyet Hakkında
Bu fasıl, "İhdina/bizi ulaştır" âyetinde bulunan duanın sırrına ve kâmillerin dışındaki insanların sülük, vukuf, sükûn, zuhur ve bâtınlık hâlinde bulunmaları gereken en şerefli hâlleri içermektedir: [17]
Dua ve İcabetin Sırrı
Öncelikle duanın sırrı ile başlayıp şöyle deriz: Bu suredeki "Bizi ulaştir/ihdina", kuldan bir talep ve duadır. Sual ve dua, bazen zahir lisanı, yani suret ile olur, bazen ruh lisanı, bazen hâl, bazen makam lisanıyla olur; bazen ise, gayb mertebesindeki zâ-tî-küllî ve aynî istidat lisanı ile olur. Bu istidadın hükmü, tafsilleri olan cüzî varlıkların istidadı cihetinden sirayet eder.
Dua ve talebe icabetin de çeşitli tarzları vardır: Talep edilen şeyde ve tam olarak onun zâtına hiç bir gecikme ve tehir olmadan Hakkın icabeti; talep anında bir bedel ile icabet; "Lebbeyk/buyurunuz" veya bunun yerini alacak bir kelime ile icabet etmek gibi.
Zikredilen dua lisanlarından birisiyle dua edenden sâdır olan bütün dua ve taleplerin mukabilinde bir icabet bulunur; bu icabet, dua sahibinin ilmine ve inancına göre dua lisanının dayandığı mertebenin aslındandır. Bu dua sahibi, bu icabeti bu lisan yönünden davet etmektedir ve o da dua esnasında dua sahibine hâkim vasıf ve hâl ile ortaya çıkar.
Bu konuda tasavvurun şahinliği ve huzurun/istihdar genişliğinin büyük bir tesiri vardır. Nitekim Hz. Peygamber, bunu dikkate almış ve Hz. Ali'yi de bu konuda teşvik etmiştir. Hz. Peygamber, Ali'ye "Allah'ım, beni hidâyete ulaştır ve bana yol göster" duasını öğrettiğinde şöyle demiştir: "Hidâyetin ile yol hidâyetini zikret ve yol göstermekle de okun hedefine gitmesini düşün."
Böylelikle Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye dua esnasında bu iki şeyi aklında tutmasını/istihdar emretmiştir.
Bunu anlarsan, Hakkın resullerin, kâmillerin ve benzerleri gibi seçkinlerin dualarına icabet etmesinin pek çok sırrına muttali olursun; ayrıca, talep ve yakarışta tasavvurun ve hâlin düzgün oluşunun icabet için güçlü bir şart olduğunu anlarsın.
Bu ifâdemizi teyit eden haberlerden birisi de, Peygamberimizin uzun bir hadisteki şu sözüdür: "Eğer Allah'ı hakkıyla bilseydiniz, duanızla dağlar hareket ederdi." Böylece Hz. Peygamber, zikrettiğimiz meseleye dikkat çekmiştir; çünkü bir şeyi en iyi bilen kimse, onu en sahîh olarak tasavvur eden kimsedir ki, nitekim daha önce buna işaret etmiştik.
Bunun izahı şudur: Bir insan, kendisinden bir şey talep ettiği varlığı, daha önceden sahip olduğu veya dua esnasında hazır olan ilim ve müşahedesi dolayısıyla sahîh tasavvur etse; özellikle bu varlığın kendisine duayı emredip, kulun duasına icabet edeceğini taahhüt ettikten sonra olmak üzere onunla konuşsa ve dua etse; bu kimsenin duasına Hakkın icabet edeceğinde hiç bir kuşku yoktur. Falancayı çağırmayı kastettiğini zannedip, başkasını aklına getiren ve başkasına yönelen, sonra da karşılık bulamayan kimse, sadece ve sadece kendisini kınamalıdır. Çünkü o, duayı emreden ve icabete kadir olana dua etmemiştir. O, sadece zihninde hazır bulunan ve o esnada kendisine hâkim olan hâl ile tasavvurlarının unsurlarından inşa ettiği bir şeye dua etmiştir.
Kuşkusuz ki, bu insanın talebi, hiç bir netice vermez. Eğer netice verirse, bunun nedeni, Rabbma beslediği hüsnü zannmm ve ilâhî beraberliğin şefaati, Hakkın her şeyi ihata etmesidir; çünkü Hakkın özelliği, bütün tasavvurlar, tasavvur edilen şeyler ve tasavvur sahipleriyle beraber olmaktır.
Şu halde, hakkında hata yaptığı hükmü verilen teveccüh sahibi, bir açıdan isabet etmiştir. Buna göre bu kişi, hata yapan müçtehit gibidir. Hata yapan müçtehit, bütünüyle mahrum kalmaz, ödüllendirilir.
Bunu bil ve bu bölümde zikretmiş olduğumuz şeyi hatırlarsan, Allah'ın izni ile doğruyu bulursun. [18]
Bu Âyet Hakkında Tamamlayıcı Açıklama
Kâmil Teveccüh
Kuşkusuz ki, varlığında senin için bir dayanak/müstened vardır ve bu, özellikle kendisine istinadın açısından olmak üzere, senden daha değerlidir; çünkü ilk mertebe, fail ve müstağni, ikinci mertebe ise, fakr/ihtiyaç ve infial/edilgenlik özelliğine sahiptir.
Bu dayanağına yönelişlerinin en şereflisi; ona doğru yürüyü-şün/seyr ve kendisine yakınlaşmak, ondan ilim veya müşahede veya mekân ve temkin yönünden pay elde etmek niyetiyle ona teveccüh edişin açısından en şerefli hâlin, onu kalbinle amaçlamandır.
Kalb, sendeki en şerefli ve bütün organlarının tabi olduğu organdır.
Senin, bu asla dönük işbu teveccühün, belirli bir nisbet veya ilmi veya şuhûdî veya itikadı herhangi bir itibar açısından değil, mücmel ve mutlak bir teveccühle gerçekleşir. Zikredilen itibarlar, "cem" veya "fark" veya her ikisinin suretiyle birlikte, tenzih ve teşbih veya bunlara tabi benzer şeyler gibi nefy ve ispatın feri olan itibarlardan herhangi bir şeyin nefyini veya ispatını gerektirler. Bir tek nisbet, bunun dışındadır; bu nispet olmaksızın, hiçbir seyir, teveccüh, ümit ve talep geçerli değildir. Bu nispet, senin O'na, O'nun da sana taalluk etmesidir. Başka bir ifâdeyle bu tek nispet, senin ilminde veya O'na dair inancında taayyünü açısından Hakkın seni, senin Hakkı taakkul etmendir.
Bu nisbet, diğer itibarlar gibi, ortadan kalkarsa, ne sülük, ne istinat ve ne de başka bir şey olabilir. Zannetme ki, bu hâl sadece perdeli kimselere nisbetledir, bilakis bu durum, müşahede sahibi arif hakkında da böyledir. Çünkü arif, marifet ve müşahedenin son derecesine ulaşsa bile, kendisiyle birlikte bir tek itibar kalır. Bu itibar, "ayn/haricî" olarak değil, ilmi olarak taaddüdü korur. Eğer, bu tek itibar olmasa idi, ne şahidin ve ne de meşhûdun/Hak mertebesi sabit olur; ne şuhud, ne seyir, ne talep, ne başlangıç, ne bitiş, ne yol, ne ihtiyaç, ne tahsil, ne umut, ne vuslat, ne açıklama, ne rüşt, ne de irşâd eden, ne sapık, ne hidâyet eden ve ne de başka herhangi bir şey mevcut olurdu.
Arif bazen bu kalan nispeti Hakkın gözüyle görür. Arifin bu nispeti Hakkın gözüyle görmesi, kendi açısından veya kendi gözüyle veya kendi mertebesine göre değil, Hak açısındandır. Böylece arif, geride kalan bu nisbeti görmenin, tevhidin tecridine zarar vermediği hükmünü verir. Bazen, müşahedenin egemenliğinin güçlü olmasından dolayı bu nispeti göremez veya tecellînin gücü, o nispeti idrâkini engeller. Fakat arifin o nispeti idrâk edemeyişi, gerçekte, onun bulunmasına mâni değildir. Çünkü herhangi bir şeyi bilmemek, o şeyin olmamasını gerektirmez.6
Bu durum sabit olup, insanın Haktan farklı ve ona muhtaç oluşunu gerektiren nisbetin -ki, isterse bu nispet, sadece taayyün ile insanın Haktan farklılaşmasının taakkul nispeti farz edilsin- zorunlu oluşu bilindikten sonra, kul, bütün himmetini Hakta toplamalıdır/cem-i himmet. Ayrıca, Hakka dönük teveccühünü, zanlarm, inançların, ilimlerin, müşahedelerin veya Haktan kendisine veya başkasına tecellî eden veya diğer insanların
6 Burada Konevî, sülüğün nihayetini betimlerken vahdet-i vücûd mensuplarına yöneltilen bir eleştiriyi zımnen çok açık bir üsiupla çürütmektedir: Acaba, vücûdun bir olduğunu söylemek, mutlak anlamda her şeyin Tanrı olduğu kaba bir panteizm olarak mı görülmeiidir? Konevî, burada açık bir şekilde bunu reddetmektedir. Konevî'nin görüşleri sadece burada zikrettikleriyle sınırlı değildir, özellikle Miftahu'I-gayb'-da iik tahkik kaidesi olarak zikrettiği görüşleri zâten bunun esasım ve çerçevesini belirmektedir. Buna göre, hakikatler sabittir ve her şey zâtı gereği iktizâ ettiği şeyleri iktizâ ederler.
mahrum bırakılıp, sadece kendisine tahsis edilen şeylerden temizlemelidir.
Kul, teveccühünü zikredilen tarzda halis kıldıktan sonra, bâtınında diğer vücûdî-ilâhî, esmaî, kevnî ve imkânı mertebelerin itibarlarım taakkulden yüz çevirmekle, O'nun mertebesine yönelmelidir/mukabele. Bu yüz çevirme, bütün bu zikredilenlerin herhangi birisinin tesirinde kalmadan ve ona bağlanmadan hür kalarak dua eden bir kimsenin yüz çevirmesidir; sadece, Hakkın "ayn"ı açısından değil, hakikati açısından insan ile Hak arasında bulunan bu belirli nispet bunların dışındadır. Bu durumda insan, Hakkın şerefinin kendi üzerinde sabit olması,, onu ve onda bulunan şeyleri ihata etmesi yönünden O'na teveccüh etmiş olur.
Bu teveccüh, Hakkın kendisine dair ilminin en kâmil, en ulvî ve onlara nispetle ilk ve en layık/evla mertebelerinde kendisini bildiği tarz üzere, isim ve sıfatlardan münezzeh, "heyulanı" vasıftaki bir teveccühtür. Hakkın kendisine dair bu bilgisi, daha önce de belirttiğimiz gibi, herhangi bir kayıt, ıtlak, tenzih, teşbih veya bunların nefyi ya da Bunların birleşiminde münhasır değildir. Kulun bu teveccühü, bu tecellîden de halis olmuş ve en büyük tecellîleri bile kabul eden temiz bir kalb ile gerçekleşir.
İnsanın, bu halis ve tecellîye teşvik eden teveccühü, onun ilminin ve irâdesinin bütün ilgilerini ortadan kaldırır. Binaenaleyh, zikredilen bu teveccühün dışında herhangi bir malûm veya irâde edilen şey veya hâl veya sıfat geride kalmaz; bu teveccüh, küllî ve her çeşit taayyünden münezzehtir.
İlâhî veya kevnî herhangi bir şey taayyün ederse, insan ona bağlıdır ve -kendi açısından değil- onun açısından ona tabidir; öyle ki, ne zaman bundan yüz çevirse, zikredilen mutlak-heyu-lânî özellikle önceki tam boşluk/ferağ hâline dönmüş olur. Hatta insan, kendisi için taayyün eden şeye tabi olduğu vakit, insanın kendi varlık nüshasından o şeye mukabil ve benzer bir şey/emr de taayyün eder. Buna göre bu şeyin/emr, insandan taayyün eden şeye nispeti, taayyünün taayyün edene/müteayyin nispeti gibidir.
Buna göre, taayyüne açıklandığı gibi kendi benzeri bir taayyün ile mukabele edildiğinde, uygun karşılık ve tam adalet zuhür eder; insandan taayyün eden şeyin dışında kalan zâtına a şeyler ise, mutlaklığı üzere bakidirler. Bu şeyler hakkında, her hangi bir sıfat veya isim veya keyfiyet veya alâmet veya taayyün veya resim yoktur. Nitekim aynı durum Hak için söz konusudur; çünkü Hakkın zâtından, ulûhiyet alanına -ki ulûhiyet Hakkın mertebesidir- nisbetîe, ancak varlıkların/a'yân istidatlarının davet ettikleri şeyler zuhur edebilir. Söz konusu a'yân, Haktan yayılan Vücûd/Vücûd-ı münbâsit ile vasıflanmışlardır.
Hak, bu a'yânin gerektirip Hakkın onlara göre ve kendileriyle taayyün ettiği şeylerin dışında, Zâtına has gaybî mutlaklığı üzere bakidir; bu mutlaklik, herhangi bir sıfat veya hüküm veya hâl veya mertebe veya resim ile sınırlanmaktan münezzehtir.
Bunu anla! Ve Rabbinden O'nun sureti üzere olabilmen ve suretiyle zuhur edebilmen için bu makamı sana hal olarak nasip etmesini talep et!
Allah'a seyr eden sâliklerin ve sırât-ı müstakim üzere yürüyenlerin intikal ettikleri bütün hâller, zikredilen bu mutlak hâlin hükmüdür. Sâlikler, "tesir" veya "teessür" olarak, bu hâllerde bir halden bir hâle ve bir hükümden başka bir hükme intikal ederler; nitekim, farklı ve çeşitli renkler, kendilerinin aslı olan mutlak külli renge racidirler.
Şu halde, misâl sadedinde zikrettiğimiz bu mutlak rengin kendi hakikatine mahsus kemâle doğru seyri, onun çeşitlenmesi, detaylaşması, meydana gelmesi ve ulaşması yönünden renklerdir; bütün bunların kemâli ise, birleşerek ve birbirlerine kavuşarak tekrar asıl renge dönmeleridir.
İşaret ettiğim hususa dikkat et ve bunu daha Önceki benzerlerine ekle! Bu durumda nihai sırlan ve özel sırât-ı müstakim üzere yürümenin keyfiyetini öğrenirsin; bu, en üst nihayet mertebesiyle bitişiktir. Burası, saadetlerin kaynağı, ilâhî isimlerin ve sıfatların çıkış yeridir.
Allah, doğruyu söyler ve dilediklerini sırât-ı müstakimine ulaştırır. [19]
Kendilerine Nimet Verdiklerinin Yoluna, Dalâlette Olanların Ve Kızdıklarının Yoluna Değil." (Fatiha, 6)
Bu âyette, umûmî ve özel nimet açıklanması, gazap ve dalâletin mânâları; bu Özelliklerin erbabının mertebeleri bulunmaktadır. Öncelikle, bu âyetin zahirînin çağrıştırdığı mânâlarla başlayacağız. Bunun ardından, adetimiz üzere, -Allah'ın izniyle- âyetin zahirinden bâtına ve onun ötesine geçeceğiz.
ilinmelidir ki: "Kendilerine nimet verdiklerinin yolu", gönülleri acziyete düşürmek babından, zikredilen sırât-ı müstakimi tarif etmektedir. "Sırat" kelimesini, dilbilgisi gereğince yeterli Ölçüde açıklamıştık, bu açıklamaları burada tekrar etmemize gerek yoktur. "Onlar ki/Ellezîne" ifâdesi hakkında Allah'ın takdir ettiği açıklamaları yapacağız.
Şöyle deriz: Cümle, nekredir. Marife bir cümle, nekre bir cümleyle ancak "Ellezi" ve bunun gibi ism-i mevsuller vasıtasıyla tavsif edilebilir. "Ellezi" kelimesinin aslı, "Elleziyyu"dur; sık kullanım ve tedavül dolayısıyla kelimenin "Yadsının şeddesi hazf edilmiş, sonra aşama aşama diğer "Ya" da hazf edilmiş, "Ellezi" hâline gelmiştir. Sonra kesre hazf olmuş, "Ellez" olmuştur. Bazıları ise, "Zaî" harfini de hazfetmiş, geriye sadece fiilin kendisi olan şeddeli "Lam" harfi kalmıştır. Diğer "Lam" ise, marifelik bildiren "Lam"dır. Mesela, "Zeyd ellezi kame/Zeyd ki, o kalktı" veya "el-
Kâim" denildiğinde, anlam aynıdır. Buna göre "el-Kâim" kelimesindeki "Lam", "Ellezi" ism-i mevsulunün yerini almaktadır.
"Ellezîne" kelimesindeki "Ya" ve "Nun" harfleri, çoğul takısı değillerdir, aksine bunlar, delâleti arttırmak içindir. Şöyle ki, "çoğul" veya "tekil" böylece nitelenen şeyde eşit olduğu sabittir. Ayrıca, "Ellezîne" kelimesindeki "Ya" ve "Nun" harfleri, çoğulluk ifâde etmiş olsalardı, bu gibi durumlarda adet olduğu üzere, bu kelimede hazf edilmiş olan aslî "Ya" harfi çoğul yapılırken iade edilirdi; ayrıca kelime, mebni değil, murab olurdu. Kuşkusuz ki "Ellezîne" kelimesi, mebnîdir. Şu halde bu da, bizim ifâde ettiğimiz görüşün doğru olduğuna delâlet eder.
Bu âyetin kısımları ise, manevî-Rabbanî suallere verilmiş cevaplar gibidir.
Adeta, kul "Bizi sırât'a ulaştır" dediğinde, rubûbiyet lisanı şöyle der:
-"Hangi sırât'ı/yol istiyorsun? Çünkü sıratlar pek çoktur ve hepsi de bana aittir.
Bunun üzerine ubudiyet lisanı şöyle der:
-"Bunların içinden "müstakim" olan sıratı istiyorum."
Rubûbiyet lisanı ise, şöyle cevap verir:
-Bütün yollar/sıratlar müstakimdir. Çünkü ben, bütün yolların gayesiyim. Bütün yollarda yürüyen kimseler, nihayette bana ulaşacaklardır. O halde, sen talebinde bunlardan hangisini istiyorsun?"
Bunun üzerine ubudiyet lisanı şöyle der:
-Bütün bunların arasından kendilerine nimet verdiklerinin yolunu istiyorum."
Rubûbiyet lisanı, şöyle der:
-Ben, kime nimet vermedim ki? Varlıkta, benim rahmetimin kuşatmadığı ve nimetimin kapsamadığı bir şey var mıdır?"
Ubudiyet lisanı şöyle karşılık verir:
-Bildim ki, senin rahmetin kuşatıcı ve tamdır; nimetin, her şeye ulaşmakta ve her şeyi şâmildir. Fakat ben, sadece ve sadece zahir ve bâtın nimetlerini verdiğin kimselerin yolunu talep ediyorum; onlara verdiğin nimet, gazâb ve gazabın sıkıntısından, dalâlet ve onun şaibesinden temizdir. Çünkü, nimet hidâyet nimetleriyle çevrelenmiş olarak bana gönderilmediği sürece, gazâ-bm belalarından salim olmak, beni tatmin etmez. Bu nimet, çöl-lerdeki şaşkınlık sıkıntısından ve de kuşku, şüphe ve ifsat vartalarından halis olmalıdır. Yoksa, aynı anda bâtınım sükuna engel kuşkuların hücumlarıyla ve zan ve şüphelerin taşlamalarıyla yaralı iken, zahirimin nimetlendirilmesinde ne fayda vardır ki?"
Şu ha]de, şaşkm kimsenin yarından umduğu şeyleri bırak ki, bu durumda Hz. Peygamberin Rabbinden haber verdiği şey tahakkuk eder. Hz. Peygamber, Allah telâlanm şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Bunlar kuluma aittir. Kulum, her istediğini elde edecektir."
Şu halde nasıl istenileceğini bilirsen, Allah'm ihsanından umulacak şeyleri de elde edersin! [20]
Nimetin Sureti, Ruhıı ve Sırrı
Bilinmelidir ki: Nimetin, işaret ettiğimiz aslının bir sureti, bir ruhu ve bir de sırrı vardır. Binaenaleyh nimetin asimin sureti, islâm ve boyun eğmek; ruhu imân ve ihsan; sırrı ise, tevhit ve kesin imândır.
Buna göre İslâm'ın hükmü, dünyanın zahirine; İmanın hükmü dünyanın ve zahir yaratılışın bâtınına taalluk eder. İhsan ise, "Berzah" mertebesi ve o aleme ait yaratılışla ilgilidir. Nitekim Cebrail'in, "İhsan nedir?" diye sorduğunda Hz. Peygamber'in verdiği "Allah'ı görür gibi ibâdet etmendir" cevabında buna işaret edilmiştir. İşte bu, berzah alemine ait "müşahede" ve "istihdar"dır.
Tevhidin ve yakının sırrı ise, âhirete mahsustur.
Bu veciz ve değerli kelimelere sığdırdığım sırlara dikkat edersen, bunlarda pek çok şey bulunduğunu öğrenirsin!
Allah, mürşiddir.
Ayrıca Hak, kendisinden bu âyette istenilen nimeti verdiğimselere şu âyetiyle dikkat çekmiştir: "Allah'a ve resulüne itaat eden kimse, Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıd-dıklar, şehidler ve salihler ile beraberdir." (Nisa, 69).
Bunun ardından ise, şöyle buyurur: "Bu Allah'ın fazlıdır. Allah alim olarak kafidir."
Şu halde bu dört mertebe, altında bulunan sairlerin mertebelerinin tür ve cinsleri gibidir. "Salah" ise, sonuncu türdür.
Sonra: Hak, burada özetle ifâde ettiği şeyleri, başka bir yerde genişçe açıklamıştır. Burada, peygamberini dostu Halil İbrahim'den başlayarak isimlerini saydığı bu taifenin kâmillerine uymaya teşvik amacıyla Hz. İbrahim'i zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Ona İshak'ı ve Yakub'u verdik. Her birisine hidâyet ettik. Daha önce de Nuh'a hidâyet etmiştik. Onun zürri-yetinden ise, Davud, Süleyman, Yusuf, Musa ve Harun'a hidâyet ettik, işte, ihsan sahiplerini bu şekilde ödüllendiririz." (Enam, 84) Başka bir âyette ise şöyle buyurmaktadır: "Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas. Hepsi de salihlerden idiler." (Enam, 85) Sonra şöyle buyurmuştur: "İsmail, Elyesaa, Yunus, Lut: Bunların hepsini de alemlerden üstün kıldık." (Enam, 86).
Sonra da bunları birleştirici ve kuşatıcı bir kısım zikrederek şöyle buyurmuştur: "Onların atalarından, zürriyetlerinden-ve kardeşlerinden seçtiğimiz kimseler vardır ve onlan sirât-ı müstakime hidâyet ettik." ((Enam, 87) Ardından da şöyle buyurmuştur: "İşte bu, Allah'ın hidâyetidir. Kullarından dilediğini onunla hidâyete ulaştırır. Şayet şirk koşarlarsa, işledikleri amelleri silinir." (Enam, 88) Sonra şöyle buyurmuştur: "Onlar, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir." (Enam, 89) Sonra, şöyle buyurmuştur: "İşte onlar, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Onların rehberliğine uy.!" (Enam, 90)
Hak, söz konusu nebileri burada üç âyete taksim etmiş, birinci taifeyi "ihsan", ikincisini "salah", üçüncüsünü de hepsinin müşterek olduğu genel özellikle nitelemiştir. Bunun yegane sebebi, nübüvvette ortak olmakla birlikte bu peygamberlerin çeşitli tabakalarda bulunduklarına işarettir. Bunun ardından Hak, dördüncü tabakayı, bu üç ve öteki tabakaların hükümlerinin bir bileşimi yapmıştır.
Artık, sen de hâlini derleyip, daha önce dikkatini çektiğimiz hususları hatırlamalısın! "İşte onlar resullerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık" (Bakara, 253) âyetini aklında tut. Bununla birlikte resuller, herhangi bir ayrımın bulunmadığı risâlette müşterektirler. Allah teala şöyle buyurmaktadır: "Resullerinden hiçbirisini ayırt etmeyiz." (Bakara, 285)
Yukarıda zikredilen dört mertebeye dikkat et ki, bunlar, nübüvvet, sıddıkhk, şehâdet ve salahtır. Bu durumda, Allah'ın izni ile, Kur'an'm işaret ve sırlarının pek çoğunu Öğrenirsin. Binaenaleyh bu âyetler, âyetle kast edilen anlam açısından "Bizi si-rât-ı müstakime ulaştır, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna" (Fatiha, 7) âyetini açıklamaktadırlar.
"Kendilerine gazâb edilenler", Şeriatın bildirdiğine göre Yahudiler, "dalâlettekiler" ise, Hıristiyanlardır. Hz. Peygamber, Kur'an'daki muhtemel herhangi bir ifâdeyi belirlediğinde, bu durumda hiçbir şekilde başka bir yoruma gidilemez, bunu böylece bilmek gerekir.
Allah, bu âyetin zahiriyle ilgili olarak Nahiv meseleleri ve Kur'an'daki dînî sırlarından bir kısmını açıklamayı nasip etmiştir. Bunun yanmda, ansızın gelip, gizlenmesi ve engellenmesi mümkün olmayan âyetin içerdiği bazı önemli sırları zikretmeyi de nasip etmiştir. Şimdi ise, âyet hakkında "bâtm" diliyle açıklamalara başlayacağız; gerçi, "sırat" hakkında daha önce yaptığımız açıklamalarla yetineceğiz. Şöyle deriz:
Bilinmelidir ki: Haktan kullarına ulaşan nimetler, iki türlüdür: zatî ve esmaî nimetler. Zâtı nimetler, eşyanın Haktan, hakikatleri açısından talep ettikleri şeylerdir. Eşya, bunları gayb mertebesindeki küllî istidatlarının lisanlanyla talep ederler ki, bunlar, zâtların lisanlarıdır. Bu taleplere hemen icabet edilir, bunların geciktirilmesi ve örtülmesi söz konusu değildir. Aksine, istenilen şeydeki talep gibi, bu da zatî bir icabettir.
Bu nimetler, asıl açısından, tek nimettir; bunların çoğalması, her hakikatin mertebesinde ve ona göre nitelik kazanması ve çeşitlenmesi açısındandır.
Esmaî nimetler ise, çeşitli kısımlara ayrılır: Bunların bir kısmı, nimet meydana getiren nimetlerdir. Bu kısma örnek olarak, bedene ait uzuvları, melekeleri ve araçları verebiliriz; manevî ve mahsus özellik ve hâller de bu kısma girerler. Bütün bunlar, cüzî varlık istidatlarının suretleridir. Şu halde insanın muhtaç ve kemâle erme ihtiyacında olmasına nispetle, bunların her birisi ve bu kemâli sağlamaya neden olan sebepler, nimet veya nimetlerdir. Bunların hepsi, Hakkın zâtma mahsus inayeti ve gayb mertebesindeki küîlî istidat ile, kâmiller hakkında onlarm "kemâl" ile tahakkuk etmelerini; diğerlerine nispetle ise, kendilerine layık ve ehil oldukları kemâli meydana getirirler.
Bahsettiğim bu emir ve makamla ilgili olarak bunu pekiştiren şey, Haktan el-Hâdî ismi açısından ulaşan "tevfik" nimetidir. Bu nimet iki kısmıdır: Birincisi, ilme mahsustur; insanın bâtını, ruhu ve ruhanî amelleri buna aittir. İkinci kısım ise, amelle ilgilidir; insanın zahiri ve zahirinin ]evâzımı da buna aittir.
Buna göre ilme ve bâtmî ibâdete mahsus tevfik nimeti, kutsi müşahedeleri, mukaddes ve ulvî hâlleri, ruhanî lezzetleri, Hakkın ihsanından kaynaklanan mülahazaları, imâna ait nurları, rabbani riyasetleri, insanı aciz bırakan kuşkulardan ve saptırıcı şüphelerden kurtulmanın ve salim olmanın lezzetini meydana getirir.
Çünkü kuşkular, doğru yolu arayan kimseyi yanılttığında, çeşitli görüşler, hevesler, değişik ve farklı inançlar onu çektiğinde, o kimse, en şiddetli ruhani azaba maruz kalır, şeytandan kaynaklanan hayalî arzu ve kuruntuların egemenliği altmda yok olur gider. Bu farklı inançlar, kararlılık ve ciddiyet içinde Hakka yönelmiş kimselerin azimlerini parçalar, tefekkür sahiplerinin ve tereddüde düşenlerin kalplerini kuşkulara düşürür.
Şu halde, böyle bir kimse için ve ona nispetle kesin ilme dayanan bir "nur"dan daha büyük hiç bir nimet olamaz; bu nûr, o kimseye işin gerçeğini gösterir, bu kötülüğün içine düşmekten onu kurtarır. İşte bu, hiçbir afiyetin benzeyeni ey eceği ruhanî bir afiyettir. Çünkü, özellikle hastalığın akabinde geleni olmak üzere, cismanî afiyette insan hakkım takdir edemeyeceği bir tat bulur.
Peki, ruhanî afiyetin değeri hiç takdir edilebilir mi?
Ruhanî afiyet, cismanî afiyete nispetle daha üstün, daha sabit, daha sürekli ve aslî ve hakikî itidale daha yakın ve daha güçlüdür; gayb ve şehâdet aleminde saadete, ancak ruhanî afiyet ile ulaşılır.
Amele ve insanın zahirine ait nimetlerin diğer kısmı ise, cennet mertebelerini, cismanî lezzetleri, nefsânî-tabiî fayda ve rahatları dünyada karışık, âhirette ise saf olarak meydana getir. Nitekim Hak teala, şu âyetiyle buna işaret etmiştir: "De ki: Kulları için çıkardığı zinet ve nzıkları yasaklayan kimdir? De ki: Onlar dünya hayâtında imân sahiplerine aittir. Ahirette ise halis olarak onlara aittir." (Araf, 32) Yani bu nimetler, dünya hayâtında elemler, sıkıntılar ve hastalıklarla karışmış olarak imân sahiplerine aittirler; âhirette ise şüphelerden arınmış, temiz ve saf olarak onlara ait olacaklardır.
Bunun için Hak, kullarım irşat etmiş ve onlara, kendilerini sı-rât-ı müstakime ulaştırmasını Hak'tan talep etmelerini bildirmiştir. Sırât-ı müstakim, gazâb sıkıntısından ve dalâlet mihnetinden arınmış nimetin verildiği kimselerin yoludur.
Şu halde bu kimselerin makamlarının lisanı şöyle der: "Ey Rabbımız! Senin şâmil ve umûmî olan ilk rahmânlığm bizlerin yaratılışını gerektirmiştir. İlk rahîmliğin ise, bu vücûdî özellikleri bize tahsis etmiştir. -Onlar, bununla Besmele'de bulunan "er-Rahmân ve er-Rahîm" isimlerini kast etmektedirler.- Bu özellikler, bizim her birimize mahsustur; bunların hepsi, senin Zâtına mahsus nimetin ve ihsanından kaynaklanan rahmetinden gelir."
"İkinci rahmânhğın ise -ki bu rahmeti, kereminden dolayı kendine vâcib kılmışsmdır-, el-Hâdî isminin hükmünün umumîliği cihetinden biz müminler topluluğunu kuşatmıştır. Nitekim buna şöyle işaret etmektesin: "Rabbımz, kendi nefsi üzerine rahmeti yazmıştır." (Enam, 54)
Eğer, imân, emrine boyun eğmek, hükmüne teslim olmak, tevhidini ikrar etmek nimetiyle bizleri kuşatırsan, her birimiz seni zikretmek, sana övgüde bulunmak, seni tazim etmek, sana tevekkül etmek ve senin rabhğmı kabul ettikten sonra sadece sana ibâdet etmeye yöneliriz; ayrıca, acizlik özelliğini ve varlık noksanlığını izhâr etmek suretiyle senden yardım talep ederiz."
"Sonra, ikinci rahîmliğini el-Hâdî isminin özel bir hükmüyle bize tahsis ettin; bu, hidâyet ve sülük tarzlarının en şerefli olanlarını, en doğru, mutedil ve salim yol üzere talep etmeyi gerektirmektedir. Biz de, sevdiğin kâmil kullarına bahş ettiğin nimetlerle nasiplenmeyi ve onları elde etmeyi istilzam ettiği için bunu senden talep ettik. Bu nimeti, kendileriyle birlikte yolların en düzgünü ve doğrusu, en yakın ve salim olanı üzerinde yürüdüğünde kâmil kullarına bahş etmiştin. Böylece onlar, yürürken kullandıkları asalarını, sende fânî olmaları hasebiyle atmışlar, seni bilip, müşahede ettikten sonra ihsanının bolluğunu, nimetlerinin en şereflisini, karışım kusurundan ve tükenme telaşından halis saf ikramlarını elde etmişlerdir. Karışım/meze kusuru ve tükenme telaşı, fesat ehline verilmiş nimetlerin özelliğidir. Onlar, zahir olarak kendilerine gazap edilenler, bâtın olarak ise doğru yoldan sapanlardır."
"Ey Rabbimiz! Bizim duamızı kabul eyle, resullerine vaat ettiğin şeyleri bizlere de bahş eyle! Kıyamet gününde bizleri mahzun eyleme! Kuşkusuz ki sen, vaadinden caymazsm." [21]
Hidâyet Hakkında Had ve Matla' Diliyle Tamamlayıcı Açıklama
Bilinmelidir ki: Temyiz/ayrım ilme, tevhit/birleştirme ise vücûda aittir. Bu demek değildir ki, ilim, temeyyüz etmemiş olduğu halde malûma/bilinen şey temyiz özelliği kazandırır; bilakis bunun anlamı, malûmun idrâklerden gizli olan temeyyüzünü ortaya çıkartır demektir. Çünkü ilim nurdur, nurun özelliği ise, "keşf/ortaya çıkartmak"tır.
Binaenaleyh nûr, gerçekte sabit olan ayrılıkları ortaya çıkartır. Varlığın/vücûd tevhidi, burada, ezelde "Muvahhad/Hak"m ilminde temeyyüz eden hakikatlerin üzerine yayılmasından ibarettir; böylece Vücûd, o hakikatlerin çokluğunu birleştirir: çünkü vücûd, hepsinin arasındaki müşterek ölçüdür ve bundan dolayı da bu hakikatlerden her birisine, kendi basit ve bir olan zâtıyla münasiptir.
Bu anlaşılınca, bilinmelidir ki: Hidâyet, ilmin hükümlerinden birisidir. Çünkü hidâyetin özelliği, sadece düzgünü eğriden, doğruyu yanlıştan, zararlıyı faydalıdan, bir menfaat temini veya zararı ortadan kaldırmak için istenilen iki şeyden veya iki vesileden öncelikli ve acil olanı ayırt etmekten ibarettir. Bu vesilelerden birisi, belirlenmiş gayeler ve talep esnasında talep sahibinde ortaya çıkmış veya kendisin görmediği ve kaçırmış olduğu amaçlara nispetle tercih edilir.
Hidâyete mensup işaret edilen bu belirleme, daha önce de açıklandığı üzere, bir çeşit temyizdir. Şu halde "Sirât-ı müsta-kîm'e bizi ulaştır" ifadesiyle birlikte zikredilen nimet ve bunun ardından "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna" ifâdesine tabi olan tarif, itidal ve isabet nimeti ve bunların neticesidir.
Nitekim daha önce bunu açıklamıştık ve Allah nasip ederse daha sonra bu açıklamalarımızı tamamlayacağız.
İsabet, ilmin ürünü olduğu gibi, farklı tarzlarına göre hata da cehaletin ürünüdür; şu halde burada asıl olan ilimdir. Fakat, herhangi bir şeye izafe kaydından mutlak ve mücerret hüviyeti açısmdan ilim hakkında hiçbir hüküm verilemez. İlmin, genel anlamda izafesi yönünden ise, bir takım hükümler ilme eklenir. Bu hükümler, iki hükümde sınırlıdır.
Bunlardan birisi, ilmin Hakka izafesi yönünden kendisi için sabit olan hükümlerdir. Hakka izafe edilmesi açısından ilmin, kıdem, ihata vb. gibi çeşitli vasıfları vardır.
İkincisi ise, ilmin mümkün varlıklara izafesi yönünden kendisi için sabit olan hükümlerdir.
Buna göre Hakkın ilmi cihetinden mümkünlere mahsus kül-lî nimet, Hakkın kulunun lehine olan şeyleri mutlak anlamda tercih etmesidir. Hak, kulun kendisiyle bezendiği bütün hâllerde veya yerleştiği veya uğradığı bütün makamlarda veya nefsinin kendisiyle zuhur ettiği her neş'et veya bu neş'etin taayyün ettiği her mertebe/mevtin, onunla sınırlanması açısından kendisini kuşatan ve dairesi içine girmiş olduğu her zaman ve mekânda yerleşen bir varlık olması hasebiyle yerleştiği her mekânda kulu için en hayırlı olanı seçmiştir.
Bütün bunların ilki ve başlangıcı, ilâhî irâdenin mevcudun Hakkın ilminde ezelde sabit olan seçümişliğini/tahsis" izhârına taalluk etmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun ardından ise, ilâhî kudret hükmünün, kendisini vücûdî tabakalarda ibraz etmek için ona bitişmesi, ilâhî ve kevnî mertebelerde onu yürüt-mesidir. Onun, uğradığı her alem ve mertebede bir sureti vardır. Bu suret, bu alem ve mertebe açısından kendisine münasiptir. Ayrıca, uğramış olduğu bu alem ve mertebelere göre kendisine
özgü bir hâli, bunlardan aldığı ve nimetler arasında sayılan bir emaneti vardır.
Mevcudun zâtı ve esınaî nimetlerden olan payı ise, onların istidatlarına göre değişir. Ayrıca bu pay, kendisinin güzel yaratılış, tesviye, tadilden olan payı ve de suretinin şekillendirilmesi esnasında hiç bir sebebe bağlı olmayan zâtı muhabbet dolayısıyla kendisine gösterilen ihtimama göre değişir.
Şu halde, Hakkın tesviye ve tadilini doğrudan yapıp, iki mukaddes elini onun için bir araya getirdiği, sonra da nefesi ile ona kendi ruhundan üflediği -ki bu üfleme, onun bütün isimleri bilmesini, bütün meleklerin kendisine secde etmesini ve kainatta kendisi adına niyabet mertebesine onu yerleştirmesini gerektirmiştir- kimse ile, sadece bir eli veya dilediği bir şey vasıtası ile yarattığı kimse arasında ne kadar da fark vardır!
Hakkın bir eliyle veya herhangi bir vasıtayla yarattığı varlık, kendisine naib olarak seçilen varlığın kabul ettiği tesviye ve tadil/düzgün yaratma hükümlerini kabul etmemiştir. Bu varlığa ruh üfleyen melek, Hakkın izniyle üfler. Nitekim bu konu şeriatta Peygamber efendimiz tarafından şöylece belirtilmiştir: "Herhangi birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk gün 'nutfe' olarak gerçekleşir. Sonra kırk gün 'alaka', sonra kırk gün 'mudga' olarak bulunur. Sonra ona melek gönderilir ve kendisine ruh üflemesi emr edilir. Melek, ona ruh üfler ve der ki: 'Ya Rabbi! Bu erkek mi olacak, dişi mi? Şaki mi olacak, sa-id mi? Rızkı ne kadardır? Eceli ne kadardır? Ameli nedir?' Bunun üzerine Hak yazdırır, melek de yazar."
Bu durumdaki varlık ile şu âyette belirtilen varlık arasında ne kadar da fark vardır! "Onu tesviye ettiğimde ve kendisine ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanınız." (Hicr, 29) Bunların arasında ne büyük fark vardır!
Burada Hak, herhangi bir ihtimali ortadan kaldıran tekil birinci şahıs zamiriyle ruh üfleme işini bizzat kendisine izafe etmiştir. Bu nedenle, kendisine secde etmeyi kabul etmeyen kibirli cezalandırılmış, Hak onu lanetlemiş ve hüsrana uğratmıştır. Ona şöyle demiştir: "İki elim ile yarattığıma seni secde etmekten ne men etmiştir?" (Sad, 75).
Hz. Peygamber, pek çok ifadesiyle bu durumu tekit etmiştir. Bunlardan birisi şudur: "Allah Adem'i kendi sureti üzerine yaratmıştır." Başka bir rivayette ise, "Allah Adem'i Rahmân'm sureti üzerine yaratmıştır" buyurmaktadır. Zayıf akıl sahiplerinin ve şeriatın ve hakikatin sırlarını bilmeyen kimselerin meyledeceği ihtimalleri ortadan kaldıran sahih bir hadiste ise Hz. Peygamber, bir savaş esnasında sahabelerine şöyle tavsiyede bulunmuştur: "Kurbanı keserken, kesim işini güzelce yapın. Birisini öldürdüğünüzde, güzelce öldürünüz. İnsanın yüzüne vurmaktan sakınınız, çünkü Allah, Adem'i kendi sureti üzerine yaratmıştır." [22]
Bir ve İki El İle Yaratma
Hz. Peygamber, bu anlamdaki bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Allah hilafeti için birisini yaratacağı zaman, iki eli ile alnını mesheder." Böylece Hz. Peygamber, Hakkın ona karşı olan özel ilgisine ve onun özelliğine dikkat çekmiştir. Başka bir sahih hadiste ise şöyle buyurmuştur: "Hakkın doğrudan yarattığı şeyler dörttür:" Ardından, bunları açıklayarak şöyle buyurmuştur: "Allah, Cennet-i Adn'i kendi eliyle yaratmıştır; Tevrat'ı kendi eliyle yazmış, Tuba ağacını kendi eliyle dikmiştir. Allah, Adem'i ise iki eli ile yaratmıştır." Başka bir hadiste ise, "İnsan yaratılan en acaib varlıktır" buyurmuştur. [23]
İnsan İtidal Noktasından Nasıl Sapmıştır?
İnsan, ilâhî irâdenin onu —ilâhî ilimde sabit olması nispeti itibarıyla değil,— zâhirlik nispeti açısından ilim mertebesinden çıkartıp, ilâhî kudrete teslim edinceye; bunun ardından, Akl-ı Evvel'den ibaret olan Kalem-i alâ makamında; sonra Nefsî-Lev-hî makamda; sonra cisimlerde hükmünün zuhuru itibarıyla Tabiat mertebesinde; sonra cihetleri belirleyen Arş'da; sonra Rahim isminin istiva ettiği kerim "Kürsf'de; sonra yedi semada; sonra unsurlarda; sonra müvelledatta/cemadat-nebatat-hayva-nat tayin edip, "cem" suretinin özelliğiyle istikrara kavuşuncaya kadar bütün yaratılış/istîdâ' mertebelerinde bulunmaya/mübaşir devam eder. İnsanın "cem" suretinin özelliğiyle istikrara kavuşması, bütün yaratılış mertebelerinin hükümlerinin hakkını ifa ettikten sonra gerçekleşir. Bu mübaşeret, ilmî icap ile zatî muhabbete tabi inayet ve meşiyete tabidir.
Böylelikle, insana ya tam oiarak ihtimam gösterilir veya fazla bir değer verilmez. Nitekim Hz. Peygamber, her iki duruma da dikkat çekmiştir: Hz. Peygamber, Sa'd b. Muaz"m cenazesinde şöyle demiştir: "Rahmân'm Arş'ı Saad b. Muaz'm ölümüyle titremiştir." Başka bir hadisinde ise, ölümün iyi insanları, ardından onlara benzeyenleri ortadan kaldırdığını belirtikten sonra, bir gurup hakkında şöyle demiştir: "Ta ki, hurma veya ekin posası gibi bir topluluk geride kalır. Allah, onlara değer vermez."
Ölümünden dolayı Rahmân'm Arş'mın titrediği kimse nerede, Allah'ın kendilerine hiç bir değer vermediği kimseler nerede!
Şu halde, işin sonucunda durum nasılsa, başlangıçta da öyledir, hatta sonuç, başlangıcın aynıdır.
Tekrar, konumuza dönüp, açıklama sadedinde olduğumuz meseleyi tamamlamak için şöyle deriz:
İnsan, uğradığı bütün alem ve hazretlerde/mertebe bekler. Bu alemin ve mertebenin mensupları, ona ihtimam gösterir, kendisine hizmet ve yardımda bulunmaya, öncelikle kendisini iyi karşılamaya, ikinci olarak da onun adını yaymaya/müşayaa büyük özen gösterirler. Bu durum, bu alem mensuplarının insanda idrâk ettikleri inayet alâmetine ve hususiyet izine göredir.
İnsan, uğramış olduğu bütün ulvî alemler dolayısıyla, bir engele veya manevî sapmaya maruz kalır. Bunun nedeni, bu mertebeler sayesinde hükmünün kendisine ulaştığı ruhların ve feleklerin bazı kuvvetlerinin diğer özelliklerine baskınlığıdır. Böylece insan, itidal hükmünün gerektirdiği durumdan sapar veya uzaklaşır. Bu itidal, cem özelliğinde, vasatî ve rabbani itidaldir ve Hakkın naibi olarak seçilmiş kimsenin özelliğidir. İnsan, bu şekilde diğer mertebeleri geçer.
İnsan özellikle maden mertebesinden nebatlar mertebesine girmesi olmak üzere, müvelledat/cemadat-nebatat-hayvanat alemine girdiğinde, şayet inayet kendisine eşlik etmezse, Hak iyi yardımı, gözetmesi ve riâyet ve korumasıyla onunla beraber olmazsa, onun hakkında korkulur; bu durumda o, pek çok afetle karşı karşıyadır, çünkü insan, nebat alemine girdiğinden sonra korunmaz ve kendisine özen gösterilmez ise, her şeyi içermesinden kaynaklanan bir takım münâsebetler sayesinde kötü bitkilere çekilir; bu bitkileri, hayvan bile yemez veya ebeveynden herhangi birisinin o bitkiyi yemesi mümkün olmaz. Bu kötü bitki fasit olur ve ondan unsurlar alemine çıkar. Başka bir sefer girmesine yardım edilip, izin verilinceye kadar unsurlar aleminde şaşkın ve aciz bir halde kalır.
Sonra, yenilebilir ve besleyici bir bitkiye girdikten ve onunla birleştikten sonra, ona unsurlardan şiddetli bir soğuk veya aşırı bir sıcak veya fazlaca rutubet veya fazla ıslaklık gibi herhangi bir afet arız olabilir. Böylece bu afet, onu telef eder ve tekrar bir girişe başlamak için çıkar. İşte böylece, Allah'ın takdir edip, dilediği kadar defalarca sürebilir.
Sonra insan, Hakkın koruma ve riâyetiyle veya muhtaçlığının gerektirdiği başka bir nimet ile zikrettiğimiz şeylerde selâmet elde ettiği oranda, herhangi bir bitkinin suretinde kemâle erebiîir. Fakat, bir hayvan onu yer ve anne baba o hayvanı her- . hangi bir engel dolayısıyla yeme imkanı bulamaz; veya bir en-ge], bu bitkiyi alıp yemeye engel olabilir. Bunun nedeni ise, bu bitkinin Allah'ın ilminde o kişinin anne babası olması takdir edilen kimselerin rızkı olmamasıdır.
Bütün bu zikrettiklerimiz bir araya gelir de, ilâhî ilimde o kişinin anne babası olmaları takdir edilen kimseler o bitkiyi yerîer ve bu bitki önce mide suyuna, sonra kana, sonra meniye dönüş-se bile, bazen meniden oluşmasını gerektirecek tarzın dışında ortaya çıkabilir; şu halde o, anne ve babaya ulaştıktan sonra da, koruma, gözetme gibi ilâhî nimetlere muhtaçtır.
İnsan, rahimde taayyün ettiğinde ise, bulunduğu mertebeleri geçmiş, rahimde yerleşmiş, -Cumhur'un şeriat yönünden bildi-ğ1 tarza ve hem de zahir hikmete göre- orada takdir edilmiş olur. "U kez de o, başka bir orumaya, yardıma ve gözetmeye ihtiyaç "uyar ki, bu sayede iyi beslenip rahimden ayrılması, uygun ve münasip bir vakitte gerçekleşebilir. Çünkü, meninin rahme düşmesi ve de çocuğun anneden ayrılması esnasında zaman ve mekân hükmünün zahirî ve bâtmî olarak insanın meydana gelişinde büyük bir katkısı vardır.
Bu bağlamda, meninin rahme düşmesiyle ilgili zaman ve mekân hükümleri, insanın bâtmî hâllerinin pek çoğuna şahitlik eder; doğum haliyle ilgili zaman ve mekan hükümleri ise, insanın zahir hâllerinin büyük çoğunluğuna şahittir. Hakkın katma ve insanın ulaşmak isteyip, kendisiyle kemâle ermek istediği şeye dair sülüğe başlangıcının sırrı, zahir ve bâtını birleştiren emre işarettir.
İşin özü şudur: Zikrettiğimiz bütün bu mertebelerde insan, takdir edilen yaratılışı açısından, özetle değindiğimiz ve akılların kendi başlarına idrâk edemeyecekleri bir takım afetlerle kar-Ş1 karşıyadır. İnsanın takdir edilmiş yaratılışına, Hz. Peygamber "Allah, ruhları cesetlerden* binlerce sene Önce yaratmıştır" ve
Allah, Adem'in sırtını sıvazlamış, böylece onun zürriyetini de tohumlar gibi izhâr etmiştir" hâdisleriyle işaret ettiği gibi, biz de, "Eşyanın suretlerinin, ilâhî Kalem'in yazmasıyla Levh-i mahfuzdaki taayyünleri, onların ruhanî ve cismani taayyünlerinden Öncedir" ifâdemizle bu yaratılışa işaret etmiştik.
Şu halde, Hakkın gaybmdan haricî/aynî varlık alanına sudur edişinden itibaren seyri ahadiyet özelliğinde olan ve hakîkat ve rûhânîyeti yönünden herhangi bir alemde veya bir mertebede/hazret engellenmeyip, üzerinden perde kaldırıldığında geçeği bütün mertebeleri hatırlayan kimse ile perdelerinin kesifleş-rnesine ve çoğalmasına, bunun yanı sıra sıkıntı ve afetler içinde dolaşmasına neden olan söz konusu mertebelere girişi ve çıkışı engellenen ve tekrarlanan kimseyle karşılaştırılabilir mi? Önceki kişinin kat ettiği mertebeleri hatırlaması bağlamında, "Elest" nüsâkını hatırlayıp hatırlamadığı kendisine sorulduğunda,
Sanki o, şimdi de kıdağımdadır" diye cevap verir, bazıları ise bundan daha fazla şeyler söyleyebilir.
Allah, ikinci şahsın durumuna düşmekten bizleri korsun!
Şöyle deriz ki: İnsanın doğumundan, hatta rahimde yerleştiği andan Rabbinin bilgisiyle ve müşâhedesiyle tahakkuk edip, rüşt ve ibâdet vesilelerini tam olarak elde edinceye kadar; hatta ilâhî müjdeyle son nefesini/hüsn-i hatime verinceye veya bazı kullara nispetle de Allah'ın dilediği herhangi bir vakte kadar maruz kaldığı sıkıntı ve elemler, akıllı kimselere hiç bir zarar veremez. Bu sıkıntı ve elemler, bazı kullar için ise Cennete girinceye kadar devam eder.
Nitekim şöyle bir ifâde rivayet edilmiştir. "Sırat köprüsünü geçinceye kadar emin olma.!"
Bütün hallerde, makamlarda, zamanlarda, mekanlarda, uğra-nan/istîda' alemlerde ya da Allah'ın insanın topraktan, balçıktan, meniden, sonra kandan, sonra et parçasından sonra kemik ve etten yaratılışı süresince zikretmiş olduğu istikrar aşamalarında Allah'ın insan üzerinde pek çok nimeti vardır; söz konusu mertebeler, dünyevî yaratılışa, sonra berzah alemine, sonra haşır, sonra cennet yaratılışına kadar varır. Nitekim, bu nimetlerin zamanlı olanlarını açıklamıştık.
Buna göre, zamanlı nimetler, insanın büründüğü/telebbüs her hal ve yaratılışın levazımı olan şeylerdir. İnsan, sonra bu hal ve yaratılıştan/neş'et uğradığı alemlerde, mertebelerde ve aşamalarda soyutlanır.
Zamanlı olmayan sürekli nimetler arasında şunları zikredebiliriz: Koruma nimeti, inayet nimeti, riâyet nimeti, zatî amelleri kabul nimeti; zâtı müşahedenin gereği olan sahîh marifet nimeti; hoşnutluk ve kabul nimeti; değiştirme, telafi ve inşa nimeti; tecellîyle hallenmek nimeti; her anda halk-ı cedidi/yeniden yaratma göstermek nimeti; bütün bunlarda ve başka şeylere güzelce eşlik etme nimeti; insanın zâtında, özelliklerinde ve levazımında ve de ehli kılındığı kemâl mertebesine ulaşmak için muhtaç olduğu şeyde yardım nimeti; teyfik ve hidâyet nimeti -ki bunlar, dosta yakın, düşmanın haliyle çelişir-; afiyet nimeti ve bütün işlerde uygun sebepleri hazırlama nimeti.
En ulvî ve en şerefli nimet, ardında hiç bir perdenin bulunmadığı Hakkın zâtını müşahede etmek nimetidir; bu müşahedeyle birlikte Hakka dair tam marifet ve en yetkin tarzda bir "huzur" bulunmalıdır ki, bununla Hak dünyada, âhirette ve berzahta kâmil kullarından razı olduğu gibi, onlar da Haktan razı olmuşlardır.
Buna göre, "Nimet verdiklerinin yoluna" âyetinin belirttiğimiz hususu anlayan kimseye göre anlamı, işaret ettiğimiz husustur.
İlâhî nimetlere mazhâr olan ilk varlık, Kalem-i a'la'dır. Ka-lem-i alâ, tedvin ve tasvir aleminin ilkidir. Gerçi "muheyye-mûn", mertebe açısından daha üstündürler, fakat onların kendileri hakkında herhangi bir şuurları olmadığı bir yana, nimet ve lezzete dair şuurları yoktur.
Varlıkların bu nimete son mazhâr olanı, İsa b. Meryem'dir. Çünkü Hz. İsa, kendisinden sonra kıyamete kadar "halife tu İlah" gelmeyecek kimsedir. Hz. İsa'nın ve kendisi ile olan müminlerin yeryüzünden göçmesinden sonra ne bir veli, ne de bir kâmil mümin yeryüzünde kalmaz. Nitekim, Hz. Peygamber şunu haber vermiştir: "Kıyamet yeryüzünde 'Allah, Allah' diyen bir mümin bulundukça kopmaz. Kıyamet, ancak kötü insanlar üzerine kopar."
Burada açıkladığımız meseleyi anlayan kimsenin ''Nimet verdiklerinin yoluna" âyetini okurken, Kalem-i alâ, Hz. İsa ve bunların arasında bulunup, saydığımız ve özetle işaret ve ima ettiğimiz ilâhî nimetlere nail olan kimseleri aklına getirmesi gerekir. Bu durumda o, ilâhî nimetlerden hiçbirisini kaçırmaz. Çünkü ilâhî nimetlerin mensupları, zikredilen kısımlarda ve bunların arasında bulunan kimselerle sınırlıdır. Bu kişi, özellikle de, peygamberinin diliyle Allah'ın "İşte bunlar kulum içindir, kuluma dilediği verilecektir" ifâdesini aklında tutup, tam imânıyla Rabbım tasdik ederse bu durumda Hak, ona özel keremiyle ve daha önce de belirtildiği gibi kulun kendisine dair inancına göre muamele eder; kul, Rabbının kendisinden verdiği haberde, duaya icabet edeceğine dair vaadinde, kulunun kendisine dair zannı üzerinde olduğu hususunda Rabbım tasdik eder. Binaenaleyh Hak, sözü ve vaadi doğru olan, cömert ve ihsan sahibidir. [24]
Gazabın Mertebeleri
Bilinmelidir ki: Nimet ve azap, rızâ ve gazabın neticesidir; bunlardan her birisinin üç mertebesi vardır. Daha Önce de, belirttiğimiz gibi, bütün sıfatlar da bu şekildedir.
Gazabın ilk derecesi, mahrumiyeti ve ilmî yardımın kesilmesini gerektirir; ilmî yardımın kesilmesi, cehaletin, arzunun, nefsin, şeytanın ve de insana egemen olan kötü huy ve hâllerin tasallutuna neden olur. Fakat bütün bunlar, Allah katında belirli bir vakit ile sınırlıdırlar, dünyada ise hayâtı sait olarak sona eren kimselerin son nefesinden önceki nefesine kadar sürer. Nitekim bu durum, şeriat ve tahkik yönünden sabittir; ister bu zikrettiğimiz şeylerin saltanatı bâtını olsun, isterse de zahirî olsun, durum aynıdır.
İkinci mertebe ise, zikredilen hükmün burada bâtını, âhirette ise bir müddet zahirî olarak sirayet etmesini gerektirir; ya da bu hüküm, cehenneme girme ve şefaat kapısının açılma vaktine kadar uzanır. Söz konusu hüküm, şefaatçilerin şefaatlerinin hükmünün bitip, Erhamu'r-rahîmîn'in/Merhametlilerin en merhametlisi hükmünün zuhur etmesiyle sona erer.
Bu mertebede başka bir hâl daha vardır ki, b hal, gazabın zahirinin burada sadece zahirde sirayet etmesini gerektirir; peygamber ve ehlullah'a sıkıntıların gönderilmesinin kaynağı, bu çeşit gazaptır. Bu durum, bu yaratılışın hükmünün sona ermesiyle nihayete erer. Nitekim Hz. Peygamber, ölüm yatağında Hz. Fatma'ya şöyle demiştir: "Artık bugünden sonra babana hiçbir sıkıntı yoktur." Bu hükümde rahmet, gizlidir ve öncesinde bu rahmetin zahiri azaptır.
Bu çeşit azap, temizlenmeye ve ancak -esaslarına dikkat çekilen- bu sıkıntılar sayesinde ulaşılabileceği takdir edilmiş nimetlere yükselmeye neden olur.
Bunun üzerinde ise, çok önemli ve değerli bir sır vardır ki, bu sırrı zevk yoluyla bilen kimse tanımıyorum; Allah'ın izni ile, bu sırrı belirteceğim:
Şöyle ki: Ehlullahtan olan nebiler, velilerin kâmilleri ve bazı kemâl Özelliklerinde onlara ortak olan kimseler, diğer insanlardan öncelikle dairenin genişliği, ruhun cevherliğinin temizliği/safa ve istiap ile -ki istiap, kuşatıcıhğın bir gereğidir- ayrılırlar. Nitekim, ahadiyet-i cem mertebesinin sırrı ve bunun insana tahsis edilmesi meselesinde buna işaret etmiştim; ki insan, iki mertebenin berzahı ve aynasıdır.
Hakkın mertebesi/hazret, bütün isim ve sıfatları kapsar, hatta o, bütün nisbet ve izafetlerin kaynağıdır. Gazâb da, ana sıfatlardan birisidir. Sıfatlar arasında gerçekleşen ilk değerli komşuluk, gazâb ve rahmet arasında gerçekleşmiştir. Binaenaleyh, bütün olarak Hakkın mertebesinin suretiyle zuhur edip, zâtı o mertebe için kâmil bir ayna hâline gelen kimsede, bu mertebenin ve imkân mertebesinin içermiş olduğu her şeyin tam olarak zuhur etmesi gerekir. Bu mertebenin içerdiği şeylerin en önemlilerinden birisi de, zikrettiğimiz şey, yani gazap sıfatıdır.
Binaenaleyh vakıa, malûm olduğu tarzda gerçekleşmiştir. Eğer rahmet gazabı geçmemiş olsaydı, durum daha şiddetli olurdu. Buna göre, söz konusu kâmillerin rahmet, nimet, azamet ve celâlden olan nasipleri, diğer insanlardan kıyaslanamayacak derecede fazla olduğu gibi, diğer sıfatlarda da durum böyledir; fakat bu ikinci kısım, sadece dünya hayâtında geçerlidir. Çünkü bu alem, noksanlık ve elemleri vb. gerektiren "imkân" mertebesinin hükümleriyle zuhur ermiştir.
Kemâl mertebesine ulaştıktan sonra bu alemden intikal esnasında rahmetin gazaba baskınlığı, ondan önce gelişi ve de kuşatıcı ve birleştirici bu alem vasıtasıyla kazanılan kemâlin neticesi ortaya çıkar. Bu kâmillerden aşağı mertebelerde bulunan insanların hükmü ise, kâmillerin mertebelerine yakınlıkları ve uzaklıklarına göre değişir.
Hz. Peygamber, buna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "Biz nebiler topluluğu dünyada insanların en çok belaya uğ-rayanlarıyızdir." Bu hadiste, sonra nebilere benzeyenler, sonra onlara benzeyenler ifâdesi de yer almaktadır.
Başka bir rivayet zinciriyle gelen hadiste ise, dünyada bela açısından insanların en şiddetlisi nebiler, sonra veliler, sonra sa-lihler, sonra onlara benzeyenlerdir buyrulmaktadır.
Nimet ve saadet tarafında da durum bu şekildedir. "Alemlere rahmet" diye gönderilen kimse, gazabın hükümranlığından dolayı azabın umumîliğini gerektiren şiddetli vakitlerde kendisini halkın zayıfları için feda etmiştir. Ayrıca, Hz. Peygamber, Küsûf namazında iken Cehennemi gördüğünde bu sırra bu zevkin mensubu kimselerin dikkatini çekmiştir.
Hz. Peygamber, Cehennemi gördüğünde, elbisesi ve eliyle yüzünü Cehennem ateşinden korumaya çalışmış, bulunduğu mekandan geriye gelmiş ve yakarışla şöyle demiştir: "Allah'ım! Ben onların içinde iken, onlara azap etmeyeceğini vaat etmemiş miydin? Etmemiş miydin? Etmemiş miydin?" Hz. Peygamber, Cehennem kendisinden perdeleninceye kadar bu niyâzma devam etmiştir; bu ifadesiyle de, "Allah, sen onların içinde iken, onlara azap etmeyecektir; onlar tövbe ettikleri sürece, Allah onlara azap etmeyecektir" (Enfal, 33) âyetini kast etmiştir.
Gazabın üçüncü mertebesi ise, özel bir guruba nispetle, teyit ve hükmünün kıyamet günü kemâle ulaşmasını gerektirir. Nitekim, Hz. Peygamberin bize şu ifadesiyle aktardığı kadarıyla, peygamberler bundan söz etmişlerdir: "Allah bugün daha Önce hiç kızmadığı şekilde gazâb etmiştir ve bundan sonra da bu şekilde gazâb etmeyecektir."
Ben de, bu gazabın kemâlini bir müjdeyi gerektirecek şekilde müşahede ettim; insanlar bu müjdeyi bilselerdi, hiç kimse Allah'ın rahmetinden ümit kesmezdi.
Şayet, insanların peygamberlere müracaat edip, ardından bütün peygamberlerin Hz. Peygambere başvurmasının sırrını; Hz. Peygamber'in şefaat kapısını açmasının sırrını; Rabbimizin gelişinin sırrını; "el-Cebbar, ayağını Cehennem'in üzerine koyar ve onun unsurları birbirlerine sığınıp, 'yeter, yeter' derler' " ifâdesinin sırrını; dört secdenin sırrını; her defada ateşten neyin çıktığını; bu geliş ve gidişin mâhiyetini; Hz. Peygamber'in Cehen-nem'de kalan son kişiyi de şefaatiyle çıkartması için kendisine geldiğinde Cehennem'in bekçisi Mâlik'in ona "Ey Muhammedi Rabbmm gazabına hiç bir şey bırakmadın" deyişi; Allah Teala'nm "Melekler şefaat etmiştir, peygamberler şefaat etmişlerdir, müminler de şefaat etmişlerdir, geride sadece Erhamü'r-ra-himîn/merhametlilerin en merhametlisi kalmıştır" deyişinin sırrını; Allah Teala'nm Hz. Peygamber'in "Allah'tan başka ilah yoktur" diyen kimselere şefaat ettiği vakit "Bu sana ait değildir" -ki bu, yukarıda aktarılan "Melekler şefaat etmiştir..." hadisinde zikredilmiştir- demesinin sırrını vb. kısaca zikredilip, remizle işaret edilen sırlan açıklamak ve İfşa etmek caiz olsaydı, hiç kuşkusuz, akılları ve lübleri hayrete düşüren gerçekler ortaya çıkardı; fakat mesele, halin mütercimi bir insanın söylediği gibidir:
Bilinen her şeyin açıklanması doğru değildir
İstediğin her ceylan pınarından da susuzluğunu gideremezsin
Bilinmelidir ki: İlâhî gazabın hükmü, sol tutuşun/kabza[25] mertebesinin kemâle ermesidir, çünkü Hakkın her iki mukaddes eli de mübarek sağ el olsa bile, bunlardan her birisinin diğerinden farklı bir hükmü vardır. Buna göre, "yeryüzü bütünü ile kıyamet gününde onun kabzasıdır ve gökler de sağ eliyle dürülmüştür." (Zümer, 67).
Genel anlamda saitlerin mensup olduğu birinci el, belirtildiği gibi, rahmet ve müjdenin sahibidir; diğer el ise, kahır, gazâb ve bunların levazımının sahibidir. Bu iki elden her birisinin bir saltanatı ve yetkisi vardır ki, bunun hükmü, imkân ölçüsünde kulluğun şartlarını yerine getirip, rubûbiyetin haklarını ifa eden saitlerde; işaret ettiğimiz itidal yollarından sapan, azgın ve asi şakilerde ortaya çıkar. Bu şakiler, ulûhiyetin haklarında ifrata kaçmışlar ve sahip olmadıkları şeyleri kendi vehimlerine göre nefislerine izafe etmişlerdir.
Onların bu hükümlerden nihai payları, gerçek insân-ı kâmil'in suretine benzeyen beşeri suretin zahirinin tavassutu vasıtasıyla kendilerine ulaşan şeydir; ayrıca bu pay, birleş tiricilik nispetinin şefaati ve de bu dünyada hükmü zuhur eden rahmetin umûmîli-ğiyle gerçekleşen müşterek miktara göre kendilerine ulaşır. Nitekim, daha önce bunların sırlarını açıklamıştık, onları hatırlayınız!
Binaenaleyh, bu şakiler, işin mâhiyetini bilemeyince aklanmışlar, iddiada bulunmuşlar, cüret göstermişler, şirk koşmuşlar ve gerçek anlamda ulûhiyeti, ulûhiyet hükümlerinin kısmen gözüktüğü somut bir surete izafe etme hatasını işlemişlerdir. Hiç kuşkusuz ki onlar, bu eylemleriyle ilâhî gazabın hükümlerinin kendilerine ulaşmasına ve onun oklarının hedefi haline gelmelerine zemin hazırlamışlardır. Bu nedenle Hak, el-Hakem ve el-Adl isimleri açısından, ulûhiyetinin hakkını onlardan talep edip, ulûhiyetin haklarıyla onların arasında hakemlik yapar; neticede de, ulûhiyetin haklarını ihlal eden, onun sırrını bilemeyip, kadrini takdir edemeyene insanlara ulûhiyeti adına gazap eder.
Eğer ilâhî rahmet gazabı geçmemiş ve zâtî-imtinanî rahmet ile gazaba baskın gelmemiş olsaydı, zikredilen durumdaki kişinin cezası geciktirilmezdi; söz konusu zâtî-imtinânî rahmet, iki eli birleştiren yöne mahsustur.
Bununla birlikte, babamız Adem'in Hakka muhalefetinin zımnında olsa bile, ulûhiyet hükümlerine haksızlık/cevr etmekten bütünüyle salim olan hiç kimse de yoktur. Çünkü o esnada Adem'den farklı olmadığımız için, o, bizim ile birlikte günah işlemiş ve bunun neticesinde pişmanlık duymuştur; aynı şekilde, Rabbinden kelimeler telakki edip, cevherliğinin ve kuşatıcıhğı-nm kemâli sayesinde üstün makamına geri dönmüştür.
Şu halde her insanın Adem'in eyleminden bir payı vardır; herkes bu günahın neticesini -kendisine itina gösterilirse- bu dünyada sıkıntı ve kederlerle, âhirette ise "Sizden her biriniz ona varacaktır" (Meryem, 71) âyetinin hükmüyle görecektir; kendisine itina gösterilmeyen kimsenin durumu ise, daha önce belirttiğimiz gibidir.
Zulüm ve haksızlığın yaygınlığına Hak, şu âyeti ile işaret etmiştir: "Eğer Allah insanları işledikleri amellerle cezalandır-saydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı." (Kehf, 58)
Fakat, alemin suretlerini ihata eden "Arş'ta istiva eden" er-Rahman ismi yönünden umûmî rahmetin egemen olması, Suretin (Rahman'm) şefaati, fiilin asıl ve fail yönünden birliği, buna engel olmuştur. Böylelikle, el-Hakem ve el-Adl isimlerinin saltanatı, kıyamet gününe tehir edilmiştir; o gün, ortaya çıkartma/keşf, ayıklama/fasıl ve de genel ve açık hüküm verme günüdür. Orada emir, bütünü ile halk/cuhmur için zuhur eder. Bunun için Allah şöyle buyurmuştur: "Din gününün sahibidir/mâlik."
O gün, cezalandırma günüdür.
Bu günün sırrı şudur: el-Hakem ve el-Adl isimlerinin saltanatı, dünya aleminde zuhur etmiş olsaydı, bu durumda hiç kimse bir başkasına haksızlık yapamaz ve buna yeltenemez, Allah'a ve kullara iftira edemezdi ve insanlar hiç kuşkusuz, tek bir ümmet olurlardı. Bu durumda ise, iki kabzanın/tutuş mertebesi kemâle ermemiş, gazâb-rahmet, isim ve sıfatlar ve onların lâzımları arasındaki komşuluk ortaya çıkmamış olurdu; böylelikle ne hoş görü, ne af, ne sabır ve ne de günahın iyilikle değiştirilmesi söz konusu olurdu.
Bu durumda "Şunlara ve şunlara Rabbmın ikramından mühlet veririz, senin Rabbmın ikramı engellenmiş değildir" (İsra, 20) âyeti ne olacaktı? Binaenaleyh umumi rahmet, her şeyi kuşatan ikramı gerektirir ki, hiç şüphesiz vakıa da böyle gerçekleşmiştir. Böylelikle hüküm/kelime tahakkuk etmiş, cezalandırma helâl olmuş ve gazabın hükmü zuhur etmişs sonra da rahmet gazaba galip gelmiştir.
Bilinmelidir ki: Kâmiller üzerine zuhur eden gazabın hükmü, bu kabildendir. Bu gazap, ulûhiyet hakkını ifadaki kusur ve onu belirli bir surete sınırlamak sebebiyle gerçekleşir; ulûhiyeti belirli bir surete tahsis etmek ise, onun ihata ve genişliğiyle çelişir. Buna göre sözü edilen kâmiller, ulûhiyetin adil ve dengeli bazı tezahürlerini, onun itidalini ve kemâllerinin sırlarını kötü bir şekilde kabul etmek nedeniyle meydana gelen sapmış ve bozulmuş tezahürlerine karşı savunurlar; yoksa onlar, kul olmaları itibarıyla kendileri adına kızmazlar. Nitekim, Hz. Peygamber Efendimiz'd en gelen bir rivayete göre, o hiç bir zaman kendisi için kızmazdı; Allah için kızdığında ise, hiçbir şey öfkesini dindiremezdi.
Gerçekte, sözü edilen kâmillerin mutlak anlamda öfkelenmelerinin nedeni, daha önce de belirttiğimiz gibi, Hakkın ve isim ve sıfatlarının tecellîgâhları olmaları nedeniyle O'nun gazabının kendilerinde ortaya çıkmış olmasıdır; yoksa onlar, sıradan insanlar gibi öfkelenmezler. Nitekim Şeriat da, Ylz. Ebu Bekir'in, Suheyb, Bilal, Selman ve diğer dokuz sahabenin yanlarına uğradığında Ebu Süfyan'a tepki göstermeleri kıssasında bu olguya şahitlik etmiştir.
Sözü geçen sahabeler, Ebu Süfyan'a şöyle demişlerdir:
-Artık Allah'ın kılıçlan düşmanlarının boyunlarından geri alınmaz.
Bunun üzerine Ebu Bekir, onlara şöyle çıkışın iş tır:
-Siz bunu Kureyş'in-büyüğü ve önderi için söylüyorsunuz.
Bu haber, Hz. Peygamber'e ulaştığı vakit şöyle buyurmuştur:
-"Muhtemelen onları kızdırdın ey Ebu Bekir! Eğer onları kız-dırdıysan, Rabbmı kızdırmış oldun."
Ebu Bekir onlara dönüp, şöyle demiştir:
-"Ey kardeşlerim! Benim için mağfiret dileyiniz." Onlar da:
-Allah seni bağışlasın, kardeşimiz" diye karşılık vermişlerdir. Ebu Bekir:
-Ben sizi kızdırdım mı? dediğinde: -Hayır! Kızdırmadın" diye karşılık vermişlerdir. Burada, Hak kızdığında kızan, razı olduğunda razı olan kimselerden söz etmekteyiz; hatta onların gazap ve rızâları, Hakkın gazap ve rızâsının ta kendisidir.
Sıradan insanların gazabı ise, tabiî bir olaydan ve kızan kişinin amaç ve mizacına aykırı bir fiilden ortaya çıkan bir haldir. Aynı şekilde, Ehlullah'm diğer ilâhî sıfatlar ile ilişkisi de, sıradan insanların/cumhur bu sıfatlarla ilişkisi gibi değildir; bu sıfatların onlara nisbet edilmeleri de, sıradan insanlara nisbet edilmelerine benzemez.
Hakka, kâmillere ve onlardan aşağı derecede bulunan insan-lara nispet edilmeleri itibarıyla rahmet ve gazâb sıfatları arasın-da ince farklar vardır; bu farkları, fiilin ve failin birliğinin sırrını, rahmetin öne geç meşini n/sebka t sırrını ve sebebini, ayrıca geçilen ve mağlup olan gazâbm mâhiyetini bilen kimse anlayabilir.
Bu farkların bazı sırlarına, misâl ve ibare Örtülerinin altında kısmen işaret edeceğim, artık sen de idrâkini keskinleştirip, himmetini birleştirsen -Allah'ın izni ile- maksadı idrâk edersin.
Bilinmelidir ki: Gazabın özü/bâtın, gazaba ve kızılan şe-ye/mağdub-i aleyh taalluk eden bir rahmettir. Gazap ise, gazabı ve hükmünü kızdığı şeye yansıtmak suretiyle, nefsinin saltanatının tam olarak ortaya çıkmayışı sebebiyle hissetmiş olduğu darlığı/dayyik feraha çıkartır; gazâbm nimete ulaşması, saltanatının tam olarak ortaya çıkmasına bağlıdır ve lezzeti de onda gerçekleşir. Söz konusu saltanatın ortaya çıkamayışı ise, ya bir muhalifin/münazi' varlığı ya da işin/emr güçlüğüdür; bu iş-ten/emr, gazâbm iktidarı için yetkin bir zemin olması ya da sayesinde yapılmak istenilen şeye hakkıyla karşılık verecek uygun bir vasıta olması ya da emirlerin onun vasıtasıyla ve kendisinde infazı için uygun bir araç olması beklenir.
Gazâbm, Örneğin, bir takım ölçüleri ve yöntemleri/sünnet vardır; bununla birlikte, kadir olunsa bile, bunların göz ardı edilmeleri mümkün değildir. Çünkü, herhangi bir cüzî amaca ulaşmak veya bizzat amaçlanan işin dışında diğerinden farklı özel bir işi tamamlamak için bu ölçüler ve yöntemler göz ardı edilseydi, bu durum, esaslı ve küllî bir fesada; ya da, bizzat veya dolaylı olarak amaçlanan asıl işin yok olmasına neden olur-
du. Bu durumda, en uygun olanı gözetmek ve en mühimi tercih etmek gerekmiştir. Böylelikle, Varlık ayakta durmuş/kâim ve her mevcudun durumu nizâma kavuşmuştur.
Bu meselenin açıklanması uzun sürer, bu kısa ifâdelerimizde akıl sahipleri için yeterli ve kafi bilgi vardır.
Gazâbm muhâtabı/mağdub-ı aleyh yönünden işin sırrı ise, üç kısma ayrılır: temizleme, koruma/vikaye ve tamamlama/tekmil.
Korumaya örnek olarak, kangren olmuş insanın durumunu
verebiliriz. -Allah'tan buna ve her türlü hastalığa karşı afiyet ve sağlık diliyoruz.- Kangren insanın herhangi bir uzvunda ortaya çıkıp, doktor da hastanın babası veya yakın arkadaşı veya bir dostu olsa, bu durumda doktor, hastayı çok sevse dahi, kangrenli uzuv tedavi edilemeyecek bir durumda ise, onu kesmek zorundadır. Böylece doktor, görünürde bir eza vermektedir ve fakat ezaya maruz kalan kişinin çektiği sıkıntıya da ortaktır. Uzvun istidadı imkân vermediği için, bu esnada tedavi ile uzvu kesmemek bağdaşmaz.
Bu bağlamda şu kutsi hadisi hatırlamalıyız: "Mümin kulumun canını kabz ederken tereddüt ettiğim gibi hiç bir şeyde tereddüt etmedim. Mümin kulum Ölümü kerih görür, ben ise onun gelmesini isterim ve bundan da kurtulamaz."
Baba, maslahatını gözetmek için, oğluna kızar; bununla birlikte o, kendi iç dünyasında kızgın değildir, sadece gazap özelliğiyle gözükmüştür, çocuk da babasının gerçekte kızgın olduğunu zannetmiştir, halbuki durum farklıdır. Çocuğun babasının kızgın olduğunu zannetmesinin nedeni, genel anlamda kızgınlığa delâlet eden bir eseri babasında görmüş olmasıdır, halbuki durum, gerçekte/nefsü'1-emr farklıdır. Babanın kızgın görünmesi, çocuğun idrâkinin eksikliğinden kaynaklanmıştır; başka bir neden ise, çocuğun, herhangi bir öğretme, zorlama, terbiye ve destekleme olmadan tek başına kendi maslahatlarını gözetecek durumda olmayışıdır.
Şayet çocuk istenilen kemâli tek başına gerçekleştirme gücünde olsa idi,, baba o şekilde gözükmezdi ve çocuk da babası hakkında öyle bir zanda bulunmazdı; aksine, babası ondan soyutlan-sa bile, gazap özelliğiyle zuhur etmesindeki gayesini anlardı.
Gazabın muhatabı yönünden ikinci gayesi olan temizlemeyi ise, şöyle örneklendirebiliriz: Herhangi bir maslahat için kurşun veya bakır ile karışmış bir altını düşünelim, altının, bunlar olmadan bulunması mümkün değildir. Nitekim bu durum, bütün madenlerin bulunmasının şart koşulduğu bazı rûhânî tılsımlarda böyledir; öyle ki, bu madenlerden bir tanesi eksik kalsa, maksat gerçekleşmez. Sonra da, bu madenlerin birleşmesinden hedeflenen sürenin sona erdiğini ve gayenin gerçekleştiğini veya bunun hükmünün sona erdiğini ve de altının kendisine karışan diğer cins madenlerden ayrılacağını farz edelim. Bu durumda ateşin güçlü bir ateşe atılması gerekir, böylece ateş diğer madenlerden ayrışır, kendisine ait kemâli ortaya çıkar, bizatihi altın için talep edilmeyen, altın ile amaçlanan bir gayeden dolayı talep edilmiş ve kendisine bitişmiş unsurlar giderilir.
Buna örnek olarak, aslı su olan ve tekrar aslına dönen gül suyunu verebiliriz. Fakat gül suyu, kokusu ve tesirli ve istenilen nitelikleri artmış olarak aslına dönmüştür; o, bu özellikleri başka bir cinse bitişmekle elde etmiştir ki, bunlar, daha önce suda bulunmuyorlardı.
Gıdada da durum böyledir. İnsan onu alır ve kendisine katar. Binaenaleyh, tabiat ondan gereken şeyleri süzdüğü vakit, gıdadan geride kalan posayı atar, çünkü onda herhangi bir fayda yoktur. Allah Teala, şu âyetiyle buna işaret etmiştir: "Ki Allah pisi temizden ayırsın ve pis olanı üst üste koyup, hepsini bir yığın haline getirsin ve topunu cehenneme koysun. İşte bunlar, hüsran içinde kalanlardır." (Enfal, 37)
Allah Teala, başka bir bağlamda ise daha geniş ve açık bir şekilde şunu belirtmiştir: "Allah gökten bir su indirir de vadiler kendi miktarmca sel oldu; sel de yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zinet veya eşya yapmak için ateşte üzerini körükledikleri madenlerden de onun gibi bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile batılı böyle çarpıştırır. Fakat köpük atılır gider. İnsanlara faydası olan ise, yerde kalır. İşte Allah, böyle misâller verir. Rablerİnin emirlerine uyanlara daha güzeli vardır. O'na uymayanlar ise, yeryüzünde olanların tamamı ve bunların bir katı da kendilerinin olsa, hepsini kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte onlar! Hesabın kötüsü onlar içindir; varacakları yer de cehennemdir; o ne kötü yataktır." (Ra'd, 17-18)
Artık bu âyetleri düşün, bu âyetlerde hem gazap kabzasının ve hem de rızâ ve rahmet kabzasının muhatapları hakkında çok önemli ve yararlı ikâzlar vardır.
Gayesi tamamlamak/tekmil olan gazaba ise, kötülüklerin iyiliklere çevrilmesinden bahsederken şu ifâdede buna işaret edilmiştir: "Daha önce yaptığım hayır karşılığında müslüman oldum." Ayrıca, iki elin hükmünü birleştirmek, gazapta gizli bulunan rahmeti ortaya çıkartmak, kadir olmakla birlikte tatlının zevkini çıkarmadaki kahır, dışarıdan bir zorlayıcı olmadan sabrın kemâlini izhâr da, bu kapsama girmektedir.
Bu açıklamalarımızı anla ve yücel! Çünkü bu şekilde yükse-lirsen -ki şimdi dönme değil yükselme vaktidir- ilimde, alimde ve malûmda hüküm sahibi olan kader sırrını idrâk edersin.
Bu mertebenin üzerine çıkan kimse ise, fiillerde, isimlerde, sıfatlarda ve hallerdeki izafetlerin yanlışlıklarını görür.
Bu mertebenin de üzerine çıkan kimse, cemal-ı mutlakı müşahede eder; cemal-ı mutlak, hiç bir çirkinin, hatanın, değerlinin, noksanın, sapmanın bulunmadığı güzelliktir.
Bu mertebeyi de aşarsa, görür ki: Cevr ve adalet, zulüm ve hi-lim, yerine getirilmiş haklar, eksiklik, ihmal, ihanet, ciddiyet, tazim, gizlemek, açıklama; bütün bunlar, "vechî bulut"[26]un nuru ile tutuşmuşlardır ve ahadiyet vasfmdaki zât hazretinin alanında yok olmuşlardır.
Bunun da üzerine çıkarsa, artık susar, hiç bir şey açıklamaz, dilsiz olur, konuşamaz, kör olur, bakamaz, fânî olur, ortaya çıkamaz.
Şayet iade edilirse, bütün vasıflarla zuhur eder. Bütün harfleri ihata eden kapsayıcı manâ olur; hiç bir şey kendisine güç gelmez, hiç bir bilgi ve inkâr ona yabancı değildir. [27]
Rızânın Mertebeleri
Gazap mertebelerini -Allah'ın ihsanı ile- zikredip, hükümlerini dile getirdikten sonra, önceki konuyu tamamlamaya dönüp, rızânın nimetten faydalanmaya neden olan mertebelerini saymaya başlayacağız. Böylelikle, son sözümüz rızâyla ilgili olacaktır; çünkü rızâ, daha sonra açıklayacağımız gibi, saitlerdeki hükmü yönünden ilâhî hallerin sonuncusudur.
Şöyle deriz:
Bütün nimetleri meydana getiren ve onlardan faydalanmaya neden olan rızâ mertebeleri üç kısımdır: Birinci rızânın hükmü, Hakkın yaratıklarının iyiliğini/salah dilemesi yönünden onlardan razı olmasıdır; Hakkın onların iyiliğini istemesi, yaratma fiiliyle onlara yönelmesine/teveccüh ve ilâhî ihsandan olan paylarına bağlıdır.
İkinci kısım rızâ ise, Hakkın bütün müminlerden razı olmasıdır.
Üçüncü kısım ise, müminlerin seçkinlerinden ve de peygamber ve velilerden razı olmasıdır.
Bu rızâ, iki kısma ayrılır: birisi, özel/has kısım, ikincisi ise, daha özel/ehas kısım.
Buna göre, özel kısım rızâ, peygamber ve velilere mahsustur. İkincisi ise, Allah'ın şu âyeti ile tespit ettiği rızâdır: "Seçtiği bir elçiden başka; çünkü onun önünden ve ardından gözetleyici dizer." (Cin, 27) Böylece bu rızânın, bütün peygamber ve elçilere ait olmayan özel bir rızâ olduğunu anladık, çünkü âyetteki
delâlet, bütün peygamberleri içermemektedir. Bununla birlikte Allah, bütün peygamberlerinden razı olmuştur; çünkü Allah, müminlerden razı olduğunu bize bildirmiştir. Buna göre Allah'ın veli kullarından razı olması daha önceliklidir, peygamberlerden/nebiler ise hiç kuşkusuz razı olmuştur. Peki, resullerden razı olmaması hiç düşünülebilir mi?
Böylece, Allah "men/ism-i mevsul" edatını tahsis ettiği için, karineyle burada sözünü ettiği rızânın özel bir rızâ olduğunu anladık; bu rızâ, hiç kuşkusuz, resullerin sonuncusu (sav.) hakkında sabit olan rızâdır, çünkü o, âhirette saitlerde hâkim olan son ilâhî sıfattır. Böylelikle, sonuncu peygambere nihai ikramın muhabbet ve kemâl olması daha uygun olmuştur.
Rrzâ'nm Haktan saitler adına gerçekleşen küllî ikramların sonuncusu olması meselesine gelince: bundaki delil daha önce belirtilen açıklamalarda açıkça ortaya çıkmıştır: Kuşkusuz ki Allah, cennette kullarına tecellî edip, onlara hitap ettiğinde, ikramda bulunduğunda, onlara lütuf gösterdiğinde, onları selamlayıp, nimetlerini saydığında,, şöyle sorar:
-Başka ne istiyorsunuz?
Bunun üzerine saitler, arzulayacak bir vesile bulamayınca, Allah şöyle der:
-Sizin adınıza tek nimetim kalmıştır.
Saitler, hayrete düşer ve bu son nimetin ne olduğunu sorarlar. Bu soruya cevap olarak Allah, işin sonunda şöyle der:
-"Bu son nimet sizden razı olmamdır. Binaenaleyh size hiç bir zaman kızmayacağım."
Böylelikle saitler, hiç kimsenin takdir edemeyeceği ölçüde büyük bir lezzet ve rahata kavuşurlar. Bunun neticesinde ise, Allah Teala sairlere yönelik nimetlerini "rızâ" ile bitirmiştir; Hakkı görmek bütün nimetlerin ruhu olduğu gibi, aynı şekilde saitle-rin nimetlerinin kemâle ermesi de, söz konusu rızâya bağlıdır.
Bilinmelidir ki: Nimet, dört kısımdır: Hissî nimet, hayalî ni- met, rûhânî nimet, dördüncüsü ise, insana mahsus olan ve bütün bunların toplamından ibaret olan kısımdır. Bu nimet, zâti kemâlden dolayı ilâhî neşedir ki, bunun hükmü, zahire, bâtına ve zikredilen diğer şeylere sirayet eder.
Elemlerin mertebeleri de, zikredilen üç kısımdan ibarettir. Bu üç kısım, hissî, rûhânî ve misâli itidalin mukabilinde bulunmaktadırlar. Dördüncü rızâya mukabil olan şey ise, her çeşit elemi, bıkkınlığı ve üç mertebedeki ve tabii cisimlerde sapmayı/inhiraf meydana getiren gazap sıfatıdır; bu sapma, her mertebede farklı şekillerde gerçekleşir.
Genel anlamda nimet mertebelerinin en kâmili, daha önce dikkat çektiğimiz şekilde Hakkı görmektir; bu, görenin halk, görülenin ise Hak olması şeklinde gerçekleşir, bunun yanı sıra görmeyi temin den de Haktır.[28] Bu leziz görüşün üzerinde hiç bir nimet tasavvur edilemez.
Bu müşahedelerin dışında ise, ya bunların altında olan mertebeler vardır veya fânî kılan ve kendisiyle birlikte lezzet bulunmayan nimetler vardır. Hz. Peygamber, bir duasında bu duruma işaret etmiştir. "Allah'ım! Beni daimi, ebedî ve sermedi olarak senin kerim yüzüne bakmanın lezzetiyle nzıklandır." Burada Hz. Peygamber, "senin kerim yüzüne bakmakla nzıklandır" dememiştir.
Üstünlük ve nimet, ilimde bulunur, şu halde ilim olmadan sadece görmek, tatmin etmez.
hakikate bakan nice kişi vardır ki,
Hakikat ona görünür, o da görür, fakat neyi gördüğünü bilemez Bilginlerin şu ifâdesini hatırlamak gerekir: Lezzet ve nimet, mülaim oluşu yönünden mülaimi idrâk etmekten ibarettir. Buna göre, idrâkin bulunmadığı yerde, ne bir nimetten ve ne de nimetten faydalanandan söz edilebilir. Çünkü mal, mevki, iştahla yenen yiyecek, nefis manzara ve benzeri nimetler, idrâk sahibine göre bunlardan her birisindeki kemâl hükümlerinin idrâki yönünden nimet sayılırlar ve bunlardan yararlanmak mümkün olur.
Binaenaleyh, lezzet, ondan faydalanmak ve bunun çeşitliliği, bu kemâle yakınlığa ve idrâkin şahinliğine göre değişir. Buna göre, idrâk sahibine münasip hükümleri cihetinden kemâl ne derece güçlü idrâk edilirse, lezzet de o oranda gerçekleşir ve idrâk sahibi açısından bu işe nimet ismi verilebilir.[29]
Kemâl İle tahakkuk edip, kemâlin hükümlerinin bir membaı haline gelen kimse, nimetlerin de kaynağı haline gelir. Ayrıca o kişi, nimetlenenlerin herhangi bir nimetten faydalanmalarının sebebi olur; çünkü o, nimetin kaynağı ve lezzetin kendisidir. Çünkü o, her şeyin aslıdır, böylelikle onun hükmüyle, bizzat kendinde topladığı sıfat ve haller dilediği vakit ve dilediği şeyde zuhur ederler.
Bizzat bu kişi ise, lezzet sahiplerinin lezzetlendikleri her şeyden lezzet alır, bununla birlikte ona, hiç kimsenin ortak olmadığı başka bir lezzet de tahsis edilmiştir. Bu özel lezzet, kendi kemâlini ve bu esnadaki haline mülaim oluşu yönünden mertebesinin içerdiği şeyleri ortaya çıkartmak isteğiyle /istida nimete' nail olmasıdır.
Bunu anla, bu, gerçekten de çok zor bir meseledir!
Dünya hayatındaki nimette bu hal sahibinin bir alt mertebesinde, tabii istekleri ve nefsânî arzulan Hakkın kendisine dair arzusuna ve ilmine uygun olan kimseler bulunur; bununla birlikte o, pek çok vaktinde bunu mülahaza eder.
Burada "pek çok vaktinde" dememin nedeni, bu durumun bütün hallerde sürmesinin imkânsız olmasıdır.
Bunun bir benzeri veya ondan biraz aşağı mertebede ise, irâdesinin zihninde meydana getirdiği şeyleri his alemine çıkartma gücüne sahip kimseler bulunur; bu güç, onunla zuhur etmede değil, kemâlin gerçekleşmesinde şarttır.
Bu mertebenin bir önceki mertebenin altında kabul edilmesinin nedeni, bu gücün sahibinin başka bir takım yönlerden yorgunluğa maruz kalmasıdır; ki bu yorgunluk, zihindekini harice çıkartma eyleminin ayrılmaz bir şartıdır.
İnsanların dünya hayâtında en fazla elem çekenleri, Hakkın hariçte zuhur etmelerini takdir etmediği şehvani kuruntuların kendisinde çokça bulunduğu kimselerdir; bununla birlikte, arzuladığı pek çok şeyde kişinin azmi kırılır ve meşakkatli bir hayât sürer.
Allah, bu durumdan bizleri korusun! [30]
Beşerî Rızânın Mertebeleri
ilinmelidir ki: İnsanın hâlleri alanındaki nimetleri ve bu nimetlerden faydalanmaya neden olması itibarıyla rızânın üç mertebesi vardır, nitekim Hakkın katında da rızânın durumu böyledir.
Buna göre, buradaki rızâ derecelerinin ilki, bâtını yönünden insanın kendi aklından ve de aklının neden olduğu amel ve hâllerinden razı olmasıdır. Bu genel bir şeydir, bunun husûsî olanı ise, müminin söylediği şu ifâdedir: "Allah'tan Rab olarak razıyım, din olarak islâm'dan ve Hz. Muhammed'den de peygamber olarak razı oldum."
Bu birinci kısmın ikinci tarzını ise, kulun zahiri yönden Rab-bmdan razı olması teşkil eder. Kul, Rabbmm kendisi için belirlediği ve hayâtı boyunca yaşadığı amel ve hallerin suretleri nedeniyle Tazı olmuştur; kul bu hal ve amelleri yaşarken, hiç bir sıkıntı ve duraksamaya uğramaz; yoksa bunun anlamı, herhangi bir temenni ve arzusu kalmadan tatmin bulur ve susar demek değildir, çünkü bu tarz rızâ, ikinci mertebenin hükümlerinden birisidir Burada, meslek ve sanat erbabı vb. gibi insanların çoğunluğunun yaşadığı hali kastediyorum.
Rızânın ikinci mertebesi ise, imân kuvvetine bağlıdır ve Hakkın mertebesinden töhmeti kaldırmayla ilgilidir. Bu töhmet, dünya hayâtında rızik ve diğer takdir edilmiş olaylar hakkında Hakkın haber verdiği ve vaat ettiği şeylerle ilgilidir; bu olaylar ile insan yüz yüze gelecektir ve bunların açıklanması Kitap ve sünnette çokça tekrarlanmıştır ki, bu ifâdelerin bir Özeti şu âyette bulunur: "Yeryüzünde veya nefislerinizde gerçekleşen bir musibet yoktur ki, Biz onu uygulamaya koymadan önce bir Kitap'ta yazılı olmasın. Şüphesiz ki, bu Allah'a göre kolaydır. Şunun için ki: Kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiğine de güvenmeyesiniz." (Hadid, 22-23)
Çünkü: Allah'ın insana bizzat insanın kendisinden daha merhametli, onun menfaatlerini daha iyi bilen, onları insan adına daha iyi gözeten olduğunu ve insanın sırlarını, inceliklerini gördüğünü bilen; Allah'ın kendisine karşı iyi tutumunu ve başkalarım mahrum ettiği insanın üzerindeki sayısız nimetini gören kimse, Allah'tan ve kendisine karşı muamelesinden razı olur.
Eğer, bu insanın tabiatı karşılaştığı şeylerden rahatsız olsa, bu durum, rızâya zarar vermez; burada dikkate alınacak şey, kutsi nefsidir, çünkü rızâ, tabiatın bir sıfatı değildir.
Bu ikinci mertebenin mensubu olan bir insanın en yetkin hâli, nefsinde veya herhangi işteki irâdesini bu hal veya meseledeki şeriat hükmüne tabi kılmaktır; insan, ister kendi ihtiyarıyla bir hale burunsun ve isterse de buna zorlanmış olsun, içinde bulunduğu her halde kendisiyle kâim olan bir irâdeye sahiptir. Bu durumda o, şeriatın irâde ettiği ve razı olduğu şeyden, kendisi için kendisi ve başkası hakkında da razı olmuştur; çünkü o, şeriatın belirleyip, caiz gördüğünün dışında herhangi bir konuda belirÜ bir gaye ve amaç taşımaksızın, şeriatın bir meseledeki özel iradesiyle vasıflanmıştır.
İşte bu, rızâ makamının mensuplarının bildiği bir haldir. Çünkü büyük sûfîler arasında rızânın ehli olup, onun hikmetlerini tadan, sırlarını bilen ve hâlleri ile bezenen kimseler vardır. Bu konuda, genel-meşru ölçüler ve bu özelliğe sahip kimseler arasında bilinen özel kıstaslar itibarıyla delil ve şahitler, pek çoktur, bunları aktarmaya gerek duymuyoruz. Çünkü amacımız, açıklamak değil, özetlemek ve değinmektir.
Bu iki mertebeden her birisinin çeşitli dereceleri içerdiği de bilinmelidir. Ayrıca, her derecenin de bir ehli vardır. Her iki mertebe arasında da, pek çok derece bulunur, bunların da erbabı vardır.
Bu kitapta ve başka eserlerimizde bu kabilden zikrettiğimiz her hususta durum aynıdır. Biz, efradını cami sınırlı esasları zikretmekle yetiniyoruz; bunlardan meydana gelen detaylardan ise, sarf-ı nazar ettik, çünkü özetlemeyi arzuladık.
Eğer idrâklerde kusur bulunmasa idi, ifâde arasında, maksadın dışındaki ilaveler mesabesinde olan bu tembihlere gerek duymazdım.
Sonra şöyle deriz: Ubudiyet mertebesinde rızânın en yüksek mertebesi, kulun hiçbir gaye ve belirli bir talep veya ümit taşımadan Hak ile olmasıdır/musahabe. Ayrıca kişinin Hak ile beraberliğinin nedeni/illet, onun kemâlini bilmesi veya Hakkın bildirmesi veya onu müşahede etmesi olmamalıdır. Bilakis bu, sadece zâtı bir sohbettir; bunun hiçbir sebebi ortaya çıkmaz.
Bu kişi, alemde veya nefsinde gerçekleşen her şeyi, adeta kendi muradı diye görür ve kabul eder; böylece her şeyden lezzet alır ve her şeyi kabul, rızâ ve neşe ile karşılar.
Binaenaleyh, bu hale sahip olan kimse, ebedî nimet içindedir; bu kişi, zillete maruz kalmaz, kahır ve gazaba uğramaz ki, bu sayede elemler ona ulaşabilsin.
Bu makam zor bir makam olduğu için, bunu tadanlar çok azdır.
Bunun da, iki sebebi vardır:
Birincisi, bizatihi bu makamın zorluğudur. Çünkü, bütün işlerinde Hakka muvafakat edecek kişinin bulunması nadirdir. Böyle bir kişi, Hakkın her yaptığı işten adeta kendisi yapıyormuş gibi veya bu fiil belirli bir amaç ile kendisi için seçilmişçe" sine veya açıklanması mümkün olmayan başka bir şekilde, mesrur olmalıdır.
İkinci sebep ise, bu makamı elde etme yolunun bilinmemesı-dir. İnsan, bir tek nefes bile herhangi bir şeye yönelmiş talepten hali değildir ve talep, insanın hakikatinin ayrılmaz bir şartıdır. Bu durumda insan, talebinin konusunu sadece bir yönden belirlenmiş meçhul bir şey yapar. Bu belirli yön, talebinin konusunun Hakkın alemde ve nefsinde veya kendi dışındaki bir şeyde meydana getirmek istediği bir şey olmasıdır. Buna göre kişinin gördüğü, işittiği veya kendisinde bulduğu veya başkasının ona karşı işlediği her şey, bu bilmediği gayenin ta kendisi olur. Vuku, onu belirlenmiş yapmıştır. Böylece kişi, talip olmasının hakikatini ifa etmiş olmaktadır; o, kendisinden veya kendisinde veya başkasına veya başkasından meydana gelen her şeyden lezzet duyar.
Eğer bu olay, bir değişme gerektirirse -ki bu, Hakkın o kişinin değişmesini istemesinden ibarettir-, bu durumda o, gerçekleşen şeyi talep etmektedir ve değişen de, gerçekleşendir; kişi, gerçekleşen şeyde kahra maruz kalmış veya gazaba uğramış bir halde bulunmaz; aksine o, değişmenin yaratıcısında lezzet aldığı gibi, değişmesinde de lezzet almaktadır.
Bu makama ulaşmada açıkladığımızın dışında başka bir yol yoktur.
Şeyh'ten (r.a) sonra bu makama yaklaşmış sadece bir tek şeyh gördüm. Bu şeyh ile, bir defa Mescid-i Aksa'da, bir defa da başka bir yerde buluştum. Bu şeyh, karşılaştığım şeyhlerin en büyüklerinden birisiydi ve pek çok akıl sahibinin kabul edemeyeceği garip hakikatleri ondan öğrendim. Onun İle sohbet ettim ve bereketinden kendimde ve zevkimde garip sırlar müşahede ettim. [31]
Dalâlette Olanların Yoluna Değil." (Fatiha, 7)
Bu cümlenin tefsiri hakkında zahir, bâtın ve diğer dillerle pek çok sırra dikkat çeken Önemli nükteler zikrettik. Şimdi de -Allah'ın izni ile- bu sırların hepsini zikredeceğiz. Şöyle deriz:
Bu âyetin zahiriyle ilgili diğer sırlara gelince: Bu cümle,. "Kendilerine gazap ettiklerinin yoluna değil" âyetine atıftır; buna göre buradaki istisna, "la-ğayr/değil" istisna edatına tabidir. Burada açıklanması zorunlu olan şey, dalâlet ve mensuplarının mertebe ve hükümlerinin tespit edilmesidir. Öncelikle, konuyu idrâklere yakınlaştıracak küllî ve yararlı bir girişi takdim etmekle başlayacağız, sonra, tafsile geçeceğiz:
Bilinmelidir ki: Hakkın kulunu saptırması/idlal, onu yasakladığı şeylerden korumaması, emrettiği vazifeleri yerine getirmesini veya yasakladığı şeylerden geri durmasını temin edecek hususlarda ona yardım etmeyişidir.
Hakkın kendisine izafe edip, pek çok akü sahibinin tenzih niyetiyle Hakka izafe edilmesinde hayrete düştükleri saptırma, istihza/alay, mekir/tuzak, hile, aldatma gibi şeyler, ferin aslının ismiyle isimlendirilmesi kabilinden olan hususlardır. Çünkü, örneğin, kulun aldatması ve alay etmesi, zikredilen şeyi meydana getiren asıl ve öncelikli olandır. "Mekir" ve "istihza" diye isinv-
lendirilip, pek çok kimsenin kemâllerini bilmediği vasıflar, "Onların vasıflandırmalarım cezalandıracağız" (Enam, 137) âyetinin sırrı nedeniyle bu hüküm ile taayyün eder ve ortaya çıkarlar.
Allah, mürşiddir. [32]
Dalâlet Mertebeleri
Sonra bilinmelidir ki: Bundan önce "dalâlef'in "hayret" demek olduğuna ve daha önce dikkat çektiğimiz özellikler gibi onun da üç mertebesi bulunduğuna işaret etmiştik.
Buna göre ilk mertebe, insanların genelinden ibaret olan bidayet mensuplarına mahsustur.
İkinci mertebenin hükmü ise, keşif ve perdeli kimselerden olan "ortadakiler"de ortaya çıkar.
Üçüncü mertebenin hükmü ise, muhakkiklerin büyüklerine mahsustur.
İlk-genel hayretin sebebi, insanın bizatihi fakir/muhtaç ve talip olmasıdır; binaenaleyh insan, belirttiğimiz bu zatî muhtaçlığından dolayı aldığı her nefeste talepten geri durmaz. Bu talep, gerçekte/nefsü'1-emr, talep sahibinin gayesinden ibaret olan kemâle taalluk etmektedir. Bu talebin, bir takım ferleri vardır ki, bunlar, bizatihi gaye olmayan başka bir takım şeylere taalluk etmektedirler. Buna örnek olarak, herhangi bir cüzî menfaatin elde edilmesi veya benzeri bir zararın uzaklaştırılması için vaktin belirlemiş olduğu yemek ve içeceklerle ilgili talebi verebiliriz.
Gayeler, himmetlerle, maksatlarla, çekici ve davet edici münâsebetlerle ve daha önce yeterli Ölçüde zikretmiş olduğumuz hususlarla ortaya çıkarlar.
Binaenaleyh insan, tercih edeceği bir yön, arzulayacağı bir gaye, bağlanacağı herhangi bir mezhep veya itikat belirmediği sürece, şaşkınlık ve hayret içinde kalakalır; çünkü insan, ne-Şet/yaratılış, hâli ve içinde bulunduğu pek çok durum cihetinden sınırlıdır. Şu halde o, istinat edeceği, nefsini bağlayacağı Ve ona güveneceği herhangi bir şeye yönelmekten müstağni kalamaz.
İnsanın, ilgilendiği sanat, meslek ve meşguliyetleri ndeki durumu da böyledir. Şu halde münâsebet, işitme veya görme yoluyla aşina olduğu bir takım hükümler vasıtasıyla kendisini çekerse, insan, kendisine münasip mertebelere yönelir.
İnsanın kendisinden ortaya çıkan amillere/baisler nispetle de durumu böyledir; çünkü baisler, iç konuşmalarıdır ve bunlarla hitap edilen kimseyi, bu baisin dayandığı asla çağırırlar. İşte bu, Hakkın çeşitli vahiyleri ve de resul ve nebi göndermesi vasıtasıyla belirlediği şekilde ferlerine ayrılan dinlerin, mezheplerin, yolların ortaya çıkmasının nedenidir; nebi ve resullerin hepsi, gerçek anlamda uyulan kimselerdir.
Şu halde hayret, daha önce hidâyetten söz ederken zikrettiğimiz ve -Allah nasip ederse- tekrar zikredeceğimiz gibi, önceliklidir ve hükmü geneldir.
Onu, yani bu birinci hayreti izale eden ilk şey, tercih edilen gayenin ortaya çıkması/taayyün, sonra buna ulaştıracak yolun bilinmesi, sonra eldeki vesilenin bilinmesi, sonra amacın elde edilmesine vasıta olacak şeylerin bilinmesi, sonra engellerin ve bunların nasıl izale edileceğinin bilinmesidir; binaenaleyh bu hususlar belirginleştiğinde, bu ilk hayret ortadan kalkar.
Bunun ardından, zikrettiğimiz bu hususlar insan için belir-ginleşip, talebe giriştikten ve gaye ve doğru olduğunu gördüğü herhangi bir şeyi tercih ettikten sonra insanın hali, iki şıklıdır: ya talep ettiği bu şey, onu dehşete düşürür; artık, daha fazlasını talep edebileceği bir imkânı kalmaz. Nitekim, genellikle itikat ve mezhep mensuplarının durumu böyledir. Ya da, insanda belirli bir sahiv/şuur kalır. Böylece, o kimsenin -pek çok kimse gibi belirli bir hâl ve özel bir işe yönelmiş olmakla birlikte-, bazen bir şeyler araştırdığı ve incelediği görülür. Belki de, bu araştırmasının neticesinde daha önce idrâk ettiği halden daha yetkin ve elde etmek istediği veya ettiği şeyden değerli bir hâl bulacaktır.
Bu kimse, kendisini rahatsız eden ve uyaran bir şey bulduğunda, ikinci makam dairesine intikal eder. Bu makamdaki hâli de, birinci makamdaki hâli gibidir. Şöyle ki: Bu yeni makamdaki durumu da, iki şıklıdır: ya, elde ettiği ve meylettiği her şeyde, mutmaindir ve dinginliğe kavuşmuştur, daha fazla bir şey pesinde koşmaz; ya da, tatmin olmasını engelleyen bir şeyler onda kalmıştır. Özellikle de, bu makamın mensuhu-Oİan orta sınıfta-kilerin, guruplara ayrılmış ve hizipler-eDÖlünmüş olduklarım gördüğünde tatminsizliği artar: Bunlardan her bir gurup, kendisi ve takipçilerinin doğru, diğerlerinin ise dalâlette olduklarını düşünür.
Bu kişi ise, bütün bu gurupların bilgi kaynaklarının ve dayanaklarının herhangi bir esasa dayanmadığını, bunların inançlarında ihtimallerin bulunduğunu ve bir takım çelişkilerin ortaya çıktığım görür. Bunun neticesinde ise, bu ve benzeri zıt konularda hata veya doğru, hak veya batıl, sapkınlık veya hidâyet, iyi veya kötü, zarar veya menfaat kavramlarıyla hüküm vermenin, nispî ve izafî olduğunu idrâk eder. Böylelikle o, hayrete düşer ve bu itikatlardan hangisinin gerçekte daha doğru olduğunu, hangi mezhebin, yolun, hâlin ve amelin daha uygun ve yararlı olduğunu bilemez.
Bu kişi, bazı itikat ve mezhep mensuplarının dayandıkları herhangi bir makamın hükmü işin sonunda kendisine hâkim oluncaya kadar hayrette kalmaya devam eder. Böylelikle, o makamın sırrından dolayı, ona meyleder, onda mutmain olur, sükunete erer. Ya da, ilâhî inayet sayesinde veya hem inayet ve hem de talebindeki doğruluğu, niyetindeki ciddiyeti ve talebinde sarf ettiği gayreti ile bu makamın perdesi yırtılır; böylelikle bu kişi, keşif ehli hâline gelir.
Bu kişinin bu yeni makamın başlangıcındaki durumu, daha önceki makâmlardaki durumuyla aynıdır. Şöyle ki:
Ulvî konuşmaları işittiğinde, değerli müşahedelere/iyân nail olduğunda, Hakkın kendisine karşı iyi muamelesini ve insanların pek çoğunun kaçırmış olduğu şeyleri elde ettiğini gördüğünde, acaba bütün bunlar veya bir kısmı onu tatmin/köleleştirirler iîii edecek midir? Ya da onda talep ve şuurun izi kalabilir mi?
Böylelikle bu kişi, durur ve Allah telâlanm şu âyetine bakar: 'Hiç bir insan, Allah ile bir vahiy veya perde ardından veya kendisine bir elçi gönderip, izniyle dilediklerini vahy etmesi-nır> dışında konuşamaz. Muhakkak ki Allah, alim ve hâkimdir." (Şura, 51) Ayrıca, bu gibi ilâhî ikâzlara ve nebevi ve kâmil işaretlere bakar. Şu halde, perde ile ulaşılan veya vasıtayla beliren her şeyde, kuşkusuz ki, perde ve vasıtanın bir hükmü bulunmaktadır. Buna göre taayyün eden veya ulaşılan bu şey, artık aslî temizliği ve ulvî mutlaklığı üzerinde değildir, bu nedenle de ona ihtimal sirayet eder; özellikle de vaktin, mertebenin ve içinde bulunduğu makamın sırrı, muhataba hâkim olan hâl ve vasfın sırrı bilindiğinde, bu gerçek daha iyi idrâk edilir. Bütün bunların, muhatap için ortaya çıkan ve ona ulaşan şeyde bir eseri vardır.
Bunun neticesinde ise kişi, özellikle Hz. Peygamber'in bazı hadislerini hatırladığında, mutmain olmaz. Bu bağlamda bir iki örnek olarak, şunları zikredebiliriz:
Hz. Peygamber, rüzgarı her gördüğünde, rengi değişir, eve girip çıkar, endişelenirdi. Bunun nedenini soran bir sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Belki de bu rüzgar, Ad kavminin söylemiş olduğu gibidir: 'Derken onu vadilerine doğru gelen bir bulut halinde gördüklerinde: 'Bu bize yağmur yağdıracak ufukta beliren bir buluttur' dediler. O ise 'Hayır, o, sizin çabuk gelmesini istediğiniz şeydir; içinde acıklı bir azap bulunan bir rüzgardır. Rabbımn emriyle her şeyi yerle bir eder' dedi." (Ahkaf, 24)
Hz. Peygamber, askerlerinin içinde Bedir savaşı gecesinde, şöyle demiştir: "Allah'ım, bu topluluğu helak edersen, yeryüzünde sana ibâdet edecek kimse kalmaz."
Cebrail, uykusunda Hz. Aişe'nin ipek elbiseli suretini getirip, üç kere "Bu senin eşindir" demiştir. Üçüncünün ardından ise, Hz. Peygamber "Allah, takdir etmişse, o gerçekleşir" buyurmuş ve kesin bir hüküm vermemiştir.
Bunun yanı srra Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur: "Arz bana sunuldu: Ben de, onun doğu ve batılarını gördüm. Ümmetimin mülkü, bana sunulan yere kadar ulaşacaktır."
Hz. Peygamber'in âhir zamanda gelecek Mehdİ'nin habercile-ri/talai' olan on İranlı süvari hakkındaki ifâdesi ve yemini de bu kabildendir: "Allah'a yemin olsun ki, ben onların hepsinin isin1" lerini, babalarının isimlerini, kabilelerini, aşiretlerini ve atlannm renklerini biliyorum." Böylece Hz. Peygamber, herhangi bir şahsın suretine, aüna, ismine, ve nesebine yaratılmadan yaklaşık altı yüz küsur yıl Önce muttali olmuş,[33] fakat kesin olarak belirtmemiş, aksine başka bir şeyin gerçekletmesinden korkmuştur.
Çünkü Hz. Peygamber, Allah Teâla'nm dilediği şeyleri imha ve dilediği şeyleri sabit kıldığını biliyordu.[34]
Ayrıca, zât mertebesinin hükmünü de bilmekteydi; bu mertebenin neyi gerektireceği ve gaybmın künhünden taayyün edip, izhâr edeceği şeyin ne olacağı da bilinmez. Hakkın, özellikle risâletlerinin mazhâr-lan ve de isim ve sıfat mertebelerinin hükümlerinin taşıyıcısı olan kimselerin aracılığıyla bildirdiği haberler hakkında da hüküm verilemez. "De ki: Ben türedi bir resul değilim. Rabbimin bana ve size ne yapacağını da bilmiyorum." (Ahkaf, 9)
Bu ifâde, Hakkın izhâr ettiği ve bildirdiği şeylerde sınırlı olmadığını belirten ilâhî bir ikâz ve uyandır.
"Beni Rabbim terbiye etmiştir, ne güzel de terbiye etmiştir!" Kuşkusuz ki, Hz. Peygamber, bahsedildiği gibidir.
Şimdi, tekrar orta seviyedeki sülük sahibinin hâlini ve onun ;j hayretinin açıklanması konusuna dönüyoruz:
işaret edilen insan, zikrettiğimiz mertebe, hâl ve hayret hu-1 kümlerini aştıktan sonra, açıklamış olduğumuz meseleyi düşün-\ düğünde, keşfine ve hâlinin üstünlüğüne rağmen hayrette kalır. Çünkü o, daha önce de belirttiğimiz gibi, üzerinde bulunan kimseleri görür ve anlar ki: elde ettiği şey, kâmillerin elde ettikleri mukaddes ikramların artıklarıdır. Bunun üzerine şöyle der: Şayet, benim ve benim gibi kimselerin elde ettikleri şey, bizâtihî itminan meydana getirmiş olsaydı, bizden daha üstün olan kimseler, bu hâl sayesinde daha üstün ve daha liyakatli olurlardı.
Böylece, gördüğü ve elde ettiği şeyin kendisini tatmin etmeyişi, içinde bulunduğu hâlin daha gerekli, daha üstün ve faziletli olduğuna delâlet eder. Bunun ardından, elde ettiği şeyin değerini bilmekle birlikte, onunla yetinmediği ve ona meyletmediği görülür. Bu durum, özellikle, genel anlamda bu zevk ve keşifte kendisine eşlik eden ve ortak olan kimselerin birbirlerinin zevkini küçümsediklerini ve zevklerine karşı çıktıklarını gördüğünde, daha aşikar olur; buna örnek olarak, Hz. Musa ve Hızır kıssasını verebiliriz.
Herkes, Allah ile ve Allah'ın öğretmiş olduğu şeylerle delil getirir. Adalet, sabittir ve Hak sözünde en doğru olandır. Herkesin doğrudan bir payı vardır; fakat her ilim sahibinin üzerinde de bir ilim sahibi bulunur.[35]
"Herkese bir hüküm ve ilim verdik"
Şu halde her tümseğin üzerinde başka bir tümsek vardır; artık sen de durma ve yürü! Çünkü yol, elde edilenin ötesinde bulunur. Vakıa da, görüldüğü gibidir: "Sa>ah vakti kavim hamd eder."
Vesselam!
Böylece bilinmiş oldu ki: Bütün yaratılmışlar, Hakkın isim ve sıfatlarının mazhârlarıdır; her ismin ve sıfatın da, bir takım tecellîleri, ilimleri, hükümleri ve eserleri vardır. Bunlar, ismin dairesinde ve hükmü ve tasarrufunun altında bulunan varlıklarda zuhur ederler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, varlıklardan her bir sınıf, belirli bir isim cihetinden Hakka dayanır ve Haktan bil-si alır; söz konusu isim, o varlığın sultanıdır.
İsimler, mütekabil ve farklı olup, bunun yanı sıra bunların hükümleri, zevkleri, eserleri, hâlleri de aynı şekilde olunca, -keşfi henüz kemâle ermemiş olsa bile- akıl sahibi şunu idrâk eder: Buradaki farklılığın sebebi, asıldaki ihtilaftır. Binaenaleyh bunlar, taayyünde yaratıklara tabidirler, yaratıklar ise, hüküm ve halde onlara tabidirler. Her isim, daha önce açıkladığımız gibi, bir açıdan müsemmânın/Zât aynı, bir açıdan da ondan farklı ise, isimlerin hükümleri de iki yönlü/zü-vecheyn olmaktadır:
Şu halde, akide mensuplarından perdeli olanlar üzerine ismin müsemmâdan farklı olduğu yön egemen olmuştur.
Sınırlı zevk mensuplarına ise, ismin müsemmâ ile aynı/ittihat olduğu yön egemen olmuştur; bununla birlikte bu ismin mertebesinin gerektirdiği temyiz ve tahsis bakidir.
Büyükler ise, zâtı tecellî ve ahadiyet-i cem mertebesinin hükmü sayesinde, ihata ve biri eştirme/cem özelliğine sahiptirler. Şu halde onlar, herhangi bir zevk ile veya itikat ile sınırlı değillerdir; onlar, bütün zevk sahiplerinin zevklerini, bütün itikat sahiplerinin itikatlarını ikrar ederler. Bütün bu zevk ve itikatlardaki doğruluk ve nispî hata yönünü bilirler. Bu bilgi, zâtı tecellî sayesinde gerçekleşir; bu tecellî, bir açıdan bütün inanılan şeyle-n/rnutekat aynıdır, öte yandan, muvafık ve muhalif hükümIerle zuhur eder. Böylece bu insanların ilimlerinin ve müşahedelerinin hükmü, bütün hâl ve makamlara sirayet eder.
Büyükler, bütün yaratıklar arasında müşterek olan işin aslım bilirler.
Vesselam! [36]
Son Hayret
Sırrı, Dereceleri ve Sebepleri
Bilinmelidir ki: İnsan, bütün bu zikrettiğimiz mertebeleri aşıp Hak onu kendisi için seçip/istihlas, kutsi ahadiyet-i cem mertebesine uygun hâle getirdiğinde/istislah, öğrendiği şeylerden birisi, isim ve sıfatların hükümlerinin küllileridir. Bu isim ve sıfatlar, aleme veya Hakka izafe edilmiş ve iki hükmü kabul eden isim ve sıfatlardır.
Buna göre, işaret edilen öğrenmeyle müşahede ettiği şeylerden birisi, ilâhî kemâldir. Bu kemâl, bütün isim, sıfat ve hâlleri kuşatır. Nitekim daha önce buna işaret ettiğimiz gibi, biraz sonra -Allah'ın izni ile- bu meseleyi tekrar öğrenecek veya anlayacaksın.
Böylece, iyiliği görülen ve gizli kalan bütün sıfatların Hakka ait olduğunu görür; bütün bunlar Hakka racidirler. Bu sıfatlar, Hakka ait olmaları yönünden, iyidirler ve hükümleri de umûmîdir, hiç kimse bunların ihatasının dışında değildir; çünkü Hak, zâtıyla her şeyi ihata ettiği gibi, aynı şekilde sıfatlarıyla da ihata eder.
Bahsedilen bu özellik, yani hayret, söz konusu ilâhî sıfatlardan birisidir. Hakikat, nübüvvet diliyle ilâhî mertebede bu hayretin aslına Hakkın şu ifadesiyle dikkat çekmiştir: "Mümin kulumun ruhunu kabz ederken tereddüt ettiğim gibi hiç bir şeyde tereddüt etmedim." Bu kutsi hadisi daha önce de zikretmiştim. Böylece Hak, bize pek çok tereddüdünün bulunduğunu, bunların en güçlüsünün ise, mümin kulunun canını alırken duyduğu tereddüt olduğunu bildirmiştir.
Bundan dolayı "saptırma/idlal", "Dilediğini saptırır ve dilediğine hidâyet eder" âyetiyle Hakka izafe edilmiş ve Hak bununla isimlendirilmiştir.
Bu ve benzeri şeylerin genel hikmetini şöyle açıklayabiliriz:
Daha önce ifâde ettiğimiz gibi hidâyet, dalâlet ve benzen mütekabil sıfatlar, nispî ve izafî olarak sabittirler. Buna gÖr,e her sapkın gurup, muhalif fırkaya nispetle sapkındır. Şu halde dalâlet hükmü, herkese bu nispî yönden verilmektedir.
İnsanların pek çok şey hakkındaki hükümleri ise, zanlarma ve tasavvurlarına bağlıdır; halbuki onlar, "Zan doğrudan bir şey ifâde etmez" (Yunus, 36) hükmünü de bilirler, özellikle de Allah'a dair zan, hiç bir bilgi ifâde etmez. Çünkü Hakkı ihata mümkün olmadığı için, her hüküm sahibinin Allah hakkındaki nihai hükmü, Haktan kendisine göre ortaya çıkan şey olmuştur; bu taayyün eden şey de, o kimseye göre taayyün etmiştir, yoksa bizatihi Hakka göre değildir.
Haktan taayyün etmemiş şey/gayr-ı müteavyin ise, taayyün eden şeyden/müteayyin daha büyük ve ulvîdir; çünkü sınırsızın/mutlak sınırlıya /mukayyet nispeti, sonsuzun sonluya nispeti gibidir. Hatta, Haktan idrâklerimize taayyün eden şey ile, Hakkın üzerinde bulunmuş olduğu genişlik, izzet, azamet ve mutlaklık hiç bir şekilde kıyaslanamaz.
Sonra: Haktan taayyün eden şey, bu taayyünü kabul eden kimsenin hâline, istidadının ve mertebesinin hükmüne göre taayyün ettiğine göre, şu bilinir ki: Hakkın sırrından bilinen miktar, kendiliğinde bulunmuş olduğu hale veya Hakkın kendisini bilmesine nispetle bilinmiş değildir; aksine bu şey, onu bilenin istidadına ve durumuna göre bilinmiştir.
Maksadı karşılamaya yeterli ve hakikatin bulunduğu hâl üzere istidat sahibinde zuhurunu gerekli kılacak herhangi bir istidat bulunmadığı için, bu durumda, hiç bir ilim olamaz; şayet herhangi bir ilim yok ise, asla hidâyet de olamaz. Bu noktada herhangi bir hidâyetin varlığından söz edilirse, bu, ancak nispî ve izafî var olabilir.
Nitekim yaratıkların en kâmili Hz. Peygamber'e Rabbmı görüp görmediği sorulduğunda "Nûrânî olarak onu gördüm" buvurmuştur. Böylece de, acizlik ve eksikliğe işaret etmiştir. Bir duasında ise, şöyle demiştir: "Ben sana layık olan övgüyü ifadan acizim." Yani, ben sende bulunan her şeye ulaşamam. Böylece Hz. Peygamber, Hakkın bütün işlerine muttali olmadaki acizliğini itiraf etmiştirAllah teala bu konuda şöyle uyurmuşfür:""ÂHah, kendisinden sizi sakındırır." (Ali İmran, 30); "Size ilimden çok az bir şey verilmiştir." (Isra, 85) Az olan ilmin durumu bu ise, bütün akıl sahiplerine göre, ilim kabul edilmeyen şeyin durumu ne olabilir ki? Bundan dolayı insanlar, Allah'ın zâtı hakkındaki bilgiyle uğraşmaktan engellenmiş, özellikle de son nefeslerinde olmak üzere Hakka karşı hüsnü zan beslemeleri tavsiye edilmiştir.
Herhangi bir varlığın hakikatine en yakın şey, o şeyin ruhudur. Hz. İsa ve Hakka yakınlığa mazhâr olan kâmiller, Allah'ın ve resullerinin bildirdiği üzere, Allah'ın ruhudurlar; bununla birlikte Hz. İsa, "Sen benim nefsimde olanı bilirsin ve ben senin nefsindekini bilemem. Çünkü sen, gayblan çok iyi bilirsin" (Maide, 116) demiştir. Hâl böyle iken, bu ve değindiğimiz veya çok açık olduğu için zikretmeden geçtiğimiz benzeri pek çok delilden, Hakkın nefsinde bulunan şeylere muttali olmanın imkânsızlığını Öğrendik.
Şu halde, Hakka dair elde ettiğimiz bilgi, Hakkın kendisi hakkında bize verdiği bilgiden bizim onu taklidimizle elde edilmiştir; aynı şekilde zahirî veya bâtını herhangi bir kuvvetimizle veya her ikisiyle birlikte müşahede ettiğimiz şeylerde ise, biz, sadece ve sadece kuvvet ve hislerimizi taklit ederiz.
İşin nihayeti, Hakkm bizim işitmemiz, görmemiz ve aklımız olmasıdır; aslında bu da, maksadın gerçekleşmesini sağlamaz. Çünkü Hakkın bizimle birlikte olması ve bizim vasıflarımızın yerini alıp, bizimle kâim olması, daha önce açıkladığımız gibi O'na göre değil, bize göredir. Aksi halde, Hakkın kulun işitmesi/ görmesi ve aklı olması, Hakkın üzerinde bulunduğu tarzda meydana gelmesi ve zahir olması gerekirdi; böylelikle kul, Hakkın görmüş ve işitmiş olduğu her şeyi görmüş ve işitmiş olacağı gibi, aynı zamanda Hakkın aklettiği her şeyi de, Hak gibi, akle-debili gerekirdi.
Bunların arasında hatta bütün bunlardan daha önemli olanı ise, Hakkın zâtını kendiliğinde bulunduğu tarz üzere akletmesi, aynı şekilde onu görmesi, kelâmını işitmesi, başkalarının kelâmını da aynı şekilde işitmesidir. Bu ise, zikrettiğimiz mertebeye ulaşıp, en ulvî mertebeler ve en şerefli derecelerle tahakkuk eden kimselerde bile gerçekleşmemiş bir haldir. Şu halde, bunların aşağısmdaki mertebelerde bulunan kimseler için böyle bir halin gerçekleşmesi mümkün olabilir mi?
O halde, herkesin Allah'a ve O'nun dilediklerine dair hayretten bir nasibi vardır.
Bu bağlamda, sadece Allah'ın bilmiş olduğu beş bilinmeze dair şu âyeti hatırla! "Onları Allah'tan başkası bilemez/' (Enam, 59); "De ki: Göklerde ve yerde olanı Allah bilir." (Hü-curat, 16); "Şayet ben gaybı bilmiş olsaydım, daha fazla hayır işlerdim." (Araf, 188); "Şayet Allah dileseydi, onların hepsini hidâyette toplardı. Artık sen de cahillerden olma." (Enam, 35); "De ki: Bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahy edilen şeye tabi olurum." (Ahkaf, 9).
Bu gibi, pek çok âyeti hatırlayınız.
Allah doğruyu söyler ve dilediklerini sırât-ı müstakime ulaştırır. [37]
Ehullahın Büyüklerine Mahsus Son Hayretin Sebepleri
"Matla"ın Üzerindeki Lisan ile Bunların Açıklanması
Bilinmelidir ki: Daha önce insanın bizatihi muhtaç olduğunu, farkında olduğu veya almadığı yönlerden daima Rabbinden bir şeyler talep ettiğini ve ona yönelmiş olduğunu belirtmiştik; özellikle, Allah yolunun mensupları, böyledir, çünkü onlar, zât, fiil ve hâl ile Haktan talep ederler.
Şu halde bunlardan birisine, herhangi bir cihetle sınırlanmış zahirî bir viche/kıble veya özünde makul olan bâtını bir kıble belirdiğinde; ya da Hakkı talebi -şayet Hak taliplerinden olduğunu iddia ediyorsa- herhangi bir alimin ilmine veya bir kimsenin itikadına veya birisinin müşahedesine göre; veya belirli bir itibar veya belirli veya belirsiz bir durum açısından sınırlanmış-sa, bu kimse, nefsinin gayesini bildiği ve "fetih"te görüş sahibi kimselerden birisidir. Ayrıca bu kişi, dikkat çekilen hayretin [hükmü kendisinde zayıfladığı kimselerden birisidir; ya da söz [konusu hayret, bu kişinin benimsediği veya terk ettiği veya seçtiği veya tercih ettiği yönden neredeyse yok olmuştur.
"Alem" olması itibarıyla alemde, hatta bütün hayırların kaynağı ve amaçların elde edilmesinin sebebi olması yönüyle Hakkın katında bile herhangi bir arzusu kalmayan kişinin hali, Hak-ka/es-sefer ilellah, Hakta/es-sefer fillah ve Haktan/cs-sefer mi-nellah olan seferleri birleştirir. Bu kişi, isim ve sıfatların mertebelerini, bunlara izafe edilen hüküm, eser ve tecellîleri ve bunlarm levazımı olan nispet ve izafetleri aşar. Böylelikle Hak, kendisine ilimlere, idrâklere, akidelere, müşahedelere, haberlere, vasıflara ve zikrettiğimiz diğer şeylere göre herhangi bir manevî veya zahir ve bâtın yönünden mahsus bir cihette taayyün etmez.
Çünkü o, Hakkın izzet ve celâlinin farkındadır ve Hakkın bütün bunlarda veya bunların herhangi birisinde sınırlı olmayacağını da bilir; ayrıca, onun himmeti, daha önce zikredilen makam sahiplerinin durdukları herhangi bir mertebede kalmaz ve o mertebede tatmin olmaz -gerçi sözü edilen insanlar da, Hak üzeredirler ve Hak için, Hakta ve Hak ile vakıf olmuşlardır.- Bu kişi ise, aslî-ulvî fıtratı sayesinde hiç bir tereddüde kapılmadan varlığında kendisinin bir dayanağı olduğunu bilir ve bunun kendisi olmadığını da idrâk eder; kalbiyle ve bedeniyle, ona paralel ve karşısında olarak bu asla yönelir. Bu yönelme, kişide bulunan en ulvî unsur/ecelM ma fih ile hatta kişinin bütün varlı-ğıyla/bi-küllîyetihî gerçekleşir. Rabbma teveccüh esnasındaki huzuru ise, Rabbmın kendisini başkasında bildiği tarza göre değil, kendisini kendisinde bildiği tarza göredir.
İşte bu kişinin hâli, Hakka/es-sefer ileîlah, Hakta/es-sefer fil-lah ve Haktan/es-sefer minellah olan seferleri birleştirir; çünkü o, ne nefsi için, ne nefsi ile, ne de nefsinde veya Allah tarafından verilmiş ilimlerine veya mürekkep-basit ilimlerine göre sefer etmektedir.
Bu hâl, son hayret mensuplarının ilk hâlidir. Ehlullahm büyükleri, bu hâli temenni ederler ve bunu aşamazlar; aksine, dünya da âhirette ve berzah aleminde sürekli bu halde yükselirler. Onların, zahirde veya bâtında belirlenmiş özel bir kıbleleri yoktur, çünkü, kendisiyle zahir ve bâtınlarında sınırlı kalıp, böylelikle başka taleplerden ayrılmalarına neden olacak Hakkın herhangi bir mertebesi/rütbe onlarda taayyün etmiş değildir; aksine, Hak kendilerini bütün gizli ve açık cihetlerden kuşatmış olduğunu onlara bildirmiş, kendilerine kendisinden tecellî etmiştir. Bu tecellî, herhangi bir şeyde veya cihette veya isimde veya mertebede değildir. Böylelikle onlar, O'nu müşahede etmekle, çöllere düşmüşler, bunun neticesinde ise, Hakka dair hayretleri, Haktan, Hak ile ve Hakta gerçekleşmiştir. [38]
"Hayret" Konusuna Tamamlayıcı Açıklama
Bu ek, bir öncekinden daha mühim, meselenin ferini ve aslını daha iyi açıklar:
Bilinmelidir ki:
Mutlak vücûd/Vücûd-ı Malız, mâhiyeti açısından, görülemez, taayyün etmez ve herhangi bir renkle boyanmaz. Mümkünlerin a'yânı ise -ister isimlerin aynı oldukları söylensin, ister isimlerden başka oldukları ileri sürülsün- mücerret a'yân olmaları itibarıyla herhangi bir idrâkin konusu olmazlar, sadece zihinde tasavvur edilebilirler. Bunların zihindeki taayyünleri ise, arızîdir, çünkü bu taayyün, onların Hakkın ilmindeki ezelî taayyünleri değildir. Mümkün hakikatlerin Hakkın ilmindeki taayyünleri ise, Hakkın sabitliği gibi, ezelî ve ebedîdir, zihnî taayyün ise, tasavvur sahibinin zihnine arız olmuştur.
Bu ikinci taayyünün nihayeti ise, andırma/muhakat yönünden diğerine benzemesidir; benzerlik de, benzetmeyi yapanın tasavvuruna, onun gücüne ve zihnine tabidir; yoksa bu, tasavvur edilen hakikatlerin Hakkın nefsindeki taayyünlerine nispetle mâhiyetleri üzere bulundukları hâle göre değildir. Şu halde hiç bir yaratık, mâhiyetleri üzere mümkün hakîkatleri/a'yân idrâk edemez; hiç kimse, Vücûdu veya Hakkın zâtını nispet ve izafetlerin hükümlerinden mücerret olmaları yönünden idrâk edemez.
Ortada, bir veya iki idrâk sahibine/müdrik ait ve bir veya birden fazla idrâk objesine taalluk eden bir idrâkin veya idrâklerin bulunduğunda herhangi bir kuşkumuz yoktur. Şu halde, idrâk edilen şey nedir? Onu kim idrâk etmektedir? Daha önce açıkladığımız ve belirttiğimiz üzere, mâhiyeti üzere idrâki mümkün olmayandan başka bir şey yoktur.
Şayet idrâkin konusu, nispetler ise -ki bu idrâk, onların ma-dum şeyler olmaları açısındandır- bunları idrâk eden kimsenin ve bunlarla idrâk ettiği şeyin kendileri gibi madum bir şey olması gerekir. Çünkü bir şey, başka bir şeyi kendisinden farklı oluşu yönünden idrâk edemez ve bu açıdan o şeyde müessir olamaz.
Bu durum, kâmillere göre, tereddütsüz bir olgudur ve bunu savunmaya gerek yoktur. Daha önce de belirtildiği üzere, sadece bir Vücûd vardır ve bundan, kendisine izafe edilip, isim, sıfat ve hâî diye isimlendirilen şeyler ortaya çıkar.
Bütün bunlar ise, basit mânâlardır, kendilikleriyle kâim değillerdir. Bunlarm hükümleri de, sadece Vücûd ile zuhur edebilir. Vücûd ise, şarttır, müessir değildir. Vücûd böyle olmakla birlikte, kendiliğiyle taayyün etmez ki, idrâk edilebilsin; şayet Vücûd taayyün etmiş olsaydı, onu idrâk eden kimse, bu durumda Vücûd'dan başka ve sadece Vücûd ile varlığı olan bir şey olurdu. Vücûd ise, bizatihi taayyün etmemiştir/gayr-ı müteayyin, aksine, Vücûd'un kendisiyle zuhur ettiği ve onun aynası olacak bir şeyin bulunması gerekir.
Onun, yani Vücûd'un vazifesi, sadece izhâr etmekten ibarettir. İzhar, nûr olması açısından Vücûd'a mahsustur, nûr ise, idrâki mümkün kılar, fakat kendisi idrâk edilmez. Şu halde o, tek başına zuhur edemez, nerede kaldı ki izhâr edebilsin? Çünkü izhâr, nûr ile kendisini kabul edip, zuhûruyla ortaya çıkan şey arasında gerçekleşen birleşmeye/içtima bağlıdır; bu şey, bir sebepten dolayı iştigal veya benzerlik/muhazat ve intiba/yansıma diye ifâde edilir.
Binaenaleyh zuhur, bu durumda, "cem' /birleşme" nispetine bağlıdır, cem' ise, bir nispet veya başka bir ifâdeyle bir hâldir. Şu halde, kendi başına kâim, müstakil ve sabit olmayan bir şeyden, kendisiyle kâim bir şey nasıl meydana gelebilir de, onun hakkm-da sabitlik hükmü verilir?
Nasıl olur da, başlangıçta kendisiyle kâim olmayan bir şey, ikinci durumda kendisiyle kâim bir şeye bölünüp, görülür hâle gelir; veya kendisiyle ve başkasıyla kâim bir şeye bölünüp, böylece "gören" diye isimlendirilir; veya kendisiyle kâim olmayan şeye bölünebilir. Buradaki durum da, önceki durum gibidir.
Vücûd, zikredilen bütün bu kısımların aynısıdır. Böylece o, görür-görülmez, bölünür-bölünmez, bağımsızdır-değildir, birleşir, bununla birlikte çoğalmaz ve başkalaşmaz; ayn'min/hakîkat varlığı olmayan çokluk/cem' ile zuhur eder, bununla birlikte kendisiliğiyle zuhuru imkânsızdır, ayrıca cem', Vücûd'un zâti bir sıfatıdır. Şu halde cem', tek hâldir; bunun hükmüyle gerçekleşen birleşmeler/ietimaat ise, bir tek hakikatin çeşitli hâllerdir.
Vahdet/birlik, ancak mukâbiliyle tasavvur edilebilir; vahdetin mukabili ise, çokluğun/kesret mânâsıdır. Kesret ise yoktur, çünkü ortada sadece türlerine ayrılmış/mütenevvi' bir tek şey vardır. Şu halde, cem'/çokluk ve vahdet/birlik nerede kalmıştır; bunlar, takdirî olarak bulunurlar. Çünkü idrâk edilen şey/müdrek, ancak çok olandır/kesir[39]; farklılığı talep esnasında çokluktan ayrılan-şey/mümeyyez şey ve onun hakkında verilen hüküm eerçekte değil, farazi olarak ve bazı zihinlerde so-mutlaşmaşıatibarıyla sabittir.
Acaba bu şey, bu faraziye ve şahıstan sarf-ı nazar edersek, gerçekte takdir edildiği gibi midir, değil midir, ya da, hakkında önceden verilen hüküm gibi midir, değil midir? Bu başka bir meseledir. Hatta, gerçekte o şey, kesinlikle takdir edildiği gibi değildir; çünkü bütün bu hükümler, geçicidir, mahkûm-i aley-h'in bizatihi gerektirdiği şey ise, ezelî olarak sabittir, bunun nedeni de, başka bir şey değil, bizzat kendisidir.[40]
Bütün bu hükümler ve hâller sabittir; bunlar, idrâk ve hislerine nispetle bütün idrâk sahiplerinin idrâkine münasiptirler.[41]
Şu halde bir şey, mâhiyeti üzere bulunduğu durumda, asla idrâk edilemez ve ona ulaşılamaz.
Sonra şöyle deriz: "Alim/bilen" diye isimlendirilen şey, Hak için bir mazruf değildir: çünkü böyle bîr şey imkânsızdır.
Alim, Hak için bir zarf da olamaz: çünkü "Allah var idi ve O'nunla beraber başka bir şey yoktu."
Alim, mutlak anlamda yok olan, sonra da varlık hâline gelmiş bir şey de değildir: çünkü böyle olsaydı, hakikatlerin dönüşmesi gerekirdi ki, bu, imkânsızdır.
Şu halde, idrâk eden ve idrâk edilen kimdir? Bütün bu zikrettiklerimize göre alim kimdir, Hak kimdir? Alim, ilim ve malûm kimdir?
Nispetler, daha önce belirttiğimiz gibi, madum şeyler-dir/umûr-ı ademiyye, bunların, sadece zihinlerde varlıkları vardır. Zihinler ve sahipleri ise, yok idiler, sonradan var olmuşlardır. Her şey nispetlerden var olmuşsa, daha önce de belirtildiği gibi, bu durumda mevcut madumdan zuhur etmiş olmalıdır; Vücûd'dan zahir olmuş iseler, Vücûd'dan vücûdu olmayan bir şeyin zuhur etmesi mümkün değildir. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi, sırf "vücûd" olması yönünden Vücûd'un herhangi bir eseri de yoktur: çünkü o, birdir/vahid, mutlak anlamda bir olan ise, herhangi bir şeyi meydana getiremez. Vücûd, kendisine zıt olan şeye de münasip değildir, dolayısıyla kendisine zıt olan bir şey, onunla irtibatlı da olamaz. Vücûdu olmayan şey ise, Vücûd'un zıddıdır. Şu halde durum nasıl olacak?
Vücûd'dan, vücûdun aynı da, zahir olamaz: çünkü bu/elde-kinin üretilmesinden ibaret olur/tahsilü'1-hasıl. Şayet Vücûd'dan vücûdun aynı, fakat mevcut olandan farklı bir tarzda zahir olsa, bu durumda Vücûd'un dışında zorlayıcı bir nedenin bulunması gerekirdi: çünkü, bu farklılığın nedeni Vücûd'un kendisi ise, ezelî ve ebedî olarak onunla birlikte olması gerekir. Bunun nedeninin/mucib başka bir vücûdun olması da mümkün değildir: çünkü bu durumda daha önce açıklamış olduğumuz bir takım fasit durumlar ortaya çıkardı. Ayrıca, bu zorlayıcı nedenin madum bir nispet olması da mümkün değildir: çünkü bu, madunum vücûdda tesirini gerektirirdi.
Ayrıca bu, zuhur eden her şeyin ya vücûdu olmayan bir şeye veya bir araya gelmeleri şartıyla vücûd ve nispete istinat etmesini gerektirirdi. Vücûd ve nispetin birleşmesi geçici ise, bundan sayısız zararlar doğardı: çünkü bunların birleşmesini gerektiren şey, ya bunlardan birisi veya her ikisi veya üçüncü bir şeydir.
Şayet bu birleşmeyi gerektiren şey Vücûd ise, zorunlu olarak, başlangıçta bunu gerektirmediği halde daha sonra madum nispetle birleşmesini gerektiren bir yönün Vücûd'da bulunması gerekirdi; bunda ise, gerçekleşmesi imkânsız durumlar vardır ki, bunları tekrarlamaya gerek yoktur.
Bu birleşrrteyi gerektiren şey "nispet" ise, varlığı/vücûd olmayan bir şeyin, varlıkta bir eser ve hüküm meydana getirmesi ve bütün mevcutların zuhurunun sebebi olması gibi bir takım imkânsız şeyler söz konusu olurdu; bununla birlikte bizatihi birleşmenin varlığı yoktur, aksine o, daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, nispettir.
Şayet, bu birleşmenin nedeni her ikisinin dışında üçüncü bir durum/emir olursa, soru tekrarlanır: çünkü bu üçüncü şey, ya bir vücûd veya nispettir; bundan ise, daha önce ifâde ettiğimiz s°nuçlar meydana gelirdi.
Durum, zikredilen bu üç tarzın dışında değildir. Şu halde mesele nasıl izah edilecektir? Bunun neticesinde ise, "hayret" or-taya çıkar.
ilâhî haberlere baş vurursak, bunlardaki izah da, daha önce açıklandığı gibidir: çünkü ilâhî haberlerin de, idrâk vasıtalarına tabi olması gerekir; idrâk vasıtaları ise, mevsufa tabi vasıflardır. Mevsuf ise, henüz mâhiyeti ortaya çıkmış bir şey değildir. Şu halde, kendisine tabi olan ve ondan çıkan şey hakkında ne diyebiliriz ki?
Bütün bunlara rağmen, idrâkler, zuhurlarının çeşitlenmesi yönünden çoğalmış idrâk nesneleri veya farklı idrâk objeleri üzerinde hüküm sahibidirler ve onlara ilişirler. Bu bağlamda, bir lezzet vardır ki, bu lezzet, mülaim olan şeyin idrâk edilmesinin ifadesidir; bir elem vardır ki, o da, mülaim olmayan şeyin ifadesidir; ayrıca karanlık, nûr, hüzün, mutluluk vardır. Binaenaleyh bütün bunlar, mevcuttur; halbuki burada ne kül vardır, ne cüz vardır ve ne de zaman-mekan vardır. Peki, bu durumda ilim nedir? Mâhiyeti, hüviyeti ve niteliği nedir?
Zannetme ki, bu babtaki hayretin sebebi idrâkteki bir eksikliktir; ya da bunun sebebi, buradaki açıkhğa/cela ve istidaya engel bir eksikliktir: aksine bu hayret, marifete, müşahedeye, bütün varlıkların sırrını görmeye ve vücûdun birliğini/ahadiyye-tü'1-vücûd gerçek anlamda idrâke/ıttıla tam olarak ulaştıktan sonra hükmü ortaya çıkan bir hayrettir.
Fakat, sınırlanan kimse, darlığından dolayı durur ve sülük edemez/sa re.
Bu kimse, müşahede ettiği şeyin hükmü altında ezilir, böylelikle sapıtır /inhiraf ve şaşakalır/mare
Genişleyen kimse ise, kuşatır ve keşf eder
Böylelikle ihata eder, devr eder ve hayrete düşer.
Hayret etmezse, aksine yürür ve hareket ederse, şaşar ve yürümez.
Bu kişi, Rabbınm zâtının gaybmı vatan edinir; Hak ile ve Hak'ta fânî olduktan sonra, Hakkın işleriyle/şuûn ve Hakka göre halden hale girer/tenevvu'.
Burası ne güzel varış yeridir!
Burası, seyir makamıdır.
Ey düşünen kişi! Belki de, az önce hayretin sırrı hakkındaki açıklamamı yadırgamış olabilirsin! Çünkü senin anlayışın, bunun sırrını idrâk edemez. Bu konuda da, ben değilim ama, sen mazursun: Ben, bu gibi şeyleri sana anlatıyorum ve senden ve insanlardan bunları anlamasını, karmaşık ifâdelerin arasından maksadı süzmesini bekliyorum!
Şu var ki: Ben, Rabbimin tasarruflarının bir aracı ve O'nun için bir aynayım. Binaenaleyh o, benimle zuhur eder ve dilediği işlerini izhâr eder, dilediği burhanlarını açıklar.
Binaenaleyh ben de, ilâhî irâde altında ezilmişim, hür değilim, mecburum. İşte şimdi, bir örnekle bu mübarek mertebeden senin ve senin gibi kimselerin seviyesine iniyorum! Kulağını bana ver, aklını ve idrâkini bana yoğunlaştır.
Allah, mürşiddir.
Bilinmelidir ki: Bu kelâmı düşünen kimse -ister kelâmcılarm
görüşlerini benimseyen, isterse de sözde akılcıların/en-Nazza-rü'1-mütefelsifîn görüşlerini benimseyenlerden olsun- şu konuda hiç bir tereddüt taşımaz: İçinde bulunduğu cisimler aleminde idrâk ettiği her şey, cevher-arazdan veya heyula-sûretten oluşur. Buna göre cevher, ancak araz ile zuhur eder; araz ise, cevherle var olabiÜr^Aym şekilde, heyula suret ile mevcut olabildiği gibi, suret de, heyüiav ile zuhur edebilir. Ortada taayyün eden cismin makuUuğu, herhangi bir mânâdan ibarettir: bunda, üç boyutun farz edilmesi mümkündür; bu üç boyut, uzam/tul, genişlik/araz ve d erinliktir/umk.
Mücerret heyula, ehl-i nazara göre, aklen bölünme kabul etmez; suret de öyledir. Bununla birlikte suret heyulaya girmekle, her ikisi birden cisim hâline gelirler ve bölünme kabul ederler. böylece li-zâtihî bölünmeyi kabul etmeyen bir şey, bölünmüştür; bununla birlikte, sadece birleşme meydana gelmiştir, bu ise, uığ nispetler gibi sadece bir nispettir.
Bir takım şeylerin kendisinden meydana geldiği Tabiat rnü-cerret bir mânâdan ibarettir; bu mânâ, dört hakikati içermektedir: bunlar, hararet/sıcaklık, bumdet/soğukluk, rutubet/yaşlık ve yabusettir/kuruluk. Tabiat, zâtıyla bu dört şeye de uygundur/münasip; hatta Tabiat, birbirlerine zıt olsalar bile, bu dört şeyin aynıdır. Bununla birlikte o, yani Tabiat, mâhiyeti yönünden zikredilen dört unsuru içeren bir mânâ olmakla birlikte, bu ve ifâde edilen her şey, mücerret mânâlardır: bunlardan herhangi bir şeyin tek basma zuhur etmesi ve vücûd olmaksızın idrâk edilmesi mümkün değildir. Çünkü bütün bunların varlığı da, sırf vücûd oluşu yönünden kendiliğiyle taayyün etmez ve mâhiyeti yönünden/min-haysü hüve zuhur etmez ki, idrâk edilebilsin.
Şu halde, bu mânâların bir araya gelmesi, bunların zuhur etmesinin ve idrâk edilmelerini gerektirir. Bir araya gelme/icti-ma', kendiliğinde herhangi bir varlığı olmayan bir nispet veya hâldir.
Acaba, idrâkin taalluk ettiği başka bir şey var mıdır? Bu şeyin mâhiyeti nedir? Keyfiyeti nedir?
İşte bu suretin -ki, idrâk ettiğin her şeyi onun cihetinden idrâk edebilirsin- zikredilen ve özellikleri belirtilen esaslardan/usul meydana gelmiştir. Bunların en önemlisi ise, Tabiattır.
Şu halde suretler, Tabiat'tan zuhur etmişlerdir.
Tabiattan zuhur eden şeyleri incelediğinde, hiç bir şeyin Ta-bat üzerinde zait olmadığını görürsün. Her ne kadar zuhur eden şey, tabiattan farklı bir şey değilse de, tabiat, küllîliğinin makulluğu yönünden zuhur eden şeyin aynı değildir. Tabiat, kendisinden ortaya çıkan şeyle artmaz, eksilmez ve farklılaş-maz: ortada başka bir şey yoktur ki, ondan tabiat farklılaşsm, çünkü tabiattan zuhur eden şey, onun herhangi bir parçasıdır, ondan başka değildir.
Bu, son derece açık bir gerçektir.
Bedenini/suret idare ettiğini zannettiğin ruhuna gelince: "ruh" diye isimlendirilen her şeye dair konuşma daha geniş ve daha uzundur; ruhun sırrı da7 daha kapalı ve daha problemlidir.
Rabbımn mâhiyetinden soru sorma! Kuşkusuz ki, bu konuda soru sormak, yasaklanmış ve bunun imkânsız olduğu belirtilmiştir.
Artık uzatma, yürü ve yürümede kullandığın asanı at! "Akşamdan sonra ayıp kalmaz."
Allah'a yemin olsun ki! Dikkatini çektiğim hususta kendine çeki düzen verir, daha önce ifâde edilen şeyleri aklında tutar ve bu ve daha bunu takip eden bölümleri de onlara eklersen, son derece garip gerçekleri görür, akıl sahiplerini şaşırtan sırlarrı öğrenirsin. [42]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 353-354.
[2] "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Ali Imran, 31)
[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 354-357.
[4] Bu mesele, Konevî'nin düşüncesinde son derece önemli bir konudur. Bunu en iyi özetleyen ifâde, Konevî'nin örnek babında zikretmiş olduğu, Allah'ın bir karıncayı yaratmaya teveccüh etmesiyle, alemi ya da insanî yaratmaya dönük teveccühü arasında hiç bir fark yoktur, düşüncesidir: çünkü yaratılış tecellîsi yönünden her birisine ulaşan şey aynıdır.
Burada önemli mesele, şayet tecellîde herhangi bir üstünlük veya farklılık bulunmuyorsa, bu durumda alemde gözlemlediğimiz çeşiklilik ve östünlükler nasıl ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifâdeyle tek ve her yönüyle eşit olan bir tecellîden nasıl oluyor da, bu derece farklı ve çeşitli şeyler nasıl meydana gelmiştir. Bu soruya belki iki şekilde cevap verilebilir: Bunlardan birisi, bu çokluğa farklı bir mebde bulmaktır. İkincisi -i ise, bu çokluk ve çeşitliliği bir yanılgı olarak değerlendirmek de mümkün olabilir. Konevî, her iki yaklaşımı da dikkate alarak bu meseleyi ilk ilkesiyle uyumlu bir şekilde çözmeye çalışır.
Buna göre, alemde gözlemlediğimiz çokluk ve çeşitliliğin bir yönü gerçekten de bir yanılgıdır. Bu yanılgı, çeşitli nedenlerden kaynaklanmak-; tadır ki, bunların ön önemlisi, özellikle alemdeki "şer" probleminde ortaya çıkan herkesin kendi varlığını ve mertebesini esas sayıp, diğer varlıkları ve olayları buna göre değerlendirmesidir, ikincisi ise, bu çokluğa ve çeşitliliğe başka bir kaynak aramaktır. Nitekim, bazı kadim gelenekler alemdeki kötülük ve çokluğun kaynağını Tanrı'nm ve ezeîi ilkenin dışında aramışlar, ve madde, ya da ezeli karanlık gibi çeşitli ilkeler ileri sürmüşlerdir. Konevî de, buna farklı bir kaynak bulmaya çalışır, fakat burada Konevî'nin önünde gerçekten de çok Önemli bir sorun vardır: Bir yandan Tanrı'nm mutlak birliği ve vahdetine tam bir inanç, bunun yanında alemdeki bu çokluğu izah etme teşebbüsü.
Konevî, alem ve alemdeki çokluk ve çeşitlilik için Tann'nın yanında ikinci bir mebde mesabesinde bir ilke fikrini kabul edemezdi; o, ikinci ilah ya da mebde fikrini benimseyenleri şiddetle eleştirir. Konevî'nin bulduğu çözüm, isimler ve sıfatlar görüşünde düğümlenen bir mebde anlayışıdır. Buna göre, alemdeki çokluk ve kesretin kaynağı Tanrı'nm sıfatlarıdır. Bunlar arasındaki farklılık ve üstünlük ise, sıfatların maz-hârlan olan alemdeki olayların ve çokluğun nedenidir.
[5]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 358-362.
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 363-366.
[7] "Seni dalalatte buldu, sana hidâyet etti". (Duha suresi, 3)
[8] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 367-370.
[9]Bkz. Nefehatü'I-Üns, s. 733 (Haz. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara). Cami'nin bu sûfî hakkında anlattığı olaya göre bu şahsı başka bir vesileyle İbnü'l-Arabî de zikretmektedir. Muhtemelen Konevî'nin burada bu ismi zikretmesi Şeyhinin eserlerinden mülhemdir.
[10]Burada Konevî'nin sözünü ettiği şey, daha geniş bir şekilde îbnü'I-Arabî tarafından ele alman "nevamis-i hikemiyye"dir. Nevamis-i hikemiyye, hikmetli kanunlar demektir ve bunlar herhangi bir dini kaynağa bağlı olmasa bile, toplumun ve fertlerin fayda ve maslahatları gözetilerek ortaya konulmuş kurallardır. İbnü'l-Arabî, bunlara uymanın da adeta dine uymak gibi gerekli olduğunu belirtir. (Bkz. Fusûsıı'l-Hikem, Yakub Fassı.)
[11] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 371-374.
[12]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 375-379.
[13]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 380-385.
[14] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 386.
[15] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 387-390.
[16] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 391-394.
[17] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 395.
[18]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 395-397.
[19] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 398-401.
[20] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 402-404.
[21] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 404-409.
[22] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 410-413.
[23] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 413.
[24] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 413-418.
[25] "Hakkın iki tutuşu/kabza vardır" hadisine telmih yapmaktadır.
[26] Konevî, "Allah Teala'nın yetmiş küsur nurdan perdesi vardır, şayet onları açsa idi her şey yanardı" hadisine işaret etmektedir.
[27] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 419-430.
[28] Kast edilen, Hakkı Hak ile görmektir.
[29]Burada Konevî, sadece cennette değil, aynı zamanda sülüklerinde Hakkı müşahede eden kimselerin Hak karşısındaki durumlarını ve bu müşahedenin keyfiyetini açıklamaktadır. Buna göre, Hakkı müşahede edenier, Hak üe onu müşahede etmektedirler.
[30] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 431-435.
[31] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 436-439.
[32] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 440-441.
[33] Konevî'nin Mehdi'nin müjdecilerinin geliş tarihi olarak zikrettiği Hicretten altı yüz küsur yıl sonrası, yaklaşık olarak kendi devrine tekabül etmektedir. Gerçi Konevî'nin özel bir Mehdi Risalesi vardır, fakat şimdilik burada belirteceğimiz husus, Konevfnin Moğol istilasını bir kıyamet vakti olarak gördüğüdür. Muhtemelen Mehdi'nin habercilerinin bu tarihte ortaya çıktığını kabul etmesi, Moğol istilasını Mehdi öncesinin karanlık ve zalim devresi olarak görmesinden kaynaklanmıştır.
Bu bağlamda, Konevî'nin iki ifâdesini aktaracağız. Bunlardan birisi, Konevî'nin "Vasiyet-name"sinde, talebelerine vasiyet ettiği şu cümlesidir: "Kim Mehdj'ye ulaşırsa, ona benim selamımı söylesin/'
İkinci bir ifâdesi ise, bir hadisi yorumlarken zikrettiği bir rüyasıyla ilgilidir. Burada, Konevî Moğolların Bağdat'ı işgal etmelerinden duyduğu derin üzüntüyü dile getirir: "Bağdat Moğollar tarafından işgal edildiği zaman bir sabah uykusu, rüyamda Hz. Peygamberi tabutta kefenlenmiş olarak gördüm. İnsanlar onu tabuta bağlıyorlardı, başı açıktı, saçı neredeyse yere değecekti. Onlara: -"Ne yapıyorsunuz" dediğimde:
-"O, ölmüştür, onu taşıyıp defnetmek istiyoruz" dediler. Kalbimde, Hz. Peygamber'in ölmediği hissi doğdu. Onlara: -"Yüzü ölü bir insanın yüzüne benzemiyor, durum aydmlanmcaya kadar sabredin" dedim.
Ağzına ve burnuna yaklaştım. Zayıf bir nefes aldığım gördüm. Onlara bağırdım ve Hz. Peygamberi defnetmelerine mâni oldum.
Korku ve dehşet içinde uyandım. Daha önceden karşılaştığım sayısız tecrübeler vasıtasıyla gördüğüm rüyanın anlamını kavradım. Bu, İslam aleminde büyük bir hâdisenin gerçekleşeceğinin sembolüydü, Moğolların Bağdat'a yöneldikleri haberi ulaşınca, onların Bağdat'ı zaptettiklerini an-'adırn. Rüyamı gördüğüm tarihi kaydettim. Olaya şahit olmuş eli kalem tutan pek çok kimse, Bağdat'ın aynı tarihte işgal edildiğini haber verdi. Böylece, rüyam benim tabir ettiğim şekilde ortaya çıkmış oldu."
[34] Allah dilediğini siler ve dilediğini olduğu gibi bırakır. Ana kitap o'nun katmdadir." (Ra'd, 39)
[35] Hz. Musa'ya hitap eden bir âyette "Her ilim sahibinin üzerinde bir alim vardır" buyrulmaktadır.
[36] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 441-448.
[37] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 449-452.
[38] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 453-454.
[39] Çünkü her yönden bir ve basit olan, idrâkin konusu olamaz. Konevf ye göre, bir ve basit olan idrâkin konusu olamayacağı gibi, bir ve basit olandan, bu itibarla herhangi bir ürün ve netice de ortaya çıkmaz.
[40]Konevî, tekrar "Tahkik" kaidelerinin ilki olarak zikrettiği ve bütün sitemin esasını tekil eden hükümlerin sürekliliği meselesine dönmektedir. Buna göre, herhangi bir şey, li-zâtihî bir özelliğe sahip ise, veya bir hükmü gerektiriyorsa, zâtı devam ettiği sürece o şeyi gerektirmeye devam eder.
Herhangi bir şart veya daha fazla şartla o hükmü gerektiriyorsa, o şartlar devam ettiği sürece o hükmü gerektirecektir. Bunu Konevî, hakikatlerin ve hükümlerinin sürekliliği diye isimlendirir (Miftahü'l-gayb.).
[41] Hükümler ile idrâk vasıtaları arasındaki bu münâsebetler, idrâki mümkün kılmaktadır. Çünkü, arada münâsebet olmadığı sürece bir şeyin başka bir şeyi idrâk etmesi mümkün değildir (Konevf, Miftahü'l-gmjb'da bir ke olarak bunu zikreder.).
[42]Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 455-463.
BÖLÜM V.. 1
KÜLLİ FATİHA'LARIN SONUNCUSU.. 1
Cevamiu'l-Hikem/ Bu Sureye Ait Bütün Hikmetler 1
Kur'an'a ve Furkan'a Ait İlâhi Sırlar 1
Bu Konuda Tamamlayıcı Açıklama. 5
"Cemü'l-cem" Diliyle. 5
Aslî-Şer’î ve Kur'anî Bazı Sırlar 11
BÖLÜM V
KÜLLİ FATİHA'LARIN SONUNCUSU
Cevamiu'l-Hikem/ Bu Sureye Ait Bütün Hikmetler
Bu kısım, kitabın son bölümüdür. Allah, nurunu tamamlayacaktır. [1]
Kur'an'a ve Furkan'a Ait İlâhi Sırlar
Bu kapsama giren başka bir bölüm de, bir hatimedir/sonuç. Bu, Hakkın sırlarından, isimlerinden ve Fatiha'nın sırlarının pek çoğunu açıklar ve izah eder.
Besmeleyle başlayarak, surenin sonuna kadar gideceğiz, şöyle deriz:
Bilinmelidir ki: İsimler, farklı tarzlarına ve anlamlarına rağmen, gerçekte hâllerin isimleridir. Hâl sahibi ise -hal sahibi olması ve nefsini ve her halde nefsinde bulunan şeyleri o hâle göre idrâk etmesi yönünden-, çokluğun/cem' taayyününün mebdeidir; bu, ahadiyet-i cem makamıdır. Nitekim, daha öce defalarca bu makama dikkatini çekmiş ve bunun ötesinde hiç bir isim, resim, taayyün, sıfat ve hükmün bulunmadığını belirtmiştim.
Fakat isimlerin bu makamdan taayyün etmeleri, iki şekildedir:
Birinci tarz, bu makamın içermiş olduğu kesret/çokluk hükümlerine göre taayyün etmeleridir. Bunlar, kevne/oluş mensup isimlerdir. Bu nedenle şunu belirtmiştik: Kesre t/çokluk, alem" ve "siva/başka" olması özelliğiyle alemin özelliğidir.
Kesretin ve hükümlerinin ortaya çıkması/tecellî meselesinde nazarî akıllar şaşırır, vahdet/birlik ve onda gizli bulunan iyiliği idrâk edemezler; böylelikle bunların hükümlerinden herhangi birisini onlarda taayyün etmiş Hakka izafe etmekten korkarlar, kesretin hükümlerini kendilerine nispet ederler ve gerçeği bilmezler.
Bunun nedeni şudur: Bu akıllar, gerçek vahdeti göremezler; kesret, bu vahdetin mukabili ve zıddı değildir. Aksine, kesretin mukabili ve zıddı olduğu vahdet, kendilerine göre ve kendilerinin dışında pek çok perdeliye ve ariflerin çoğunluğuna göre bilinen "vahdet nispeti"dir. Kesret de, işaret edilen bu vahdete göre eşittir; çünkü bu vahdet, her ikisinin de, yani vahdet nispetinin ve kesretin ve de bunların hükümlerinin kaynağıdır; bununla birlikte memba olmalıkla ve benzeri şeylerle sınırlı değildir.
Sonra konumuza dönüp deriz ki: Kesretin hükümlerini vahdetleri yönünden birleştiren nispetin makulluğu, alemin hakikatidir; Hakkın, bu nispet yönünden taayyünü ise, alemin vücûdudur.
Sonra bu vücûd, şe'nleriyle zuhur ettikten sonra, öncelikle taayyün açısından üç kısrna bölünmüştür: Birincisi, kendisine bâ-tmlık ve vahdet yönünün baskın olduğu kısım: bu kısma örnek olarak derecelerine göre farklı mertebeleriyle ruhları verebiliriz; ikincisi, kesret hükümlerinin hâkim ve baskın olduğu kısım: buna Örnek olarak da, derecelerine göre farklı mertebeleriyle mürekkep cisimleri verebiliriz; üçüncüsü ise, bunların arasında kalan orta kısımdır.
Sonra: Bu orta kısım, mhânilik ve ilk zuhur mahallinin hükmünün baskm olduğu kısım ile nihayette tafsili zuhurun kemâle ulaşmasıyla "çokluk/cem"' nispetinin baskm olduğu kısma ayrılır. Birinci kısma örnek olarak Arş ve Kürsî'yi verebiliriz. İkinci kısma örnek olarak ise, aralarındaki farklılığa rağmen, müvelledat-ı selase/cemadat-nebatat-hayvanat verilebilir; bununla birlikte hepsi de, "şehâdet alemi" diye isimlendirilen bir tek kısmın altına gerebilirler: çünkü şehâdet alemi, hazerat-ı hams'ten bahsederken kitabın başlangıcında zikretmiş olduğumuz gibi, ruhlar alemi ve gayb aleminin mukabilidir.
Artık geride, orta kısım kalmıştır. Bu kısımdan, bir takım dereceleri kapsayan bazı şeyler ortaya çıkar. Bunlardan her birisinin bir ehli vardır ki, buna örnek olarak, yedi gök ve dört unsuru verebiliriz.
Son olarak insan, bütün bunların suretiyle birlik özelliğindeki çokluk/cem-i ahadî makamında zuhur etmiştir. Bu makam, kendisinden önce hiç bir evvelliği veya başka bir şeyin taavyün etmediği makamdır; bu makam, Amâ mertebesinin sahibidir.
Bu konuda, kitabın girişinde bilgi vermiştik, hatırlayınız!
Bu suret sayesinde insan, halife olmuştur; bu halifelik, insanın gerçek anlamda Hakkın mertebesine paralel olması/muha-zat, o mertebeye benzerliği/muhakat ve suretinden zuhur eden şeylerin hüküm ve birleştiricilik ve bunun dışındaki hususlarda bâtınında kalan özelliklere mutabık olması yönünden insana tahsis edilmiştir. İnsanda bâtm kalan halifelik ise, ilk sebeplilik yönünden sabittir; bu da, insanın suretinin zâtının içermiş olduğu şeyleri birleştirmesi ve kemâle ulaştıktan/tahakkuk sonra hilafet mertebesine yücelmek, daha fazla iyilikle bu makamı aslına veya benzerine irca ederek, bu makamdan da çıkıp, nefsinin suretini ortaya çıkartmasında/ta'yîn sabittir. Nitekim, bu durumu daha önce gül suyunun aslına dönmesi meselesinde ve benzeri örneklerde misâllendirmiştik.
Bu bağlamda, "Kuşkusuz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi emreder" mealindeki âyeti hatırlayınız! Bu, ahadiyet-i cem makamının özelliğinden kaynaklanır; bu makam, hilafet ve niyabete ait herhangi belirli bir hal ve özellikle sınırlanmaktan münezzehtir: çünkü bu makam, bütün hal, makam ve Özellikleri içerir, bütün hüküm, isim, fiil ve harfleri kabul eder ve kapsar.
Dikkat ediniz, Allah'ın dışındaki her şey batıldır Allah'ın vechinin dışındaki her şey, helak olacaktır.
Sonra şöyle deriz: Şu halde "mevcudat" diye isimlendirilen Şeyler, daha önce de belirtildiği gibi, Hakkm şe'nlerinin taayyünleridir. Bunlar, Haktan sadece -kendisi taayyün etmemesi yönünden- sırf taayyün etmeleri dolayısıyla farklı olmuşlardır. Onlara nispet edilen vücûd, Hakkın şe'nlerinin kendi vücûduna ürünmesinden/telebbüs ibarettir. Bunların çoğalması ve arkh-laşması ise, hüviyetinin gaybmda gizlenmiş özelliklerin-den/hususîyyat ibarettir. Bu özelliklerin hiç bir nedeni/mucib yoktur, çünkü bunlar, yaratılmamıştır/gayr-ı mecul. Bunların çoğalmaları, zuhurunun çeşitlenmesiyle zuhur eder. Çünkü Hakkın bütün bunlardaki zuhurlarının çeşitlenmesi, bunların varlıklarını/ayan izhâr eden şeydir. Böylelikle bunlar, farklılaştıkları açıdan birbirlerini bilirler. Ayrıca, hangi açıdan bir olup, birbirlerinden ayrı olmadıklarını ve hangi açıdan birbirlerinden farklı olup, "gayr", "siva" diye isimlendirildiklerini bilirler. Başka bir ifâdeyle, bunun nedeni, Hakkın zâtının özelliklerini kendi şe'nlerinin her birisinde müşahede etmesidir.
ilâhî şe'nlerdeki bu değişmeyi, şu şekilde örneklendirebiliriz: -En güzel misâllendirme 'Allah'a aittir.
Bir sayısı, sayı mertebelerinde değişir/takallub; böylece bir, diğer sayıların varlıklarını/a'yân ortaya çıkarttığı gibi, bunlar açısından da kendi varlığmı/ayn izhâr eder. Binaenaleyh bir, sayıyı icat etmiş, sayı ise, biri tafsîlleştirmiştir. Şu anlamda ki: Bir'in herhangi bir mertebedeki zuhuru, diğer bir mertebedeki zuhurundan farklıdır; Hakla ilgili olduklarında bunları, Hakkın kendisinden haber verdiği üzere, "şc'n" diye isimlendiririz. Hakkın isim, sıfat, hâl ve hükümlerinin her bir şe'ni açısından olan zuhuru, bu şe'nin genişliğine ve diğer şe'nlerden önceliğine bağlıdır.
Herhangi bir idrâk vasıtasıyla görülen veya idrâk edilen her şey, herhangi bir şe'nine göre zuhur eden Haktır;.bu şe'n, Hakkın idrâk vasıtalarına göre zuhur ederek çeşitlenmesini ve çoğalmasını gerektirmiştir. Bu idrâkler, bu şe'nlerin hükümleridir. Bununla birlikte Hak, nefsinde aha diyet /mutlak birlik sahibidir; bununla, bütün vahdet/birlik ve kesretlerin /çokluk, basitliğin ve terkibin, zuhurun ve bâtınlığm kaynağı olan ahadiyeti kast ediyorum.
Gözünün idrâk ettiği cismin suretinin birliğine/ahadiyet bak. Bu cismin suretinin çoğalan kısımlarının, güneş ve gölge, siyahlık ve beyazlık, yoğun ve latif, sert ve yumuşak arasındaki ayma mânâ/sebep gibi, idrâk edilmeyen gaybî şeyler olduklarını gör! İki şey arasında bulunup, onları ayırt eden ve kendisi gözükmediği halde hükmü açıkça görülen her vasıta/berzah, gaybtır.
Dikkat ediniz! Berzaha ait bu kısımlar, ilâhî şe'nlerdir. Bunlar, iki kısma ayrılır: tabi olanlar ve metbu olanlar:
Metbu şe'nler, iki kısımdan oluşur: İhatası tam metbular, tam olmayan metbular.
Buna göre tabi şe'nler, alemdeki varlıklardır. İhatası tam olmayan metbu şe'nler ise, alemin cinsleri, asılları ve rükünleridir; başka bir ifâdeyle bunlar, tafsili ve tâli isimlerdir.
İhatası ve hükmü tam olan metbu şe'nler, Hakkın isim ve sıfatlarıdır. En açık Tahkik'e/tahkik-i evdah göre her şey, Hakkm şe'ni, şe'nlerinin isimleri ve şe'n veya şe'nler sahibi olması yönünden Hakkın isimleridir.
Nitekim, daha önce bunu belirtmiştik, artık sen de, karıştırma ve hatırla!
Şu halde Hakkın "vahid/bir" diye isimlendirilmesi, vücûdî hâl ile ilk taayyününün makulluğu itibarıyla d ir; bu taayyün, Hakka nispetle gerçekleşen taayyündür, yoksa herhangi bir şe'ninde veya o şe'ne göre zuhurunun taayyünü yönünden Hakka nispet edilen bir taayyün değildir.
Hakkın "zât" diye isimlendirilmesi, herhangi bir hâlinde zuhuru itibanyladır; bu hâl, diğer hâllerin kendisine tabi olmasını gerektirir. Hakkın hâlleri, daha önce belirttiğimiz gibi, birbirieri-ne tabi olup, bir kısmı hâkim ve bir kısmı ise mahkum olsa bile, bunlardan her birisi bir açıdan hepsine/kül sahiptir, hatta o hepsinin aynıdır.
Hakkın "Allah" diye isimlendirilmesi ise, bütün şe'nleri üzerine hüküm sahibi olan bir şe'ninde taayyün etmesi itibanyladır; söz konusu şe'nler, bu şe'n sayesinde Hakkm hükümlerini ve eserlerini kabul ederler.
Hakkın "Rahman" diye isimlendirilmesi ise, mutlak Vü-cûd'unun kendi zuhûruyla zahir olan ş'enleri üzerine yayılma-sı/inbisat itibanyladır: çünkü rahmet, vücûdun ta kendisidir.
Rahman, kendisiyle zuhur eden her şeye yayılan "vücûd" olması yönünden Haktır. Bunun yanı sıra O, vücûdu itibarıyla her vakitte ve her mertebe ve hâllere göre, bütün hükümleri kemâliyle kabul etmesi itibarıyla Rahman'dır.
Hakkın "Rahim" diye isimlendirilmesi ise, tahsis ededen ve edilen/muhassis-muhassas olması itibanyladır: çünkü Hak, genel rahmetini her varlığa tahsis etmiş, böylelikle tahsis ve zuhuru umûmî olmuştur.
Şe'nlerin birbirlerine ulaşan hükümlerine muttali olmasını gerektiren hali yönünden, "ilim" diye isimlendirilmiştir; bu hükümler, daha önce de belirttiğimiz gibi, tabilik-metbuluk, tesir-teessür, birleşme-aynşma, uyum-zıtlık, birlik-ortaklık yönünden birbirlerine ulaşırlar. Hak, bu yönden ve de nefsini ve her halde ve hâle göre nefsinin içermiş olduğu şeyleri idrâk edici olması itibarıyla, kendisini "alim" diye isimlendirmiştir.
Hak, gaiplik ve perdelerden münezzehliği ve hükmü diğer şe'nlere geçen idrâkinin sürekliliği itibarıyla şart mesabesindeki "zâti sirayeti" yönünden "hayât" diye isimlendirilmiştir; Hak, bu itibarla "el-Hay/Diri"dır.
Bazı şe'nlerden, arada sabit olan münâsebet dolayısıyla, başka bir takım şe'nlere ulaşan meyil, "irâde" diye isimlendirilir: söz konusu münâsebet, bazı şe'nlerin diğerlerine üstün olmasını ve "ilim" diye isimlendirilen halde sabit tahsisin[2] izhârını ortaya çıkartır; bunun nedeni ise, bazı şe'nlerin diğerlerinden önce gelmesidir.
Hak, irâde yönünden "mürid" diye isimlendirilir.
Hakkın eserinin bir tertip ile kendi hâllerinde zuhur etmesine neden olan hâl, "kudret" diye isimlendirilir; bu tertibi, zikredilen tahsis ve her halden ortaya çıkan nispetler gerektirmiştir-Hak, kudret yönünden "kadir" diye isimlendirilmiştir.
Böylece, Vücûd'un emri/durum nizâma kavuşmuş ve birbirine bağlanmış, batıl ise, yok olup gitmiştir.
işte! Sana öyle bir kapı açtım ki, büyük inayete mazhâr olmuş nadir kimselerden başkası ona ulaşamaz. Şayet sen de, bu nimete mazhâr olan kimselerden isen, o kapıdan gir! Bu veciz anahtarla, konunun tafsillerini aç!
Bütünüyle Allah'a ait ol. Kim ki, Allah'a ait olur ise, Allah da ona ait olur. [3]
Bu Konuda Tamamlayıcı Açıklama
"Cemü'l-cem" Diliyle
Bilinmelidir ki: Bir şeyin başka bir şeye takdim edilmesi ve bazı şeylerin onunla başlatılması, önce gelene ve ardmdakinin kaynağı mesabesindeki şeye önem vermeyi gerektirir.
Buna göre Hakkın, kelâmının başında övgüsünü/senâ zikretmesi, bazı hususlara delâlet eder:
Bu durum, öncelikle, senaya gösterilen öneme delildir ve onun meziyetini bildirir: çünkü sena, nihaî-küllî halden ibaret olan birincil maksada işaret eden bir anahtardır; nihai hal, her şeyin emrinin/iş sonunda yerleşeceği makamdır. Ayrıca bu senâ/övgü, onların Hakka ve "siva/başka" diye isimlendirilen her şey hakkındaki kâmil marifetleri ile Özeî-zâtî müşahedeleri arasında gerçekleşir; bu özel müşahede, özel hidâyetin feridir ve söz konusu hidâyeti aramaya sevk eder, bu hidâyeti arayanlara da ona ulaşmayı tekeffül eder.
Fakat ona ulaşmak, kıymetli zikir, güzel hamd, ibâdet ile Hakka teveccüh ederken tevhidi tecrit etmek/tecridü't-tevhid, acizliği ve eksikliği itiraf etmek ve kulak vermekle birlikte Hakka dayanmak gibi bazı vesileleri tam olarak yerine getirdikten sonra mümkündür. Bütün bunlar, vazifeyi ve rağbetin sebeplerini bilmekle gerçekleşir; bu rağbete "Alemlerin rabbidir, rahim ve rahmandır" âyetinde dikkat çekilmiştir; bunun yanı sıra, "Din gününü sahibi" âyetinde mündemiç olan rağbetin nedenlerini de bilmek gerekir.
Ayrıca: Belirli hidâyet alâmetini taşımayan kimseler, gazabın hükmüyle boyanmış ve hayret denizlerine ve sahralara düşerler. Söz konusu hidâyetin alâmetinin hükmü, hidâyet sahibi-nin/mühtedi hallerine, fiillerine, dünya ve âhiretteki işlerine sirayet eder. Bunun neticesinde ise kişi, kendisinden önceki kâmillerin ya da kendisi gibi saitlerin Rablerinin katından nail oldukları nimetlerden nasiplenir.
Nihai gaye, kâmillerin haliyle ilgili olarak, işaret edilen durumdur: çünkü alemin yaratılışmdaki ilk sebep -Allah'ın bildirdiği gibi- Hakkın bilinmeyi, kendisine ibâdet edilmesini ve kemâlinin görülmesini istemesidir; kemâlinin görülmesi/müşahede, Hakkın zuhuru ve vücuduyla gerçekleşir.
Varlık ve ilim mertebeleri/vücûdî-ilmî, her zamanda bu görevi tamamlamak ve o devirde alemin nizâmını korumak için belirlenmiş ve atanmış kâmil ile kâim olur ve devam eder; binaenaleyh, bilen kişiye göre, vakıanın böyle gerçekleştiğinde hiç bir kuşku yoktur.
Kuşkusuz semavî kitaplarda ve kâmillerin diliyle bu konuda pek çık ikâzlar tekrarlanmıştır.
Bunlardan birisi, Hakkın Tevrat'taki şu ifadesidir: "Ey Ademoğlu! Eşyayı senin için yarattım, seni ise kendim için yarattım." Bunun bir benzeri, Hz. Musa'ya hitaben söylediği şu ifadesidir: "Seni kendim için seçtim." Bütün kâmillere yönelik olarak da şöyle söylemiştir. "Göklerde ve yerde olan her şeyi, kendisinden olmak üzere, size amade kılmıştır." (Casiye, 13); söz konusu nimetler, defalarca sayılmıştır.
Basiretli hiç bir kimse, bu konuda herhangi bir görüş ayrılığıma düşmemiştir.
Sena edenin edilene yaptığı Övgü, onu tarif ve övgünün yapıldığı yönden kendisini tanıdığına dair bir iddiayı taşıyıp, kesin delil/hüccet-i baliğa de Allah'a ait olduğu için,Hak, irâdesinin diğer şe'nlerinin kemâlini izhâra taalluku gibi, hüccetinin cemâlini izhâr etmek istemiştir; istenilen kâmil marifet, buna bağlıdır. Çünkü Hakkın, nefsindeki her şeyle birlikte, kendisine dair bilgisinin sübûtu, ilmin kemâli yönünden ve töhmetin ortadan kalkması için bir hüccettir; fakat bu hüccet, her mertebede ve o mertebenin mensubu oîan veya bu mertebeyle ve içinde zuhur eden herkeste, bizzat burhanı ortaya koyan Hakta zuhur ettiği tarzda, tamamlanıncaya kadar "baliğ/kesinlik" özelliğine sahip değildir.
Allah Teâla'nm şu âyetini hatırlayınız: "Böylelikle insanların Allah'a karşı resullerden sonra bir hüccetleri olmasın." (Nisa, 165)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Allah, mazeret sahibi olduğu sürece hiç kimseyi kıyamet gününde cezalandırmaz." Yani, Allah'ın delili, o kimse üzerinde gerçekleşip, sabit oluncaya kadar Allah kimseyi cezalandırmaz. Bu bağlamdaki başka bir ifâde de, Hz. Peygamberin şu hadisidir: "Kendisine mazeret sunulmasını Allah kadar hiç kimse sevemez. Bundan dolayı da resulleri göndermiş, kitaplarını indirmiştir."
Kuşkusuz ki, bu son bölümde isimlerin aslı yönünden Bes-mele'nin ön önemli sırlarını açıkladım; ardından da "el-Hamdu lillahi/Hamd Allah'a mahsustur" ifâdesi ve Hakkın kelâmının bununla başlamasmdaki sırrı belirttim.
Hamdin "Allah"'a izafe edilmesinin sebebi, "Allah" isminin kuşatıcı ilk taayyün mertebesi olmasıdır; nitekim-biraz önce buna dikkat çekmiştik. Rubûbiyetin "Allah" ismine izafe edilmesinin nedeni ise, ulûhiyet mertebesinin gerektirdiği hükümlere, ayrıca bunların levazımı olan heybet ve azametin aşırılığına muhatapları ısındırmaktır; bu hükümler, birbirine zıt, zahirî ve bâtını hükümlerdir. Bu Özellikler, şefkat, gıdalandırmak, terbiye etmek, ıslah ve benzeri şeylerle kuîlarma/merbub karşı iyi muamele gerektiren rubûbiyet hükümlerinin aksinedir.
İzafetteki kapsamın sırrı ise/alemlerin rabbı, itaat ettiklerinde bütün yaratıkların rızıklarmm bulunduğu kapının açılması, aynı zamanda bütün kulların itaatte eksik ve kusurlu olduklarmda "Din gününün meliki" âyetinde yer alan mânâya göre korkmalarıdır; bu âyetteki anlam, cezalandırmadan/mücazat ibarettir.
"İyyake/ancak sana" âyetinin sırı ise, daha önce de belirtildiği üzere, şudur: Başlangıçta sahip olduğun ilimler, ikinci halde, işaretlerinin hedefi ve maksadıdır; amaçların bu ilimde ortaya çıkarlar, bütün şe'nlerin ve irâdenin hükümlerinin tafsilleri onda belirirler. Böylelikle fer, aslın suretiyle zuhur etmiştir.
Bu ise, çok önemli bir sırdır, bunu bildiğinde, her şeyi öğrenmiş olursun.
"îyyake nestain/ancak senden yardım dileriz" âyetinin sırrı ise, ilk vecihten farklı bir şekilde bir öncekine atıftır; nitekim daha önce bunu belirtmiştik. Ayrıca bu ifâde, Besmele'nin "Ba" harfinde mücmel haldeki fakr/ihtiyaç ve bağımlılığı açıklama, Hakka boyun eğmeyi ve yönelmeyi kabul, bütün önemli meselelerde Hakka tevekkülü içermektedir.
"îhdina/bizi ulaştır" âyetinden surenin sonuna kadar olan bölüm ise, bir taleptir; bu talebe, özellikle yaratılışın birinci gayesini teşkil eden varlık olmak üzere, ferin aslına benzerliği sırrı dere edilmiştir ki, bunun neticesi, "Bilinmek istedim" ifadesiyle işaret edilen farklılaştırma /temyiz ve tariftir. Çünkü yaratılış olmasaydı, yaratılmışın/hadis mertebesi kadimin mertebesinden ayırt ayrılamazdı; bunun yanı sıra, vahdet mertebesi de, pek çok kesret hükmünü içermesi itibarıyla mutlak vahdetten ayrılamazdı. Bu mutlak vahdeti sınırlayacak hiç bir hüküm, onu belirleyecek hiç bir vasıf, onu açıklayacak ve izah edecek hiç bir lisan yoktur.
Bütün bunları, kitabın girişinde belirtmiştik.
"Mağdubluk/gazaba uğramak" sırrı ise, surete ait zahirî sapmalar, ruhanî ve manevî bâtını sapmalar, yani itidal derecesinden uzaklaşmaktan ibarettir; bu sapma, vücûdun başlangıcıyla sonu arasında ortaya çıkmaktadır ve bunun nedeni, isim ve var-lıklara/a'yân izafe edilen hüküm ve hâllerin birbirine girmesi/tedahül, bu hükümlerin bir kısmının diğerlerine baskın gelmesidir. Bu galip gelme ise, bunların terkibini -ki hangi terkip olursa olsun fark etmez- kendisine mahsus itidalden çıkartır.
Bidayet/başlangıç ve nihayetlerin/son sırrını, Hakkın el-Ev-vel ve el-Âhir olduğunu; Hakkın şe'nlerinin de bidayetler ile nihayetler arasında ortaya çıktıklarını belirtmiştim, bunu unutma!
Fatiha, Ümmü'l-kitab, yani kitabın aslıdır; daha önce, kitabın başında Fatiha suresinin mertebesini ve onun son ve değerli örnek olduğunu belirtmiştim. Zât gaybı, la-taayyünü yönünden, hiç bir hükmü, sıfatı ve ismi olmayan; bütün zâhirî-bâtmî, ilmî-vücûdî mertebelerdeki taayyünlerden önce olan bir hâldir. Bütün işlerin varış ve bitiş yerleri, başlangıçta kendisinden taayyün ettiği şeydir, Hak ise, el-Evveldir. işte, böylelikle, gayb mertebesine ait kâmil adalet sırrı, Fatiha suresinin hayrete işaret eden bir lafızla bitmesini gerektirmiştir. Bu hayrete mazhâr olanlar açısından bu hayretin son mertebesi, Zât gaybıyla bitişik olmuştur; bu nedenle de bu son mertebe, Ekâbir'in nihai mertebesi olmuştur. Çünkü onların Allah hakkındaki hayretleri, diğer isim ve sıfat mertebelerini aştıktan sonra, Hakkın zâtının kendi zâtından olan en ulvî özelliklerinde/husûsîyat gerçekleşir.
Zât gaybmdan taayyün eden varlık/vücûdî mertebelerin ilki, "teheyyüm" mertebesi olmuştur; bu mertebede "müheyyemûn" ortaya çıkmıştır/taayyün. Bunlar, içinde bulundukları halle, kendilerine, müşahede ettikleri ve çokça yaklaştıkları varlığa ve de Hakkın dışındaki şeylere dair şuurlarını kaybetmişlerdir. îşte aynı şekilde, işin sonu, daha önce de açıkladığımız gibi, başlangıcı gibi olmuştur; çünkü son, başlangıcın aynıdır. Bu nedenle Hak, kullarından seçkinlerin hâllerini, başladığı halle bitirmiştir. Bununla birlikte buradaki son hayret ile oradaki son hayret mensupları arasında çok önemli farklar vardır; bunları, sadece Ekâbir'den nadir kullar bilebilir.
Bu konuyu, misâllendirmiş ve ara açıklama şeklinde izah etmiştim, onu hatırlayınız!
Aynı şekilde Hak, yaratıklarıyla olan işlerini de, külli yönden hükmüyle kullarına muamele ettiği hal ile bitirmiştir; söz konusu hal, rızâdır: çünkü rahmet -daha önce de açıkladığımız gibi vücûdun kendisi olduğu için, Hakkın zâtı vasfı rızâ olmuştur; bu nedenle bu vasfın mukabili de, gazap olmuştur. Böylece bu iki vasıf arasında, Hakkın da zikretmiş olduğu bir önemli yakm-lık/mücaret meydana gelmiştir. Sonra rahmet, gazabı geçmiş ve Hakkın zâtı vasfı olan rızâ ile ona baskın gelmiştir: çünkü Hak, kendisi için icad/yaratma; Öte yandan mümkünlerin a'yânı hakkında ise, müsaade ettiği ve rızâ gösterdiği varlık ile vasıflanmalarından razı olmaydı, var olan şeyler mevcut olamazdı. Hak için rızânın pek çok mertebesinin olması, ifâde ettiğimiz gerçeği ortadan kaldırmaz.
Şu halde umûmî rızânın sureti, yaratılışın ta kendisi ve bütün mevcutlara varlığın/vücûd bahş edilmesidir/bezi; bunun ardından ise vücûdun özellikleri, kendi hükümlerine göre ortaya çıkmıştır. Bunların sayısı ise, rahmetlerin sayısı gibi, yüz tanedir.
Hakkın said kulları hakkındaki nihai hükmü, kendisinin de belirttiği gibi,onlardan razı olmasıdır; bu nedenle onlara asla gazap etmez. Böylelikle küllî yönden onları tarifi, başlangıçta onlar hakkında katından taayyün eden halle sona ermiştir; bu, önceden taayyün eden şeydi.
Vesselam!
Saidlerin kendileri açısından son hâlleri ise, özü istemek olan "dua" ile bitmiştir; bu, aynı zamanda onların ilk hâlleri idi: çünkü onların başlangıçta bezendikleri/insibağ ilk hal, Hakkın kendisiyle kendisine sual etmesinin ve de bu talebinin, zuhur ve izhârın kemâline taalluk hükmüdür. Böylelikle bu sualin hükmü, onların hakikatlerinde sirayet etmiştir: çünkü onlar, bu esnada, Hakkın nefsinde resm edilmelerin den /irtisam ibaret olan "ay-nu'1-kurb" mertebesinde idiler. Böylece onlar, istidat lisanlarıyla hakikatleri yönünden yaratılışı talep etmişler, bunun neticesinde Hakkın onlara olan icabeti ise, kendilerini yaratmak olmuştur; daha Önce yaratılışın başlangıcından bahsederken kitabın başında bu meseleyi açıklamıştık.
Böylelikle, onların nihai hâlleri de talep ile sona ermiştir. Bu talep, "Hamd alemlerin Rabbı olan Allah'a mahsustur" kalıbıyla yapılmıştır: nitekim Allah, "Onların son davaları, alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun demektir" (Yunus, 10) âyetiyle bunu bildirmiştir, çünkü zikredilen ilk sualin amacı, Hakkın kemâlinin zuhur etmesidir; bu durumda ise, kuşkusuz, hamd ortaya çıkmıştır. Bunun bir Örneği, yemek yiyen veya bir şey içen kimseye haindin emredilmesidir; bunlar, başladıkları işi tamamladıktan sonra ham ederler.
Hak, nazil olan Kur'an-ı kerim'i "miras" âyetiyle bitirmiştir: çünkü, özellikle dünya hayâtında olmak üzere hüküm yönünden son isim, el-Vâris ismidir. "Kuşkusuz ki biz, yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara vâris oluruz. Sonra bize döneceksiniz." (Meryem, 40)
Sana, miras hakkında bir örnek vereceğim ki, o misâl üzerinde düşünürsen, gerçekten çok mühim büyük bir ilme muttali olursun. Şöyle ki:
Güneş ve aydınlatıcı bütün cisimlerin ışınları, sadece kendilerine kesif bir cisim mukabele ettiğinde yayılırlar. En açık tahkike göre: Ortada kesif Bir cisim bulunmasa, güneşten asla bir ışık zuhur etmezdi. Işınlar, güneş ve kesif suret arasında ortaya çıkmaktadırlar: bu kesafet arttığında, ışınlar yayılır ve ortaya çıkar; bu kesafet azaldığında ise, söz konusu ışınlar kendisinden yayıldıkları cisimde dürüîüp kalırlar. Buna göre ışının, üzerine yayıldığı cisimlerden kazandığı vasıfla dürülmesi, mirasın dönmesi gibidir: Böylelikle, başlangıçta kendisinden çıkan nuru, bitiştiği ve -gül suyu örneğinde belirtildiği gibi- yansıdığı şeylerden kazandığı özelliklerle güzelliği artmış olarak tekrar geri döner, bizzat sabit olmayan ve talep edilmeyen şey, izale olur; söz konusu şeyler, üzerlerine yayılan nûr ile ve kendilerine sirayet eden emir ile sonradan sabit olmuşlardır. Allah Teala, şöyle buyurmuştur: "Hakkın vechi müstesna her şey helak olacaktır. Hüküm O'rta aittir ve O'na döneceksiniz." (Rahman, 26-27).
Kitabın başlangıcında şunu belirtmiştik ki: Zatî kemâl, zail olmasa bile, onun kemâli isimlerin kemâliyle zuhur eder. İsimler ise, ilim ve vücûd olarak, a'yân ile zuhur ederler: şayet a'yân olmasaydı, isimlere mahsus mertebenin kemâli ortaya çıkmazdı-Aynı şekilde Hak olmasaydı, a'yân hakkında varlık kemâli gerçekleşmezdi. Şu halde bunların hepsi, birbirlerine vâristir; bu iki hâl, sonuçta vâris olunan/mevrüs veya başlangıçta benzer/mü-temasil iki hâldir.[4]
Bütün işler, Allah'a varır.
İki yönden birisindeki durum, daha Önce belirttiğimiz hususlarla açıklanmıştır; diğer yöndekini ise, tam huzur halinden sonra gerçekleşen halife atanma/istihlaf takip eder. Tasarruf, yaratma ve halifeliğe atanmada bâtmlık zorunludur. Varislik ve zikrettiğimiz diğer hususlar, bâtmlık ve zâhirlik üzerinde odaklaşır. Son gaiplik ise -ki bu, Hak'ta tam anlamıyla fânî ve müsteh-lek olmakla gerçekleşen kemâlin gereklerinden birisidir- halifenin Rabbını kendi yerine halife ve O'nu tam olarak vekil edinmesini gerektirir.[5]
Nitekim, daha önce bütün bu konulardan bahsedilmişti, hatırlayınız!
Kâmillerin dışındaki hâlifelerin varislikteki hükümleri ise, hilafetteki paylan ve bu hilafetle ilişkilerine göre değişir; hilafetten nasibi olan herkesin -az olsa bile- bir payı vardır.
Artık, bu konudaki ifâdelerimi hatırla ve anla!
Anlatmak istediğimiz şeyleri tam olarak anlaman, gerçekten garip bir durumdur.
Vesselam!
Bilinmelidir ki: Deniz, nehirlere vâris olur; yer, bir şekilde kendisinden kopan şeylere vâris olur; ateş ve hava da, ilk ikisiyle birlikte /toprak ve su, kendilerinden meydana gelen şeylere vâris olurlar. Ulvî şeyler, kabiliyetlerde ortaya çıkan cüzî kuvvetlerine vâris olurlar. Her şey, kendisinden çıkan şeylere nispetle asalet ve küllî oluşuna göre, vâris olur. Allah, el-Cami ve Asıl olması itibarıyla, miraslara ve isimlerine ait mirasa nispetle, vârisçilerin en hayırlısıdır.
Sonra şöyle deriz:
Kuşkusuz ki Allah, sıfatı ibâdeti, secde ile bitirmiştir; bu secde, mahşer gününde şefaat kapısını açarken Hz. Peygamber, şefaat izni verilenlerden Hakkın diledikleri ve -şeriatta belirtildiği gibi- secde etmelerine izin verilenlerce yapılacaktır. Bu secdenin ardında ise, herhangi bir emir ve teklifin bitişmediği sadece zâtı ibâdet vardır.
Hak, Zât'ma mahsus gaybınııı mertebesinden zahir olmak ve yönelmek/teveccüh özelliğiyle bütün yaratıklarına gelişini, iyilerin kötülerden ayırt edileceği ve amellerin değerlendirileceği kıyamet gününde bulutlar içinde gelmekle bitirmiştir: çünkü bu geliş, hüviyetinin gaybında Amâ mertebesine ilk gelişi gibidir. Hakkın sözü edilen ilk gelişi, zahir olmak, izhâr etmek ve Vü-cûd'u kabul eden a'yânı kuşatıcı rahmeti ile "sübût" mertebesinde/hazret kalan diğer a'yândan ayırt etmek; bunun yanı sıra, her bir ayıı'm kendi istidatları ve Hakkın onlara dair ilminin gereğine göre hak ettikleri şekilde haklarında hüküm vermek içindir. Allah şöyle buyurmuştur: "Bugün nefsin, hesapçı olarak sana kafidir." (İsra, 14).
Bunu anla, kuşkusuz sadece nadir insanların keşfen bilebildiği sırlar sana açıklanmıştır.
Hak, aziz Kur'an'ı "inzal" oluşu yönünden, makbul ve mer-dutları/reddedilen ayırt eden Berae süresiyle bitirmiştir; çünkü tenezzül eden son hüküm, temyizdir; bundan dolayı kıyamet günü, ayırt etme/fasıl günü olmuştur: çünkü Allah, o günde çirkini temizden ayırt edecektir: "Ki Allah pisi temizden ayırsın ve pis olanı üst üste koyup, hepsini bir yığın haline getirsin ve topunu cehenneme koysun. İşte bunlar, hüsran içinde kalan-Iardır." (Enfal, 37)
Allah, peygamberliği bizim peygamberimiz (sav.) ile bitirdiği gibi, şeriatların hükümlerini de bizim şeriatımız ile bitirmiştir. Bizim şeriatımızın hükmünü ise, güneşin batıdan doğmasıyla bitirmiştir; bu, beden batısından/garp hayvanı ruhun doğup, ilâhî ruhun nurunun dürülmesine/takallus benzer. Çünkü güneşin genel kevnî varlıktaki konumu, hayvani ruhun bedenlerimizde* ki konumuna; însân-ı kâmil yönünden Kalem-i a'la'nm, bedenimizi/ n eş 'et yöneten ilâhî ruh ile olan ilişkisine benzer. Buna göre, güneş batıdan doğduktan sonra hiç kimsenin imânı ve ameli kabul edilmeyeceği gibi -nitekim Allah teala "Rabbmm mucizelerinden bazısının geldiği gün, daha önce imân etmemiş yahut imânı halinde hayır kazanmamış olan kimseye imânı fayda vermez" (Enam, 158) buyurmuştur ve bu âyet, peygamberi tarafından bu şekilde yorumlanmıştır-, aynı şekilde insanın ruhunun bedeni yönetmekten yüz çevirip, hayvani ruhunu terk etmesinin ardından da, hiç bir amel kabul edilmez. Nitekim Hz. Peygamber (sav.), "Kuşkusuz ki Allah, can boğaza gelmediği sürece kulun tövbesini kabul eder" buyurmuştur.
Allah, bu ümmetteki Hz. Peygamberin zahir halifeliğini, Hz. Mehdi ile bitirmiştir; genel anlamda Allah'ın halifeliğini ise, Hz. Meryem oğlu İsa (as.) ile bitirmiştir.
Allah, Muhammedi velayeti, zât ve ulûhiyet arasında sabit olan berzâhlık mertebesine ulaşan/tahakkuk kimse ile bitirmiştir: çünkü nübüvvetin bitmesi, ubudiyette/kulluk mertebesi yetki/efendilik sahibi olan ulûhiyet mertebesine mahsustur. Genel velayetin bitmesi ise, meliklik, terbiye, ıslah ve benzeri şeylerle alemlerin rablığmm bâtını sırrının sahibidir; bu sırrm genel var-hk sureti karşısındaki durumu, nefse benzer.
Binaenaleyh, bütün bu zikrettiklerimiz, ana mertebelerden ilâhî mertebenin suretidir.
Allah, ihtisasa mazhâr olmuş vâris kullarından kâmilleri ise, cem'ü'1-cem mertebesinin mazhârı olan kuluyla bitirmiştir; o kul gibi cami'/kuşatıcı bir kimse yoktur ve kendisinden sonra hiç kimse, onun vâris olduğu şeyleri elde edemeyecektir. Bütün hükümleri içeren "ahirlik/sonluk" kemâli ona aittir, bu nedenle de, Efendisinden/Mevla başkası onu bilemez.
Allah, bu kulunun dışındaki diğer kimseler için hasıl olan tecellîlerini ise, zâtı tecellîsiyle bitirmiştir; bu tecellînin zuhur etmesiyle, Allah'a sülük edenlerin seyri de sona ermiştir/inhitam.
Allah, bu sülüğün benzeri olan haccı da, makam etrafında tavaf ile bitirmiştir; bu makam, sülük edenlerin kıblesidir.
Allah, külli makamlardan her birisine bir bitiş; o makamın kendisiyle kemâle ulaştığı ve izhâr edip, ortaya çıkardığı bir sır tahsis etmiştir, şayet, konuyu uzatmış olmasaydım, ana makamları ve bunların kimle sona erdiğini veya ereceğini açıklardım. Fakat, hatırlatmak ve ikâz etmek için bu bağlamda bir örnek sundum; bu örnekte, bu zevke ortak olan Ekâbir'den akıl sahip-leri/lübab için yeterli bilgi vardır.
Allah Teala'nm gizlemek istediği bir şeyi, izhâr etmek mümkün değildir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Size ilimden çok az şey verilmiştir."' (îsra, 85).
Allah, doğru söyler ve doğru yola ulaştırır. [6]
Aslî-Şer’î ve Kur'anî Bazı Sırlar
Bilinmelidir ki: Hakkın başta bizim şeriatımız olmak üzere şeriatlar diliyle olan hitabı, öncelikle yedi küllî kısma ayrılır ki, bunlardan her birisinin altmda başka bir takım kısımlar bulunur:
Buna göre bu yedi kısmın ilki, hakikatlerden haber verme-yi/inba içerir, açık-gizli zarar ve faydalan açıklar. Bu ilk kısım, iki kısma ayrılır: Birincisi, akılların kendilikleriyle hemen veya bir ikâz ve hatırlatmadan sonra idrâk edebildikleri kısımdır. İkincisi ise, akılların kendi başlarına idrâk edemedikleri kısımdır; akıllar, bu kısımdaki bilgileri idrâk edebilmede açıklayıcı/kaşif ilâhî bir nura muhtaçtırlar.
Bu Özellikteki bir hakikati zikretmedeki amaç, nefisleri ikâz etmek, himmetleri bu bilgilere ulaşmaya ve elde etmeye teşvik ve bu konuda onlara yardım etmektir; bu ikâzın gayesi ise, insanların kolaylıkla elde ettikleri şeylerle tatmin olup, bunları nihayet zannedip, bunların ötesinde başka bir bilginin bulunmadığını düşünmemelerini temindir; böyle düşünürlerse nefisler, duraklar ve daha fazlasını talepten geri kalırlar.
Bu kısmın içerdiği bazı bilgiler, bazen bunları daha anlaşılmaz ve kapalı kılan lafızlarla bildirilebilir; bununla birlikte, kendisinden haber verilen şey bazen görülen, hazır olan ve farkında °mnmayan ve de bu isimle isimlendirilen , bu vasıf ile nitelenen ?ey olduğu bilinmeyen bir şey olabilir. Bundaki sır ise, bilgileri-Ile ulaşmada rağbeti artırmak için sırların gizemini korumaktır.
Bunları talep ederken gereken ciddiyette rehavet göstermemek gerekir; bu talep, belki de -Allah'ın yardımı ile- bunlara ve diğer sırlara muttali olma imkânı verecek, hatta bunların bilgisine bağlı olan saadete ulaşmayı temin edecektir.
Çünkü insanlar şunu bilirler/fıkh ki:Nefis bu tür bir şeyi aslını bilmeden fer olarak öğrenirse/ bu sırrın ağırlığı nefiste ortadan kalkar ve bundan sonra onu öğrenir. Belki de nefis, Hakkın sıfatlarından tazim Özelliğiyle dinlediği diğer sırları ise, eğip büker, böylelikle bütünüyle o hakikate karşı soğur ve neticede helak olur; hatta belki de fetrette kalır ve belki de Allah'ın âyetlerini/şeair küçümseyerek ve yasaklarını hafife alarak geri döner. Bu kişinin durumu, Hak kendisini muttali kı-lıncaya kadar açık bir imân ile onları dinleyen ve hürmetle onları aklında tutan kişiden farklıdır; böylelikle imanlı kişi, bu sırları aslından öğrenir ve perdeli müminin onlara gösterdiği tazimle nispet edilemeyecek bir hürmeti bu sırlara gösterir: çünkü bu hürmet, hiç zail olmayan ilmin neticesidir, buna karşın ilk hürmet ise, yok olacak bir vehmin ürünü idi. Böylelikle Sari ve kendisine tabi olup, bilgisinin kaynağında O'na ortak olan kimse, bu gibi bir sırrı açıklamış olsaydı, bu bilgileri küçümseyen kimsenin bu açıklamalarla şakiliğe düşmesine sebebi olurlardı; "alemlere rahmet"[7] olarak gönderilen bir insan, böyle bir davranıştan münezzehtir.
Zikredilen afetin sahipleri, selimliğini yitirmiş fıtratların ve ilk parıltıların/levamih mensuplarıdır: onlar, sahîh imânın temizliği üzerinde kalamamışlar ve zâti müşahedenin hakikatini ve sarih keşfi elde edememişlerdir. Çünkü kesin müşahede ehli ve şuhud ehli, eşyaya hürmet eder/tazim ve onları Hakkın şeaıri[8], mazhârları ve isimlerinin suretleri diye görürler; zorlananlar ise, isimlerin isimlerinin/esmaü'1-esma mertebesinde dur-muşlardır. Onlar, isimlerin ve bu isimlerle isimlene-nin/müsemmâ hakikatini bilemezler; böylelikle onların hürmetleri/tazim, vehimden kaynaklanan biçimsel bir hürmet olur ki, his ve nefsin idrâki bu hürmeti ortadan izale eder.
Bu nedenle Sari (sav.), insanların himmetlerini belirttiğimiz konulardaki bilgilere ulaşmaya teşvik için ve de akıl sahiplerinin tebliğde onun yetkin gücünü öğrenmeleri için zikrettiğimiz hususu dikkate almıştır; bu yetkinlik sayesinde o, söz konusu hakikatleri ne gizlemiştir ve ne de ifşa etmiş, asine onları tam ibarelerle dile getirmiş, bunlar, akılli-zeka/lüb sahiplerine maksadı tam olarak aktarabiliri işlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber, bu hakikatleri uygun isimlerle isimlendirmiştir; bu isimlendirme, bir yandan tam açıklık ve onun getireceği zararlardan korunmuşken, öte yandan, sıradan insanların anlamasını da engellemez. Böylelikle Hz. Peygamber, bu hakikatleri dile getirirken, nefsi zayıf kimse kutsiyet mertebesine arzu duyup, yükselsin, akıllı kişinin ise basireti artsın diye, açıklık ve gizliliği birleştirmiştir.
Allah, ona ve içimizden onun kardeşlerine ve de doğruya irşat eden kimselere en hayırlı şekilde mükafatlar versin!
Diğer kısım ise, başka bir mesele için verilmiş örnekler /darb-ı misâl kabilinden olan şeylerdir; bunu, Hakkın bildirme-siyle, günahlardan sakınmış kimseler bilirler.
Bu da iki kısma ayrılır: birincisi, bizzat verilen örneğin de, örneğin kendisi için verildiği iş gibi, Öncelikli amaç olduğu kısımdır; bunun nedeni, verilen örneğin değeri ve içermiş olduğu mühim yararlardır. İkinci kısım ise, öncelikli gayenin misâlin kendisinden dolayı verildiği ve o şeye dikkat çekilen meselenin olduğu kısımdır; bu kısımdaki örneğin içermiş olduğu faydalar ise, birincil değil, ikincil olarak amaçlanmışlardır.
Zayıf akıllılar adına korkmasıydım ve Şari'nin riâyet ettiği ve bizim de dikkate almamız gereken hikmeti gözetmiş olmasıy-dım, her kısımla ilgili bir Seri mesele zikreder ve ilâhî katta o şeyin aslına dikkat çekerdim; fakat bir örnek zikrediyoruz ve akıl-11 kişi için bu yeterlidir:
Birincil olarak amaçlanan/(kast-i evvel ile murad) şey, iki kısma ayrılır: mutlak ve mukayyet. Buna göre mutlak, ilim ve varlık mertebelerini kemâle erdirmekten meydana gelen kemâldir; buna, defalara işaret etmiştik. Mukayyet ise, her zaman ve dönemde o asrın kâmilidir; kâmilin dışındakiler ise, bu yönden, ancak ikincil olarak amaçlanmışlardır. Bununla birlikte onlar da, başka bir itibar ile birincil olarak amaçlanmışlardır, ki, bunun nedenine daha önce işaret etmiştik. Bunu, yani birincil amaçla kast edilen kimseleri, zikrettiğimiz konuda ilk muhataplar takip etmektedir: çünkü onlar, Seri hükümlerin oklarının ilk hedefleridir; bu bağlamda, özellikle de, Şari'nin başlangıçta ortaya koymadığı meşru bir hükmün inmesinin sebebi olanları zikredebiliriz.
Bunu anlayınız, Allah'ın izni ile doğruya ulaşırsınız.
Diğer kısım ise, alemin maslahatı için amaçlanan şeylerdir; bu maslahat, alemin ve ehlinin âhirette korunmasıdır. Bunlara örnek olarak, dünyada, âhirette, Allah katında ve Allah'ın dilediği kimselerin katında faydalı ilim ve amelleri verebiliriz; bu fayda, kendisinden yararlananların bedenlerini ve ruhlarını kapsar. Ayrıca, alemin ve ehlinin korunmasıyla ilgili söz konusu maslahat, dünya hayâtı için de geçerlidir; bu kısma örnek olarak "Sizin için kısasta hayât vardır" (Bakara, 179) hükmü, zenginlerden zekat alıp, bunları fakirlere dağıtmak, ruhbanlarla savaşmamak verilebilir: çünkü, ruhbanlarla savaşmada herhangi bir maslahat veya cizye almak ve benzeri gibi, nübüvvetin sırrı, yollan ve ondan ortaya çıkan yararlar kapsamında zikredilmiş bir fayda yoktur.[9]
Yedinci kısım ise, bütünden ilk-mutlak anlamda amaçlanan şeylerdir ki, bunu biraz önce belirtmiştik; bu kısım, bütün kısımlara sirayet eder.
Hz. Peygamber'in mirasıyla tahakkuk eden/miras-ı Mustafa ve Kur'an'm en büyük Ümmü'l-kitap'tan özel zevk ile tenezzül edişini bilen kimse, aziz kitabın sırlarını bilir ve onun külli kısımlarının zikrettiğimiz kısımlarda sınırlı oluşunu anlar. Ayrıca bu kişi, görür ki: bu taksimde tam hakikat vardır ve bunda muhatapların hali, anlayışları ve de aşina oldukları şeyler; mevtin, zaman, mekan ve ilk muhatapların halinin hikmeti, sidr-i mah-dûd[10], talh-i memdud[11], ma-i meskûb[12] ve zill-ı memdûd[13] gibi ilk mertebelerin saygınlığı için/hürmet gözetümiştir; söz konusu mertebeler, Kur'an'da ve Sünnette defalarca zikredilmişlerdir. Ümmetin çoğunluğunun, teşvik ve benzeri konularda bu gibi ifâdelerin zahirinden bir nasipleri yoktur. Bu ifâdenin bir benzeri de, erkeklere ait olan "gümüş bileziklerle süslenmişlerdir"[14] ifadesidir; bunlar, mümin kişinin abdestin ulaştığı uzuvlarını süslerler.
Bunu anla ve düşün!
Şimdi de, küllî-şerî ana hükümleri zikredeceğiz. Şöyle deriz: Helâl iki kısma ayrılır: Mutlak ve mukayyet helâl. Buna göre mutlak helâl, varlıktır/Vücûd: çünkü varlık, kendisini kabul eden hiç bir şeyden asla men edilmemiştir. Bir açıdan mukay-yet-helâl ise, mükellef insanın işlediği veya fiü-hal-söz olarak içinde bulunduğu her türlü iştir; bu işler, dünya hayâtında yasaklanmamış, gerek bu hayâtta ve gerekse âhirette de kendilerinden dolayı herhangi bir mesuliyet yoktur.
Haram da iki kısma ayrılır: Mutlak ve mukayyet haram: Mutlak haram, Hakkın künhünü -Hakkın kendisiyle kendisini biknesi veya görmesi gibi- ihata etmektir. Bir açıdan mukayyet haram ise, mükellefin halinin değişmesiyle Hakkın hükmünün değişmediği her fiildir; bu fiilin gereği, cezalandırma ve yargılamadır. Bunlara örnek olarak, şirk, ana veya oğlu nikah etmek gibi fiilleri verebiliriz: çünkü bu tür fiiller, Ölü etinin haram kılınması gibi, mükellef zaruret halinde bulunduğunda helâle dönüşebilen haramlara benzemezler. Bu ikinci tarz hüküm, mükellefin halinin değişmesine göre değişir, dolayısıyla bu hüküm, bir durumda tespit edilir, ikinci bir halde ise, başka bir hal ile iptal edilir.
Meşru hükümlerin çoğunun durumu böyledir. Bunların sayılmasına ve meselenin uzatılmasına gerek yoktur; zikrettiğim kısımların dışında kalanlar ise, bu kısımlara nispetle cüzî kısımlardır.
Mubah da, mutlak ve mukayyet kısımlara ayrılır: Buna göre mutlak mubah, teneffüs etmek, mekana yerleşmek ve bütün açısından hareket etmek gibi fiillerdir. Mukayyet mubah ise, su içmek ve bedenin müstağni kalamayacağı şeylerle beslenmek veya insanın zorunlu olaratk kendisini koruduğu barınmak ve yerleşmek gibi fiillerdir.
Mekruh, hayır ve şerrin karışık bulunduğu her işteki baskınlıktan ibarettir: her iki yöndeki/hayır ve şer kuşku, herhangi bir sarih nassa dayanmaksızın arzu, adet, aklen beğenmekle ortaya çıkar. Takvada gözetilen kesinlik ve ihtiyat, bundan sakınmayı gerektirir; bunun nedeni ise, çoğunluğa nispetle o fiilden umulan gizli bir zarardır ki, nadir kimseler ise, o şeyin zararından ilâhî inayet veya ilmî "iksir" sayesinde korunurlar. Bu özellik, güçlü nefis ve mizaç sahibi kimselerin zehirli ve benzeri zararlı yiyecekler karşısındaki durumlarında olduğu gibi, esas alınmaz. Ayrıca, bu bağlamda başka bir örnek de zararlı gıdaları ve benzeri şeyleri yiyen doktordur; doktor, bu zararlı gıdaların zararını bir ilaç ile ve başka bir şey ile giderdikten sonra onlardan yer.
Açıkladığımız bu meselenin dili, "Muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir" (Hud, 114) âyetidir. Ayrıca Hz. Peygamberin. "Her kötülükten sonra onu yok eden bir iyilik yap" hadisi de bu kapsama girmektedir.
Bunu bilmelisin!
Mendup, zararsız ve genellikle faydası umulan ya da bazı durumlarda bazı kimseler için çok faydalı olduğu ümit edilen bir şeyle karışık olduğu için, gizli veya az belirli bir faydası olduğu zannedilen her iştir. Mendup, adeta, mekruhun zıddıdır.
Hz. Peygamber, iki durumu da birleştiren bir kaideye dikkat çekip, şöyle buyurmuştur: "Bir adam Allah'ı gazaplandıracak bir kelime söyler, bu kelimenin nereye ulaşacağını bilmez, böylece o kişi o kelimesinden dolayı Cehennemde yetmiş kuyuya düşer. Bir adam da, Allah'ı razı eden bir kelime söyler, onun nereye varacağını bilemez, böylece bu kelimesinden dolayı 'illiyyîn' derecesine yazılır/'
Başka bir rivayette ise, "Allah bu kelimesinden dolayı o kişiye kendisiyle karşılaşacağı günde rızâsını farz kılar" buyrul-muştur.
Nasih/hükmü kaldıran ve mensuhun/hükmü kalkan sırrına gelince: Nasih, hükmü sabit olan ismin hükmüdür. Bu ismin saltanatı herhangi bir şeriatta taayyün ettiğinde, şeriat bu ismin hükmü devam ettiği sürece devam eder ve o şeriatın bu ismin dairesinin içermiş olduğu hakikatleri/a'yan ifâdesi, bu ismin hükmünün sürmesine bağlıdır.
Mensuh ise, Haktan belirli bir gurup adına şeriatın feleğinden daha küçük feleği olan herhangi bir ismi yönünden beliren her hükmün ifadesidir; bu ismin hükmü şeriatta ortaya çıkar ve Hak, bu ismin hükmünün, kendisinin ortaya çıktığı şeriatın devrinin ve zamanın sona ermesinden önce bitmesini gerektirmiştir. Buna göre, önceki meselede hüküm sahibi olan isme mukabil bu ismin saltanatı ortaya çıktığı vakit -ki bununla birlikte bu şeriatın kendisine dayandığı isme dahil olurlar- önceki ismin hükmü sonradan gelen isme katılır; böylece, geç gelen ismin saltanatı ortaya çıkar ve devri devam ettiği süre devam eder.
Nitekim Hak, bunun kaynağına peygamberin diliyle dikkat çekmiştir: "Benim rahmetim, gazabıma baskındır."
Muhkem ise, bizatihi açık olan şeydir; ayrıca o, Hakkın "ilah", alemin ise "meluh" olarak gerektirdiği şeylerdir.
Müteşabih, bir açıdan Hakka, bir açıdan ise aleme nispet edilmesi mümkün olan şeylerdir; bu bağlamdaki hüküm, nispet ve izafetlere göre değişir.
Bunu anlayınız, kuşkusuz ki, ilâhî mertebelerde meşru hükümlerin asıllarına dikkatinizi çektim; Hakkın şeriatların diliyle ve bütün şeriatlar üzerine ve bütün peygamberlerin zevkine hâkim olan bizim şeriatımızın diliyle kullarına olan hitabını size bildirdim.
Artık sen de, dikkatini çektiğimin meselenin önemini ve müntesip olduğun peygamberin kadrini idrâk et, onun şeriatının haklarını yerine getir: çünkü Muhammedi şeriatın haklarını tam olarak yerine getirip, Hakkın kendisini o şeriatın edeplerini layık oldukları tarzda gözetmeyi nasip ettiği kimseye Hak, bütün önceki şeriatlarda Hakkın gizlemiş olduğu sırları açıkça gösterir; bu kişi, bu sırlarla ve ayrıca bunlardaki Allah'ın emrinin sırrıyla tahakkuk eder. Böylelikle bunlarla hüküm verir, bunların dilediği hal ve özellikleriyle zuhur eder.
Bununla birlikte, kuşatıcı ve ihata edici Muhammedi şeriatın hükümlerinden de dışarı çıkmaz. Şayet o şeriatın adabından yükselip, zahirî adabından bâtını adabına terakki ederse; bu adabın rûhânîliğine eklenirse ve Hakkm seçkin kullan ve kâmil mümin kardeşleri arasına katılırsa, onların tattığı hakikatleri tadar, eşya hakkında ve eşyada onların verdikleri hükümlerle hüküm verir.
İşte bu, Allah'ın fazlıdır. Allah, onu dilediği kullarına verir. Allah, büyük ihsan sahibidir. [15]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 467.
[2] İlahi ilimde yokluğu ve varlığı eşit olan mümkün hakikatlerin haricî varlığa çıkmaları, ilâhî irâde tarafından "tercih" edilir. Bu tercih, irâde sıra" ile ortaya çıkar.
[3] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 467-473.
[4] "Burada Konevî, isimlerin ve a'yânm ya da Allah ve kulun vâris olduklarım belirtmektedir. Buna göre kul, önceki örnekte de belirtildiği gibi, nurun vârisidir. Hak ise, a'yân'm ortadan kalkmasının ardından nurun tekrar kendisine dönmesi yönünden vâristir." (Abdülkadir Ata.).
[5]Konevî'nin burada sözünü ettiği şey, kulun sülüğünü tamamlayıp, bütün tasarruf ve fiillerinden fânî olduktan sonra Hakkın onun fiil ve hallerinde onun adına yürütmesidir. Bu hal, kurb-i nevafil halidir.
[6] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 474-484.
[7]"Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."
[8]"Kim ki, Allah'ın şeairine/alâmetler tazim ederse, bu kalblerin takvasındarıdır." (Hac, 32)
[9] Burada sadece üç kısım zikredip, ardından yedinci kısma geçmektedir.
[10]"Dalbastı kirazlar." (Vakıa, 28)
[11]"Salkım muzlar içinde." (Vakıa, 29)
[12]"Çağlayan bir su." (Vakıa, 31)
[13]"Uzamış bir gölge." (Vakıa, 30)
[14]"Üstlerinde ince ipekten ve kaim atlastan yem yeşil elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır." (İnsan, 21)
[15] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 485-492.
Sonuç
Bu bolüm, bütün hikmetleri içermektedir ve kitabın sonu olmaya uygundur.
Bilinmelidir ki: Bazı şeyler vardır ki, onlar, hükümleri, mertebeleri ve sıfatları yönünden ilmen sayılamazlar, müşahede edilemezler ve görülemezler. Bazı şeyler de vardır ki, görülmeleri, herhangi bir şeye taallukları ve de kendi şe'nleriyle sınırlanmayı kabul etmeleri yönünden müşahede edilir ve görülürler; söz konusu şe'nler, bir itibarla "isimler" ve "mertebeler", başka bir itibarla ise "sıfatlar" diye isimlendirilirler.
Bununla birlikte onu ihata etmek ve hakkında sınırlayıcı hüküm vermek mümkün değildir.
Haktan olan payımız, bu kısımdır. Bu hale tercüman olan bir şair şu mısrada ne güzel söylemiştir:
Gözler senin güzelliğini gerçek üzere görmüşlerdir Akıllar ise, onun künhüne sahih anlamda erişememişlerdir
Bilinmelidir ki: Farklı şe'nleri vb. itibarıyla çeşitli vecihleri °lan herhangi bir varlığı tam olarak bilmek, bu vecihlerin değeri ve ulvîliğine göre veya şerefin nedeni olan dereceden uzaklığa veya vecihlerin, nispetlerin ve tafsili hükümlerin fazlalığına bağlıdır: Bu fazlalığı şöyle örneklendirebiliriz: Zeyd'in ilmi, beş yöne taalluk eder, buna karşın Bekir'in ilmi, o varlığın on vechi-ne ilişir.
Hakikati mâhiyeti açısından kendinde bulunduğu/fi-nefsü'l-emr hale göre bilmek ise, Hakkı bilmek hariç, bu bilmede bilenler arasında hiç bir üstünlük, farklılık ve çeşitlilik olmaz. Hakkı bilmek ise, böyle değildir, çünkü Haktan ilim veya müşahede olarak idrâk edilen, Haktan taayyün eden ve a'yana göre sınırlanan şeydir; ya da, birbirleri için zahir olan şe'nlerine göre veya Hak bunlarla ve onlara göre zuhur etmiştir ya da bu şe'nlerin bir kısmı diğerlerini ve Hakkı da kendi açılarından idrâk etmiştir de diyebilirsin.
Bu miktar, lizâtihî taayyün etmeyen ve de lizâtihî hiç bir şeyin de onda taayyün etmediği Gayb'tan taayyün eden şeydir.
Taayyün, taayyün dışı olan Gayb'ten sürekli devam eder. Çünkü, Hakkm tecellîsini kabul eden ve onu belirleyen/muay-yin mümkünlerin bir nihayeti yoktur. Şöyle de diyebiliriz: Hakkın zuhurunun taayyün ettiği ve çeşitlendiği şe'nlerinin bir nihayeti yoktur. Hak, daha önce de belirttiğimiz gibi, tecellîgâha, onun sıfat ve hükmüne tabidir.
Bunu anlayınız; bu kelimelerde size bildirdiğim hakikatler üzerinde düşünürseniz, garip şeyleri idrâk edersiniz.
Bilinmelidir ki: Allah, bu kitabı tamamlamayı nasip edince, kulunun kulluk diliyle Rabbine şükretmesi gerekmiştir. Bu kitaba, hikmetlerin özleri, latif hakikatler yazılmıştır; bunlardan maksadı ancak büyük muhakkiklerin yoluna katılanlar süzebilir. Bunun yanı sıra, bu bilgilerin kaynağına, membaına, hazinesine ve kökenine de muttali olmak gerekir.
Şükür mertebelerinin en üstünü, O'nun hakikatini ve sadece Hakkm Efendi ve nimet veren olduğunu bilmektir. İşte ben, şu" kür ve şükrün gereklerine, hükmü bütün sıfatlara da şamil ola' cak ve kemâl zevkine işaret edecek şekilde dikkat çekeceği; sonra da benimle izhâr ettiği, öğrettiği, bildirdiği ve açıkladığı şey ile Rabbime tazarru edeceğim:
Şükür, Hakkın sıfatlarından birisidir, çünkü Hak eş-Şekûr'dur; onunla, yani şükür ile tarif ve mukayyet övgü ortaya çıkar.
Şükrün iki sebebi vardır: Birincisi minnet kabilinden başlangıçta ulaşan nimet ve "Size ulaşan her nimet Allah'tandır" âyetinin sırrını düşünmekle yapılan şükür, ikincisi ise, sabır karşılığında gelen ihsandır. Ayrıca bu ihsan, kulu imtihan etmek, yaratılışının Özünü sürekli maruz kaldığı şe'nlerin tesirlerinden ayıklamak için kula ulaşır. Kulun'Hakka şükrünün neticesi olan bu ihsan, bu sayede kulun daha fazla ihsana mazhâr olmasını gerektirecek şekilde, onda başka bir şükür meydana getirir. Binaenaleyh, iş daima rablık mertebesi ile kulluk mertebesi arasında döner durur; böylece, şükrün hakikati bütün hükümlerinin kulun makamında zikredilen tarzda gerçekleşen ayıklama ve tereddüt ile zuhûruyla tamamlanır. Bunun neticesinde ise, kulun ve özelliklerinin kemâl hali, ilâhî kemâl özelliğiyle zuhur eder.
İşte, Hakka ve halka nispet ve izafe edilen bütün hal ve vasıflarda da durum böyledir. Bunlar Hakka ve halka, "cem"' ve "si-va" diye isimlendirilen makamda ortaklık ve perde makamında aleme nispetle "ortaklık" diye isimlendirilen tarzda nispet ve izafe edilirler. Çünkü sıfat, rabhk mertebesi ile kevnî mertebe arasında gider gelir; varlık olarak Hakkm mertebesinden başlar, taayyün olarak da kevn mertebesinde ortaya çıkar. Söz konusu sıfat, temizdir, mukaddestir ve mutlak anlamda kabul edicidir; başlangıçta alemde "ayn" hükmüyle taayyün etmiştir. Bu ise, sadece taayyünün kendisidir.
Bu sıfat, kevnî varlık alanına girdiğinde ise, aslî temizliği ile kevnî hükümlerin gerektirdiği boyanma arasında bir baskın gelme mücadelesi başlar; kevnî hükümler, farklı hakikatleri yönünden kabul-ret, tesir-teessür, smırlama-ıtlak, bâtmlık-zuhûr olarak ou boyanmayı gerektirirler. Buna göre bu ilâhî sıfatın eseri, amaçlanan tecellîgâh olan beşerî tavır ve makamda zuhur etmekle kemâle erinceye kadar böyle devam eder. İnsan da bu sıfat yönünden başka bir hal ve Özellik kemâli kazanır ve onunla birleşip, ilâhı tavra yükselir. Burası, ahadiyyü'1-cem mertebesidir.
Kemâlin sırrı bütün isim, sıfat, hal, mazhâr, mertebe, zaman, açısından ilâhî ve kevnî her iki makamda da zuhur edince ve kul iki tavrm hükmüyle tahakkuk edince -ki bu iki tavır, Hakkın mertebesi yönünden ıtlak/mutlakhk ve kulluk mertebesi yönünden ise sınırlanmadır/takyit- bunun ardından kul takyitte, Hak ise, mutlaklıkta sınırlanır.
İşte bu durumda, maksat olan birleştirici kemâl, övülen makam/makâm-i mahmûd ve de ihsan edilen nimetler zuhur etmiş olur.
Allah'ım! Sen şunu bildirdin ki: Her övgü sahibinin övüleni övmesi, övüleni tarif etmektir; bu tarif ya, zât veya sıfatları veya halleri veya hepsinin toplamı yönünden yapılmış bir tariftir. Bunların hepsinin veya bir kısmının senin celâline layık olduğu tarzda ortaya çıkması, ancak senin yardımın ile mümkün olabilir: çünkü sen, kendini bildiğin tarzda, kendinin dışındaki kimselere malûm değilsin.
Biz, tarif veya başka.herhangi bir konuda isabet etsek, bu durumda, methinin suretini, övgünün hakikatlerini ve şe'nlerinin ve isimlerinin hükümlerini veya zâtının dilediğin hallerini veya bekâsının kisvelerini bizde izhâr ettiğin için isabet eden sensin. Şayet hata etmişsek veya eksik bıraktıysak, bundan dolayı da kınanmamamız gerekir. Çünkü bizler, kendi özelliğimize ve istidatlarımıza ve ilmimizin nihayetine göre şunu bildik ki: Senin için ispat ettiğimiz veya senden nefyettiğimiz her şey, sana layık bir kemâldir veya sana nispeti uygun bir şeydir.
Allah'ım! Bütün hamdleri içeren ve na'tlardan, hükümlerden ve tasavvurlardan münezzeh hamd, kendi adına razı olduğun ve bu hamdi yapmasını veya vasıtasıyla bunu kemâle erdirmek istediğin kullarından razı olduğun tarzda sana aittir; bunun kemâle erdirilmesi, bizim isabet ettiğimiz hükümler ve tariflere go-redir. Bu hüküm ve tarifler, bizim idrâk vasıtalarımızın zahirinde ve bizden sana izafe edilmişlerdir.
Allah'ım! Senden gelenleri kabul makamında bizim adiiruza ikâmet etmen yönünden Senden kabul ettiğimiz şeyler yönünden hamd, yine sana aittir. İşin sonu sana aittir. Tam ede makamında ve o edebin diliyle, azametinin ve celâlinin gerektirdiği hakkı ihlal etmemiz ve de senin künhünü ihata etmekten aciz ve eksik olduğumuz ve senin sırrına muttali olmaktan, senin emrini öğrenmekten affını dileriz: çünkü ilim ve benzeri sıfatların bize izafe edilişi yönünden bizler bilmeyiz ve tarif esnasında hamd ve senaya gücümüz yetmez. Bu hamd, bizimle zuhur eden en yetkin ifadesidir.
Şayet, daha istidatlı, ihatalı ve bilgili olsaydık, bu hal, bizim ile ve bizden zahir olurdu; çünkü, senin zuhurunu dilemediğin gizli hiç bir şey yoktur. İşin başı ve sonu, mücmel bâtmı ve zahiri sana aittir. Bundan sonra seni bir şeye hasredersek ve durak-sarsak, bu sonluluk bize aittir, sana değildir; ayrıca bu sonluluk, sadece bizim cihetimizdendir ve bunda şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü bizim bildiğimiz şudur: Sureti senin ilminde tam olarak zuhur etmiş her malûmun hükmü, bizde ve senin mertebende zuhur etmelidir. Bunlardan birisi de, nihayetin mânâsının ve bununla nitelenen herhangi bir şeyin sabitliğidir. Öyle ki, akıllar senin celâlinden dolayı bunu sana nispet etmeye cesaret edemezler. Halbuki biz, sonluluğa ehiliz, çünkü üçüncü bir kimse yoktur. Bundan dolayı da kınama olmaz.
Bizden başkasına nispet edilmesi sahih olmayan bir şey ile zuhur edersek, bunda da mazuruz; bu bizim mazeretimiz ve ha-limizdir. Bununla birlikte, dilin ulaştığı her şey, zemmedilir, isim ve özellik yönünden eksiklik ile nitelenir. Bütün bunlarla birlikte, bizler mertebeler, haller ve sırların dilleriyle itiraf etmekteyiz ve bize öğrettiğin kadarıyla şunu bilmekteyiz ki: Kesin hüccet, bütün mertebe ve makamlarda senden "başka" kıldığın kimseye karşı sana aittir. Çünkü hiç bir şey yoktur ki, irâde ettiğin şeylerin taayyünleriyle tecellîlerinin nurlarını yaymak ve senin zuhurlarının mertebelerini tamamlamak için var olmuş olmasın; yoksa senin dışında herhangi birimiz, bir şeyin gerçek anlamda cüzî veya küllî olarak kendisine nispet edilmesine hak sahibi olamaz.
Her şey sana ait iken, nasıl olur da böyle bir şey sahih olabilir? Üstelik sen, kendi hallerinin suretlerinde zuhur edensin. Bunlar, senin şe'ninin tafsilleri, zâtı ilminin genişliğinin ve senin gizli sırlarının ihata özelliğinin yayılmasıdır. Böylelikle senin celâlinin ve cemalinin üzerine hâkim olan kemâlin bütün hal ve isimlerin tahsisini; mutlak şe'ninden kendisini ayırt eden özelliğiyle beliren her şeyi izafe etmeyi, onu bir resim ile tavsif ve tarifi gerektirmiştir. Böylelikle, taaddüt ortaya çıkar ve zât gaybm-da gizli halde bulunan genişliğin zuhur eder. Bu, senin zuhurunun çeşitlenmesi ve yenilenmesine bağlıdır.
Buna göre, şe'ninin bir payının hükmü zâtının ahadiyetinin hükmüne galip gelirse -ki bunun nedeni o kişinin sapmış olma-sıdır-o kişi, alimlerden sayılsa bile idrâk ettiği şeyi şe'ne, hatta Özelliğe nispet eder, o şe'nin isminden ve resminden gerçeğin dışında bir tanım vehmeder. Bu tanımın hükmü, senin o kula yönelik razı olduğu ve olmadığı imtihanlarının kisvelerine döner. Nitekim aziz kitabında şöyle buyurmuşsun: "Sizi iyi ve kötü ile imtihan edeceğiz, sonra bize döneceksiniz."
Senin zâtının hükmüyle kalıp, senin zuhurlarının renklerinin kendisini tesiri altına alamadığı ve ezemediği kimsenin ise, müşahede ve marifeti sahih olur. Bunlar, şe'nlerinin çeşitli hükümleriyle sana aittirler; şe'nlerin ise, senin isim ve sıfatlarındır. Bu kimse, ortadan herhangi bir tarafa sapmaz, böylece, varlık dairesinin merkezine ve odağına yerleşen kimselerden olur.
Allah'ım! Senden ilmimizin yettiğince şunu dileriz: Bizi, bir sıraya koyma ve ehl-i sıdk ve iftiracılarla yan yana koyma; aksine, bizim taayyün etmemizi istemişsen, bir emir ve memur kaçınılmazdır, bu durumda, senin bizim için taayyün etmen, kendi taayyününe, ayrıca kendinden kendin için seçtiğin tarza ve sana veya kendisine nispet itibarıyla onun taayyün etmesini dilediğin kimselere göre olsun.
Çünkü sen bizi bu işe ehil kıldın ve bu sırra muttali eyledin. Artık, bizi yerleştirdiğin her halde bize kefil ol; bu haller, bizim sabit olmamızı, herhangi bir şeyin bizim için sabit olmasmı veya bizden onu talep eder. Böylece her türlü sıkıntıdan selamet; her beladan azatlık ve kurtuluş elde ederiz.
Bizim elimizden tut, her şeye karşı bize vekil ol! Senin kendi adına bizim için razı olduğun işlerde bize yardım et. Ayrıca bizim de, muhabbetinin en kâmil mertebelerinde ve rızânın en
ulvî derecelerinde senden tam olarak razı olmamızı sağlayacak şeylerde bize yardım et.
Kitap tamamlanmıştır.
Allah hakkı söyler ve dilediklerini doğru yola ulaştırır.
Bütün iş, Allah'a aittir. O, el-Evvel, el-Ahir, ez-Zâhir ve el-Bâtmdır. [1]
[1] Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, İz Yayıncılık: 493-499.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder