28 Ocak 2008 Pazartesi

Kulum Beni nasıl zannederse öyleyim!

Kulum Beni nasıl zannederse öyleyim!

Rabb'imizin her şeyi bizim hesabımıza planladığını, hep bizi kurtarmaya matuf, bizi hep bir yere celbetmeye, cezbetmeye matuf olarak yarattığını görmek lazım. Namazı, orucu, haccı, zekâtı.. bela ve musibetler karşısında tavır değiştirmeden sağlam bir duruşu.. ahirete gitme isteğine rağmen O'nun emrine inkıyaden biraz daha burada kalmaya tahammül etme zorluğunu..

hepsinin bizim lehimize planlandığını görmek ve hatta kendisine mülâkî olma (kavuşma) hususunda bile durumumuzu bu çizgide ayarlamak lazım. Mülakatımızın (buluşma, görüşme) daha derince olması için "Benim burada kalmamı murat buyuruyorsan ben Sana firaka da katlanacağım. Vuslata da 'Bir miktar daha dur.' diyeceğim." deyip dünyanın boğucu atmosferini nimet bilmek lazım. Evet, bütün bunları bizim lehimize olan şeyler olarak görmeliyiz. Bu, Rabb-i Rahîm hakkında hüsnü zandır.

"Kulum Beni nasıl zannederse Ben öyleyim." hadis-i şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, "Beni affeden bir Rabb'im var, mağfiret eden bir Rabb'im var, iyi yola sevk eden bir Rabb'im var." bunlar hüsnü zandır. Fakat bir de hayatımız adına takdir buyurulan her şeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi her şey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nazara verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabb'imize bakmak, Rabb'imiz hakkındaki hüsnü zannın ifadesidir. Sizi sürgün eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbî kılar; hep hüsnü zan etmek lazım. O gaddar (zulüm ve haksızlık yapan) değildir. Hâşâ gaddar diye bir ismi yoktur O'nun. Hattar diye de bir ismi yoktur.

Evet, her şeyin bizim için yaratıldığını fark edip Rabb'imiz hakkında hüsnü zanlı olma çok önemlidir. O'nu çok sevmek lazım. İnsan O'na delice âşık olsa hayatında en isabetli işi yapmış olur. Müslümanlar hakkında ne "dâllîn" (Fatiha, 1/7) denilmiş ne de "magdûbîn"; (Fatiha, 1/7) onlar, "sıratallezîne en'amte aleyhim" (Fatiha, 1/7) ehli olarak vasıflandırılmış. Bunu hem dua ve talep olarak söylememiz istenmiş, hem de bir hedef gösterilmiş; "Aman, sakın hidayet yolundan sapmayın. Semtine uğranılmaması lazım gelen şeylerin semtine yaklaşmayın. "İhdinassırâtal müstakîm sıratallezîne en'amte aleyhim" (Fatiha, 1/6) fırsatını da kaçırmayın."


Fethullah GÜLEN

fatihayi anlamak ve yasamak - abdullah akgul




Hasta olup doktora giden kimselere, vitamin eksikliğini gidermek için, reçeteye tonlarca portakal ve marul yazmazlar. Bunların yerine vitamin hapları kullandırırlar.

Allah kelamının tamamını ve devamlı hatırda tutmak mümkün olmadığı için, Kur'an'ın özü ve özeti olacak bir sureye ihtiyaç vardı. İşte Fatiha-i Şerif, Kur'anî esasları, genel prensipler halinde içinde toplayan mübarek bir suredir.

Hem Tevhit ve rububiyet inancını, hem ahiret ve mesuliyet manasını, hem ibadet ve istikamet programını, hem adil bir sistemin temel esaslarını, hem de batıl düşünce ve düzenlerin genel yapısını, 7 ayet içinde özetlemek ancak Allah kelâmının özelliğidir ve Kur'an'ın açık bir mucizesidir.

1-"Alemlerin Rabbi olan Allah'a (c.c.) hamdolsun." Her türlü övgü ve teşekkür, gerçek anlamda Allah'a yakışır ve O'nun için yapılmalıdır. Çünkü bizi yaratan, yaşatan, her türlü ihtiyacımızı karşılayan, vücut organlarımızı ve manevi duygularımızı doyuran, nimet, lezzet ve fazilet cinsinden ne varsa hepsini bize ulaştıran O'dur. Bize iyilik ve ikramda bulunan insanlara yaptığımız teşekkürler bile Allah adınadır. Bize ulaşan nimetlerin gerçek sahibi olan Allah'ı (c.c.) unutup zahiri sebepleri yüceltmek nankörlüktür.

Rahman süresinde otuzdan fazla tekrarlanan "O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" ayeti de varlık-sağlık, makam ve mutluluk gibi zahiri nimetleri ve yine hidayet ve istikamet, başarı ve muvaffakiyet gibi sahip olduğumuz her türlü faziletleri Allah'tan değil, kendi bilgi ve becerisinden veya başka sebeplerden bilen kimseleri bu gafletten uyarmak içindir...

O, gerçek manada hamd ü sena edilmeye layık ve müstahak olan Allah (c.c.) yalnız Müslümanların veya sadece insanların değil, canlı ve cansız bütün yaratılmışların, bilinen ve hala bilinmeyen bütün varlıkların Rabbidir.

Bütün bitki çeşitlerini, karada, havada ve denizde yaşayan tüm hayvan türlerini, kendi yaradılış amacına ve çevre şartlarına uygun yetenek ve özelliklerle yaratan...

Çekirdekten meyveli bir ağaç oluncaya... küçük bir yumurtadan tonlarca ağırlıkta bir canlı halini alıncaya kadar; basitten mükemmele doğru tedricen yetiştiren, besleyip büyüten, terbiye eden ve eğiten O'dur.

Aynı toprakta ve aynı şartlarda, her tohumun kendi cinsinden filiz vermesi ve her fidanın tadı, biçimi, rengi, vitamini, kokusu değişik meyveler sunması, koyunun süt, tavuğun yumurta, arının bal yapabilmesi hep bu Rabbani yetenek ve ilhamat sayesindedir.[1]

İnsanı da, bunca varlık arasından seçip kendi zatına halife olabilecek ve cihat ederek kuracakları örnek bir medeniyetle, yeryüzünde Allah'ı temsil edebilecek üstün yetenek ve yetkilerle şereflendiren yine O'dur.

İnsanı, görünüş olarak en güzel ve mükemmel bir biçimde yarattığı gibi, bütün duyu organlarını ve iç azalarını, çok değişik ve hayati değeri olan hizmetler için hazırlaması ve muazzam bir fabrikanın parçaları gibi üstün bir düzen ve disiplin altında çalıştırması, ruh, akıl, idrak, tefekkür, his ve nefis gibi manevi duygularla donatması da, yine Rububiyet sıfatının gereği ve tecellisidir.

İnsanların bir barış düzeni altında, huzur ve güven içinde yaşamlarını sürdürecek evrensel kanun ve kuralları koymak, adil ve asil bir nizamının temel esaslarını hazırlamak da "Rabb"liğin gereğidir. İlim, ibadet istikamet, cihat ve hizmet yoluyla insanın manevi olgunluğa doğru gelişmesi ve terbiye edilmesi de bu sıfatın bir neticesidir.

2-"Rahman'dır, Rahim'dir."

Cenab-ı Hak Zülcelâl Hazretleri, yarattığı her şeye acıyan, onları çeşitli tehdit ve tehlikelerden koruyan, yaratılışına ve yaşayışına uygun şeylerle rızıklandıran ve merhameti her şeyi kuşatan manasına, RAHMAN'dır.

Dünyada iken mü'min, kâfir ayırmadan, itaatkâr ve isyankâr olduğuna bakmadan, bütün kullarının her an imdadına koşan, ihtiyaçlarını karşılayan, insanların hayatlarını en güzel ve mükemmel şekilde sürdürecek bütün şartları hazırlayan, tövbe etmek ve hayır işlemek için ömür ve fırsat tanıyan ve suçlarımızdan dolayı hemen cezalandırmayıp bağışlayan Allah'tır.

Bu genel rahmeti yanında: iman, ibadet, ilim ve iyilik üzerinde çalışanları, şerden kaçıp hayra koşanları, batıllara karşı HAKK'ın safında çarpışanları; diğerleriyle bir tutmayacak, onları özel olarak mükâfatlandıracak ve kusurlarını bağışlayıp cennetine koyacak olan mânâsına, RAHİM'dir.

Öyle ise, RAHMAN sıfatının gereği olarak burada herkese verdiği nimet ve faziletlere aldanmamalı ve bunların birer imtihan için olduğu unutulmamalıdır. Allah rızası için ibadet ve hizmet yolunda değerlendirilmeyen ve ahiret hesabına geçirilmeyen imkan ve fırsatlar bizim için birer pişmanlık ve perişanlık sebebi olacaktır.

Bu ayetten ve özellikle "Rahman" sıfatından, şu dersleri çıkarıyoruz: kurulacak adil düzende dini, dili, milliyeti, mezhebi, geçmişi ve görüşü ne olursa olsun, kanunlara saygılı olmak şartıyla bütün vatandaşların, temel insan hak ve hürriyetlerinin korunması ve herkese insanca yaşama şartlarının hazırlanması gerektiğini, bunun yanında, özel gayret ve hizmet ehlinin başarılarının da ayrıca değerlendirilmesi ve ödüllendirilmesi lazım geldiğini öğreniyoruz.

3-"Din günün sahibidir." Bu dünyada inkarcı ve isyancıların, her türlü haksızlık ve ahlaksızlığı yapanlar ve yayanlar, gerek fert, gerek devlet olarak, insan haklarına saldıranların, hak ettikleri cezayı çekmeden ölüyor... Ve yine;

İslam'a ve insanlığa çok hayırlı hizmetler sunan, iyilik ve istikamet ehli olan nice mazlum insanlar da, layık oldukları karşılığı görmeden buradan göçüp gidiyorlar...

Demek ki, mutlak adaletin tecelli edeceği bir hesaplaşma günü vardır... Ve işte o büyük mahkemenin tek hakimi ve sahibi ise Cenab-ı Hak'tır... Herkes, her yaptığından mutlaka sorulacak ve sonunda müstahak olduğu karşılığı bulacaktır... Akıllı insan, işte bu günü düşünen ve ona göre davranan insandır.

4-"(Ya Rabbi!) Biz ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz."

İbadet; emir ve yasaklar çerçevesinde hareket etmek, hürmet ve muhabbetle hizmet görmektir.

İbadet, İslamın yapılmasını istediği şeylerin, Cenab-ı Allah'ın emrettiği ve Hz. Peygamberin öğrettiği şekilde ve samimiyetle yerine getirilmesi işidir.

Dinimizce yasaklanan ve haram kılınan her türlü günahlardan sakınmak ve nefsin kötü arzularına gem vurmak da yine ibadet ve kulluk kavramı içindedir.

Emri tutulmaya ve her halde kendisinden utanılmaya en layık olan elbette Allah'tır. Ve hükmüne uyulmaya ve kuralları uygulanmaya en müstahak olan makam yine Cenab-ı Hak'tır.

Müslüman, günde beş vakit namazda en az kırk sefer, "Biz ancak sana ibadet ederiz..." demekle, kelime-i şehadet getirmek suretiyle Cenab-ı Hak'la yapmış olduğu manevi sözleşmeyi tazelemiş olmakta, aynı zamanda canlı ve cansız putları ve tağutları çöpe atmaktadır.

"Ve biz ancak senden yardım dileriz."

Her türlü hamd-ü sena kendisine yapılan, Rahman ve Rahim olan, hesaplaşma gününün, mutlak maliki ve hakimi bulunan ve ancak kendisine tapılan ve sadece O'nun kuralları her şeyden üstün tutulan, alemlerin Rabbinden istenmez de, kimden istenir?

Çünkü tükenmez hazineler O'nun elinde ve her şey O'nun emrindedir. Her türlü derdimizi ve duamızı bilen ve her ihtiyacımıza yetişen Rabbimiz dururken, başkalarından nimet dilenen ve menfaat bekleyen ahmak değil de ne denir?

O'nun vermediğini kim bize verebilir, O'nun verdiğine ise kim mani olabilir?[2]

"Biz ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz". Ayetini inanarak tekrar eden ve bu gerçeği içine sindiren bir mü'min, artık korkaklıktan ve riyakarlıktan kurtulmuştur... Kalbi iman ve ihlasla dolmuştur. Tevekkül ve teslimiyet huzurunu bulmuştur. Basit makam ve menfaat ümidiyle zalimlere minnet ve hizmet etmek aşağılığını bırakıp, olgun ve onurlu bir yola koyulmuştur. Çevresine huzur ve güven telkin eden bir şahsiyet olmuştur.

Cenab-ı Rabbi'l-âleminin, burada "Ben" yerine "Biz" zamirini kullanması ve "Biz ancak sana ibadet eder ve Biz ancak senden yardım dileriz." Buyurması; hem müslümanların benlik ve enaniyetten uzaklaşması, hem de ferdi ve nefsi hareket etmeyip teşkilat ve cemaat halinde davranması gerektiğini, öğretmek içindir. Zaten ancak cemaat ruhuna, cihat şuuruna ve teşkilat huzuruna erenler "ben" yerine "biz" diyebilir...

5-"(Allah'ım) Bizi sıratı mustakime hidayet et."

Evet, Allah'tan istenecek en büyük dilek, bizi dosdoğru istikamet olan İslamiyet yoluna iletmesidir.

Hem dünyada hem de ahirette, gerçek mutluluğa ulaşmanın tek çaresi; dosdoğru yol olan İslamiyeti tanımak ve tabi olmaktır.

İslam'sız bütün nimetler, nikbete (ceza ve cefaya)dönüşür.

Bunun içindir ki, âyette "Ben" yerine "Biz" zamirinin kullanılması, Müslümanların, eğer saadet ve selâmet bulmak istiyorlarsa, el birliği ve teşkilat dirliği içinde gayret edip, mutlaka Adalet ortamını ve saadet nizamını gerçekleştirmeleri ve yürütmeleri gerektiğine işaret etmek içindir. Çünkü İslam, ancak âdil bir devlet düzeninde huzurla yaşanır.

6-"(Kendilerine) nimet verdiğin kimselerin (nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin) yoluna (bizi hidayet et)."

Çünkü, Onlar, gerçek nimete ve saadete erenlerdi...

Çünkü onlar, zulmün kaldırılması ve adaletin hâkim kılınması için cihat edenlerdi...

Evet, Onlar bu uğurda birtakım zorluklara göğüs gerenlerdi...

"Ya Rabbi! Bizi kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet." Âyetini okuyan Müslüman, bir nevi "Onlar bu nimet ve devlete kolay konmadılar. Nice zorlu zahmet ve hizmetlerden sonra selâmete kavuştular. Biz de İslamî hürriyete ve gerçek saadete ulaşmak için onların çektikleri sıkıntılara razıyız ve hazırız." demektir.

Elbette her nimet bir külfet karşılığıdır... Saadete erenlerin nimetlerine sahip olmak isteyenler, bu yolda onların çektikleri mihnetlere de talip olmak mecburiyetindedir.

7-"Kendilerine gazap edilmiş bulunanların ve dalâlete düşüp sapıtanların (yollarının hepsinden) başka (olan İslâm nizamına kavuştur.)"

Gazap edilmiş kimseler; bile bile Hak yoldan çıkan, zulüm ve sömürü düzenleri uyduran ve insanları iman ve istikametten ayıran Siyonist kafalı kimseler ve onlar gibi düşünenler, Komünizm ve Kapitalizm gibi sistemlerdir.

Dalâlete düşenler ise, iman ve iyilik yolunu kaybedip şaşıran, yanlış ve bâtıl yollarda dolaşan Hıristiyanlar ve heveslenip onlara uyanlardır.

Yahudi ve Hıristiyan olmasa da, bile bile Hak yolu bozup değiştiren ve insanlara zulmetmeyi ve sömürmeyi amaç edinenler, şeytanın ve şehvetinin peşine düşüp helal haram, edep, haya ölçülerini terk edenler ve bunların savunduğu bozuk ve barbar düzenler, İslam'dan "gayri" olan ve Allah'ın gazabına uğrayan sapık kimseler ve sistemlerdir. Bir olan Allah'a inanan... Ahirete ve hesap vereceğine göre davranan... Her türlü haksızlık ve ahlaksızlıktan sakınan, hayırlı ve yararlı safta bulunan bütün ilahi din mensuplarına ise "Müslüman" denmektedir.

Öyle ise "Ğayril mağdubi aleyhim veleddallin" diyen bir Müslüman, "Ya Rabbi! İslam'a ve insanlığa uymayan her türlü düşünce ve davranıştan, Kur'anı dışlayan ve düşman olan sistem ve sapıklıktan, içkiyi, kumarı, faizi, fuhşu mübah ve medeniyet sayan anlayıştan ve bütün bunları İslam'dan üstün tutan mason ve münafıklardan bizi uzak tut! Onları seven ve savunan bayağı kimselerden olmak istemiyoruz. "demektedir.

Peki günde beş vakit namazda kırk sefer okuduğu Fatiha'da Allah'a bu sözü verdiği ve her türlü şeytanı zihniyet ve şahsiyetlerden uzak duracağını söylediği ve bunu istediği halde, namazdan çıktıktan sonra, tam tersine hareket eden ve ısrarla zalimlerin peşine giden bir Müslüman, kıldığı namazdan ve okuduğu Fatiha'dan ne fayda görecektir?

Hz. Peygamber (s.a.v.) "Fatihası olmayanın namazı yoktur." buyururken, okuduğu Fatiha'nın farkında ve şuurunda olmayan ve Fatiha içinde Allah'a verdiği sözde durmayan kimselere de işaret etmektedir. Fatiha-i şerifi inanarak ve anlayarak okuyabilsek ve gerçekleri kendi insanımıza hem de günde en az kırk sefer Fatiha okuyan müslümanımıza anlatabilsek, pek çok zorluğumuz ve sorunumuz zaten kendiliğinden halledilmiş demektir.



[1] Bkz. Nahl: 68-69

[2] Fatır :2