15 Kasım 2007 Perşembe

konulu tefsirde fatiha (muhamed gazali)

FATİHA SURESİ

Allah(c.c.)'ın ismi, isimlerin en hayirlısıdır. İsmiyle birlikte, yeryüzünde ve gök* yüzünde hiçbir şeyin zarar veremediği Allah (c.c.)'ın ismiyle başlıyorum.
"Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla." (Fâtihâ Sûresi)
Fâtihâ Sûresi, kısa sûrelerden olmasına rağmen, O "Ümmü'l-Kitâb=Kİtaplarm
Anası, Esası, Özü" olarak isimlendirilmiş en yüce sûrelerdendir. Çünkü bu sûre, İslâm inancının kısa bir özetini, dünyada risâletini gerçekleştireceği insanlar İle Rab'le-ri arasında, sağlam bir sözleşmeyi ve doğru yola ulaştırması, başarılı kılması ve rızasını kazanması için insanoğlunun, Allah (c.c.)'tan İstediği bir ricayı kapsamaktadır.
Birinci âyete bakalım; " Âlemlerin Rabbi Olan Allah'a Hamd Olsun."
Âyette geçen "Hamd" kavramı, şu üç anlamı da kapsamaktadır:
a-) Hamd; Yüce varlığın celâl, cemâl ve kemâl sıfatlarını apaçık ortaya koyan senadır.
b-) Hamd; Nimet sahibinin bize verdiği ve bizim de istifâde ettiğimiz nimetler üzerine övgüdür.
c-) Hamd; İnmekte olan iyilik ve sunulmakta olan faziletlere karşılık şükürdür.
Sabahleyin kalktığımız zaman, örneğin şöyle dua ederiz; "Bizleri uykularımızdan uyaran ve sonunda da kendi huzurunda toplanılacak olan Allah (c.c.)'a hamd olsun." Biz bu duamızda, Allah (c.c.)'i hem sena ediyor, hem övüyor ve hem de O (c.c.)'na şükrediyoruz.
"Rabbu'l-Âlemîn"; Arz'dan Arş'a, gökten yere, hayvanlardan bitkilere ve meleklerden insanlara kadar her şeyin sahibi ve efendisi demektir. "Âlem", Allah (c.c.)'ın dışındaki bütün yaratıklardır. Allah(c.c.)'ın dışındaki her şey ise, O (c.c.)'na muhtaç olan varlıklardır.
Fâtihâ Sûresi • I I
Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
Evet, Allah(c.c.)'m haricindeki her şey, O (c.c.)'nun kulu ve nimetinin bir parçasıdır. "Hamd, göklerin, yerin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Göklerde ve yerde azamet yalnız O'nundur. O, Azız'dır, Hakim'dir." fCâsiye, 46/36-37)
"Rahman ve Rahîm": Bizler O (c.c.)'nun rahmeti sayesinde yaşamaktayız. Allah (c.c.)'ın Rahmet ve İlim sıfatı her şeyi kapsar. Şayet yüce Allah (c.c.) Gafur ve Rahîm olmasaydı, günahlarımız bizi helak eder, zulüm ve inkârlarımız ise, bizleri yok ederdi.
"Din Gününün Sahibi": Burada Din'den maksat, ceza ve karşılık demektir. Bu da, âhiret âleminin başlaması anlamına gelir. Ahiret âlemi ise, yaşadığımız bu dünyanın karşılığıdır.
Şu anda tüm dünyaya hâkim olan materyalist Batı medeniyeti, âhiret hayatını neredeyse unuttu. Hatta âhiret hayatını anmayı ve hatırlamayı bir eğlence sanıyor. Bu medeniyet eğitim-öğretim, yasama, ulusal ve uluslararası siyaset arenasında, âhiret düşüncesini kasıtlı olarak unutuyor. Oysa âhiret hayatı, gözetilip hesaba katılması gereken büyük bir hakikattir.
"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fâtihâ Sûresi)
Ey Rabb'imiz! Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz. Zira senin dışındaki her şey sana muhtaçtır, tıpkı şu hadislerde geldiği gibi; "Ey Rabb'im! Seni anmak, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk etmek için bana yardım et." "Bir şey istediğin zaman sadece Allah(c.c.)'tan iste ve bir yardıma ihtiyacın olduğunda da yine O (c.c.)'ndan yardım dile."
"Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna." (Fâtihâ Sûresi)
Düz çizgi, iki nokta arasındaki en kısa mesafedir. Bu sebeple de, birden fazla olmaz. Her kim doğru yolda olursa, Allah (c.c.)'a ulaşır. Zira, "Şüphesiz benim Rabb'im doğru yol üzeredir" (Hûd, 11/56)
Değişik zaman ve mekanlarda peygamberlerin tebliğ ettiği Allah (c.c.)'m dini birdir ve kaynağı tektir. Yücelik ve övgü O (c.c.)'na aittir. Yerlerde ve göklerde yaşayanların hepsi O (c.c.)'na muhtaçtır. İşte belki de bu nokta, günümüzde varlığını sürdüren dinlerin müntesipleri arasındaki ihtilaf noktasıdır. Fakat müslümanlar kesin olarak inanırlar ki, Allah (c.c)'m haricindeki her şey, dünya ve âhirette O (c.c.)'nun hükmüne boyun eğen ve emirlerine itaat eden kuldan ibarettir. Herhangi bir beşer veya meleğin, bu hakikati aşması mümkün değildir. Sonuçta kim O (c.c.)'nun yolunu takip ederse kurtulur, kim de ayrılırsa helak olur.
Allah (c.c.) ve Resûlü'ne iyi itaat eden herkes bu hedefe ulaşır. "Kim Allah'a ve Resule itaat ederse iste onlar, Allah (c.c.)'in kendilerine ihsanlarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, sehidler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!"
12- Fâtihâ Sûresi
Muhammed Gazalî
(Nisa, 4/69) Fakat bir kimse de şayet herhangi bir şeyi Allah (c.c.)'a ortak koşar veya O (c.c.)'nun emirlerine boyun eğmeyi reddederse, o kişi, kendisinde hiçbir ümit ve iyiliğin olmadığı, öfke ve sapıklık arasındadır.,.
"...gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!" (Fâtİhâ Sûresi)
Kişi, iyi bir fikir ve doğru bir bakış açısına sahip olmalıdır. Eğer doğruya ve hakikate ulaşmışsa, bunlarla amel etmesi, Rabb'ine karşı alçak gönüllü olması ve kullarına da şefkatle muamele etmesi gerekir.
Bu sûre, insanlarla Rab'leri arasında kabul gören ve sürekli tekrarlanan bir mü-nâcât olması için, Allah (c.c.)'ın bütün namazlarda okunmasını farz kıldığı bir sûredir. Çünkü bu sûrede anlatılanların ilmî hakikatler olmasının yanında, aynı zamanda, Rabb'inin rızasını dileyen kulun yakarışı da vardır.
Bir kutsî hadiste şöyle denmektedir: "Namazı kulumla kendi aramda ikiye ayırdım ve kulumun İstediği de verilecektir. Kul; "Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a hamdolsun", dediğinde, Allah (c.c.) der ki; "Kulum bana hamd etti!" Kul; "O (c.c.) Rahman ve Rahim'dir" dediğinde, Allah (c.c), "Kulum beni övdü, sena etti!" der. Kul; "O (c.c), din gününün sahibidir" dediğinde, Allah (c.c.) der ki; "Kulum beni yüceltti, her şeyi bana havale etti!" Kul; "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" dediğinde, Allah (c.c.) der ki; " Bu kulumla benim aramdadır ve kuluma istediği verilecektir." Kul; "Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!" dediğinde, Allah (c.c.) der ki; "Bu kulum içindir ve kuluma istediği verilecektir."
Bizler, kendi İçimizde devamlı dua ederiz. Tıpkı her abdest alışta uzuvlarımızı tekrar tekrar yıkadığımız gibi. Çünkü bu tekrarın sebepleri devamlı yürürlüktedir. Aynı şekilde insan vücudunun temizlenmesi ve temiz kalabilmesi için, bir veya iki defa yıkanması yeterli değildir. Yaşam boyu devamlı yıkanmak gerekir!
Beşer tabiatım da bir veya İki dua temizleyip eğitemez, bu sebeple her insanın devamlı Allah(c.c)'ın huzurunda olduğunun bilincinde olması gerekir. Çünkü nefsin dürtüleri ve şeytanın vesveseleri, asla bitmez. Dolayısıyla duanın tekrarı ve yakarışın sürekli olması gereklidir; ''Şüphesiz ki, Namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır."Nisa, 4/103.
İşte bu birkaç kısa satırda, insanlarla Rab'leri arasında mümkün olan yegâne ilişki anlatılmış oluyor. O (cc)'nun varlığını kabul etmek, O'nu övmek, O'nun huzuruna çıkmak için hazırlık yapmak ve O'na ibadet etmeye dair kesin söz vermek, sonra da, bizleri sevdiği şekilde kılması için O'ndan istekte bulunmak... İşte hayatın özeti bu!
FâtihS Sûresi ■ 13

fatiha tefsiri (y.a.ı bayraktar bayraklı)

Yeni anlayışın ışığında kuran tefsiri isimli tefsirinde Bayraktar Bayraklı Fatiha suresini şöyle tefsir eder;

Fatiha Suresi: 4

Fatiha Suresinin İsimleri: 4

A) Fatihatu'l-Kitap: 4

B) Ummu'l-Kur'an, Ummu'l-Kitap: 4

C) Seb'u'l-Mesânî: 5

D) Salat: 5

E) Vâfiye Ve Kâfiye: 5

F) Esas: 5

G) Şifa: 5

H) Hamd Ve Şükür : 5

I) Dua Ve Sual: 6

J) Kenz: 6

İsti'aze'nin Farziyeti Ve Manası: 6

A) İsti'aze'nin Hükmü: 6

B) İsti'aze'nin Manası: 7

Cin: 7

İblis Secde Etmedi: 7

İblis İnsanın Daimi Düşmanıdır: 7

İblis Zehirli Bir Ota Banzer: 8

İns Şeytanları: 8

Reis, Yandaş Manasına Gelir: 8

Bağlayıcıdır: 8

Racim: 8

A) Taşlayarak Öldürmek: 9

B) Bilmeden Fikir Beyan Etmek: 9

C) Kötü Söz Söylemek: 9

D) Kendileriyle Şeytanların Taşlandığı Yıldızlar: 9

E) Mezar Taşı: 9

Şeytanın İnsanı Etkileme Yolları: 10

A) Tahrik Etmek Suretiyle: 10

B) Vesvese Vermek Suretiyle: 10

C) Çağırmak Suretiyle: 11

D) Süslemek Suretiyle: 11

E) Emretmek Suretiyle: 11

F) Unutturmak Suretiyle: 12

Kendilerinden Allah’a Sığınılması Gereken Şeyler: 12

Cehaletten Allah'a Sığınma: 12

Kişinin, Hakkında Bilgisi Bulunmadığı Birşeyi İstemekten Allah'a Sığınması: 12

Meşru Olmayan Fiillerden Allah'a Sığınmak: 13

Tanımadığı Bir Erkekle Tenhada Karşılaşan Bir Kadının Allah'a Sığınması: 13

Kibirli İnsandan Allah'a Sığınmak: 13

Suçludan Başkasını Cezalandırmaktan Allah'a Sığınmak: 13

Ana-Baba Çocuklarını Şeytanın Etkisinden Korumak İçin Allah'a Sığınmalıdır: 13

Yaratıkların Şerrinden Allah'a Sığınmak: 14

Zifiri Karanlığın Şerrinden Allah'a Sığınmak: 14

Üfürükçülerin Şerrinden Allah'a Sığınmak: 15

Hasetten Allah'a Sığınmak: 15

Şeytanın Vesvesesinden Allah'a Sığınmak: 15

Besmele: 16

Besmelenin İşlevi: 17

Besmele'nin Terkibi: 17

Be Harfi: 17

İsim Kavramı: 18

Rahman-Rahim İsimleri: 18

Hamd: 18

Alemlerin Rabbi: 19

Rab: 19

1) Yaratma: 19

2) Yol Gösterme: 19

3) İlah: 20

4) Sahip, Efendi, İdareci: 20

5) Eğitmek-Öğretmek: 20

6) Veli: 21

7) Şeref Sahibi Olmak: 21

8) Af Ve Merhamet Sahibi Olmak: 22

9) Korumak: 22

10) Dönüp Varılacak Yer: 22

Alemler: 22

a) Alemlerden Maksat İnsanlardır: 23

b) Alem Allah'ın Dışındaki Bütün Varlıklardır: 24

Rahman-Rahim: 25

1) Kötülüklerden Korumak: 25

2) Sıkıntıya Girmek: 26

Rahmet: 26

A) Yumuşaklık: 26

B) Allah'ın Merhameti: 26

C) Azaptan Kurtarmak: 26

D) Sıkıntıdan Sonra Gelen Ferahlık: 26

E) İlahî Vahiy Rahmettir: 27

F) Şefkat Bir Rahmettir: 27

G) Hz.Muhammed Bir Rahmettir: 27

H) Af Bir Rahmettir: 28

I) Rahmet Kurtuluşa Götürür: 28

J) Şeytandan Koruma Rahmettir: 28

Rahman Kavramının Diğer Manaları: 29

a) Yaratmak: 29

b) Öğretmek: 29

c) İzin Vermek: 29

d) Sevgi Yaratmak: 29

Rahim Kavramının Manaları: 29

A) Döl Yatağı: 29

B) Sevgi (Akrabalık) Bağı: 30

Rahman İle Rahim Sıfatları Arasındaki İlişki: 30

Din Gününün Sahibi: 31

Mâlik: 31

a) Kudret Ve Kanun: 32

b) Kainatın İdaresi 32

c) Siyasî Erk. 32

d) Kral: 33

e) Sahip Olmak: 34

f) Melek Adı: 34

g) İdare Edilen: 34

h) Kendine Sahip Çıkmak: 34

Din Günü: 35

1. Tabiat Kanunu: 35

2. Borç: 36

3. Hukuk: 36

4. Ceza Ve Mükafaat: 36

5. Yol: 37

6. Hüküm (Emir): 37

7. İslâm: 38

Kime Kulluk Edilir, Kimden Yardım İstenir?. 39

Abd (Kul) Ve İbadet 39

'Abede' Kavramı 39

1) Bilmek. 39

2 Birlemek. 39

3) İtaat Etmek. 40

4) İbadet Etmek. 40

İstiane: 41

Hidayet Kimden İstenir?. 41

Yol Ve İstikamet 41

Fizikî Manada Yol: 43

Psikolojik Ve Ahlâkî Manasıyla Yol: 43

Hukukî Manada Doğru Yol: 44

Eğitim Ve Doğru Yol: 44

Nimet 45

A) Dünyevî Nimetler 45

B) Uhrevî Nimetler 46

a) Gazaba Uğrayanların Yolu. 46

b) Sapmışların Yolu. 46

Fatiha Suresinin Namazlarda Okunması Ve Kur'an'ın Anası Olarak Kabul Edilmesi 47

Fatiha Suresi:

Bütün olarak inen ilk sure olup Mekke'de inmiş; Kur'an'ın giriş kapısı olması nedeniyle bu ismi al­mıştır. Fatiha kavramı, bir yere girerken açılan ilk kısım manasına gelir. İlk açılan yer manası ile Fatiha suresi, Kur'an'ın başlangıcını teşkil eder. Feth kökünden alınır­sa fethetmek manasına gelir. Bir savaşın sonunda her­hangi bir ülkenin fethedilmesi, o savaşın sonucunu ifade eder. Bu ismiyle Fatiha, bir eylemin sonucudur. Böylece Fatiha ismi hem başlangıcı ve hem de sonucu ifade eder. Demek ki mucize olan Kur'an ve onun ayetleri, bir daireyi andırmaktadır. Bu çember Fatiha süresiyle başla­makta, dairenin çevresi tamamlanınca, yine Fatiha sure­sine gelinmektedir.

Fatiha, Kur'an'ın girişi olduğu için başlangıç; insanla­rın gönüllerini fethedip zafere ulaştırdığı için son'dai. Bu anlamıyla Fatiha suresi, Kur'an'ın batıla karşı verdiği mü­cadelenin zaferini ifade etmektedir: Mücadeleye hamd başlanıyor, zafere ulaşınca da yine hamd ediliyor. Başlan­gıç ve son olma yönüyle Fatiha suresi, sadece Kur'an'ın giriş kapısı olduğunu ifade etmemekte; -içeriği incelendi­ğinde görülür ki- insan gönlünün açılış kapısını da teşkil etmektedir. Gönlün kapısı açılıp içeri girilince, oradaki şirk temizlenmekte, böylece de zafere ulaşılmaktadır. Gönlü tedavi edip şirk mikrobundan temizlediği için de 'son nokta' manasına gelmektedir. Yalnız Allah'a kul ol­mak ve yalnız O'na sığınıp yardım dilemek, Kur'an'ın hem başlangıcı, hem de sonudur. İşte insan gönlünün açılış kapısı da, kapanış kapısı da budur. Allah ile başlayıp Allah ile bitirmek, yazı işi değil gönül işidir. Fatiha suresi gönüllerin hem açılan, hem de zaferden sonra kapanan ka­pısıdır. [1]

Fatiha Suresinin İsimleri:

Fatiha suresinin birden fazla ismi vardır. Zemahşerî, Fahruddîn Râzî, Kâdî ve bunları takip eden müfessirler, hem isimleri tesbit etmişler, hem de bu isimlerin ona niçin verildiğini izah etmişlerdir.[2] Biz de tesbit edildiği şe­kilde nakledeceğimiz bu isimlerin bu sureye niçin verildiği meselesine de­ğineceğiz.

Fatiha suresinin önemli isimlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz: [3]

A) Fatihatu'l-Kitap:

Bu isim Fatiha şeklinde kısaltılmıştır. Kitabın başı/başlangıcı ve girişi manalarına gelmektedir. Râzî'ye göre, sözün başı olduğu, yahut ilk inen sure olduğu için ona bu ad verilmiştir. Aynı şekilde alemlerin rabbi, rahman-rahim, din gününün sahibi olan Allah'a hamd ile başlayan bu sure, açılışını hamd ile yaptığı için bu adı almıştır. İlk ayet değil de ilk sure olması sebebiyle, ilahî bil­ginin başlangıcını, açılış ve girişini yaptığı için bu ismi almıştır.

Yüce Allah vahyini insanlara sunarken, açışı hamd ile yapmış ve bunu bi­ze bir ilahî âdet olarak bırakmıştır. Bu sebeple her konuşmaya hamd ile baş­lama usûlü, Allah tarafından konan bir ilkedir. [4]

B) Ummu'l-Kur'an, Ummu'l-Kitap:

Allah'ı sena ettiği, Kur'an'daki bütün manayı kapsadığı için bu ismi al­mıştır. Fatiha suresi sanki Kur'an'ın anasıdır, yani Kur'an ondan doğmuştur. Bu özelliği ile Kur'an, Fatiha suresinin bir açılımıdır.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi Kur'an'ın bir manası da nur (ışık) idi. Kur'an ışık olduğuna göre, bu ışığın doğduğu kaynak da Fatiha süresidir.

Râzî'ye göre, Kur'an dört meseleyi zihinlere yerleştirmektedir. Bunlar: ilahiyat, ahiret, peygamberlik, kaza-kader'dir.

Demek ki Râzî'ye göre, Kur'an'in bütün hükümleri bir bakıma bu dört ko­nuda toplanmakta ve Kur'an'ın eğitimi de, bunları insana kazandırma amacı­nı gütmektedir.

İlahiyat kavramını Râzî şöyle açıyor: Fatiha suresi Allah, rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarını ele alarak başlamakta ve böylece ilahiyat konularını gündeme getirmektedir. Allah, Fatiha suresinde kendisini temel sıfatlarıyla anarak insanlığa kendisini tanıtmaktadır.

(Din gününün sahibi) ifadesiyle ahiret kavramı öğretilmekte­dir.

Kur'an'ın ahiretle ilgili bütün ayetleri, bu ayetten doğmuştur, yani onun açıklamasıdır. Sadece Allah'a kulluk etmek, sadece O'ndan yardım dilemek, doğru yola iletilmesini istemek kadere; nimet verdikleri ifadesi de nübüvvete işaret etmektedir. Peygamberlik ve kader ile ilgili bütün Kur'an ayetleri de Fatiha'dan çıkmış, ondan doğmuş olup onun bir açılımıdır.

Allah, rab, rahman, rahim ve mâlik isimleri, Allah'ın yaratıklarla ilişkisi­ne; bundan sonraki ayetler de kulun Allah ile ilişkisine; gazab,dâllîn ve nimetlendirdiğin ifadeleri de kulun kulla olan ilişkisine işaret etmektedir. Za­ten Kur'an'ın bütün ayetleri, bu ilişkiler sistemini belirlemekte, çözüme ka­vuşturmakta ve aydınlatmaktadır. Bütün bu çözümlerin ve oluşumların çıktı­ğı ana kaynak Fatiha'dır. [5]

C) Seb'u'l-Mesânî:

"Çok tekrarlanan yedi ayet" manasına gelen seb'u'l-mesânî ifadesi şu ayette geçmektedir:

(Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur'an'ı verdik). [Hicr/87]

Kur'an'a bu isim niçin verilmiştir? Zemahşerî'ye göre, namazın her rekatında okunduğu ve Allah'a hamdedilmesini temin ettiği için Kur'an'a bu isim verilmiştir. Râzî'ye göre bu sure iki yönlüdür: Yansı kulun Rabbine hamdetmesi, diğer yansı da Allah'ın kuluna ihsan etmesidir. Râzî'nin başka bu görüşü özetle şöyledir:

Fatiha yedi ayetten meydana gelmiştir. Bir ayetini okuyan, Kur'an'ın yedide birini okumuş olur. Tamamını okuyan ise, Kur'an'ın tümünü okumuş gibi olur. [6]

D) Salat:

Salatı (Fatiha'yı) benimle kulum arasında paylaştırdım[7] mealindeki hadîs-i kudsîden anladığımıza göre "Fatiha (namaz) suresi" anlamına gelmektedir.

Râzî, hadîs-i kudsîde geçen salat kelimesini, Fatiha suresi ile tefsir etmek­tedir. Yine Râzî'ye göre, Hz. Peygamber'in Fatiha'sız namaz olmaz hadîsin­de, Fatiha ile namaz aynîleşmektedir. Namazda Fatiha okununca, Kur'an'ın özü okunmuş olmaktadır.

Yüce Allah, Kur'an'ın tamamını okuma fırsatı bulamayanları, Fatiha sure­sini okumakla Kur'an'ın tamamını okumuş addetmektedir. İşte bu durum, pe­dagojik bir yöntem içermekte, meselelerin ana noktasını bilmenin önemini öğretmektedir. Çünkü Fatiha suresi, Kur'an'daki konuların özünü teşkil et­mektedir. [8]

E) Vâfiye Ve Kâfiye:

Râzî'nin naklettiği bir görüşe göre vâfıye, okunurken parçalara bölüneme-yen bir bütünü ifade etmektedir. Demek ki bölünmeyi kabul etmemesi nede­niyle Fatiha'ya bu isim verilmiştir.

Kur'an'ın diğer surelerinden herhangi bir ayeti namazda okuyabiliriz; ama Fatiha suresini ikiye bölüp okuyamayız.

Fatiha'ya yeterliliğinden dolayı kâfiye adı verilmiştir. Fatiha suresi, başka surelerin yerini tutar ama, başka sureler onun yerini tutamaz. Râzî bu görüşü rivayet ederek hadîs olduğunu söylemektedir.

Demek ki Fatiha, vâfî ismini bölünmezliğinden; kâfi ismini de yerinin doldurulmazlığından ve tek başına yeterliliğinden almaktadır. [9]

F) Esas:

Temel manasına gelen bu kelime, Fatiha'nın ilk sure olmasından kaynak­lanmaktadır. İbadetlerin temeli olan namazın onunla tamamlanması ve namaz ibadetinin olmazsa olmazını teşkil etmesinden dolayı bu ismi almıştır. [10]

G) Şifa:

Ebû Sa'îd el-Hudrî'nin rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber, Fatiha suresi, her türlü etkiye karşı şifadır[11] buyurarak, Fatiha suresine şifa adını vermiştir.

Fatiha, manevî hastalıklara şifadır; şirk hastalığını giderdiği için şifadır.

Fatiha suresinin şifa olma özelliği, Kur'an'ın bütününe sirayet etmiş, böylece Kur'an bütün manevî hastalıkların şifası olmuş ve olmaktadır. Anası şi­fa olanın kendisi de şifa olur. [12]

H) Hamd Ve Şükür :

Fatiha suresi Yüce Allah'a hamd/şükür ile başladığı için bu ismi almış­tır. Kur'an'da her sure, ismini, içinde geçen en önemli kavramdan alır. Bu usûl takip edilirse, Fatiha'ya "Hamd suresi" denebilir. Kaldı ki, bu surenin ilk kelimesi hamd ile başlıyor. Fatiha suresi bir açış süresidir ama, onu açan kelime de 'hamd' kelimesidir. Fatiha Kur'an'ı açıyor, hamd da Fatiha'yı açı­yor. [13]

I) Dua Ve Sual:

Fatiha'da Allah'a yakarış vardır. O'nun yüceliğini kabul edip O'na yönel­menin, O'na kulluğun, O'ndan yardım dilemenin kuralını; Allah'a nasıl dua edileceğini, O'ndan bir şeyin nasıl isteneceğini öğretmektedir. Dua şekil ve çeşitlerini veya nasıl yapılacağının usûllerini içerdiği için Fatiha suresi Dua veya Sual adını almıştır. [14]

J) Kenz:

Hazine manasına gelen bu kelime, Fatiha'nın bir hazine olduğunu ifade et­mektedir.

Fatiha suresinin isimlerini çoğaltan alimler de vardır. Ancak biz, bu isimlerle yetinmeyi uygun buluyoruz. Fatiha'nın faziletini isimlerinden an­lamamız mümkündür. Kitabın ve Kur'an'ın anası olması, yeterli bir özel­liktir. Ananın üstünlüğünü anlatmaya lüzum var mı? Kur'an'ın başlangıcı ve sonu olması, onun ne denli üstünlüğe sahip olduğuna delil teşkil etmek­tedir.

Onsuz namazın olmaması ve Kur'an'da 'devamlı okunan yedi ayet' ola­rak anılması, üstünlüğüne işaret etmektedir. [15]

İsti'aze'nin Farziyeti Ve Manası:

Güvenli bir yere ve varlığa sığınma ve güvenlikte olma anlamına gelen is-n aze kavramı, Allah'a sığınarak kurtuluşa erme anlamına gelmektedir. Gü­venlik ihtiyacının giderildiği en son ve en mükemmel makam Yüce Allah'tır. Bu nedenle, her işe başlarken O'na sığınmak mecburiyetindeyiz. [16]

A) İsti'aze'nin Hükmü:

Genelde Fatiha'nın tefsirine besmeleyle başlanır. Halbuki Kur'an okuma­ya başlanırken e'ûzu çekmek farzdır. Yüce Allah'ın bu konudaki emri şudur:

(Kur'an okuduğun zaman, o ko­vulmuş şeytandan Allah'a sığın). [Nahl/98]

Bu sebeple Kur'an okumaya başlayan insanın şeytandan Allah'a sığınma­sı, bir seçenek değil, bir zorunluluktur. Bu sığınmanın ifadesi şöyledir: E'ûzu billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Manası: "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığını­rım".

Yüce Allah, Kur'an okumaya başlanırken, 'e'ûzu' çekmeyi neden farz kıl­dı? Bu sorunun cevabını Hac/52'de bulabiliriz:

(Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o, bir temen­nide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de beşerî arzular katma­ya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini sağlam olarak yerleştirir). [Hac/52]

Şeytan, bütün peygamberlere gelen vahye müdahale etmeye kalkışarak vahyin kanalına şeytanî vesveseleri katmaya çalışmıştır. Aynı şekilde, bizim okuyacağımız Kur'an'ın anlaşılmasına, ondan alınacak hazzın duyulmasına ve feyzinden istifade edilmesine de müdahale edebilir. İşte bu müdahaleyi engellemek için Allah'ın yardımını dilemek gerekiyor.

Allah'tan yardım dileme şekillerinden biri de isti'aze, yani O'na sığınmak­tır. Şeytan, insanların Kur'an'a karşı olan ihdaslarını, öğrenme niyetlerini bo­zabilir. Buna mani olma, insanın iradesini aşar. Onun için Allah'a sığınmak zorunludur. Çünkü;

Şeytanın iman edip sadece Rabbine tevekkül edenler üzerinde bir hâ­kimiyeti yoktur. [Nahl/99]

Demek ki 'e'ûzu' çeken insan, Allah'a karşı imanını ve O'na olan tevek­külünü ifade etmiş olmaktadır. Onun için, 'e'ûzu' çeken insanın üzerinden şeytanın hâkimiyeti, zorlayıcıhğı ve etkisi kalkmaktadır.

Çünkü;

(Şeytanın hakimiyeti, ancak onu dost edi­nenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır). [Nahl/100]

Şeytan bu tip insanları etkileyebilir, ama iman edip Allah'a dayananları et­kileme imkanına sahip değildir. İsti'aze (e'ûzu), insanı şeytanın manyetik alanının dışında tutmaktadır.

E'ûzu (isti'aze), Kur'an'da bir ayettir. E'ûzu'nun nerelerde çekileceğini ilerde anlatacağız; ancak meselenin burada bizi ilgilendiren kısmı, Kur'an okumaya başlayınca, şeytanın etkisinden Allah'a sığınmanın farz olduğunu bilmektir. [17]

B) İsti'aze'nin Manası:

(e'ûzu) kavramı, “el-avz” masdanndan türetilmiş olup himayeyi ara­mak, sığınak istemek, kurtarma isteğinde bulunmak, Allah'a karşı acziyetini, hayranlığını ilan etmek; isim olarak da sığınak, inziva köşesi, düşkün evi, mabet manalarına gelmektedir.

Râzî bu kavramın iki önemli manası olduğunu söylemektedir: sığınmak ve eman. Allah'ın rahmetine ve himayesine sığınmak, "Kendimi Allah'ın lüt-funa ve rahmetine yapıştırıyorum" demektir.[18]

İsti'aze, insanın kendi gücünü yetersiz görüp Allah'a sığınması, Allah'a güveninin sonsuz olduğunu ifade etmesi; kendisini müstağni (kendi kendine yeterli) görmemesi erdeminin işaretidir. İnsanın kibrinin kırıldığı yer, isti'aze duasıdır.

İsti'aze içinde geçen diğer bir kavramda, (şeytan)dır. Şe-ta-ne bağ­lamak, bitiştirmek, zaptetmek, mani olmak, muhalefet edip uzaklaştırmak, haktan uzak olmak, derin kuyu, azgın ve şerir kimse, susuzluk, pek zehirli ot manalarına gelmektedir.

Râzî, şeytan kelimesinin iki farklı kavramdan türemiş olabileceğini, bu ebeple de, iki ayrı manası olduğunu söylemektedir. Ona göre, ya uzaklık -anasına gelen (şatnü) kavramından türemiştir; ya da “Şate-yeşutu”fiilinden türetilmiş olup, "batıl oldu" manasını ifade eden bir isimdir. Kendisinin rhme olan birçok hususu batıl kılması bakımından şeytan olmuştur.[19]

Şeytan ya insanı Allah'tan, hakikatten, iyiden ve faydalı olandan uzaklaştırdı­ğı, ya da insanı kendisine bağladığı ve kontrolüne aldığı için bu ismi almıştır.

Çünkü o, insanı bir yerden uzaklaştırırken, diğer bir şeye bağlamaktadır. Her iki davranışı yapan varlığa şeytan denmektedir. Kur'an'daki ayetlere gö­re şeytanın diğer manalarını şu şekilde sıralamak mümkündür: [20]

Cin:

(Cinleri öz ateşten yarattı). [Rahman/15]

(Hani biz meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik. İblis hariç, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi). [Kehf/50]

Bu iki ayetten, şu gerçek ortaya çıkar: Şeytanların bir kısmı cinlerdendir. Cinler de ateşten yaratılmıştır. Öyleyse, cin şeytanlarının aslı ateştir. Onun için saldırganlığın, taassubun ve kötülüğün sembolü olmuştur. [21]

İblis Secde Etmedi:

Kur'an'da secde etmeyen şeytanın adı İblis'tir. Şeytanlar İblis'in yardım­cılarıdır; onun zürriyetindendirler:

Hani biz meleklere; 'Adem'e secde edin' demiştik. İblis hariç onlar hemen sec­de ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, Beni bı­rakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşma-mnızdır. Zalimler için bu ne fena değişmedir. [Kehf/50]

Ayette İblis'e atfedilen iki olumsuz davranış mevcuttur: Adem'e secde et­memesi ve bu sebeple de Allah'ın emrinden çıkarak fasık olmasıdır. Ancak, yine bu ayette, şeytana ait bir başka durum daha dikkati çekmektedir. O da İblis'in insanlar gibi üremesi ve nesil sahibi olmasıdır. Demek ki İblis, soyun­dan gelen nesilleri ve avaneleri vasıtasıyla insanları etki altına almaktadır. [22]

İblis İnsanın Daimi Düşmanıdır:

Şeytan, insana duyduğu düşmanlık sebebiyle, onu Allah'tan uzaklaştırıp batıla bağlamaya çalışmaktadır:

(Çünkü şeytan sizin düşmanınız-dır, siz de onu düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak ateş ehlin­den olmaya çağırır). [Fâtır/6]

Şeytan, insanoğluna karşı asla dostluğa dönüşmeyecek ve düşmanlık alevi kıyamete kadar devam edecek olan bir varlıktır. Şeytan çeşitli yollarla bu düşmanlığını eyleme dönüştürür: Şeytan düşmanlık eylemlerini, kendi yara­tılışına göre gerçekleştirme amacını güder. Kendisi ateşten yaratıldığı için, insanı ateşe çağırır [Fâtır/6]. İsminin manası uzaklaştırmak olduğu için, insa­nı Allah'ı düşünmekten, anmaktan ve namazdan uzaklaştırır [Maide/91]. [23]

İblis Zehirli Bir Ota Banzer:

Yüce Allah'ın, ahireti ve ölümden sonraki dirilmeyi inkar edenlere vere­ceği cezalardan biri, zakkum ağacmın zehirli gıdasıdır. Allah, zakkum ağacı­nı anlatırken şeytan kelimesini kullanmaktadır:

Şimdi, ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne kıldık. Zira o, cehennemin di­binde bitip yetişen bir ağaçtır. Tomurcuklan sanki şeytanların başlan gibidir. [Saffat/62-65]

İnkar psikolojisine sahip bir insanın beynini Allah Teala, şeytanın kafa­sını andıran zakkum ağacının tomurcuklarına benzetmektedir. Anlaşılan o ki Yüce Allah şeytanın basma benzeyen tomurcuklu zakkum ağacını şeytan kafalı insanlara yedirmekle onları cezalandıracaktır. Bu şekilde onlar da şeytan kafalı olacaklardır. "Herkesin cezası, amellerine göre olacaktır" il­kesinden hareket edersek, şeytan kafalı olana, şeytan kafalı ağaçla ceza ve­rilir. [24]

İns Şeytanları:

İblis cinlerdendir, ama şeytan hem cin hem de insanlardan olabilmektedir. Cin-şeytanın ve insan şeytanının ortak özellikleri, sahte, yaldızlı ve batıl söz­leri birbirlerine fısıldamalarıdır:

(Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar). [En'âm/112]

(De ki: "İnsanların kalplerine vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanlarının şerrinden, insanların Rabbine, insanların melikine ve insanların ilahına sığınırım"). [Nâs/1-6]

Her iki ayetin eksen konusu da, hem insanlardan, hem de cinlerden şey­tanların bulunması ve görevlerinin birbirlerine yaldızlı sözler fısıldayarak in­sanların kalplerine vesvese vermeleridir. Şeytan bir çeşit ışın olduğu için, insanın kalbine sızabilmektedir. İnsten olan şeytanlar da fikirleriyle insanla­rın gönlüne vesvese verebilmektedirler. [25]

Reis, Yandaş Manasına Gelir:

“Münafıklar, mü'minlerle karşılaştıklarında, 'İman ettik' derler. Şeytan­ları ile başbaşa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sa­dece alay ediyoruz' derler.” Bakara/14. [26]

İnsanlara karşı iki yüzlülük yapan, kalbi ile sözleri birbirini tutmayan in­sanlar, benzer davranışlar sergilerler. Bu fikir ve davranışta olanlar, belli bir kültür oluştururlar. Bu kültür geleneğinde, bu kültürü başlatanlar reis duru­mundadırlar. Daha sonra onların etkisinde kalıp onlara katılanlar, onların ta­kipçileridir. Sonradan o münafık kültürüne girenler, diğer insanlara karşı iki­li oynarken, reislerinin tedirgin olmalarını istemezler. Onlarla bir araya gel­diklerinde, güven tazelemesi yaparlar. İşte bu münafık kültürünün temsilci­lerine şeytan denmektedir. [27]

Bağlayıcıdır:

Şeytan insanı çağırır [İbrahim/22]; kendisine uyulmasını ister [Nûr/21]. Şeytan neye çağırır ve niçin kendisine uyulmasını ister? Bunun cevabı şu ayettedir:

(Çünkü o, fuhşu ve kötülüğü emreder). [Nur/21]

Demek ki şeytan, fuhşa ve kötülüğe çağıran bir varlıktır. Kendisine bağ­ladığı insanları fuhşa, yani edepsizliğe, ahlâksızlığa ve kötülüğe sevkeder.

Şeytan insanları kendine bağlayabilmek için önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara yaklaşır. [A'raf/17]

Demek ki şeytan, insanı çepeçevre saran bir iple onu kendisine bağlamak­tadır. Zaten şeytan kelimesinin bir manası da 'bağlamak'tır. Onun içindir ki Yüce Allah, şeytanın izinden gidilmemesini emretmektedir. [Nur/21]

İnsan ve cinden oluşan şeytanlar insanları kötü manada etkilemek için, bir yol oluştururlar. Şeytanın adımlan, bu yolun işaretleridir.

Yüce Allah bu adımlara tâbi olunmamasını, onların takip edilmemesini emretmektedir. Çünkü şeytanın her adımı, her atılımı, insanın beynine ve gönlüne bir düğümdür. [28]

Racim:

îsti'aze'nin üçüncü kavramı olan racîm, taşlamak, lanet etmek, beddua et­mek, küfretmek, zemmetmek, bilmediği şey hakkında konuşmak, şüphe et­mek, gelecek hakkında tahminde bulunmak, tasavvur etmek manalarına gel­mektedir. İsim olarak 'taş' demektir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır: [29]

A) Taşlayarak Öldürmek:

(Dediler ki: "Ey Nuh! Bu davadan vazgeç­mezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın"). Şuara/116. [30]

Bir canlıyı uzaklaştırmak veya öldürmek için atılan taş için de recm kav­ramı kullanılır.

(Dediler ki: "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf buluyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin"). [Hud/91]

Ayette geçen leracemnâke kelimesini bütün müfessirler, "taşlayarak öl­dürme" olarak manalandırmışlardır.

İslâm dininde var olduğu söylenen zina eden nikahlı kişilere uygulanan taşla­yarak öldürme cezasına da recm denmektedir. Aslında Kur'an'da böyle bir cezalan­dırma şekli yoktur. İslâm öncesi toplumlarda mevcut olan taşlama şeklindeki ceza geleneği, İslâm'da olmamasına rağmen, bir İsrailiyat uygulaması olarak ortaya çık­mıştır. Bu şekildeki bir İsrailiyat uygulamasını İslâm'a maletmek yanlıştır. [31]

B) Bilmeden Fikir Beyan Etmek:

Bir insan bilmediği ve uzmanı olmadığı bir konuda konuşana, "atıyorsun, saçmalıyorsun" denir. Kur'an'da da, bilmeden konuşanlar için recm kelime­si kullanılmaktadır:

("Onlar üç kişidir; dördün­cüleri köpekleridir" diyecekler; yine "Beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektedirler). [Kehf/22]

Ayette geçen (recmen bi'1-gayb) ifadesi, taş atar gibi lafı ağızdan -bilmeden- atmak manasına gelmektedir. [32]

C) Kötü Söz Söylemek:

(Babası, "Ey İbrahim!" dedi. "Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, sana kö­tü söz söylerim. Uzun bir zaman benden uzak dur"). [Meryem/46][33]

Kötü söz söylemek, taşla recmetmeye benzemektedir. Her kötü söz, bir taştır. Kötü söz, taştan daha yaralayıcı ve etkilidir. Taş başı yarar, bedeni ya­ralar; kötü söz gönlü yaralar. Birincisi geçici, ikincisi kalıcıdır. [34]

D) Kendileriyle Şeytanların Taşlandığı Yıldızlar:

(Andolsun ki biz, en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık). [Mülk/5]

Alev sütunu [Hicr/18]; parlak ışık [Saffat/10]; kandil [Mülk/5].

Alev sütunu, parlak ışık ve kandil denen bu yıldızlar, gökyüzünde burçlar arası haberleşmenin düzenini bozan, araya girip hırsızlık yapan şeytanlar için recm kılınmıştır. Yüce Allah, o yıldızlarla, hırsız şeytanları taşlamaktadır. [35]

E) Mezar Taşı:

İsfehânî, (recmetü) kavramını mezar taşlan olarak manalandırmak-tadır. Daha sonra bu mana genişleyerek, mezarın tamamını ifade etmiştir. İs­fehânî bu fikrini şu hadîse day andırmaktadır. Kabrimi taştan yapmayın.[36]

E'uzu, şeytan ve racîm kavramlarının manalarını gördük. Şimdi Kur'an'a göre nelerden Allah'a sığınılması gerektiğini açıklayalım:

Şeytanın insanı etkilemek için tuzakları farklı farklıdır. İsti'aze sadece şeytandan dolayı yapılmaz; şeytan olan insanlar ve tabiat olaylarından da Allaha sığınmak gerekiyor.

Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, şeytan, peygamberleri bile etkileme faaliye­tine girişmektedir. Peygamberler bile bu konuda Allah'a sığınmak zorundadırlar. [37]

Şeytanın İnsanı Etkileme Yolları:

A) Tahrik Etmek Suretiyle:

(Şeytan seni bir fitle etkilemeye çalı­şırsa, hemen Allah'a sığın. Allah işiten ve bilendir). [A'raf/200]

Şeytan, -peygamber bile olsa- insanı fe (nezğ=fit) ile etki alanına alabil­mektedir. Bu etkileşimde, yüzde bakımından büyük bir olasılık vardır. Nezğ kav­ramı, "kötüye teşvik, kışkırtma, tahrik, şeytanın gizli sözleri, imaları" manasına gelir.

Kötüye sevketmek maksadıyla şeytanın yapmış olduğu kışkırtmalara, in­sanın sadece kendi iradesiyle karşı koyabilmesi çok zordur. İnsan, ancak kalplerdekini bilen ve her şeyi duyan Allah'a sığınmakla, bu etki alanının dı­şında kalmayı başarabilir.

Ayetin sonu niçin Allah'a sığınmamız gerektiğine ışık tutmaktadır: Çünkü Allah duyan ve bilendir.

Hz. Yusuf, şeytanın bu etkisini şöyle dile getirmektedir:

Şeytan benim ve kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, sizi çölden Rabbim buraya ge­tirtti. Gerçekten Rabbim dilediği şey için aldığı tedbirde çok hoş ve lütufkâr davranır; çünkü O, her şeyi inceden inceye bilen, her yaptığım bir hikmete göre yapandır. [Yusuf/100]

Yusuf, kardeşler arasındaki bozgunculuğu şeytanın yaptığını, onların ara­sına tahrik bombasını onun koyduğunu ve bu kötü etkiyi ancak Allah'ın dü­zelttiğini itiraf etmektedir. Ayrıca şeytanın bozduğu bu kardeş ilişkilerini Allah’ın düzelteceği öğretisini vermektedir.

(Ve de ki: "Rabbim, şeytanların kötü etkilerinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım Rabbim!") [Mü'minûn/97-98]

İlk ayette geçen hemezâî kavramı, şeytanın kalbe vesvese vermesi, kötü-ıijjl şeurmesi. itmesi, sıkıştırması, birini yere vurmak, mahmuz, dürtmek, çe-t-crrsek. çarpmak manalarına gelmektedir.

Yüce Allah, Hz. Peygamberin şeytanın sıkıştırmasına maruz kalacağını bildiği için ona, Rabbine sığınmasını emretmektedir. Şeytan, insanı etki altı­na alabilmek için ona yaklaşmaktadır. Şeytanın yaklaşmasından, yani yanın­da bulunmasından da Allah'a sığınmak gerekiyor. Çünkü insan, şeytanı ken­dinden uzaklaştırmaktan acizdir. Bu aczini Allah'a itiraf edip, O'na sığınıp, O'nun yardımını istemelidir.

Hemezât ile nezğ, çok az farklarla aynı manaya gelmektedirler. Hemezât, daha çok psikolojiktir; nezğ ise hem psikolojik, hem de sosyolojiktir. İki top­lum veya iki fert arasındaki bozuşmaları meydana getiren şeye nezğ denmek­tedir. Hemezât't&n sosyolojik neticeler çıkmaz ve daha çok ferdî iken; nezğ psikolojik oluşumlarda kalmayıp sosyal bozuşmalara intikal eden bir içerik taşımaktadır.

Bütün gücümüzü ve imkanlarımızı seferber etsek bile, ilahî iradeye sığınma ihtiyacındayız. Eğitimde bu yolun kullanılması da insanı başarıya götürecektir.

Müfessirler, bu iki kavramı aynı anlamda kullanmışlar ve onlara aynı manayı vermişlerdir. Ama nezğ'i hemezât yerine kullandıkları halde, hemezât'ı nezğ yerine kullanmamaktadırlar. İki kavramın ortak manası vesvese'dii. [38]

B) Vesvese Vermek Suretiyle:

Nezğ ve hemezât ile birlikte Yüce Allah, insanın herhangi bir organmı kul­lanmamıştır. Ama 'vesvese' ile 'göğüs' kelimesini birlikte kullanmıştır:

De ki: "İnsanların göğüslerine (kalplerine) vesvese sokan, pusuya çekilen cin ve insan şeytanlarının şerrinden, insanların Rabbine, insanların melikine, insanla­rın ilahına sığınırım". [Nâs/1-6]

Şeytanın merkez üssü nefistir. Nefisten gönüle vesveselerini fırlatır ve böylece gönlü fethetmeye çalışır. Şeytanın nefiste meydana getirdiği depre­min fay hattı, gönüle kadar uzanmaktadır. O, gönüldeki sevgi, irade, korku, iman, saygı, sadakat, ahde vefa, haya, namus gibi güzel ahlâkın temel değer­lerinin âbidesini, depremiyle yıkmaya çalışır. Yani, vesvesesiyle gönülde depremler meydana getirmeye gayret eder.

Cin şeytanları, bu depremi tek başına yapmaları mümkün olmadığı için, insanlardan oluşan şeytanları da yanlarına alırlar. Onun için Allah, cin ve in­san şeytanları tabirini kullanmıştır. Şeytanlar, insan gönlünde oluşturacakla­rı vesvese için pusuya yatmaktadırlar. Cin şeytanları ile insan şeytanları, insanın gönlünde belli bir noktada kesişmekte ve orada vesveseleriyle kötüden yana büyük bir değişim meydana getirme uğraşısı vermektedirler.

İnsanın, kendi içinde bulunan bu düşmanlarla mücadele etmesi kolay de­ğildir. İşte Allah bunun zorluğunu bildiğinden rab, melik ve ilah sıfatlarına sığınılmasını istemektedir. Bu sıfatlarıyla, ins ve cin şeytanlarının verdiği vesvesenin şerrinden insanı korumaktadır. Aklın tek başına, üssü nefiste olan ve gönüle uzanan fay hattının meydana getireceği depreme karşı koyması imkânsız denecek kadar zordur. Aklını seferber ettikten sonra, Allah'tan yar­dım dilemek kaçınılmazdır. O'nun koruyuculuğuna sığınmak, bir seçenek de­ğil tam tersine bir vecibedir.

Şeytanların reisi olan İblis, Hz. Âdem ile hanımına vesvese vererek haram lokma yedirmiş ve böylece avret yerlerini açtırmıştır:

Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve "Rabbiniz size bu ağacı sırf 'melek olursunuz veya ebedî ka­lanlardan olursunuz' diye yasakladı" dedi. [A'raf/20]

Yüce Allah, bu ayette, şeytanın insana verdiği vesvesenin nerelere uzan­dığını ve hangi davranışlarını bozduğunu ortaya koymaktadır. Vesvese, bir taraftan Allah'ın emrine karşı gelmek hattında çalışmakta, diğer taraftan ha­ram lokma yemeyi teşvik etme planım uygulamaktadır. Her iki eylemi ger­çekleştiren bu vesvese, insanın utanma duygusunu ortadan kaldırarak, avret yerlerinin açılmasını sağlamaktadır. Böylece, ahlâkî değerlerin temeline ko­nan en tahripkâr dinamitin haram lokma olduğuna dikkat çekilmektedir. İşte şeytanın vesvesesi, Allah'a asi olmaktan başlayarak, insana haram lokma ye-iirerek, ahlâkî davranışın temeli olan utanma duygusunu dinamitlemektedir.

Bu vesvesenin tahribatından insanın tek başına kurtulması olası değildir. Rabbine ihtiyacı vardır. Bunun için de, Allah'a sığınmalıdır. [39]

C) Çağırmak Suretiyle:

Şeytanın çağrısında 'va'd' vardır. Zaten çağrı kavramının temel manası va’dddir.

(Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde, 'Hayır, biz babalarımızı üzerinde bul­duğumuz yola uyarız' derler. Ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse). [Lokman/21]

Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız ifadesi, taklidi ifade etmektedir. Geçmişin kokuşmuş, işe yaramayan ve insana kötülükten başka bir şey ge­tirmeyen anlayışına, inancına ve davranış biçimine uymanın neticesi cehenne­me düşmektir. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: Taklit, insanı cehenneme gö­türür, yani taklit ateştir. İşte şeytan insanı etkileyerek, Allah'ın indirdiğinden uzaklaştırıp taklide sevketmektedir. Bu da onun cehenneme olan çağnsıdır.

Yeniyi reddeden, gelişmeye ve değişime karşı çıkan insanlar, aslında şey­tanın çağrısına uymaktadırlar. Aklın ufuklara koşan tabiatına engel olup, geç­mişin işe yaramayan faydasız bilgilerini beynine zincir olarak vuran insanlar, aslında şeytana tapmaktadırlar. Yeniyi, değişimi ve gelişimi bir tarafa atanlar, şeytana arkadaş olmuşlardır; o da onları ateşe götürecektir.

Cehenneme çağıran şeytan insanlara şöyle diyecek:

İş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaadetti. Ben de size vaadettim, ama size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gü­cüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın". [İbrahim/22]

Allah, gerçeğe çağırırken, şeytan sahte olana çağırır. Onun çağrısına ica­betin sonu pişmanlık, dövünmek, nedamet ve hasrettir:

(Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ. Mallarına, evlatlarına ortak ol; ken­dilerine vaadlerde bulun. Şeytan, aldatmadan başka bir şey vaadet-mez). [İsra/64]

Haram yolla elde edilen maddî bir değere ve zina yoluyla sahip olunan çocuk­lara şeytan ortaktır. Ayetteki, Mallarına ve çocuklarına ortak ol ifadesi, buna işa­ret etmektedir. Şeytan bütün çağrı ve vaadlerini, bu aldatma planı üzerine bina etmektedir. Allah'a sığınmadan insan bundan nasıl kurtulur?! [40]

D) Süslemek Suretiyle:

Şeytan, kötü olan davranışları süsleyerek insanları etkileyip o davranışla­rı yapmalarına sebep olmaktadır:

Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de. "Bugün insanlardan size ga­lip gelecek kimse yoktur. Şüphesiz ben de sizin yardımcınızım" deci. Fakat iki ordu birbirini görünce, ardına döndü ve "Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerini­zi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi. [Enfal/48]

Ayetin burada bizi ilgilendiren kısmı, şeytanın insanlara amellerini süsle­yerek güzel gösterdiği meselesidir. Sahte süs ve sahte güven, insanları yanlış amel ve eyleme sevketmektedir. Şeytanın bu süslemesini anlayıp, ondan ko­runmak çok zordur:

(Onun ve kavmi­nin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan kendile­rine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar). [Neml/24]

Şeytanın amelleri süslemesi, onların doğru yolu şaşırmalarına ve bir daha onu bulamamalarına neden olmuştur. Böylece, şeytanın süslemesinin etkisin­den kurtulmanın ne kadar zor olduğu vurgulanmıştır. Bunun bir tek çaresi vardır, o da yardım için Allah'a dua etmektir. [41]

E) Emretmek Suretiyle:

Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fuhşu emreder. Allah ise, size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir. [Bakara/268]

Ayette geçen fahşa kavramı, Râzî'ye göre, hasislik, cimriliktir. Kişiyi, fa­kir düşmekle korkutarak, infak etmesini, zekat vermesini, fakirin elinden tut­masını engeller. Bu sebeple cimrilik, şeytanın emridir. Fahşa kavramına, cimrilik ve hasislik manasını, cümlenin başındaki fakirlik kavramından dola­yı vermekteyiz. Oysaki fahşa, cinsel davranış bozukluğunu da ifade etmek­tedir. Fakir düşme endişesine sevketmenin doğal sonucu cimriliktir. O zaman aklımıza şu soru gelmektedir: Fakirlik korkusunu insanın içine saldıktan son­ra, cimriliği emretmesine ne gerek var?

Fakirlik korkusu sonradan kazanılır; ama cimrilik doğuştan gelen bir duy­gudur. Yani insan, sahip olduğu şeyleri başkasına vermeme duygusunu do­luştan getirir. Onun için çocuklar oyuncaklarına sahip çıkarlar, başkalarına »ermek istemezler. Eğer çocuklara eğitim vasıtasıyla paylaşma alışkanlığı ».^iandınlmazsa, büyüdüklerinde cimri olma ihtimalleri büyüktür.

Onun içindir ki şeytan, sonradan kazanılan fakir düşme korkusunun insanın doğasında bulunmaması sebebiyle etkisini bu temelsiz durumun üzerine bina etmenin geçerli olamayacağının farkındadır. Bu yüzden, insanın doğa­sından gelen, malını sakınma ve koruma duygusunu kullanarak etkisini sağ­lam temeller üzerine kurmaya çalışır. Böylece iki yönden insanın iç alemini abluka altına alır; bir taraftan insanın içine fakirlik korkusunu salar, diğer ta­raftan cimriliği emreder. [42]

F) Unutturmak Suretiyle:

Şeytanın insanı etkileme yollarından biri de, yapılması gereken eylem­leri unutturmasıdır. Yüce Allah, şeytanın bu etkinliğini şöyle dile getirmek­tedir:

(Şeytan onları et­kisi altına aldı da kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. İşte onlar şey­tanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki, şeytanın yandaşları hep kayıptadır). [Mücadele/19]

Allah'ı anmak, hatırlamak ve düşünmek, insanın en asîl ibadetlerinden bi­ridir. İnsanın beyni, gönlü ve duygu aleminin müştereken hareket ettiği bu ibadet şekli, kökleri insanda, dalları ise göklerde olan bir ibadettir. Şeytanın en büyük başarısı, insana Allah'ı anmayı unutturmasıdır. Çünkü o biliyor ki, insan Allah'ı unutursa, Allah da onu unutacaktır. Hatta kendisini kendisine unutturacaktır. [Haşr/19]

Allah'ın ayetlerine hakaret edenlere karşı takınılacak tavrı, şeytanın unut­turma ihtimali vardır. Peygamber bile bundan müstağni değildir:

Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, ha­tırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma! [En'âm/68]

Keh/63'te Musa'nın fetasına şeytanın unutturması hatırlatılmaktadır. Pey­gambere bile unutturabilen şeytanın bu faaliyetinden, Allah'ın yardımını al­madan, O'na sığınmadan kurtulmak mümkün olmadığından Allah, kovulmuş şeytandan kendisine sığınmamızı istemektedir. [43]

Kendilerinden Allah’a Sığınılması Gereken Şeyler:

Yukarıda belirtildiği gibi şey­tanın etkilerinden Allah'a sığınmak gerekiyor. Acaba sadece şeytandan mı Allah'a sığınılması gerekir, yoksa kendilerinden Allah'a sığınılması gereken başka şeyler de var mıdır? [44]

Cehaletten Allah'a Sığınma:

Cehalet şeytandan daha etkilidir; çünkü cahil insan, hem cehaletin kötü etkisi altındadır; hem de şeytanın etki alanı içinde olduğunun farkında değildir:

Musa kavmine: 'Allah bir sığır kesmenizi emrediyor' demişti de, 'Bizimle alay mı ediyorsun?!' demişlerdi. O da, 'Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım' de­mişti. [Bakara/67]

Bir peygamber cehaletten Allah'a sığınmaktadır, cehaletin tahribatından, Allah'ın yardımı olmadan kurtulmak mümkün değildir, cehalet düşmanı dost, dostu düşman, gerçeği sahte, sahteyi gerçek, iyiyi kötü, kötüyü iyi, doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterir, cehalet, insanın önünü karanlığa boğduğu için insanın adım atmasını engeller. [45]

Kişinin, Hakkında Bilgisi Bulunmadığı Birşeyi İstemekten Allah'a Sığınması:

Bilmediği bir şeyi Allah'tan istemek çok kötü bir davranıştır. Oğlunu kur­tarmasını isteyen Nuh'a Allah, bilmediği bir şeyi kendisinden istemesi halin­de cahillerden olacağını bildirince Nuh Allah'a sığınarak şöyle dua eder:

(Nuh dedi ki: "Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım"). [Hud/47]

İnsan Allah'tan bir istekte bulunurken, o meselenin fayda ve zararını bil­miyorsa, isteğinde hata yapabilir. Allah'tan bir şey istemek de bilgiye dayan­malı, bilginin rehberliğinde olmalıdır. [46]

Meşru Olmayan Fiillerden Allah'a Sığınmak:

(Evinde bulunduğu kadm, onun nefsinden murat almak istedi. Kapılan iyice kapattı. Ve 'Haydi gel!' dedi. Yusuf da, "Bu işi yapmaktan Allah'a sığınırım. Zira, kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki: Zalimler iflah olmaz" dedi). [Yusuf/23]

Hz. Yusuf, kendisine yapılan zina teklifinden ötürü Allah'a sığınmıştır. Kendisine bütün imkânları hazırlayan Aziz'e ihanet etmek istemedi; isteme­mekle de kalmayıp, bu teklife karşı durmak için Allah'ın yardımını dileyerek, O'na sığındı. Cinsel içgüdünün önünde durup, iffetini korumak zordur. Akıl, mantık, bilgi ve irade ister. İman ve iffet duygularının bir araya gelmesini zo-runlu kılar. Bütün bu alt yapıya rağmen, insan yine de bu içgüdünün etkisini kıramayabilir. İşte o zaman, Allah'a sığınmak gerekli olmaktadır. İnsanın Al­lah'a sığınması ile ilahî iradenin kesiştiği yerde, cinsel içgüdünün disiplini sağlanmış olacak ve bu kötü fiili yapmaktan uzak kalınacaktır. [47]

Tanımadığı Bir Erkekle Tenhada Karşılaşan Bir Kadının Allah'a Sığınması:

Tesadüfen tanımadığı bir erkekle karşı karşıya kalan bir kadının yapacağı şey Allah'a sığınmaktır. Cebrail Hz. Meryem'e erkek suretinde görününce Meryem hemen Allah'a sığındı:

("Senden, Rahman'a sığınırım" dedi). [Meryem/18)

Yüce Allah erkeklerden Hz. Yusuf u, kadınlardan da Hz. Meryem'i Allah'a sığınma konusunda örnek olarak vermektedir. [48]

Kibirli İnsandan Allah'a Sığınmak:

Kibirli insanlar, şeytanla ortak yönü olan insanlardır. Varlıklar arasında ilk günahı işleyen şeytan, kibirinden dolayı bu günahı işlemiştir. İnsanların şeyta­na en yakın olanları, kibirli olanlarıdır. Bu insanlardan Allah'a sığınmak gere­kir:

(Musa da, 'Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin de Rabbinize sığınırım' de­di). [Mü'min/27]

Ahiret gününe inanmayan kibirli insanın kötülüğünden korunmanın zor­luğunu, Hz. Musa da itiraf etmektedir. Bir peygamber olduğu halde Hz. Mu­sa, ahirete inanmayan kibirli adamdan Allah'a sığınmıştır. Zira bu tip insan­ların ne yapacaklarını kestirmek mümkün değildir. [49]

Suçludan Başkasını Cezalandırmaktan Allah'a Sığınmak:

Her ne olursa olsun insan, suç işleyenden başkasını cezalandırmaktan Al­lah'a sığınmalıdır. Kur'an bunun bir örneğini şöyle ifade etmektedir:

(Dedi ki: "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimlerden oluruz"). [Yusuf/79]

Birisi, suç işleyen kimse yerine kendisinin cezalandırılmasını istese bile, suçludan başkasını cezalandırmak zulüm olur.

Kimsesiz, güçsüz ve zavallı insanlar, çoğu zaman iftiraya uğrayarak başkalannın işlediği suçların bedelini ödemişlerdir. Bu sosyal yarayı iyileştirme­nin yolu, Allah'a sığınacak kadar imana sahip olmaktır. Dünyada hiç bir dav­ranış, başkasının suçunu birine atmak gibi zalimane bir davranış kadar şey­tanı memnun edemez. Bu tip insanların şerrinden, Allah'a sığınmaktan başka çıkar yol yoktur? [50]

Ana-Baba Çocuklarını Şeytanın Etkisinden Korumak İçin Allah'a Sığınmalıdır:

Tahrim/6 ayetine göre, eğitim faaliyetinin bir görevi de korumaktır. Eği­tim faaliyetinin temel direkleri olan aile ve okul, çocukların iyi yetişmesi ve çeşitli olumsuz etkilerin altında kalmamaları için koruyucu faaliyetlerini ye­rine getirmelidirler. Aile ve okulun, bütün gayretlerine rağmen başarılı ola­mayacakları bir alan vardır; o da şeytanın etkisidir. İşte burada yardımını celbetmek için Allah'a sığınmak gerekir. Yüce Allah, Hz. Meryem'in annesi­ni bu duruma örnek olarak göstermektedir:

(Ve ona Meryem ismini verdim. Lanet­lenmiş şeytana karşı onu ve soyunu korumanı diliyorum). [Âl-i İmran/36]

Hz. Meryem'in annesinin bu duası, eğitimin önemli metodlanndan biri olarak eğitim faaliyetinde yerini almıştır. Bu örnek, dua ve isti'azenin eğitim­deki önemini göstermektedir. Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed, çocukları ve torunları için aynı duayı yapmışlardır. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadîse göre Hz. Peygamber, torunları Hasan ve Hüseyin için şöyle dua ederek is­ti' azede bulunmuştur:

Sizi, her şeytan ve zehirli hayvandan ve kem gözlerden, Allah'ın tam kelimele­rine havale ediyorum. Atam İbrahim, oğullan İsmail ve İshak için bu kelimeler­le isti'aze yapardı.[51]

Bu hadîste, Hz. İbrahim'in, çocukları için Allah'a sığınma (isti'aze) konu­sunda başlattığı geleneği Hz. Muhammed'in sürdürdüğüne şahit oluyoruz. Aile efradını şeytandan koruması için Allah'a sığınmak gerekiyor. Baba, peygamber bile olsa, çocuklarını belalardan koruyamaz. Eğitimde ailenin gücü sınırlıdır. Bunu ortadan kaldırmanın yolu, ilahî yardımı devreye sok­mak için isti'azede bulunmaktır. [52]

Yaratıkların Şerrinden Allah'a Sığınmak:

İnsana zararı dokunan ve dokunacak olan bütün yaratıkların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir: bu (Yaratıkların kötülüklerinden felakın rabbine sı­ğın!) [Felak/2]

Hz. Peygamber de, bu ayetin tefsirine konu olacak şekilde şöyle demiştir:

“Yarattığın, var ettiğin ve vücut verdiğin şeylerin şerrinden zatına sığınırım.”[53]

Bazan insanoğlu, Allah'ın yarattığı bir maddeyi, insanı mahvedecek hale getirebilmektedir. Maddenin, parçalandığında insanı mahvedecek olan çekir­değindeki düzeni dışarıdan müdahale ile bozarak patlatan insan, o küçücük varlığı zararlı hale getirmektedir.

İnsanlar, güzelim tabiatı kirleterek dengesini bozmakta ve böylece onu insa­na zararlı hale getirmektedirler. İnsan, insanın kurdu olmaya çoktan başlamıştır.

Meyvenin içindeki kurdun oluşumunu göremiyoruz; insanın iç aleminde oluşan kurtların şerrinden Allah'ın yardımı olmadan kurtulmak neredeyse imkansızdır. Yara­tıklar alemini ihya etmek için yaratılan insan, o yaratıklara zarar vermemelidir. [54]

Zifiri Karanlığın Şerrinden Allah'a Sığınmak:

Muavvezeteyn olarak anılan surelerden biri olan Felak/3 ayeti, (Basan zifiri karanlığın şerrinden, (tan yerinin Rabbine sığın!) şeklindedir. Zifiri karardıkta ne vardır da ondan Allah'a sığınmak gerekiyor?

Basan zifiri karanlık şunu ifade etmektedir: Kötülüklerin çoğu gece gerçek­leştirilir. Şeytan gece vakti daha etkili bir şekilde faaliyete geçer. İçkinin içil­mesi, zina ve savaşların ilan edilmesi, hep gece vakti olmuş ve olmaktadır.

Gündüz vakti çok az kişi içki içer veya zina eder. Savaşlar da genellikle gece ilan edilir.

Diğer taraftan, Allah'ın belaları daha çok geceleyin, sabaha karşı gelir. Al­lah'ın, tabiat olaylarını kullanarak insanları cezalandırması, genellikle gece olmuştur. Kur'an'a göre bu, genel bir ilahî kuraldır:

(Azap yurtlarına indiğinde, uyarılanların sabahı ne kötü olur). [Saffat/177]

(Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü). [Hud/81]

Basan zifiri karanlık ifadesi, insan nefsinin beyni ve gönlü örtmesidir. Akıl güneşinin ve imanın önünü bulut gibi kapatıp, insan davranışlarının bu güçler­le olan bağını koparması ve onların ışığından istifade etmesini engellemesidir. Aklın ve düşünce ışığının kaybolması, iman nurunun gönülde batması, nefis dumanının oraları istila etmiş olmasından kaynaklanır. Basan zifiri karanlık nefsin, insanın iç alemindeki ışığı söndürmesini ifade etmektedir. İnsanın iç alemindeki, yani psikolojik yapısındaki böyle menfî bir oluşumun engellenebil­mesi için, ilahî yardım şarttır. Felak suresinde, Hz. Peygamber'in bile bundan istisna edilmediği görülmektedir. Çünkü emrin ilk muhatabı odur. Bu ve buna benzer pek çok ayette, insanların yaptıkları yanlış işlerin göğe yükseleceği, ora­dan bela olarak tekrar onların başına -gece vakti- döneceği ifade edilmektedir. Böylesi belaların başa gelmesinden Allah'a sığınmak gerekir. İnsanların birbir­lerine olan düşmanlık duygulan, gece vakti birbirlerine tuzak kurmaya kadar varabilir. İlgili ayetlerden, bu tuzakların gerçekleştirildiği gecelerden, Allah'ın yardımını dilemek suretiyle O'na sığınmanın zorunluluğu anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber bu konuda Allah'a şöyle sığınmaktadır:

Ey Rahman! Hayırlarla gelen hariç, gece ve gündüz gelenlerin şerrinden, yere inen ve ondan çıkanın şerrinden, göğe yükselenin ve ondan inenin şerrinden, kendisinden hiçbir günahkarla itaatkarın vazgeçemeyeceği tam olan kelimeleri­ne ve kerîm olan zatına sığınırım.[55]

Hz. Peygamber'in bu hadîsi, -bir bakıma- Felak/3 ayetini tefsir etmekte­dir. Zifiri karanlığın şerrinden korunmak, insan gücünün ötesinde bir çaba gerektirebilir. Bunu da ancak Allah temin edebilir. [56]

Üfürükçülerin Şerrinden Allah'a Sığınmak:

Sihirbazlar iplere okuyarak düğüm yaparlar. Onların bu etkinlikleri insan-ıra zarar verir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

(Düğümlere üfürüp büyü yapanların şerrinden Al­lah'a sığın!) [Felak/4]

Hz. Musa döneminde zirveye ulaşan sihir uygulamaları, Kur'an'ın geldi-: dönemlerde de revaçtaydı. Yüce Allah öncelikle Hz. Peygamber'den, bu r ahirlerden kendisine sığınılmasını istemiştir.

Düğümlere üfürmek ifadesinden başka mana çıkartmak mümkün müdür? Yazdıkları kitaplarla gençlerin beynine ve gönlüne düğüm atan, onların gö­nül ve zihin boyutunu bu düğümlerle çalışmaz hale getirenler, bu ifadenin kapsamına girmez mi? Yanlış felsefe ve yanlış bilgilerle insanların anlayış kapasitelerini ve manevî hayatlarını düğümleyenlerin, o sihirbazlardan fark­ları var mıdır? Bize göre insanların düşüncelerine ipotek koyan, düşünce öz­gürlüklerini ellerinden alan, gönüllerinde deprem meydana getiren fikirleri üretenler, günümüzün sihirbazlarıdır. Bunların şerrinden Allah'a sığınmak gerekiyor. [57]

Hasetten Allah'a Sığınmak:

(Haset edenin şerrinden Rabbine sığın!) [Felak/5]

Haset, başkasında olan nimetin ondan alınıp kendisine verilmesini iste­mek manasına gelmektedir. Aslında haset, psikolojik bir duygudur. Başkala­rının sahip olduğu çeşitli nimetlere karşı akılcı bakamamaktan dolayı, nefsin dikenli isteklerinin kabarmasından ibarettir. Kökleri nefiste olan haset ağacı, sosyal hayata dal budak salınca, insan ilişkilerini yakıp küle çevirmektedir. Hasetçi, haset saikiyle entrikalar, hileler ve düzenler tertip eder. Bu da haset duygusunun sosyalleşmesiyle sonuçlanır.

Gıptanın kıskançlığa, kıskançlığın çekememezliğe, çekememezliğin hase­de dönüşmesi, insanlar arası ilişkinin yanıp kül olmasına sebep olabilir. Ate­şin odunu yakıp kül etmesi gibi, haset de insanın amellerini yakıp kül eder. Haset edenin hile ve düzenlerinden kurtulmak, insan gücünü aşan bir yapıya sahiptir. Hasedin yangınını ancak ilahî müdahale ile söndürebileceğimiz için, Felak suresinin sonu böyle bitmektedir. [58]

Şeytanın Vesvesesinden Allah'a Sığınmak:

Şeytanın insanı etkilemek için nezğ, hemezât ve vesvesi'yi kullandığı ayet­lerde görülmektedir.

Birbirine yakın manalar taşıyan bu kavramların geçtiği ayetler şunlardır:

(Şeytandan gelen bir fit seni dürtecek olur­sa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir). [A'raf/200]

(Ve dedi ki: "Rabbim! Şeytanların kışkırtma­sından sana sığınırım"). [Mü'minûn/97]

"Cin ve insan şeytanlarından meydana gelen, pusuya çekilen ve insanların göğ­süne vesvese verenin şerrinden, insanların Rabbine, melikine ve ilahına sığını­rım" de! [Nas/6]

Birinci ayette fit, ikinci ayette hemezât ve üçüncü ayette vesvese kullanıl­mıştır. Bunlar insanı, kurtulamayacağı bir etki altına almaktadırlar. Özellikle bu etkilerin merkez üssü, insanın nefsi olduğu için, insanın gücü onlara kar­şı yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizlik, onda bir ihtiyaç meydana getirmekte­dir. Bu yetersizliği dolduracak ve bu ihtiyacı giderecek olan Allah'tır. Bu se­beple O'na sığınmaktan başka çare yoktur.

Yüce Allah, isti'azeyi, insan için faydalı olacağından dolayı emretmiştir. O halde, isti'azenin (Allah'a sığınmanın) eğitim açısından faydalan nelerdir?

1. Allah'a sığınmak, insanın kendisini müstağni hissetmesini engeller:

Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. [Alak/6-7]

Cahil insan kendini yeterli görür. Kur'an dilinde buna kendini müstağni görmek diyoruz. İnsanın kendini yeterli görmesi, bir azgınlıktır. İnsanı azgın-laştıran, kendini müstağni (kendini kendine yeterli) görmesidir.

Kendini müstağni gören, Allah'a ihtiyacı olmadığını gizli de olsa ifade et­miş olmaktadır. İşte 'isti'aze', insana ihtiyaç sahibi olduğunu ve bundan do­layı da acz içerisinde bulunduğunu itiraf sadedinde emredilmiş ahlâkî ve in­sanî bir ilkedir. Allah'a muhtaç olduğu bilinci, insanın takvasını oluşturmak­la, bu bilincin dilden dökülüşü de isti'aze olmaktadır. Allah'ın huzurunda ihtiyaç sahibi olduğunu, çeşitli zararlara karşı konulamayacağını itiraf etmek, Allah'a yaklaşmanın önemli bir basamağını teşkil etmektedir.

Kendini müstağni görme gibi, insanı şirke ve azgınlığa iten bir duygunun kalpten çı-ijnlmasının yolu; bilginin insana verdiği alçakgönüllülük, eksikliğini görebilme ve ih-z} aç sahibi olduğunu hissederek bu duygulan Allah'a isti'aze ile itiraf etmektir. İnsan, \lak suresinin ilk ayetlerinde geçen, yaratıldığı ilk maddeyi düşünürse, nereden geldi-irjn şuuruna varacaktır. Nereden yaratıldığını bilen insan kendisini kendisine yeterli îrremez. Çünkü o bilir ki, herkes ve her şeyden müstağni olan tek varlık Allah'tır.

2. Müstağnilik duygusunu terkederek Allah'a sığınmak.

tsti"azenin birinci basamağının insana sağladığı eğitim etkinliğinden son-ı insanın yapacağı şey, Allah'a yönelmek, ihtiyaçlannı O'na sunmak ve O'na kaçmaktır:

(Hepiniz Allah'a yönelin). [Rum/31]

(Allah'a kaçın). [Zariyat/50]

Din eğitiminin en önemli amaç ve görevlerinden biri, insanı sadece ve sa­dece Allah'a yöneltmektir. İnsan düşünce itibariyle Allah'a yöneldiğini, isti'aze ile ifade etmektedir. Sorunlarını ve ihtiyaçlarını Allah'a açmak, O'nun katına sunmak, O'na yönelişinin ve kaçışının isbatıdır.

3. Kendi kendini eğitme.

İsti'aze, insanın kendine yöneldiğinin, kendini hissettiğinin ve kendini an­ladığının işaretidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Artık insan kendi nefsinin gözlemcisidir. [Kıyamet/14]

Bu ayetle Allah, insanın kendi iç alemini gözleyebileceğini söylemektedir. Psikoloji dilinde buna "iç gözlem metodu" denmektedir. İç gözlem yapmayan in­san, kendi aczini anlayıp bir sığınak aramaz. İsti'aze bu sığınağı aramak olduğu­na göre, insan onunla kendi kendini anlayabilir, duyabilir ve gözleyebilir.

Kendini gözleyebilen insan, takva derecesine ulaşmış demektir. Bu seviyesiyle o, içinde kopan fırtınaların yönünü, ağırlığını ve kaynağını anlayacak durumdadır:

(Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse, hemen Allah'a sığm. Çünkü O, işitendir, bilendir, takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünüp hemen gerçeği görürler). [A'raf/200-201]

Şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınma, takvaya ermektir; takvaya eren insana da Allah, içindeki oluşumların rahmani mi şeytanî mi olduğunu anla­ma yetisini vermektedir.

Bu iki ayetten çıkan netice, bu yorumu yapmamıza imkan vermektedir. Birinci ayetten, şeytanın vesvesesinden Allah'a sığınmanın bir emir olduğu­nu öğreniyoruz. İkinci ayette de takva ile basiretin ilişkisini görüyoruz. Takva-basiret ikilisinin arasına ise Allah, düşünme'yı koymaktadır.

Basiret sahibi (gönül gözü açık) olan, diğer bir ifadeyle kendi kendini gözleyebilen insan, içindeki fırtınaların kaynağını anlar; çünkü o, takva de­recesine çıkmıştır. Demek ki isti'aze öyle bir okuldur ki, orada en önemli in­sanî değerler olan düşünmek ve basîret öğretilip, takvaya ulaşılmaktadır. İs­ti'aze ile Allah'a sığınan insana Allah düşünmeyi, kendini gözlemeyi ve bun­larla takvaya ermeyi nasip etmektedir. İsti'aze kapısından o üniversiteye gi­renler, bu değerleri alıp mezun olmaktadırlar.

4. Temizlemek

Sığınmanın bu görevini Râzî şu şekilde açıklamaktadır.

Yüce Allah Kur'an'a tam anlamıyla temizlenmiş olanlardan başkası el süremez [Vakıa/79] buyurmuştur. Kalp Allah'tan başkası ile ilgilenince, dil de Allah'tan başka şeyleri söyleyip durunca, kalp ve dilde bir nevi kir meydana gelir. Bun­dan dolayı temizlik yapmak gerekir. Kul (e'ûzu billahi) deyince, bu temiz­lik meydana gelmiş olur.[59]

Râzî bizim de katıldığımız bir görüşle, Vakıa/97'deki kirliliğin, kalp kirlili­ği olduğunu söylemiş, onun abdestsizlik olmadığını ifade etmiştir. Oradaki te­mizlenenlerden kasıt, e'ûzu çekip gönül kirini temizleyenlerdir. Gönlünü sah­te putlardan temizleyip Allah'a sığınan insan, Kur'an'a dokunabilir. Demek ki Kur'an'a dokunmanın şartı abdest değil, e'ûzu çekmektir. Kur'an'a dokunmak için abdestin şart olduğuna dair Kur'an'da bir hüküm yoktur; ama onu okuma­ya başlarken e'ûzü çekmenin farz olduğu hükmü Kur'an'da yer almaktadır.[60]

İsti'aze (e'ûzü çekmek), kalp kirini ve -Râzî'nin dediği gibi- dilin kirini temizler. İnsanlar dedikodu, gıybet ve yalan konuşmalarla hem dillerin, hem de gönüllerini kirletirler. "Bunları temizlemeden Kur'an'a dokunmayın" di­yen Allah, bunları temizlemenin yolu olarak da isti'azeyi göstermektedir.

5. Allah'a sığınma, çocuğu şeytanın şerrinden korur.

İsti'azenin diğer bir etkinliği de, isti'aze ile çocuğun şeytandan korunması için Allah'ın yardımını dilemek, çocuğu Allah'ın korumasına havale etmektir.Hz. Meryem'in annesi bu hususta güzel bir örnektir; o, Ben onu ve zürriini. kovulmuş şeytandan sana havale ediyorum derken, e'ûzü fiilini kulmıştır. Demek ki anne-baba, çocuklarını şeytanın şerrinden koruması için Allaha sığınarak dua etmelidir.

İnsanın eğitimde bütün imkanları seferber ettikten sonra meseleyi Allah'a havale etmesi, Kur'an'ın öngördüğü önemli bir metodtur. Böylece isti'azenin en ufak meselelerden başlayıp, eğitim faaliyetine kadar uzanan pek çok fay­dasının bulunduğunu anlaşılmıştır. [61]

Besmele:

1. Rahman-rahim olan Allah'ın adıyla.

Besmele, Kur'an'ın ayetlerinden biridir. Fatiha suresinin ilk ayetini teşkil et­mektedir. Hz. Nûh da (bismillahi) ifadesini kullanmıştır:

(Nûh dedi ki: "Gemiye binin; onun gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim, çok bağışlayan ve çok acıyandır"). [Hud/41] [62]

Besmelenin İşlevi:

Bu ayet bize, kainattaki olayların Allah'ın ismi ile hareket ettiğinin kanu­nunu göstermektedir. Geminin gitmesi ve durması; işlerimizin yürümesi, çö­zümlenmesi ve yol almasının Allah'ın ismi ile olduğuna işaret eden bu ayet, işlerin durulmasının da O'nun sayesinde olduğuna dikkat çekmektedir. Bu takdirde ayetteki ism kavramı, Allah'ın iradesini ve kudretini ifade eder ve neden besmele ile başladığımızın da bilincini kazandırır.

İsti'aze ile Allah'a sığınıyor, besmele ile de O'ndan işlerimizi yürütmesini istemiş oluyoruz. Böylece 'besmele', Allah'ın yardımını eyleme dönüştüren ifadenin adıdır. Ama Hz. Nuh hangi kelimelerle besmeleyi ifade etmiştir? Bi­ze göre, onun ifadesini Yüce Allah levh-i mahfuzda Kur'an diline çevirerek bize göndermiştir. Daha sonra besmeleyi, yani “Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim” ayetini Hz. Süleyman Hüdhüd kuşuyla Belkıs'a gönderdiği mektupta kullanmıştır:

(Mektup Süleyman'dandır. Rahman-rahim Al­lah'ın adıyla). [Neml/30]

Hz. Süleyman da, mektubuna iki devletin arasındaki ilişkileri Allah'ın yürüt­mesi bakımından, Hz. Nuh gibi besmele ile başlamıştır. Hz. Nuh, Geminin git­mesi ve durması Allah'ın adıyladır demiş, Hz. Süleyman ise iki devletin arasın­daki işlerin yürümesinin Allah'ın adıyla olacağına işaret etmiştir. Hz. Süleyman besmelenin ardından, (Bana baş kaldırmayın, teslimiyetle ba­na gelin) [Neml/31] demiştir.

Demek ki onların teslim olmaları da olmamaları da Allah'ın kudretiyle olacaktı.

Hz. Nuh ve Hz. Süleyman'la ilgili ayetlerden hareketle şu değerlendirme­yi yapabiliriz: Tabiat olayları da, sosyal olaylar da Allah'ın adıyla yürür; kul ister, Allah yaratır. Demek ki, besmele, kulun iradesi ile ilahî iradenin kesiş­tiği noktaya işaret etmektedir.

Daha sonra besmele, Hz. Peygamber'e indirildi. Hira mağarasında gelen Alak suresinin ilk beş ayetinin ilkinde yer aldı:

(Yaratan Rabbinin adıyla oku!) [Alak/1]

Okumaya besmele ile başlama emri, Kur'an'da ilk defa bu ayette yer al­maktadır. Nahl/98 ayeti, Kur'an okumaya e'ûzu (isti'aze) ile, Alak/1 ayeti ise besmele ile başlamanın zorunlu olduğunu göstermektedir.

Üç peygamberle ilgili besmeleden şu anlamlan çıkartmak mümkündür: Hz. Nuh'un besmelesi, tabiat olayları ile; Hz. Süleyman'ınla sosyal olaylarla; Hz. Muhammed'inki ise, öğretim faaliyetiyle ilgilidir. Böylece, okumanın, yani öğ­retim faaliyetinin verimli yürümesinin Allah'ın adıyla olacağı, bütün bu faaliyet­lerin Allah'ın adıyla yürüyeceği gerçeği insanlığın hayatına sokulmuştur.

Besmele ile bir işe başlayan insan, işini verimli, olumlu ve faydalı bir şekil­de ancak Allah'ın yürüteceğini itiraf etmekte ve bunu bir dua şekline dönüştür­mektedir. Demek ki besmele her şeye hareket veren bir güçtür, ya da o gücün bütün hareketleri kontrol etmesidir. İnsanın ağzından dökülen o harf ve kelime­ler, ilahî iradeyi ve gücü; tabiat, sosyal ve öğretim olaylarıyla birleştirmektedir. Önemli olan, besmelenin ağızdan dökülürken gönülden gelmesidir. [63]

Besmele'nin Terkibi:

Be Harfi:

Besmelenin başındaki (be) harfi, ile manasının yanısıra sığınma mana­sına da gelir. "Başkası adına" bir işi yapmayı ifade eder. Be harfinin anla­mıyla ilgili Elmalılı Hamdi Yazır şu tesbitleri yapmaktadır:

Besmele'nin yapısını oluşturan kelimelerin odak noktasını (be) harfi teşkil etmektedir. Bu harf sayesinde biz Allah'a ulaşırız. Bütün varlıkların ge­lişmesinin başlangıç noktası ve varlıkların tek isteği olan rahman ve Rahîm

Allah'ın ismini, kalbimizde niyet ettiğimiz, ama henüz pratiğe geçirmediği­miz işimize bağlayacak olan en özlü ve kısa söz, bu (be) harfidir.

İsteklerimizi yapmakta ne kadar serbest olursak olalım, yaptıklarımızın tam sebebi olmadığımız bir gerçektir. Çünkü bizim isteklerimiz, varlık zin­cirinde ilk sının teşkil etmemektedir. Onların akışı içinde bir değişim ânını oluşturmaktadır. Onun içindir ki, bütün isteklerimizin aksamadan ve sıkın­tısız olarak meydana geldiğini görmüyoruz. Demek ki başarılarımız, her şe­yin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki münasebetin bereketine bağlıdır. Bu bereket, başlangıçta rahman olan Allah'a, sonunda da Rahîm olan Al­lah'a bağlıdır. Bilsek de bilmesek de bu, oran, ciddiyet, ilişki, bağlantı ve bütünlük arzeden genel bir kanundur. Bu kanunun ortaya çıkması, varlığın sebebidir. İşte besmeledeki (be), bu kanunu ifade eden başlangıç harfi­dir.

(be) harfinin asıl manası, yapıştırmak'tır. Karıştırma ve beraberlik, yar­dım dileme, pekiştirmek ve yemin gibi birçok manası daha vardır. Müfessir-îer besmeledeki bu harf veya kelimenin manasının, ayrıca, beraberlik veya yardım dileme anlamına geldiğini de söylemişlerdir.

O zaman aklımıza bir soru geliyor: Bu harf neyi neye bağlıyor? Cevap olarak denebilir ki; insanın yapmaya niyet ettiği herhangi bir işi Allah'a bağ­lamaktadır, ya da kişi, o iş için Allah'tan yardım dilemektedir. Mesela Kur'an okumaya başlayan bir insan, okuyuşunu Allah'a bağlıyor, O'ndan yardım di-ivor ve o işi O'nun adına yaptığmı itiraf etmiş oluyor. Böylece yapılan oku­na eyleminin yürütülme işini Allah'a havale etmiş olmaktadır.

Bu duruma başka bir örnek verebiliriz: Hz. Peygamber'e Hira mağarasın­da. (Rabbinin ismi ile oku) denmiştir. Cebrail okuma işini Allah'a bağlamıştır, yani Allah'ın müdahalesiyle okuma faaliyetinin yürütüleceğini gün­ceme getirmiştir. Böylece (be) harfi, bir önceki niyet edilen eyleme bağlı olrak iş görmekte ve o eylemi Allah'a bağlayarak O'ndan yardım dilenmesi gerektiği öğretilmektedir. [64]

İsim Kavramı:

(ism) kavramı, bir varlığın zihinde beliren işaret ve alametidir. Ayrıca r»; başına bir mana ifade eden kelimeye de 'isim' denmektedir. Dış alemde zihinde o varlığın gerçekleşen manasına da 'müsemma' denmektedir. İsm kavramının yücelik manasına gelen sümuv veya damgalamak manasına vesm kelimelerinden türediğini söyleyenler de vardır.

Bu manalardan birincisini şöyle açabiliriz: Yücelik manasına gelen ism, anılınca insanı yüceltmektedir. Allah'ın isimlerini anmak/zikretmek, insanı Allah'a yüceltmektedir. Allah için yücelik manasına gelen ism, varlıklar için tanınma alametidir. Demek ki ism kavramı varlıklar için farklı bir mana ifa­de etmektedir. [65]

Rahman-Rahim İsimleri:

(rahman-rahim) isimlerini, Fatiha/3'te ele alacağız. Ancak bura­da şunu ifade edelim ki, insan işini Allah'a havale ederken, onu, rahman-ra­him Allah'a bıraktığını söylemektedir. Her iki isim de rahmet manasım taşı­dığına göre Allah kullarının işlerini 'rahmet' sıfatlarıyla yürütmekte, onlara o sıfatlarla yaklaşmaktadır. İşlerin başında (er-rahman), sonunda da (er-rahim) sıfatlarıyla muamele etmektedir. Yüce Allah, işini kendisine bıra­kan ya da Allah adıyla işine başlayan insana rahmetle muamele etmektedir.

Yüce Allah'ın rahman ve rahim sıfatları bize eğitimde önemli ipuçları ver­mektedir. Aynı zamanda bu iki kavram Kur'an ahlâkının iki anahtar terimdir. Yüce Allah merhamet sıfatından insanlara da bir cüz verdiği için, Kur'an ahlâ­kı ile ahlâklanacak kişiler, eğitimciler, ana babalar, halkın, öğrencilerin ve ço­cukların meselelerini merhamet dairesi içinde ele almalı ve çözümlemelidirler. Yukandakilerin aşağıdakilere reva görecekleri muamelenin başı ve sonu merha­met olmalıdır. Siyasetin, eğitimin ve iş hayatının temelleri merhamet üzerine ku­rulmalıdır. [66]

Hamd:

2. Hamd, alemlerin rabbi Allah'a mahsustur.

Fatiha suresinin besmele ile başladığına kani olduğumuzdan, hamd kav­ramı ile başlayan bu ayeti ikinci ayet olarak ele aldık.

Bu ayetin özünü meydana getiren üç temel kavram şunladır: hamd, rab ve alemler.

(elhamdulillâhi=hamd Allah'a aittir). Hamd lügatte medhetmek, sena etmek, tebcil etmek, şükretmek manalarına gelir.

Hamd kavramına müfessirler, birbirine çok yakın manalar vermişlerdir. En ge­niş izahı Fahruddîn Râzî yapmıştır; en derli toplu manayı ise İsfehânî vermiştir.

Zemahşerî, hamd ile medh'in kardeş olduğunu ifade etmektedir. İsfehânî ise, sena manasını öne almaktadır. Hamd, medh'e göre daha özel; şükr'e göre ise daha geniştir. Fahruddîn Râzî, medh'in iyilikten hem önce hem de sonra olabileceğine, ama hamd'in sadece iyilikten sonra olacağına dikkat çekmekte­dir. Medh canlı cansız her şeye yapılır, onun için medh, hamd'den daha geniştir. Medh'in bir kısmının Peygamber tarafından yasaklandığını söyleyen Râzî, şu hadîsi delil olarak getirmektedir:

Meddahların yüzlerine toprak saçın![67]

İsfehânî'ye göre şükür, nimet karşılığıdır. Her şükür hamd'dir, ama her hamd şükür değildir. Her hamd medhtir, ama her medh hamd değildir. Fakat Râzî, daha farklı bir mukayese yapmaktadır: Hamd, nimetin sana veya başka­sına ulaşmasını kapsar. Şükür ise sadece sana ulaşan nimete mahsustur.[68]

Müfessirlerin tamamı, hamd'in şükür'den daha geniş, daha üstün ve da­ha derin olduğunu söylemektedirler. Şükür şahsî nimet için yapıldığı halde, hamd bütün varlıklara Allah'ın verdiği nimetten dolayı yapılmaktadır. Hamd ibadetinde ferdin gönlü bütün kainatı kapsar haldedir. Kişi kendine verilen nimetten dolayı şükrederek bütün bir varlık aleminin tasavvuruna ialar ve o zaman da hamdeder. Dar düşünen şükreder, geniş düşünen ise -.amdeder.

Şükür ile hamd ibadetleri, insana, kişisel düşünceden evrensel düşünceye î-çişin eğitimini vermektedir. Şükür, hamd'e nisbetle bir nokta, deryaya nis-rede bir damla olarak kalmaktadır. Böylece hamd, damlada deryayı görebi ufkunu vermektedir.

Besmeleden sonra hamd ile başlayan diğer sureleri ele alırsak, hamdin evrensel boyutu ortaya çıkar. (ehamdulillâhi) ifadesinden sonra ayet şöyle devam etmektedir: [69]

Alemlerin Rabbi:

(Alemlerin rabbi). Allah'ın alemlerin rabbi olması nedeniyle layık olduğu ortaya çıkmaktadır. "Alemlerin rabbi" ifadesini, rab ve alemler şeklinde ayrı ayrı ele alarak inceleyebiliriz: [70]

Rab:

(rab) kavramı r ve b harflerinden meydana gelmiştir. Bu harflerin biraraya gelmesi, şu manaları ifade eder:

1. Bir şeyin ıslahı ve bunun devamını temin etmek,

2. Bir şeye sarılmak ve ona devam etmek,

3. Bir şeyi bir şeye eklemek.[71]

R harfini b harfine vurmakla, devamlılık ve eklemek anlamı meydana gel­mektedir. Aslında kelimenin anlamı ıslahat (düzeltmek), sarılmak ve eklemek­tir. Düzeltmek, sarılmak ve eklemek manalanyla bu kavram, eğitim manasını içermektedir. Eğitim faaliyetinin olduğu yerde düzelme, benimseme ve geliş­me vardır. Sarılma benimsemeyi, ekleme de gelişmeyi ifade etmektedir.

(rabbe) fiili sözlükte hakim olmak, sahip olmak, kontrol etmek, bes­leyip büyütmek, yetiştirmek manalarına gelir.

Bazıları terbiye kelimesini raö'den türetmektedir. Reba fiilinin masdan terbi-ye'dir, ama rab kelimesinin masdan terbiye değildir. Reba 'artış' manasına gel­diği için, faize riba denmektedir. Rab ile riba, 'artma' manasında buluşmaktadır. Onun için 'terbiye'nin ra&'den geldiğini söylemektedirler. Şimdi Kur'an'da han­gi manalarda kullanıldığına bakalım: [72]

1) Yaratma:

Halik (yaratıcı) sıfatı, Allah'ın rab sıfatı içinde yer almaktadır. "Alemlerin rabbi" ifadesinin birincil manası, "alemlerin yaratanı"dır. Rab kelimesinin ya­ratma manasına geldiği -Hz. Yusuf un lisanından- şöyle dile getirilmektedir:

(Rabbim! Bana iktidar bahşettin ve hadiselerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!) [Yusuf/101]

Burada rab kavramının içine (faftr=yaratıcı) sıfatını koymuştur. Şu ayetler de bu anlamdadır:

(Firavun, 'Rabbiniz kim ey Musa' dedi. Musa da, 'Rabbimiz herşeyi yaratan ve sonra da hidayet edendir' dedi). [Taha/49-50]

Ayetlerden anlaşılacağı gibi Firavun rabb'm ne anlama geldiğini sormuş, Hz. Musa da Rabbi tanımlarken; "Her şeyi yaratan ve doğru yolu gösteren" demiştir. Böylece rab kelimesinin içine hâlıklık (yaratıcılık) sıfatını da koy­muştur. Hidayet eden, yani doğru yolu gösteren demekle de, rabbin eğiticilik manasına işaret etmiştir.

Firavun'un bu sorusu şu ayette de geçmektedir:

(Firavun dedi ki: "Alemlerin rabbi dediğin de nedir?" Musa cevap verdi: "Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişilerseniz, göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbidir"). [Şuara/23-24]

Daha sonra Hz. Musa, Allah'ın kendilerinin ve evvelki atalarının, doğu­nun, batının ve arasındakilerin rabbi olduğunu söylemiştir. Görülüyor ki bu ayetlerdeki rab kelimesi, 'yaratan' anlamına gelmektedir.

Rab dendiğinde -ilk önce- göklerin, yerin, doğunun, batının, arasındakilerin ve insanların yaratanı akla gelmelidir. Onun için Fatiha/2'deki (rab-bi'1-alemin) ifadesi, "alemlerin yaratanı" şeklinde anlaşılabilir. Fakat rab kelimesinin manası bundan ibaret değildir. [73]

2) Yol Gösterme:

Yüce Allah'ın hidayet etmesi/doğru yola iletmesi, rab sıfatının kapsamına girmektedir. 'Yaratıcı' sıfatı ile 'hidayet edici' sıfatı, rab sıfatından doğmak­ladır. Rab sıfatı, her ikisini de kapsayacak kadar geniş bir faaliyet alanına sahiptir. Hidayet etme ile rablığın ilişkisini şu şekilde ifade etmek mümkün-:ur: Allah sadece yaratma kalmayıp aynı zamanda yarattıklarına yolunu ve izifesini de göstermekte; onları asla başıboş bırakmamaktadır. Daha açık ifade ile Allah iki tür varlık yaratmıştır: Akıl sahibi olan varlık ve akıl­an yoksun olan varlıklar. Akıl sahibi varlıkları, akıllarını, düşünme ve ye-c-eklerini kullanma kabiliyeti vermek suretiyle hür ve irade sahibi kılmış; l ve iradenin yanlış yolda kullanılabileceğinden ötürü de onlara kitaplar

t peygamberler vasıtasıyla hidayet yolunu da göstermiştir. Akıl vermeyip -esul tutmadığı varlıklara da vazifesini gösterip öğretmiştir. Bu nedenle fâ- sıfatı içerisinde hem yaratma, hem de yol gösterme anlamı vardır.

Bütün varlıkları yaratan Allah, kimilerine vazifesini, kimilerine de gide-jzrt. doğru yolu göstermiştir, ki buna hidayet denmektedir. Bu ise, eğitimin .. "Lendisidir. Bu durumda Fatiha/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine "alem-c-r nıdayet eden" manasına vermemiz mümkündür. Onun içindir ki Hz. Musa Taha/50'de, yaratma faaliyetinden sonra -Rabb için- (Sonra hidayet edendir) demiştir. Böylece rab sıfatının iki anlamı ortaya çıkmaktadır: yaratmak ve hidayet etmek. [74]

3) İlah:

Rab kavramının diğer bir anlamı da ilah 'tır.[75]

(Ve size, 'Melekleri ve peygamberleri rabler (ilahlar) edinin' diye de emretmez. Siz müslü-man olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?") [Âl-i İmran/80]

Buradaki ilah manasına gelen rab, sebeplerin sebebi, kulların ihtiyaçları­nı gideren anlamını ifade etmektedir. [76]

4) Sahip, Efendi, İdareci:

Rab kavramı insana izafe edildiği zaman sahip, efendi manalarına gel­mektedir. Allah'a izafe edilince, sahip (mâlik) manasını kazanmaktadır. Şu ayette sahip ve efendi manalarına gelmektedir:

(Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin yanında an!" Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zin­danda kaldı). [Yusuf/42]

Bu ayette rab kelimesi, iki defa geçmekte ve ikisinde de siyasî erki elin­de bulunduran kişi, sahip ve efendi anlamına gelmektedir.

O zaman Fatiha/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine, "Alemlerin sahibi" manasını verebiliriz. İsfehânî de, Yusuf/23'deki rab kelimesini, melik anlamına almıştır. [77]

5) Eğitmek-Öğretmek:

Rab kelimesi rabbâniyyûn şeklinde kullanılınca, çeşitli manalara gelmektedir:

(Hiçbir insanın Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik ver­mesinden sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun!' demesi mümkün değildir. Bilakis şöyle der: 'Okumakta ve öğrenmekte oldu­ğunuz kitap uyarınca rabbaniler olun!") [Âl-i İmran/79]

Ayette geçen rabbaniler kavramı, Rabbe/Allah'a mensup insanlar demektir. Bir insan nasıl Rabbe mensup olabilir? Ayet, bunun, bilgi ile, okunan ve öğre­nilen kitap sayesinde, eğitim ve öğretimle gerçekleşeceğini söylemektedir. Ki­tabı öğrenen ve tatbik eden insan, gelişerek Rabbe mensup hale gelir.

Demek ki rab, yavaş yavaş gelişip, kemale ulaşmak veya ulaştırmak mana­sına da gelmektedir. Bilgi ile insanın ulaşacağı, nihaî olgunluk seviyesini ifa­de etmektedir. Hem o seviyeye giden gelişmenin, hem de seviyenin kendisi olmaktadır. Başka bir ifadeyle rab, hem eğitim-öğretim faaliyetinin kendisi­ni, hem de Allah'a mensubiyetin doruk noktasını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn ve ribbiyyûn kavramları aynı manada olmakla beraber, bi­rincisi ilim adamları, ikincisi ise Allah'ın erleri anlamını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn kavramını İsfehânî şöyle açıklamaktadır:

Allah'a mensup din ve ilim adamları manasına gelen bu kişiler, ilmi, hakim gi­bi geliştiren kimselerdir. Bunun anlamı, onlar bilgi ile nefislerini terbiye edip geliştirirler. Rabbani olan kişi, nefsini bilgi ile terbiye ederek geliştirdiği için il­mi, ilmi geliştirdiği için de şahsiyetini geliştirmiş olur.[78]

Râzî pek çok kişinin rabbâniyyûn kavramı hakkındaki görüşlerini naklet­mektedir:

Sîbeveyh, Allah'ı bilmek ve o'na devamlı itaat etmek; Müberret, insanlara ilim öğ­retip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse; İbn Zeyd "insanları eği­tip yetiştiren; Ebû Ubeyde, öğrenen, öğrendiği ile amel eden, hayır yollarını başka­larına öğretmekle meşgul olan manalarına almaktadırlar.[79]

Bütün bu görüşlerle İsfehânî'nin görüşünü bir araya getirirsek, bir eği­tim ve öğretim faaliyetiyle karşı karşıya kaldığımızı anlamakta gecikme­yiz. İsfehânî, kavramı eğitimin psikolojik boyutuna göre manalandırırken, iiğerleri öğrenmek ve başkalarına öğretmek şeklinde yorumlayarak, onun -osyolojik boyutunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü îsfehânî, rabbâniyyûn 'kavramımı açıklarken, onu, dışarıdan bilgiyi alıp kendi nefsini, yani şahsi-. etini onunla geliştirip, oradan tekrar bilgiyi dışa vuran adam olarak gör--ektedir.

Diğerleri ise, bu kavrama, bilginin bu içselleşmiş halinden daha çok, öğ­renme, öğretme ve itaat etme anlamlarını yüklemektedirler. Hepsinin ortak noktası, öğrenmek, öğretmek, geliştirmek manalarına yer vermiş olmalarıdır.

Rab kavramının içinde, öğretmek, eğitmek ve geliştirmek anlamlan var­dır. Bütün bunların bilgi ile olacağı gerçeği de ifade edilmiş olmaktadır. Rab kavramının eğitim ve öğretim manası ele alınınca, şu soruyu sormamız gere­kiyor: İnsan, kendi şahsiyetini ve bilgiyi ne ile geliştirir? Bu sorunun cevabı­nı şu ayette bulmaktayız:

(Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun). [Âl-i İmran/79]

Bu ayet, insanların, öğretim ve tedriat denen eğitimle gelişip rabbe men­sup kimseler olabileceğine işaret etmektedir. Gerçek vahiy olan Kur'an'ı iyi­ce öğrenip, tetkik edip, ondaki sırlan açıklamak ve başkalanna öğretmekle, hem ferdin hem de toplumun gelişimi temin edilmiş olacaktır. Genelde bu ayet, daha çok eğitimin öğretim boyutunu gündeme getirirken, şu ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir:

(Rabbâniyyûn ve ahbâr, onlan günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etse­lerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür). [Maide/63]

Bu sefer de, rabbânîler'in, toplumu yalan ve haram lokma yemekten me­netmeleri, uyarmalan ve eğitmeleri, bu kavrama mana olarak yüklenmekte­dir. Bu faaliyet ise, eğitimin alanına girmektedir.

Hz. Yusuf rab kavramına şu manayı yüklemektedir:

(Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olaylann yorumunu öğrettin). [Yusuf/101]

Demek ki rab, iktidar veren ve sosyal olaylann yorumunu öğretendir. Böylece rab kelimesinin siyasî ve öğretim boyutu ortaya çıkmış olmaktadır. Yüce Allah, rablık sıfatı gereği Hz. Yusuf u yetiştirirken, ona sosyal olgula-nn ve olaylann yorumunun nasıl yapılacağını öğretti. Bu bir öğretim faaliye­tidir.

Bu üç manadan hareketle Fatiha/2'deki (rabbi'l-alemin) ifade­sine "Alemleri yaratan, yol gösteren ve öğretip eğiten" şeklinde mana vere­biliriz. [80]

6) Veli:

Rab kavramının özünde yer alan diğer bir mana da arka çıkmak, sahip ol­mak manalarına gelen veli'dii. Veli kavramının sözlük manalarından hareketle rab isminin sırlarını açabiliriz: "Yanında olmak, yakın olmak, bitişik olmak, takip etmek, dost olmak, terbiye etmek, idare etmek, yola getirmek, yardım et­mek, desteklemek, korumak, Allah'a yakın olmak, aziz adam" manalarına gel­mektedir. Hz. Yusuf bu manaları, veli kelimesiyle rab sıfatına yüklemektedir:

(Ya Rab! Sen dünyada da ahirette de benim sahi-bimsin). [Yusuf/101]

Bütün bu manaları Hz. Yusuf, veli kavramı ile Rabbe bağlamakta ve onun anlamının ne olduğunu göstermektedir.

Peki sahip çıkmak ne ile olacaktır? Bu sorunun cevabını da yine Hz. Yusuf vermektedir:

(Beni müslüman olarak yaşat ve öldür ve beni sâ-lihler arasına kat). [Yusuf/101]

Müslüman olarak yaşatmak ve öldürmek, salihlerle beraber olmasını temin et­mek velîiliğin gereği olduğu gibi, rablığın da işlevleri arasındadır. 'Eğitmek' manasıyla rab, yukarıdaki işlevleri bir insana temin etmekle ona sahip çıkmış ol­maktadır. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp ölmesini ve hayatı boyunca iyi insanlar arasında yer almasını sağlamaktan daha iyi sahip çıkma olur mu? Hz. Yusuf Allah'a Sen benim velimsin derken, O'ndan bu isteklerde bulunmaktadır.

Yusuf/101 ayetini dikkate alırsak şöyle bir durum ortaya çıkar: Rab, ikti­dar veren, yaratan ve insanı müslüman olarak yaşatan ve iyilerin arasına ko­yup, sahip çıkan velidir. O zaman tekrar Fatiha/2'deki "rabbi'l-alemin" ifade­line dönersek, ibareye "Alemleri yaratan, yol gösteren, öğretip eğiten ve sahıp çıkan" manasını verebiliriz. [81]

7) Şeref Sahibi Olmak:

Şeref manasına gelen izzet kavramı, rab sıfatının içinde vardır

(Senin şeref sahibi Rabbin, onların verdikleri sı­fatlardan uzaktır). [Saffat/180]

Aslında eğitim insanların ruhlarını zenginleştirip şekillendirerek, kafala-"3. bilgi, gönüllerine sevgi aşılayarak onlara şeref vermektedir. Allah'a "alemlerin rabbi" demek, O'nun, alemleri yaratmakla, eğitip öğretmekle, sa­hip çıkmakla onlara şeref verdiğini ifade etmektir. Çünkü insanı bilgilendirip doğru davranışa yönlendirmekle, ona şeref vermiş olmaktadır. Demek ki eği­tici manasıyla rab, insanları eğiterek onlara kendi şerefinden vermektir. İzze­tin tamamı Allah'a aittir, O'ndan şeref almak isteyenler, doğru bilgiye sahip olmalı ve iyi eylemler üretmelidirler. [Fâtır/10] [82]

8) Af Ve Merhamet Sahibi Olmak:

Bilindiği gibi cezalandırmak, affetmek ve merhamet etmek gibi eylem­ler, eğitimin temel öğeleridir. Bunların olmadığı yerde eğitimden bahsedi­lemez.

(Senin affı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları yüzünden onları sorgulayacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat ken­dilerine tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır). [Kehf/58]

Bu ayet bize Rabbin, affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade etmek­tedir. Allah'ın Rablık sıfatıyla ahlâklanan eğitimciler, affedici ve merhamet sahibi olmalıdırlar. Affedici ve merhamet sahibi olamayan eğitimciler, Al­lah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış sayılamazlar.

Affetmek ile merhamet bir araya gelince ne olmaktadır? Ayetin devamın­da bunu bulmaktayız: Yapılan yanlış davranışlardan dolayı hemen cezalan­dırmamak, değişme ihtimalini bekleyerek, onlara bir mühmet tanımak.

İnsanların pek çoğu değişimi hemen yapamazlar; onların ancak belli bir süreçte değişme ihtimâlleri vardır. Eğitim biliminde buna "beklenti içinde ol­ma süreci" denmektedir. Rab, insanların bu özelliği nedeniyle, affedici yö­nüyle onları hemen cezalandırmamakta, merhamet özelliği ile onlara değiş­meleri için mühlet tanımaktadır. [83]

9) Korumak:

Daha önce velilik manasıyla rab kelimesine, sahip çıkma ve koruma manasını vermiştik. Demek ki eğitici manasına gelen rab, eğitim faaliyetini, 'koruyuculuğu' ile icra etmektedir.

Şu ayeti bu manada değerlendirebiliriz:

(Halbuki şeyta­nın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Ancak ahirete inananı şüphe edenden ayırt edip bilelim diye, şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin ger­çekten her şeyi koruyandır). [Sebe/21]

Bilindiği gibi, bir eğitimin eğitim faaliyeti olabilmesi için, sonuçta bir im­tihanın bulunması gerekir. İmtihan olmayan bir yerde, yapılan eğitimden faydalananların veya faydalanmayanların ayırdedilmesi mümkün değildir. İlâhî eğitimde şeytan, bir imtihan vesilesidir. Bu vesileler belli sorulara mu­hatap olmakla gerçekleşmektedir. İşte bu soruların cevaplandırılması şarttır.

Bazen bu soruyu Allah, ahirete inanan ile şüphe edeni tesbit etmekte, ya­ni ayırmakta kullanmaktadır. Bu imtihanı uygularken Yüce Allah, rububiyet sıfatı gereği koruyuculuk özelliğini kullanmaktadır. İşte Allah, yaptığı imti-nânda başarılı olmaları için insanları şeytanın etkisinde kalmaktan korumak­ta; koruyuculuk sıfatı ile onlara sahip çıkmaktadır. Bu manada ise "alemlerin -abbi", alemlerin koruyucusu olmaktadır. [84]

10) Dönüp Varılacak Yer:

Serkeşlik yapan evlat, döner dolaşır neticede yine anne ve babasının yanına jıu. Bu kapı reddeden ve içeri almayan bir kapı değildir. Teşbihte hata olmaz-ni. rablık kapısı da, ne kadar serkeşlik yaparsa yapsın, insanın dönüp varacağı erdir. O kapı ümitsizlik kapısı ve reddeden kapı değildir:

(Ve şüphesiz son varış yeri Rabbinedir). [Necm/42]

(Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur). [Necm/42]

(Öldüren de, dirilten de O'dur). [Necm/44]

Eğitimci, başvurulan makamı ifade etmektedir. Kul, derdini eğiticisi olan ;-idinin kapısında anlatacak, sorunlarını ona sunacak, gülüşünü de onun kapısında yapacaktır. Rab, ağlayanların dertleriyle, gülenlerin mutluluğu ile ilgilenmektedir. O'nun kapısı, hem ağlama hem de gülme kapısıdır.

Alemlerin rabbi" ifadesi; "alemlerin vardığı son nokta" şeklinde ifade erılir. (Rabbaniler olun) ifadesi, "Rabb'e varın, O'na ulaşın, O'nu . son nokta olarak bilip, O'nu hedef ve amaç edinin!" anlamına gelir. [85]

Alemler:

Yüce Allah alemler kavramıyla neyi kasdetmektedir? Alem bir bütündür. Bu bütünün parçalan alemler'dir. Bu durumda ibare "Bütün alemlerin ve par­çalarından her birinin yegane Rabbi" anlamına gelmektedir. Kur'an, rabbu'l-avalim demiyor, rabbu'l-alemin diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlık­ları üstün olarak yarattığına dikkatleri çekiyor. Çünkü (alemûn), (alemin) gibi sağlam çoğullar, akıllı varlıklara ait olduğundan dolayı bunun meali: "Bütün alemlerin ve bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün olan akıllı varlıklar aleminin yegane rabbi" demektir.[86]

Zemahşerî, "Alem'den kasıt, melekler, cinler ve insanlar alemidir"[87] de­mektedir. Zemahşerî'nin bu tesbitinden hareketle şu açıklamayı yapabiliriz: Alem, yapıcısına/yaratıcısına işaret eden bir alettir. Yüce Allah, birliğinin bi­linmesi için göklerin ve yerin melekutunu önümüze koymaktadır. Mesela:

(Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar?) [A'raf/185]

Tüm mahlukat, göklerin ve yerin idarecisine işaret etmektedir. Canlıla­rın her çeşidi, bir alem olarak isimlendirilir. İnsanlar alemi, su alemi, ateş alemi gibi. Melekler, cinler, insanlar ve diğerleri birer alem olarak bilinebi­lirler. Alemler'den kasıt, 'insanlar' da olabilir. Çünkü her biri bir alem ola­rak yaratılmıştır. Alem ikidir: Birincisi felek ve içindeki her şey, büyük alem; ikincisi, alem heyetinde yaratılan insanın meydana getirdiği küçük alemdir.[88]

Özet olarak alem, Allah'tan başka her varlıktır. Allah'ın dışındaki her şe­yin alem olarak kabul edilmesinin nedeni, onların Allah'ın varlığına işaret et­miş olmalarıdır.[89]

Müfessirler alem hakkında benzer izahlar yapmaktadırlar. Ancak, bize gö­re bu açıklamalar 'alemîn' kavramı için yeterli değildir. Meseleyi Kur'an'ın ışığında değerlendirdiğimizde bu durum açıkça görülecektir. [90]

a) Alemlerden Maksat İnsanlardır:

Göklerin ve yerin rabbi demek, onlan yaratan ve idare eden demetir. Alemlerin rabbi de, yaratan, idare eden ve terbiye eden demektir. Yüce Al­lah'ın fizikî alemle olan ilişkisi ile insan ve cinler alemi ile olan ilişkisi fark­lıdır. İrade vermediği fizikî alemle, irade verdiği insan ve cin alemiyle mü­nâsebetleri tabii ki farklı olacaktır. Bu nedenle şu ayetteki "alemler" kavramı insanları ifade etmektedir:

(Hamd göklerin rabbi, yerin rabbi, alemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur). [Casiye/36]

Bu ayette Yüce Allah gökleri ve yeri özel olarak ifade etmiş, onlan ayrı alemler olarak belirlemiştir. Ayetin sonunda yer alan "alemîn" kavramını ay­rıca ifade etmiştir. Bundan da kasıt, bu iki alemin dışında kalan, eğitilmeye ve sahip çıkılmaya elverişli olan insanlardır.

Diğer ayetler ise şöyledir:

(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onlan güzel nzıkla besledik ve onlan alemlere üstün kıldık). [Casiye/16]

Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi ve sizi bütün alemlere üstün kıldığımı hatırlayın. [Bakara/47]

Her iki ayette İsrailoğullan'nın "alemlere üstün kılındığı" anlatılmaktadır. O ayetlerdeki alemler'âen kasıt, gökler ve yer dediğimiz fizikî alem olabilir mi? İnsanlardan bir kısmının, göklerden ve yerden üstün olması mümkün müdür ve böyle bir mukayese mantıkî midir? Demek ki bu ayetlerdeki üstün­lük, insanlara karşı olan üstünlüktür. O zaman her iki ayetteki alemler kelimesiyle de insanlar kasdedilmektedir.

İsrailoğullan'na kitabın verilmesi, iktidar sahibi olmalarını; içlerinden pey­gamber gelmiş olması da, onlann kendi dönemlerindeki toplumlara, yani in­sanlara üstünlük sağlamalarını temin etmiştir. Peygamberlik, kutsal kitap ve siyasî erki elinde bulundurmak, tabii olarak bir farklılık temin edecektir. Ama ya üstünlük, gökler ve yer alemlerine değil, kendi zamanlanndaki insanlaradır. Bir toplumun içinden yetişen büyük insanlar, o toplumu diğerlerinden üstün -.ale getirir. Ayette yer alan kitap bilgiyi, hüküm siyasî iktidan, nebi nübüvvet -müessesesini; helal nzık da karakter sağlamlığını temsil etmektedir. Kitabı öne almasının sebebi, olmazsa olmazı teşkil ettiği içindir. Çünkü bilgi olmazsa, ya­ni kitap olmazsa, siyasî iktidar olmaz; kitap olmazsa, peygamberlik olmaz; bil­gi olmazsa, helal ile haramı ayırma olmaz. İşte bütün bunları bilgi meydana ge­tirmekte ve üstünlüğü de o temin etmektedir. Bütün bu oluşumlar, insanlar ara­sında cereyan ettiği için, ayetlerin sonunda gelen alemin kavramının insanlar manasına gelmekte olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Başka bir ayette aynı konu benzer bir şekilde ele alınmaktadır:

(Bir za­manlar Musa, kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Allah'ın size olan ni­metini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdar­lar yaptı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi"). [Maide/20]

Ayetin sonunda yer alan (alemlerden hiç kimseye) ifadesindeki 'kimse' kavramı, canlı bir varlığa işaret etmektedir. O zaman alemin kelime­sine, 'insanlar' manası verilmesi gerekir. "Alemlerden hiçbir kimseye" ibaresi, "insanlardan hiçbirine" demektir.

(Andolsun ki biz, İsrailoğullan'na bir bilgiye dayana­rak, alemlerin üstünde bir imtiyaz verdik). [Duhan/32]

Bu ayette de alemin kelimesi, insanlar manasına gelmektedir. Her insanın bir alem olduğu gerçeğinden hareket etmek gerekir. Biyolojik ve psikolojik yapısıy­la tek bir insan, başlı başına bir alemdir. Birçok insan da alemler olmaktadır.

(Muhakkak ki Allah, Âdem'i, Nuh'u; İbra­him ailesini, Imran ailesini, bütün alemlere üstün kılmıştır). [Âl-i Imran/33]

Peygamber ve ailelerinin alemlerden seçilmesi, insanların içinden seçilmesi demektir. Bu ayette de alemin kelimesi, insanlar manasına gelmektedir.

Alemin ifadesinin insanlar anlamına geldiğini isbat eden diğer bir ayet şudur:

("Biz seni alemlerin işine karışmaktan men etme­miş miydik?" dediler). [Hicr/70]

Bu konuşma Lut kavmi ile, Hz. Lut arasında geçmiştir. Hz. Lut, insanla­rın dışındaki herhangi bir alemin işine mi karışıyordu? Onun işi insanları doğru yola çağırmak olduğuna göre, ancak insanların işine karışmış oluyor­du. Ayetin sonunda yer alan alemin kelimesinin, el-alemîn (başkaları) mana­sına geldiği açıktır. Bu durumda ayete şöyle mana verebiliriz:

Biz seni başka insanların işine karışmaktan men etmedik mi?

Bütün bu delillerden hareket ederek Fatiha/2'deki (rabbi'l-alemîn) ifadesine, "İnsanları yaratan, besleyip büyüten ve terbiye eden" manası vere­biliriz. Şimdi alemin kelimesinin niçin insanlar kelimesinin yerine kullanıl­dığına bakalım: İlahî kelamdaki bu tercih (rtas=insanlar) kelimesiyle f alemin) kelimesi arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Nâs (insanlar), he­nüz bilinçlenmemiş, müstakil şahsiyetler halinde bağımsızlaşmamış, yığın halinde bir kitledir. İnsanlara alemin (alemler) dendiği zaman, o insanların hep birlikte bir mensubiyet duygusu etrafında, kişilik ve bağımsızlıklarını kazanarak bir sosyal grup meydana getirmiş oldukları ifade edilmektedir. Yüce Allah'ın şuuruna varmış, O'nun etrafında bütünleşmiş, varlığına ve bir­isine delil teşkil edecek bilgi ve bilinç durumuna ulaşmışlar demektir. Bu -•edenle nas'm 'halk', alem'in de 'millet' anlamına geldiği söylenebilir.

Biyolojik, psikolojik, sosyal ve kültürel yapısı ile insan bir bütün teşkil eder e bu durumu ile o, alemlerin bütünü olan bir alemi sembolize eder. Düşünce rakımından, aklım kullanma açısından, kendi ayaklan üstünde durma özelli-rnden ve kendi kendine karar verme yeteneğini kazanmış olması bakımından -lt tek insan, başlı başına bir alemdir. Şöyle bir soru sorulabilir: Bir kişi nasıl alem olur? Buna delil olarak, Hz. İbrahim'in tek başına bir ümmet olması ir: cevabını verebiliriz. Bu husustaki ayet şöyledir:

(Gerçekten İbrahim, Allah'a yönelen, Allah'a itaat eden bir ümmet idi). [Nahl/120]

Ayette, Hz. İbrahim ümmet olarak nitelendirilmektedir. Hz. İbrahim bir ıe peygamber olduğu, yani orada tek başına bir sosyal grup oluşturduğu er. burada ümmefm manası, millettir. Demek ki, kavmini temsilen kendi­re ümmet (millet); veya tek bir insan olarak bir sistem meydana getirdiği ie ona alem sıfatı izafe edilmektedir. [91]

b) Alem Allah'ın Dışındaki Bütün Varlıklardır:

Himd. sadece insanların Rabbine mi olur? Kendi dışında kalan bütün var. O yaratmadı mı? Onları yaratıp, görevlerini O belirlemedi mi?

Fatiha suresinden başka dört sure daha 'hamd' ile başlamaktadır. O sure-ıri -jind'den sonra gelen ifadeler, bize alemin kavramının, Allah'ın dışında varlıkları kapsamına aldığını göstermektedir. İlgili ayetler şunlardır:

(Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkla­rı ve ışığı var eden Allah'a mahsustur). [En'âm/1]

Bu ayetteki yaratma fiili, Fatiha/2'deki (rab) sıfatının kainatla olan ilişkisini ifade etmektedir. Ayette dört büyük alem sayılmaktadır. Gökler, yer, karanlıklar ve ışık. Bütün bunlar kendi hallerinde bağımsız alemlerdir. Bu alemler de, Fatiha/2'de yer alan alemin kavramının içeriğini oluşturmaktadır.

Hamd Allah'adır ki: İnsanları kendi tarafından çetin bir azap ile ikaz etmek, iyi iş ve davranışta bulunan müminlere, içinde ebedî kalacakları güzel bir ecir bulundu­ğunu müjdelemek ve 'Allah evlat edindi' diyenleri uyarmak için, kendisinde hiç­bir eğrilik bulunmayan dosdoğru kitabı indirdi. [Kehf/1-4]

Bir önceki ayet, rab kavramının yaratma boyutuna işaret ederken, bu ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir. Böylece rab sıfatının eğitici yönünün ne anlama geldiğini açmaktadır.

Yanlış fikir beyan edenleri ikaz etmek ve hak edenleri ödüllendirmek gi­bi faaliyetler, eğitim kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Farklı davranışlar, insanlar aleminde olmaktadır. Cinler de bu gruba dahildirler, ceza, ödül ve doğru bilgi vermek, eğitim faaliyetinin ta kendisidir. Eğitici, doğru bilgi ver­meli, yanlış iş yapanları uyarmalı ve iyi iş yapanları da ödüllendirmelidir.

(Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsinin sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mah­sustur. O, hikmet sahibidir, her şeyden haberi olandır). [Sebe/1]

Ayetlerin ilki fizikî alemlere, ikincisi akıl sahibi varlıklara, üçüncüsü hem fizikî, hem de diğer varlıklara işaret etmektedir. Hakîm ve habîr olması, Al­lah'ın bütün alemlere sahip olduğunun göstergesidir. Böylece bu sıfatlarıyla Allah, hem dünyada, hem de ahirette hamde layık olan tek varlıktır.

(Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı el­çiler yapan Allah'a mahsustur. O, yaratmada dilediği artırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir). [Fâtır/1]

Gökleri, yeri ve melekleri yaratmasını (fâtır) kavramıyla ifade etmektedir. Fâtır'm jiû (hâlık) sıfatından bir farklılığı vardır. Halk şeklindeki yarat­ma, psikolojik özellikleri vermeyi, bütün varlıklara görevlerini bildirme şeklin­deki yaratmayı da ifade etmektedir. Hâlık sıfatı, varolan maddelerden bir ara­ya getirip yaratmayı ifade ederken, fâtır sıfatı ilk yaratmayı ifade etmektedir.

Böylece rab sıfatının içinde, hem yoktan yaratma, yani ilk yaratılış sıfatı olan fâtır ve hem de var olan şeylerden başka varlıklar yaratma eylemi olan hâlık sıfatı yer almaktadır.

Bu dört ayeti Fatiha/2 ayetine götürürsek, Alemlerin rabbi olan ifadesinin içini doldurmuş oluruz. İnsanları, gökleri, yeri, karanlıkları, ışığı, melekleri ve cinleri yaratan; kimini besleyip büyüten, sahip çıkan, terbiye eden, kimi­ni muhafaza edip görevlerinin devamını bir sistem üzere sürdüren, insanları eğitirken onlara kitap gönderen, yanlış yapanları uyarıp cezalandıran, iyi davrananları ödüllendiren Rabbe hamdetmek veya hamdi O'n ait kılmak, Kur'an'ın insana yüklediği en önemli görevler arasında yer almaktadır.

Bu görevlerden şu ilkeleri tesbit etmek mümkündür: Hamd şeklindeki öv­gü Yüce Allah'a yapılır. Ancak, insan yaratılışı gereği yaptığı başarılı bir iş ve davranıştan dolayı takdir edilmeyi ister. İnsanlardan da bir şeyler yapan ve üretenler, yani insanlığın medeniyetine, hayatına bir zenginlik katanlar ve ge­tirenler takdir edilmeli ve ödüllendirilmelidirler. Bu takdir edilme duygusu, ?nlan motive edecek, itekleyecek ve daha ileri ve büyük başarıları yakalama­larına vesile olacaktır. Ödülsüz eğitim, donuk, başarısız, verimsiz ve bereket­iz kalmaya mahkumdur. Başarıyı ödüllendirmek, başarının canıdır. İleri gi-2en milletler, başarıya karşı haset etmeyen ve onu ödüllendirenlerdir. Al­an m yaptıklarının farkına varıp, o işlerin yüceliğini anlayıp Allah'a hamdet-- ek bir ibadet olduğu gibi başarılı olan insanları övgü ve ödülle mükafatlan­dırmak da, hem Allah'ın emri ve hem de eğitimin doğasının gereği olmakta­dır Bu anlamda hamd, insana izafeten kullanıldığında, takdir ve ödüllendir e anlamına gelmektedir.

Onun içindir ki Yüce Allah, yapmadığı işten dolayı övülmeyi isteyenleri kınamakta ve onlara büyük ceza vereceğini söylemektedir:

(Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıklanyla övünmek isteyenler, evet zanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır. Onlar için elem verici bir azap vardır). [Âl-i İmran/188]

"Yapmadıklanyla övülmeyi istemek", elem verici azabın gelmesine neden olmaktadır. Bu ayetin anlamını farklı düşünürsek şöyle bir ifade çıkacaktır: Yaptığı övgüye değer bir iş ve davranıştan dolayı kişiyi takdir etmek ve ödül­lendirmek onun için övgü olmaktadır. Demek ki yapılan olumlu şeylerden dolayı takdir şeklinde övülmeyi istemek insanın tabiatı ve dinin gereğidir. [92]

Rahman-Rahim:

3. Rahman-rahim'dir O.

Dahman-rahim kavramlarının kökü ra-hi-me fiilidir. Bu kelimeden rahmet, merhamet, rahman ve rahim kavramları türemiştir.

(ra-hi-me) merhamet, inayet, lütuf, rahmet, şefkat, rikkat sahibi ol­mak, cezasını hafifletmek, cezasını affetmek, salıvermek, esirgemek, kıya-mamak manalarına gelir. Bir kimseye (rahimekellâhu) demek, "Al­lah sana merhamet etsin" demektir. Bu kavramın diğer bir manası da, insan­ların birbirlerine karşı anlayış göstermeleri, birbirini sevmeleri ve birbirine saygı duymalarıdır.

(rahm) ise, döl yatağı, akrabalık, hısımlık, birbirine benzerlik, (rahmet) ise, acıma, rikkat, şefkat, insan anlayışı, duygusallığı, şefka­ti ve merhameti demektir. Bu durumda (rahim) merhametli, şefkatli, acı­yıcı; (rahman) da çok çok merhametli anlamlarına gelmektedirler. (rahman), sadece Allah'a ait merhameti ifade etmektedir.

İsfehânî, rahmet, rahim ve rahman kavramlarının manasını ve aralarında­ki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: Rahmet, merhamet olunana iyiliği gerekli kı­lan bir kalp yumuşaklığıdır. Rahmet, ihsandan soyutlanmış sadece kalp yu­muşaklığı için kullanıldığı gibi, rikkatten ayrı tek başına iyiliği de ifade et­mektedir. Mesela, (Allah falana merhamet eylesin) derken, iyilik Allah'a isnad olunmuştur. Bu ifadeden sadece iyilik/ihsan murad edilmiştir, kalp yumuşaklığı değil. Başka bir ifadeyle iyilik, Allah'a isnad edilir, ama kalp yumuşaklığı edilmez. Allah'tan olan rahmete, lütuf ve ihsan denir. İnsanlar için ise rahmet, kalp yumuşaklığı ve şefkat manasına gelmektedir. Hz. Pey­gamber şöyle demiştir:

Allah merhameti, yani sıla-i rahimi yaratınca, ona şöyle dedi: 'Ben rahmanım, sen de rahimsin. İsmini benim ismimden türettim. Sıla-i rahim yapana, ben de sıla-i rahim yaparım. Sıla-i rahimi kesenin ben de neslini keserim'.

Demek ki rahmet, iki ana manayı kapsamına almaktadır: Kalp yumuşaklı­ğı[93] ve ihsan. Rikkati (kalp yumuşaklığını) Allah, insanın yaratılışına koy­muş, ihsanı da kendine özgü kılmıştır. Bundan dolayı, rahman ismi sadece Allah'a, rahim ise başkasına da isnad edilebilir.

Şimdi Kur'an'a göre, rahman ve rahim isimlerinin ne anlama geldiğini açıklayabiliriz:

Ra-hi-me kavramının çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Buna göre: [94]

1) Kötülüklerden Korumak:

(Bir de onları her türlü kötü­lüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki ona merhamet etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur). [Mü'min/9]

Melekler, insanlar için Allah'a yalvaracaklardır. Bu yalvarışın üçüncü basa-—.iğini yukarıdaki ayette görmekteyiz. Melekler, Allah'ın insanları kötülükler-jen korumasını, O'nun rahmet edici özelliğine bağlamaktadırlar. Kötülüklerden arnmak, aynı zamanda insanlar için büyük kurtuluştur. İnsanı koruyup kurtulu-erdirme faaliyeti, Kur'an'da, rahmetine mazhar etme manasını ifade etmektez Böylece kötülüklerden koruma da merhametin kapsamına girmektedir. [95]

2) Sıkıntıya Girmek:

Bu anlamda ra-hi-me kavramı, psikolojik bir özellik taşımaktadır. Allah :t.nit.û acıyınca, onun iç sıkıntısını giderir. Bu da kulu için büyük bir ihsan

(Eğer onlara acıyıp, içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik). [Mü'minûn/75]

Yüce Allah'ın kuluna acımasını, merhametinin özünü teşkil etmektedir. [96]

Rahmet:

(rahmet) şeklinde kullanıldığı zaman bu kavram, şu anlamlara gelmektedir: [97]

A) Yumuşaklık:

İnsanların birbirine yumuşak davranması, Allah'ın rahmetinin bir gereği olmaktadır:

(O vakit Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın). [Âl-i İmran/159]

İnsanların yumuşaklık özelliğini kazanmaları büyük bir erdemdir. Onun sosyal manada en büyük ürünü, toparlayıcı ve birleştirici olmasıdır. [98]

B) Allah'ın Merhameti:

(Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: "Selam size! Rabbiniz merhamet etmeyi ken­dine yazdı, yani özgü kıldı"). [En'âm/54]

Ayette geçen Allah'ın nefsi ifadesi Allah'ın zatı manasına, yazdı ifadesi de kullarına rahmet etmeyi kendisine görev ve ilke edindi anlamına gelmekte­dir.

Bu rahmetin gereği olarak Allah ne yaptığının cevabını, bir üstteki ayetin devamında bulmaktayız:

(Gerçek şu ki: Sizden kim, bilme­yerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok acıyandır). [En'âm/54]

Demek ki 'affetmek' ve 'acımak' sıfatlan Allah'ın rahmetinin bir gereği olup tevbe edip kendini düzeltmeye karar veren insanı affedip esirgemek, Al­lah'ın rahmetinin eseridir. [99]

C) Azaptan Kurtarmak:

(Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik). [A'raf/72]

Rahmet denen değeri meydana getiren özlerden biri, belayı ortadan kal­dırmak veya belanın içinden çekip çıkarmaktır. Cezayı hak edenlerle etme­yenleri ayırıp, hak edene yakışan muamelede bulunmaktır. [100]

D) Sıkıntıdan Sonra Gelen Ferahlık:

İnsanların yaptıklarından dolayı başlarına bazı sıkıntılar gelir. Bu sıkıntı­lar, tabiat kanunları gereği olabileceği gibi, sosyal ve psikolojik nedenlerden dolayı da olabilir. Deprem, kıtlık, salgın hastalık, sosyal hayattaki ilişkilerin bozulması gibi olaylar, insanlara büyük sıkıntılar verebilir. Yüce Allah bu sı­kıntının ardından, o insanlara esenlik, yani ferahlık verir. İşte sıkıntının kal­kıp peşinden esenliğin gelmesine, "rahmet" denmektedir. Buna şu ayeti ör­nek olarak verebiliriz:

(Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır). [Yunus/21] [101]

E) İlahî Vahiy Rahmettir:

Yüce Allah'ın insanları bilgilendirmesi, onlara rehber ve şifa olacak bilgiyi göndermesi bir rahmettir. Kur'an kendini bir rahmet olarak tanımlamaktadır:

(Ey insanlar! SizeRabbi-nizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifa, mü'minler için bir rehber ve rahmet gelmiştir). [Yunus/57]

Bu ayette Kur'an'ın dört önemli özelliği sıralanmıştır: öğüt, şifa, rehber ve rahmet. Konumuz rahmet olduğu için ayetteki rahmet kavramı üzerinde duracağız.

Ayetteki rahmet, ilahî bilginin insanın ruhunu aydınlatan nurudur, cehalet bulutlarının kararttığı gönül ekranını temizleyip aydınlatan ve aklın önünden cehalet perdesini kaldıran bilginin ışığını temsil etmektedir. Bu bilgi insanla­rı kemâle erdirmekte, yüceltmekte ve inceltmektedir. Bu özelliği ile rahmet idini almaktadır. Yağmur bir rahmettir. Suyun yeryüzüne bir değişim, yeşillik ve bereket getirdiği gibi, ilahî bilgi de insanların gönüllerine ve sosyal ha-. ata aynı değişimi, aynı bereketi ve aynı gelişimi temin etmektedir; ki bu da rahmettir.

Bilgi, ferdin ve toplumun hayatına bir farklılık getirmekte, onu zenginleştirmekte ve problemlerini çözmektedir. Ferahlık, zenginleşme ve çözüm, aslında rahmetin hücre yapısını teşkil etmektedirler. İnsanları bilgilendirdikçe, onlara ilahî rahmetin içine sokuyoruz demektir. İnsana ferahlık, yani sevinç :etıren bilgi, rahmetin ta kendisidir. Bu konuda Allah şöyle buyurur:

(De ki: "Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha değerlidir). [Yunus/58]

Ayet, ilahî lütuf ve rahmetin, yani ilahî bilginin, dünyevî olan maddî de­ğerlerden daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Kur'an denen ilahî bilginin üstünde başka bir değerin olması mümkün değildir. Onu öğrenip ona sahip olmakla, insan sevinmeli ve ferahlık duymalıdır. Çünkü o bilgi, insan ruhu­nun sevinci, ferahlığı, saadeti ve rahatlığıdır. Nerede sevinç, ferahlık, mutlu­luk ve rahatlık varsa, orada ilahî rahmet var demektir. [102]

F) Şefkat Bir Rahmettir:

Ana-babanın çocuklarına karşı gösterdikleri şefkatin adı rahmettir. Yüce Allah, ana-babanın şefkatine karşılık, çocuklarından da aynı muameleyi on­lara göstermelerini istemektedir:

(Ana babana rahmetten oluşan tevazu kanatlarını ger). [İsra/24]

Ayette cenah (kanat) kavramı kullanılmak suretiyle bir benzetme yapılmaktadır; şöyle ki: Kuş, yavrularını nasıl kanatlarının altına alır ve on­ları himaye ederse siz de ana-babanıza, onları kanatlarınız altına almak ve hi­maye etmek suretiyle şefkat gösterin; merhamet edin.

Ayette geçen rahmet kavramını, şefkat manasına alabiliriz. Bu durumda ayet: "Şefkatten oluşan tevazu kanatlarını ger" anlamına gelmektedir. İdare­cilerin halka, iş verenlerin işçilere, öğretmenlerin öğrencilere, çocukların an-ne-babalanna şefkatle muamele ettiği bir toplum, ilahî merhamet ve lütfü celbeden[103]

G) Hz.Muhammed Bir Rahmettir:

(Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönder­dik). [Enbiya/107]

Hz. Peygamber rahmettir, ama rahman değildir. Bir insan olması sebe­biyle Yüce Allah Hz. Peygamber'e rahman değil, rahmet sıfatını vermiştir. Rahmaniyetin bir parçası olan rahmet, insana izafe edilebildiği için, Hz. Pey-gamber'in rahmet olduğu bildirilmiştir.

Yukarıda, alem kavramının kainatın bütününü ifade ettiğini söylemiştik. Burada ise alemler kavramı Hz. Peygamberle birlikte kullanılarak, onun alemlere rahmet olduğu belirtilmektedir. Peki Hz. Peygamber hangi alemlere rahmettir?

"Allah alemlerin rabbi'dir" ifadesindeki alemin kelimesi, daha farklı bir mana kazanmaktadır. "Hz. Muhammed alemlere rahmettir" ifadesinde ise, alem'e daha dar bir mana yüklenmektedir. Burada alemler ibaresi 'insanlar' ile 'cinler'i kapsıyor; dolayısıyla Hz. Peygamber'in akıl, irade ve sorumluluk taşıyan varlıklara rahmet olduğunu ifade ediyor olabilir. Hz. Peygamber'in rahmetinin nerelerde tezahür ettiğinin; veya işlevini nasıl gerçekleştirdiğinin cevabını şu ayette bulabiliriz:

(Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten resul gönderdik). [Barara/151]

Yağmur rahmettir, çünkü temizleyicidir. Peygamber de rahmet olduğu için in­sanların gönüllerini temizlemektedir. Bu ayet, Hz. Peygamber'in rahmet ol­masını, rahmet olma işlevini izah etmektedir. O, insana bilmediklerini öğreterek cehalet bulutunu temizlemekte, kitabı ve hikmeti öğreterek de ruhlarını arındır­maktadır. Bilgiyi insanların gönlüne yağmur damlaları gibi indirerek oradaki manevî kirleri temizlemektedir. Bu da onun rahmet olma özelliğinin tezahürüdür.

Hz. Peygamber affedici olduğu ve insanlara Allah'tan af dilediği için de rahmettir:

(Şu halde onları affet; bağışlanmaları için Allah'a dua et). [Âl-i İmran/159]

Affedici olmak büyük bir erdem, ama başkasının affı için dua etmek daha da ?ü> ük bir erdemdir. Bu iki erdem bir araya gelince rahmet meydana gelmektedir.

Hz. Peygamber insanların düştüğü sapıklıktan kurtuluş yolu bulamadıkla-- bir dönemde, onlara hakikatin yolunu gösterdi, Allah katında ödüllendirilmenin yollarını tanıttı, helal ve haram kavramlannı öğretti; taklidin, inat ve kibrin kötülüklerini ve tahribatını gösterdi. İyinin ne olduğunu, doğruya nasıl ulaşılacağını, hak kavramının yollarına nasıl girileceğini ve hakkın bayrağının nasıl ayakta tutulacağını öğretti; akılla gönlü birleştirdi, aklı en büyük delarak öne çıkararak bilginin uğruna neler yapılacağım gösterdi. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in maddî ve manevî bir rahmet olduğunun tezahürleridir.

Hz. Peygamber rahmettir; çünkü onun bulunduğu yerde, Allah halkı toplu halde helak etmez:

(Halbuki sen onlann için­deyken Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar affedilmeleri için dua ederken de Allah onlara azap edici değildir). [Enfal/33]

Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin dönemlerindeki halkın tamamı­nı helak etmiştir. Bu kanunu, Hz. Muhammed'in rahmet olması nedeniyle kaldırmıştır. Peygamber olması nedeniyle toplu helakin kaldırılması, onun rahmet olduğunun en önemli delilidir.

İnsanların problemlerini çözdüğü, müjdelediği, uyardığı, Allah'a Allah'ın izniyle çağırdığı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderildiğinden [Ahzab/45-46] dolayı da Hz. Peygamber bir rahmettir. [104]

H) Af Bir Rahmettir:

Rahmet Allah'a izafe edilince af şeklinde tercüme edilebilir:

(De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir"). [Zümer/53]

Aleyhine haddi aşmak, günah işlemek demektedir. Günahkârlık psikolojisi içinde olan insanın en önemli özelliği, affedilip edilmeyeceğini kestirememesi ve bu nedenle de ümitsizliğe düşmesidir. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kes­meyin ifadesindeki rahmet kavramı af yerine kullanılmıştır. Af, günahları te­mizlemesi sebebiyle yağmuru andırdığı için Allah ona rahmet ismini vermiştir. [105]

I) Rahmet Kurtuluşa Götürür:

İlahî rahmet bir kurtuluştur. Mü'minler, kâfirlerin belasından Allah'ın rah­meti sayesinde kurtulabilirler:

(Bizi rahmetinle o kâfir kavimdenn kurtar). [Yu­nus/86]

Hz. Musa'nın toplumu, dualarında kurtuluş ile rahmeti bir araya getirmiş, kâfirler topluluğunun zulmünden ancak ilahî rahmet sayesinde kurtulabile­ceklerinin bilincini sergilemişlerdir. Baskıdan, zulümden ve entrikalardan kurtulma bir rahmettir. Bu, rahmetin sosyal manasıdır. [106]

J) Şeytandan Koruma Rahmettir:

İnsanların çok azı şeytanın etkisi altında kalmadan hayatını sürdürebilir.

Şeytan, -etkilemeye gücü yetmediği- bu kimselere muhles (şeytanın şerrin­den kurtulmuş) adını vermektedir.[107] İhlas sahibi kimseleri etki alanına ala­mayacağını itiraf eden şeytan, insanların çoğunu etkileyeceğini de Allah'a karşı ifade etmiştir.

Bu durumda Yüce Allah, fazlı ve rahmeti gereği ihlas sahibi kişi ve diğer­lerini şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:

Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Halbuki onu, Peygamber'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rah­meti olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz. [Nisa/83]

Bu ayetten şu çıkıyor; yanlış haber yaymak, işi uzmanına danışmamak bir şeytan işidir. Bunu yapanlar da şeytana tâbi olmaktadırlar. Yüce Allah'ın lü­tuf ve rahmeti devreye girerek insanları şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu mana, ra-hi-me ile rahmeti bir araya getiren öz anlam olmaktadır. Rah­met kavramı, bu manayı rahime'den emmektedir.

Yumuşaklık, azaptan korumak, ferahlık, ilahî vahiy, şefkat, peygamberlik, af. kurtuluş, şeytana karşı koruma manalanyla rahmet, 'rahman' kavramının mana örgüsünü meydana getirmektedir. [108]

Rahman Kavramının Diğer Manaları:

Yukarıda ra-hi-me ve rahmet kavramlarına verdiğimiz manaların hepsi, rahman isminin özünde vardır. Yukarıda değindiğimiz anlamların dışındaki iığer anlamlan şöyledir: [109]

a) Yaratmak:

Yüce Allah, rahman isminin gereği olarak yaratır. Kainat, Rahman'ın yaratmasıdır:

(Rahman'ın yaratışında hiçbir bozukluk göremezsin). [Mülk/3]

Bu manasıyla rahman, 'rab' sıfatına bağlanmaktadır; çünkü rab kelirnesinin manalarından biri de 'yaratmak'tır.[110]

b) Öğretmek:

Öğretme eylemiyle Rahman ismi, rab sıfatına bağlanmaktadır:

(Rahman, Kur'an'ı öğretti; insanı yarattı, ona beyanı öğretti). [Rahman/1-4] [111]

c) İzin Vermek:

Bakara/254 ayeti ve aşağıda zikredeceğimiz ayetlerden anlaşılacağı üzere alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde, -kimse konuşamayacak-sadece Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler konuşabile­cektir:

(O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda sağlamaz). [Taha/109]

(Rahman'ın izin verdiklerinden başkaları konu­şamaz, konuşan da doğruyu söyler). [Nebe/38]

Bu iki ayet Bakara/254 ayetinin istisnasını belirlemektedir. Zira Bakara/254 ayetindeki "şefaatin olmadığı" ifadesi, Taha ve Nebe suresinin, Kendilerine izin verilenler hariç ifadeleriyle tahsis edilmiştir. Buna göre, Rahman'ın izin verdikleri mahşerde konuşacak veya şefaat edecektir. Bu izin verme işi, Allah'ın rahman sıfatının gereğdir. [112]

d) Sevgi Yaratmak:

İman edip birbirine karşı iyi davranışta bulunanlar, rahman ismini hareke­te geçirmekte ve ondan sevgi alıp dönmektedirler:

(îman edip, iyi davranışta bulunanlara ge­lince, onlar için rahman bir sevgi yaratacaktır). [Meryem/96]

Yaratmak, öğretmek, izin vermek ve sevgi koymak gibi faaliyetler, ihsan manasına gelen rahman kelimesinin anlamlandır. Bu eylemler ihsan kavra­mının manalarını da kapsamaktadır. [113]

Rahim Kavramının Manaları:

Rahman ve rahim kavramları aynı kökten gelmelerine rağmen, ifade et­tikleri eylem bakımından aralarında fark vardır. Daha sonra izah edeceğimiz bu farklılıkları ortaya koyabilmek için, burada rahim sıfatının ne anlama gel­diğini açıklamak istiyoruz. [114]

A) Döl Yatağı:

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına rahim denir. Çoğulu (erham)dır. Aşağıdaki ayetlerde erham (rahimler) kelimesi, çocuğun yaratıldığı döl yata­ğı için kullanılmıştır:

(Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Al­lah'tır). [Âl-i İmran/6]

(De ki: "Allah onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerde bulunan yavrularını mı haram (Her dişinin neye gebe kalacağı­nı, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun ka­tında her şey ölçü iledir). [Ra'd/8]

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına niçin rahim denmiştir? İnsan yavrusunun döllendikten sonra hayatını sürdürebileceğ, normal sıcaklıkta ve o dönem için en uygun beslenme ortamı olduğu için ona rahim denmiştir. Anne rahmi, çocuğu bü­tün etkilerden korur, ona sağlıklı bir ortam hazırlar. Merhamet de, insanlara an­nenin rahmi gibi sosyal ve psikolojik bir ortam hazırlar. Merhamet, ferdin ruhsal yapısını ve toplumsal hayatı dış etkilerden korur. Bu yönüyle anne rahminin iş­levlerini görür. İnsanlığı yeniden dölleyeceksek, rahmet ve merhamet denen sos­yal hayatın döl yatağında yaşatıp doğurmak zorunluluğu vardır. İnsanın insan ol­ma şeklini Yüce Allah bize anne rahminde vermektedir. İnsanlar da, insan olma olgunluğunu merhamet denen sıcak alaka ve yakınlıkta elde edeceklerdir. Çocu­ğun anneye en yakın olduğu yere rahim dendiği gibi, insanın insana en yakın ol­duğu değer de merhamettir. Allah'ı kula en yakın yapan sıfatlardan ikisi de rah­man ve rahirridİT. Annenin rahmi gibi bizleri merhamet besleyecek ve insan ola­rak yenileyecektir. Anne rahmi çocuğu sarmaş dolaş eder. Rahmet ve merhamet de insanların sarmaş dolaş olmasını ister. İlahî rahmetin kapsayıcılığını dikkate alırsak, rahmet ve merhametin bu özelliği ortaya çıkmış olacaktır. [115]

B) Sevgi (Akrabalık) Bağı:

Kökü rahmet olan rahim kavramını, "sevgi bağı" manasına gelen (er­ham) kelimesi anlamına da alabiliriz:

(Allah'ın kitabına göre, akrabalar bir­birlerine daha uygundur. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir). [Enfal/75]

(İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlanın kesmeye mi çalışacak­sınız?) [Muhammed/22]

Bu ayetlerde, rahim'in çoğulu olan erham kelimesi, akrabalık bağlan anlamına gelmektedir. Biz buna kısaca, "sevgi bağları" diyebiliriz. Mer­hameti yaşatırsak birlik ve beraberliği de yaşatmış oluruz. Merhametin ol­madığı yerde insanları birbirine bağlayacak güçlü bağlar bulamaz ve oluş­turamazsınız. Rahmet ve merhametiyle Yüce Allah, kullarına ne kadar güçlü bağlarla muamele ettiğini ifade etmektedir. İşte bu bağlar, bu sıcak­lık, bu kuşatıcılık ve bu koruyuculuk, Allah'a hamdedilmesini gerekli kıl­maktadır. [116]

Rahman İle Rahim Sıfatları Arasındaki İlişki:

Rahim kelimesi, ra-hi-me ile rahmet kavramlannın manalannı kapsamına almaktadır. Rahman, bütün varlıklan kapsamına alırken ve işin başlangıcını ilgilendirirken, rahim daha çok işin sonunu ilgilendirmektedir.

Rahman'm bu dünyada, rahim'in ahirette işlerliği devam etmekte ve ede­cektir. Yukanda belirttiğimiz gibi, ahirette konuşmaya ve şefaat etmeye izni Rahman verecektir. (Allah mü'mirilere karşı çok merhametlidir) [Ahzab/43] ayetinin kapsamına, ahiretle birlikte dünya da girmektedir.

Rahim ismi, rahman'a göre daha dar anlamlı olmasına rağmen, beşere de atfedilmektedir:

(Andolsun ki ken­dinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli­dir, çok merhametlidir). [Tevbe/128]

Rahim sıfatı bu ayette, Hz. Peygamber için de kullanılmıştır. Peygamber rahman olamaz, ama rahim olabilir. Rahman'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, rahim'in rahmeti şarta bağlı olarak gerçekleşir.[117]

Kullannın bütün ihtiyaçlarım karşılamak ve bunu hiçbir şarta bağlı kılmadan yapmak, rahman'ın rahmetidir. İmanı ve günahkann tevbe ve istiğfar etmesini şart koşarak rahmet etmek de, O'nun rahim olmasının gereğidir. Onun için rahim sıfatı tek başına kullanılmaz, çeşitli sıfatlarla birlikte kullanılır. Fatiha'da rahmaridan, başka ayetlerde ise gafur sıfatından sonra gelmesi gibi.

Rahman'ın rahmeti yüce nimetler, rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelik­leriyle ilgilidir, rahman'ın kullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahim'in ise kullanılış alanı genel, ilgi alanı özeldir. İşte Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatıyla vasıflanmıştır. Bu vasıflar, insanlardan ümitsizlik duygusu­nu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu koymak için ye­terlidir.[118]

Rahman; varlıklara hem eşit muamelede bulunur hem de rızkını, yani rah­metini genel olarak verir. Kullarının psikolojik durum ve davranışlarına bak­madan muamelede bulunur. Ama rahim olma yönüyle, nimetlerinin daha özel yönleriyle ilgilenir, merhametinin daha küçük hücrelerini gündeme getirir ve bazı özellikler arar.

Tüm varlıklara yaratılış gayelerine göre kabiliyetler veren, insanlara rahme-tiyle yardım eden rahman'a karşı insanın görevi, O'na iman ve tevekkül etmektir.

Hamd, Allah'a mahsustur. Peki nasıl bir Allah'a? Alemlerin rabbi, rah-man-rahim olan Allah'a. Yaratan, besleyip büyüten ve eğiten, rahmet ve şef­kati çok olan Allah'a hamd edilmelidir. Yüce Allah, varlık alemi ile, özellik­le insanlarla ilişkisini bu isimleriyle anlatmaktadır. Yaratır ama başıboş bı­rakmaz. Rahmetini merhametiyle beraber onlara ihsan eder ve onlara öyle muamelede bulunur.

Yüce Allah rahmanlığını, kainatın ahenk içinde işleyen kanunları ile gös-lermekte ve insana öğretmektedir:

O ki, birbiriyle ahenk içinde işleyen yedi göğü yaratmıştır. Rahman'ın yaratışın­da hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk göre­biliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak; göz aciz ve bitkin halde sa­na dönecektir. [Mülk/3-4]

Yüce Allah varlıklar alemi ile rab, rahman ve rahim sıfatlanyle ilişki kuarken, terbiye ve gelişmeyi rububiyyet sıfatına yüklemiş, rahmeti rahmaniyete. merhameti de rahimiyyete tahsis etmiştir. İnsan şahsiyetinin gelişip do-

jm noktasına ulaşabilmesi için Allah'ın terbiyesi, rahmet ve merhameti şarttır. Eğitilmemiş, rahmet ve merhamet edilmemiş insanın olgunlaşması ve ge­lişmesi mümkün değildir.

Bu ayetler insanlık alemine şu gerçekleri sunmaktadır: İnsanın en çok ih­tiyaç duyduğu veya temel ihtiyaçlarından en önde gelenleri terbiye, rahmet ve merhamettir. Rahmet ve merhamete dayanmayan eğitim, övgüye layık de­ğildir. Hal böyleyken, rahmetsiz ve merhametsiz bir dünya oluşmakta ve eği­timde bu değerler bertaraf edilmektedir. Rahmetsiz ve merhametsiz bir dün­ya, kaba, ruhsuz, sevdasız, taşlaşmış ve saldırganlaşmış bir dünyadır.

Artık Fatiha suresinin bu ayetleri, dudaklarımızdan davranışlara, gönülle­re ve hayata inmelidir. Terbiye, rahmet ve merhametin olmadığı toplumlar­da, mutluluğu ve kurtuluşu aramak hayalden başka bir şey değildir.

Rahmet ve merhametin olduğu yerde, aç insanların iniltisi olmaz, yalnız kalanların feryat sesi duyulmaz, yetimlerin çaresizliğinden eser kalmaz. Zira böyle bir toplumda insanlar, Allah'ın rahman ve rahim sıfatlarından gıdalan-mış, Allah'ın rahmet ve merhamet iplerini yeryüzüne indirmiş ve yeryüzünü bir cennete çevirmişlerdir. Bu insanları Allah da övecektir. Onun içindir ki, Fatiha suresinin ilk ayetleri, rububiyyet, rahmaniyyet ve rahimiyyet sıfatları ile açılmakta, besmele bu isimlerle başlamaktadır.

Rahmet ve merhametiyle varlıklara muamele eden Allah'ın bu uygulama­sını, insanlar yeryüzünde barındırmaz olmuştur. Zulüm, kahır, hakkaniyetsiz-lik, merhametsizlik yeryüzünde kol gezmektedir. Merhametin çiçeklerine hasret kalınmıştır. İnsanlar, tanrı edindikleri heva ve heveslerine, rahmet ve merhameti kurban etmişler, etmeye de devam etmektedirler.

Merhameti, nefis tanrısına kurban edenlere Allah hayat hakkı tanımaya­caktır. Nefis tanrısının istediği en büyük kurban merhamettir.

Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır:

(Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Onu sakınanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize ina­nanlara yazacağım). [A'raf/156]

Zekatı verenler ifadesinden kasıt, fakirlerin elinden tutan fedakâr insanlar­dır. Fedakar insanlar merhamet doludur. Sakınanlar da, takvayı ifade etmek­tedir. Kendini koruyan insan, Allah'ın rahmetine hak kazanmaktadır. Nefsin hazcı isteklerine aldırış etmeden, yanlıştan, kötüden, çirkinden, faydasızdan,

suç işlemekten, isyandan ve şeytandan kendini koruyan insanlar, Allah'ın rahmetini yeryüzüne indirmektedirler.

Ayetlerimize inananlar ifadesinden Allah'ın vahyini kabul eden, inkar psi­kolojisine düşmeyen insanlar kastedilmektedir.

Yüce Allah, yukarıdaki ayette üç grup insana rahmetini yazmakta, yani onlara rahmetini farz kıldığım beyan etmektedir. Bu üç grup insanın yanın­da olmayan insanlar, Allah'ın rahmetini daraltmaktadırlar, günahkâr olma­larının esas sebebi de budur. İnsanların elinden tutmayan, kötüden sakınma­yan ve doğru iman etmeyen insanlar, ilahî rahmete sırtlarını dönmektedir­ler. İşte insanlar esas günahı, ilahî rahmeti daraltmalanyla işlemiş olmakta­dırlar.

Yüce Allah'ın insanlara vahiy göndermesi, peygamber görevlendirmesi, onları azaptan koruması, mutluluk vermesi, şefkat dağıtması, affetmesi, şeytana tâ­bi olmalarını engellemesi, yaratması, öğretmesi, şefaat için izin vermesi, merha­met etmesi, rahman ve rahim sıfatlarının gereği olmakta ve onların manalarını doldurmaktadırlar. Yukarıda saydığımız mana ve eylemler, Allah'tan kullarına doğru olmakta ve insanların birbirlerine karşı tavırlarını belirlemektedir. [119]

Din Gününün Sahibi:

4. Allah, din gününün sahibidir.

Fatiha suresinin bu ayetinde iki kavram yer almaktadır: mâlik ve din günü. [120]

Mâlik:

Mâlik kavramı, me-le-ke'den türemiş olup elde etmek, idaresini ele almak, ıkalamak, ele geçirmek, sahip olmak, hâkim olmak, kontrol etmek, idareci omak, idare etmek, saltanat sürmek, güç ve otorite uygulamak, hakimiyeti elde etmek, güç sahibi olmak, düşüncesine ve davranışlarına hâkim olmak, duygularına sahip olmak, nefsin insanı meşgul etmesi, insanın kendini kontrol altına alması, itidalini korumak, gözyaşlarını durdurmak manalarına gelmektedir.

Mülk olarak kullanılınca, "kanun, hüküm, saltanat, devir, en yüksek otori-c güç. krallık, hükümdarlık, mal sahipliği, mülkiyet hakkı" anlamlarını ifade etmektedir. Milk mal, mülk, emlak, köle, servet, zenginlik, para manasına gelmektedir. Melek melek demektir. Meleke, karakter hususiyeti, doğal mizaç, istidat, kabiliyet, temayül, Allah vergisi, ihsan, kuvvet, üstün yetenek, hüner demektir.

Melekût ülke, hükümranlık, imparatorluk, krallık, saltanat, egemenlik an­lamlarını ifade etmektedir. Melekûtî, ilahî ve göksel demektir. Melâk veya milak temel, esas, dayanak, kaide demektir.

Şimdi bu manaların Kur'an'dan nasıl ve hangi ayetlerde geçtiğini incele­yebiliriz. [121]

a) Kudret Ve Kanun:

Ey Rabbim! Güçten bana nasibimi verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin). [Yusuf/101]

(Dediler ki: "Biz sana olan vaadimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik"). [Taha/87]

(Böylece biz, kesin iman eden­lerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin güç ve kanunlarını gös-teriyorduk). [En'âm/75]

(De ki: "Gücün gerçek sahibi olan Allahım! Sen gücü dilediğine ve­rirsin ve gücü dilediğinden geri alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın, her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye ka­dirsin"). [Âl-i İmran/26]

Bu üç ayette mülk, melekut, melki olarak geçen bu kavram, 'güç' ve 'kanun' manalarına gelmektedir. Güç ile beraber kanun manası, En'âm/75'te yer almak­tadır. İlahî güç/kudret manasına geldiği gibi, beşerî gücü de ifade etmektedir. Fakat beşerî güç, Allah'ın gücünden gelmektedir.

Âl-i İmran/26'da ise, gücü kimin verdiği ve aldığının bilincini vermekte­dir. Taha/87'de ise, insan gücünü aşan şeylerin olabileceğini; insan kudreti­nin her şeye yetemeyeceğini, yaptığı bazı şeylerin arkasında kendi gücünün olamayacağını görmekteyiz. [122]

b) Kainatın İdaresi

(Göklerin ve yerin idaresine, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'andan sonra hangi söze inanacaklar?) [A'raf/185]

(Eğer biliyorsanız, her şe­yin idaresi kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir? diye sor). [Mü'minûn/88]

Yüce Allah buradaki melekût kavramı ile, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin idaresini ifade etmektedir. Allah kendi mülkiyetinde olanı idare etmektedir. İdare ederken kendi kanunlarını yürütmektedir. Böylece melekût kavramı, idare, kanun ve mülkiyeti ifade etmektedir. Bunlardan öne çıkan mana "yönetim erki"dir. [123]

c) Siyasî Erk

Yüce Allah "siyasî erki" iki kısıma ayırmaktadır. Allah'a ait "siyasî erk", insana ait "siyasî erk". Allah'a ait siyasî erki şöyle belirtmektedir:

Yoksa onların hükümranlıktan bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek filizi bile vermezlerdi. [Nisa/53]

Siyasî erk, devletle birlikte vardır. Devletin en önemli görevlerinden biri, ekonomik hayatı adil bir şekilde yönetmektir. Mutlak siyasî erk, insanların elinde olsaydı, insanlara bir çekirdek bile vermezlerdi. Allah'ın mâliklik sıfa­tı, rızkın eşit olarak varlıklara sunulmasını gerekli kılmaktadır:

O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği gün her şey oluve­rir. Onun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık O'nun-dur. Gizli ve açık olanı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden ha­berdardır. [En'âm/73]

Sûra üflendiği günde hükümranlık O'nundur ifadesi, Fatiha/4'te geçen Din gününün sahibi O'dur cümlesinin karşılığıdır. Kıyametin kopuşunda ve ahirette mahşerin kuruluşunda mutlak iktidar sahibi Allah'tır. Mutlak manada siyasî erk hususunda Allah'ın ortağı yoktur. Bu hakikati ifade eden ayet şöyledir:

(Allah'ın hakimiyette ortağı yoktur). [İsra/111]

Varlıklar alemini yönetmekte Allah'ın yardımcıya ihtiyacı yoktur. Beşerî iktidar da, O'nun hâkimiyeti içinde cereyan etmektedir. Siyasî erki elinde bu­lundurmak, hüküm vermek, suçluyu ve suçsuzu ayırmak demektir. Hükmü­nü icra edemeyen, suçlu ile suçsuzu ayırıp, suçluya ceza, iyi işler yapana ödül veremeyen, siyasî erke sahip değil demektir. Yüce Allah, Hac/56'da, siyasî erkin içini bu faaliyetlerle doldurmaktadır:

(O gün, iktidar Al­lah'ındır. İnsanlar arasında hüküm verir. İman edip, iyi davranışlarda bulunanlar na'îm cenneti içindedirler). [Hac/56]

Siyasî erk, ekonomik gücü elinde bulunduran, ekonomiyi idare eden ve varlıkların istifadesine sunan güçtür:

Mülk Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine taptıklarınız bir çekirdek kabuğuna bile sahip değiller). [Fâtır/13]

Bu ayette me-le-ke kelimesi, hem mülk yani iktidar kalıbı ile, hem de yem-liku (sahip olma) şekliyle yer almaktadır. Böylece iktidarın, ekonomik güce sahip olmakla gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.

İnsanların taptıkları sahte tanrılar bir çekirdeğe bile sahip olmadıkları için Tanrı olmaya (mutlak siyasî erki ellerinde bulundurmaya) layık değillerdir. Mutlak manada siyasî erk, yüceliktir ve güçtür:

Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gü­cü yeter. [Mülk/l]

Bu ayette yüceler yücesi olması ve her şeye gücünün yetmesi ile siyasî er­ki elinde bulundurmak özellikleri yan yana gelmiştir. Hüküm vermek, suçlu­ları cezalandırmak, iyi iş üretenleri ödüllendirmek, bütün ekonomik değerle­re sahip olmak ve bu ekonomik değerleri dağıtmak, siyasî erki başkası ile paylaşmamak, mutlak iktidarın anlamını vermektedir.

İktidarı/siyasî erki elinde bulundurmak çok cazip bir değerdir. İlk insanın ayağını kaydırıp şeytana aldanmasını temin eden de budur. İşte o zaman beşerî manada siyasî erk ortaya çıkmaktadır. İlgili ayet şöyledir:

(Derken şeytan Âdem'in aklı­nı karıştırıp, "Ey Âdem!" dedi, "Sana ebedilik ağacını ve sonu gelme­yen bir saltanatı göstereyim mi?") [Taha/120]

Ayette geçen mülk kavramı, siyasî erk/saltanat; başka bir ifadeyle hüküm­ranlık manasına gelmektedir. Şeytanın aldatmadaki başarısı, bu siyasî erkin ebedî olacağını söylemesinden kaynaklanmaktadır. Sonsuz/tükenmeyen ikti­dar Allah'a ait olduğu halde, Âdem böyle bir iktiadara sahip olabileceğini dü­şünmekle, şeytanın aldatma alanına girmiş oldu. Ama bu ayet şunu da ifade etmektedir: Siyasî hükümranlık fikri, ilk insanla beraber başlamıştır. Beşerî alanda mülk kavramını ilk defa İblis kullanmıştır.

Beşerî iktidar, Allah tarafından verilen bir lütuftur. Bir toplumun bağım­sız bir devlet kurması ve siyasî erkini ilan etmiş olması, ilahî bir ihsan olmak­tadır. Yüce Allah bu siyasî erk gücünü bir topluma veya bir ferde ya da bir grup insana verirken, bazı değerlerin o toplumda oluşmasını da istemektedir:

(Yoksa onlar, Al­lah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oy­sa İbrahim soyuna Kitab'ı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik). [Nisa/54]

Ayetlerden şu çıkarımları yapmamız mümkündür: Siyasî erki vermeden önce Allah insanları eğitime tâbi tutmakta yani onlara kitabı ve hikmeti öğretmekte, sonra da öğrenenlere büyük bir hükümranlık lütfetmektedir. Böylece beşerî iktidarın temellerinin altında ilahî bilgi ve hikmetin yattığını, başka bir ifade ile bilgisi olmayana siyasî erkin verilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır. Aynı şekilde kitap, hikmet ve siyasî iktidara sahip olanlara haset edilmemesi gerektiği bu ifadeden anlaşılmaktadır. Çünkü bilginin getireceği siyasî erke haset edilemez ve edilmemelidir.

Bilgi'nin, beşerî-siyasî erki elde etme konusundaki veya Allah'ın onu bir lütuf olarak insana sunmasındaki önemini şu ayette görüyoruz:

Peygamberleri onlara, "Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi" dedi. Bunun üzerine, "Biz hükümdarlığa daha layık olduğumuz halde, kendisi­ne servet ve zenginlik yönünden geniş imkanlar da verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?" dediler. "Allah onu sizin üzerinize seçti. İlimde ve bedende

ona üstünlük verdi. Allah siyasî erkini istediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. [Bakara/247]

Ayet, peygamberlik müessesesi ile saltanatı ayırmaktadır. Peygamber, Tâ-lût'a Allah tarafından iktidar verildiğini söylerken, kendi görevi ile Tâlût'un görevini ayırmak ve alanlarını belirlemiş oluyordu.

Ayette "siyasî erk" anlamında hem melik hem de mülk kullanılmaktadır. Tâlût'a hükümranlığı layık görmeyenler, onun geniş bir ekonomik güce sahip olmadığını söylerken, Peygamber onun bilgi değerine ve bedenî güce sahip oluşuna dikkat çekiyordu. Böylece Allah Tâlût'u siyasî erk için seçerken han­gi değerleri dikkate aldığına işaret etmektedir. Ayette geçen cism kavramı, "beden" demektir. Beden ise burada, bilgiyi eylem haline geçirecek kabiliye­ti ve bildiğini tatbikata koyma gücünü göstermetedir. Demek ki siyasî erk, bilgiyi pratiğe geçirme gücüne sahip olana verilmelidir.

Beşerî hükümranlığın bir şartı hikmet ise, diğeri de güzel konuşmaktır. Hatiplik de iktidar sahibi olmanın önemli bir şartı ve gücüdür.

(Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik). [Sâd/20]

Ayette bahsedilen kişi, Hz. Davud'dur. O, siyasî erk ile peygamberliği ay­nı insanda toplayan bir kişiliğe sahiptir. Yüce Allah onun iktidarını iki şeyle kuvvetlendirdiğini söylemektedir. Bunlar hikmet ve güzel konuşmaktır. Bil­diğini güzel bir şekilde ifade etmek suretiyle halkı aydınlatmak, ikna etmek ve doyurmak, siyasî erkin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Beşerî-siyasî erkin ferdî boyutu olduğu kadar, toplumsal boyutu da vardır. Toplumsal hükümranlık Hz. Musa'nın dilinden şöyle ifade edilmektedir:

Ey kavmim! Bugün yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir. [Gâ-fır/29]

Bu ayet, Hz. Musa'nın toplumuna yeryüzünde hükümranlık verildiğini ifa­de etmektedir. Böylece bir toplumun, yeryüzünde yaşayan diğer toplumlara karşı hükümranlık elde edebileceğine de işaret edilmiş olmaktadır. [124]

d) Kral:

(Kral dedi ki) [Yusuf/50] ayetinde olduğu gibi melik, 'kral' mana­sına gelmektedir.

Ayetlerde melik ve mülk şeklinde yer alan bu kavram, kral manasına da gelmekte ve beşerî anlamda 'kralı' ifade etmektedir.

Kur'an, peygamber isimleriyle, Meryem ve Zeyd'in ismi hariç özel isimlere ver vermemekte; kasdettiği kişinin sıfatını kullanmaktadır. Mesela, firavun'un özel ismini kullanmayıp "büyük evde oturan" manasına gelen firavun sıfatını kullanması gibi. Aynı şekilde kralların ismini kullanmayarak, onları melik sıfa­tıyla zikretmektedir. Evrensel olması bakımından böyle bir yolu izlemektedir.

Melik kavramı, 'hükümdar' manasına Allah için de kullanılmaktadır. Al­lah için kullanıldığında "krallar kralı", beşer için kullanıldığında "kral" diye tercüme edilebilir.[125]

e) Sahip Olmak:

Mâlik kavramı, bazen mülk ile beraber kullanılmaktadır:

(De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allahım!) [Âl-i İmran/26]

Buradaki mülk, hem 'kainat', hem de 'iktidar' manasına gelmektedir. Mâ­lik de 'sahib' demektir. "Kainatın sahibi" denilebileceği gibi, "iktidarın sahi­bi" de denebilir. Fakat birinci mana uzak bir ihtimal olarak gözükmektedir. Çünkü ayetin devamında bu 'mülk'ün verilebilir bir şey olduğunda bahsedil­mektedir. Kainak verilemeyeceğine göre, mülk'ten kasıt 'iktidar' veya 'eko­nomik değer' olabilir: \&%ffi&5\&£<&tâiJ^tfö$(Sen mülkü diledi­ğine verirsin, mülkü dilediğinden geri alırsın). [Âl-i İmran/26] ifadesi, mülk'ün insana verilebilir bir değer olduğunu göstermektedir. İnsana verilen ya maldır (ekonomik değerdir) veya iktidardır.

Yüce Allah, bütün ekonomik değer dediğimiz rızkın sahibidir. Onu istedi­ğine verir, istediğinden alır. Bir toplumun içinden bir ferde veya toplumlar arasından istediği bir millete siyasî erki verir, istediğinden geri alır. Bu veriş ve geri alışı belirleyecek olan şey, insanın çalışması ve ona layık olmasıdır. Çalışmayan ve layık olmayandan alır, çalışana ve layık olana verir. Onun için Allah, mâlike'l-mülk'tür.

"Sahip olma" manasına gelen mâlik'hk, Kur'an'da, insan için de söz ko­nusu edilmektedir:

Görmüyorlar mı? Biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır. [Yasin/71]

Ancak, Allah insan için yaratıyor, insan da ona sahip oluyor. İnsanın sa-hipliliği geçici ve izafî olup süresiz değildir. Mutlak sahiplik Allah'a aittir. [126]

f) Melek Adı:

Sahip olmak manasına gelen -i-tt£ (mâlik), bir meleğin özel ismi olarak Kur'an'da yer almaktadır:

("Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler. Mâlik de, "Siz böyle kalacaksınız!" der). [Zuhruf/77]

Bazı melekler, görevlendirildikleri işle isimlendirilirler. Mesela:

(melekü'1-mevt), ölüm meleği manasına gelmektedir. İnsanların canını almakla görevlendirilen meleğe verilen isimdir:

De ki: "Size vekil kılman ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndü­rüleceksiniz".

Demek ki melek, bu varlıkların genel adı olup, bunların içinde -i-»ş£ (Mâlik) denen bir melek de vardır. [127]

g) İdare Edilen:

Meleke kelimesi, memlûk şeklinde gelince, idare edilen manasını ifade et­mekte ve kölenin sıfatı olmaktadır.

(Allah hiç­bir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımız­dan kendisine verdiğimiz güzel nzıktan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?) [Nahl/75]

Ayetteki (abden memlûken) ifadesi, başkasının hakimiyeti altında olan köle manasına gelmektedir. Aynı kavramdan hem idareci, iktidar sahibi ve hem de idare edilen, iradesi olmayan köle anlamı çıkmaktadır.

Bazen Yüce Allah, cariye ve köleyi, sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler diye tanımlamaktadır: Jiî^ıÜöJs^ (Sağ ellerinin sahip olduklarına) [Nahl/71] ibaresi, köle olarak çalıştırılan 'işçiler' manasını ifade etmektedir. "Sahip olma" manasıyla melek, bir varlığın sosyal statüsünü belirleyen bir sı­fat olmaktadır. Böylece melek kavramı, siyasî gücü elinde bulunduran kral manasını ifade ettiği gibi, hiçbir siyasî gücü olmayan sosyal bir sınıfın da sı­fatı olmaktadır. Bu anlamlarıyla da, insanlar arasında sosyal statüyü belirle­yen sosyolojik bir terim olarak işlev görmektedir. [128]

h) Kendine Sahip Çıkmak:

Me-le-ke kavramının bir de psikolojik manası vardır. İnsanın kendine sa­hip çıkması, kendi iç aleminde iktidar kurması, beyin, gönül ve nefis arasın­da dengeli bir siyaset yürütmesi manasına da gelmektedir. Zararlı olanı de­fetmek, faydalı olanı kazanmak gibi çok önemli bir siyaseti gerçekleştirmek, meleke kavramıyla ifade edilmektedir. İnsan, kendi içinde uyguladığı bu ikti­darı, başkaları için de uygulayabilir. O zaman kavram, sosyolojik bir mana kazanmış olacaktır:

(De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim"). [A'raf/188]

Ayette geçen Nefsime sahip değilim ifadesi, insanın kendini fayda ve za­rar bakımından idare etmesi ve kendine sahip çıkması demektir. Psikolojik siyaset ve idare, zarardan ve nefsin arzularından uzak durmak, faydalı olanı elde edebilmektir. Bu manada Hz. Musa, Maide/25'te sadece kendine ve kar­deşine sahip çıktığını söylerken meleke kavramını kullanmıştır.

Bir memleketi idare etmek, kendi nefsini idare etmeye benzer. Her iki faaliyet için Allah meleke kavramını kullanmaktadır.

Kalbe, bedenin milakı denmektedir. Milak aynı zamanda evliliktir. Koca melike benzetilmektedir. Diğerleri ona tâbi olduğu için deve ve koyun sürüsünün önünde gidene de milak denmektedir.[129] Her üç alanda meleke'nin kazandığı mana, idareyi ifade etmektedir.

Varlıkların faydasına kanunlar koymak, emir ve yasaklar vasıtasıyla onların ilişkilerini düzenlemek, beşerî münasebetlerin nizamını ve hakları çiğneyenlere uyarıda bulunmak, dengeli hayat yaşayanların gönlünü alacak ödüller koymak, mutlak mâlikliğin tasarrufudur. Mülk, milk, mâlik ve meleke kelimeleri idare, tasarruf ve kuvvetle ilgilidirler. Bunları Allah açısından ele alınca, varlıkların var olma ve hayatlarını devam ettirmek konusunda tasarruf sahibi olmak, onları idare etmek, onların ihtiyaçlarını karşılamak, sosyal hayatın. düzenini bozanları cezalandırmak, iman edip iyi iş üretenleri ödüllendirmek konusundaki iktidarı ifade etmektedir.

Mutlak manada, Yüce Allah'ın bu tasarrufunu yeryüzüne yansıtan insanla­ra da 'melik' denmektedir. Kendine sahip olmak, halkın düzenini sağlamak, bu düzen için kanunlar koymak, ceza ve ödül mekanizmasını iyi çalıştırmak, yanlış yapanları uyarmak, beşerî mâlikiyetin tasarrufudur. İnsanların bu faali­yetleri yerine getirebilmesi için Allah, insanın içine bir şeye sahip olma duy­gusunu doğuştan yerleştirmiştir. Böylece insanın psikolojisini, sahip olma duygusuyla bezemiş ve onu Allah'ın mâlikiyet sıfatını yeryüzüne yansıtması için hazırlamıştır.

Yüce Allah'ın kainatı ve varlıklar alemini nasıl idare ettiğinin bilgisine sa­hip olmak, insanlar aleminin nasıl yönetileceğine vakıf olmak demektir. Bu bilgi, insanın mâlikiyet özelliğini derin bir yeterlilikle sosyal hayata yansıtmış olacaktır. [130]

Din Günü:

Din kavramı, deyn kelimesinden türemiş olup borç almak, borçlanmak, minnettar olmak, bir hissin tesiri altında olmak, boyun eğmek, hüküm ver­mek gibi manalarının yanısıra takdir-i ilahî ve kıyametteki mahkeme anlamlarına da gelen bu kavram, aynı zamanda Allah'ın bir sıfatıdır.

İddia etmek, itiraf etmek, imanı ikrar etmek anlamlarında din, 'takva' de­mektir.

Ayrıca sahip olmak, itaat etmek, ceza veya mükafaat vermek, din edin­mek, millet, âdet, siret, durum, ibadet, hukuk, saltanat, idare, yağan yağmur, tevhid manaları da vardır.

Bir hissin tesiri altında kalmak anlamıyla, insanın psikolojik yapısıyla; borçlanmak anlamıyla, ekonomik hayatla; iman etmek manasıyla, Allah ile; yağan yağmur anlamıyla da tabiat kanunlarıyla ilgili olan din kavramı, âdet ve durum manasıyla da toplumsal hayatı ilgilendirmektedir.

Din kavramının Kur'an'daki manalarını şu şekilde sıralayabiliriz: [131]

1. Tabiat Kanunu:

Buna "yaratılış kanunu" da diyebiliriz. Bu anlamıyla, şu ayette yer almaktadır:

(O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine. Allah'ın insanları üzerine yarat­mış olduğu tabiat kanununa (fıtratına) çevir. Allah'ın yaratışında değişme bu­lunmaz. Dosdoğru din de budur. Fakat insanların çoğu bilmezler). [Rum/30]

Yüce Allah bu ayetle önemli ve evrensel bir eğitim ilkesini ortaya koy­maktadır. İnsanları eğitirken, onların yaratılış kanununa dikkat etmek zorun­dayız. "Yüzünü çevir" ifadesi, "Dikkat et!" demektir. Allah'ın insanları yarattığı tabiat kanunu denen dine dikkat etmenin değişmeyen bir eğitim ilkesi olduğunu yine ayet söylemektedir.

Bu ayette din kavramı, tabiat kanunu (fıtrat) anlamında kullanılmıştır. Fıt­rat kanunu, bütün insanların müşterek özellilerinin adıdır. Tabiat kanunu, as­lî ve ilk yaratılışı ifade etmektedir. İnsanın tabiatını değiştirip, başka bir tabi­atta insan yaratmak mümkün değildir. İşte bu noktada din ile yaratılış kanu­nu birleşmektedir. Yüce Allah insana varlıklara karşı bir eğilim duygusu ver­miştir. Bütün insanlarda bu duygu kanun olarak vardır. Aynı şekilde din bu eğilimin iman halinde aşkın bir varlığa bağlanmasını da ifade etmektedir. Kur'anî deyimle bu yüce varlık Allah Teala'dır. Yaratan ile yaratılan arasın­daki ilişki de bir tabiat kanunudur: tıpkı doğuranla doğurulan arasındaki iliş­kinin inkar edilemeyen kanunu gibi.

Bu manada dinin varlığını kimse inkar edemez; çünkü tabiat kanunlarını inkar etmek gibi büyük bir hata işlemiş olur. İki hidrojen atomunun bir oksi­jen atomu ile birleşmesi sonucunda suyun meydana geleceğini inkar etmek mümkün müdür? Var olan ölümlü varlığın bir yaratıcısı olduğu gerçeği de aynı kanun kadar geçerli ve sağlamdır. İnsanın yaratılışını belirleyen ruh-be-den ilişkisi, hücrelerin, organların bir bütün halinde çalışmalarındaki bağla­rın varlığı, aynen Allah ile kendi arasındaki ilişkilerin tabiatına benzemekte­dir. Onun içindir ki, tabiat kanunu din, din de tabiat kanunu olmaktadır. [132]

2. Borç:

Şu ayette din, borç ve borçlanmak manasında geçmektedir:

(Ey iman edenler! Belirlenmiş bir sü­re için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın"). [Bakara/282] Borçlanmayı kayıt altına alma inkılabını yapan Kur'an, borcu din, dini de borç yapmıştır. Nisa/l 1-12'de de borç manasında din kavramının değişik bir kalıbı kullanılmaktadır.

Borçlanmak, iktisadî hayatın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Borç vermek, hayırlı bir iştir. Borç almak da kaçınılmaz bir kanunun sorumluluğu­nu yüklenmektir. Borcunu ödemek o kadar önemlidir ki, din ile aynı manayı paylaşmaktadır. Borcunu ödemek bir hakkın ödenmesi demektir. Dinin bir manası da Allah'a olan borcunu ödemenin kurallarıdır. Allah'a olan borcu ödemekle, kula olan borcu ödemek aynı derecede önem kazandığı için din kavramıyla ifade edilmektedirler.

Kul hakkı da bir borçtur. Yüce Allah dine tabiat kanunu ve borç manaları vermekle kul hakkını dini ile aynı derecede değerli tutmaktadır. Kul hakkını çiğnemek, hem günah hem de ayıptır. Onun içindir ki kul hakkı, dinin ana unsurunu teşkil etmekte ve dine bizzat adını vermektedir. Kul hakkına riayet etmeyen, dine de riayet etmemiş olur. [133]

3. Hukuk:

Din kavramı; hukuk, âdet manasında Kur'an'da yer almaktadır:

Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya baş­ladı, sonra da onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yusuf a böyle bir ted­bir öğrettik, yoksa kralın kanununa (dinine) göre kardeşini alıkoyamayacaktı. [Yusuf/76]

Ayette geçen din kavramı, kanun, hukuk manalarını ifade etmektedir. Bü­tün ilahî dinler birtakım hukuk kuralları içerirler. Yüce Allah din gönder­mekle, insanlara nasıl kanun yapılacağını öğretmiştir. Hukukun üstünlüğü­nü ve kanun koymayı insanlara Yüce Allah'ın öğrettiğini Şura/l 3'ten de öğ­renmekteyiz.

Kanun yapmayı öğrenen insanın, hukuk prensiplerine uygun düştüğü sürece, yaptığı kanunları, Allah'ın geçerli saydığını Kur'an'dan öğrenmek­teyiz. Mesela, İslâm'ın olmadığı dönemde kıyılan nikahları Allah geçerli kabul etmektedir. Hz. Peygamber'in 25 yaşında kıydığı nikah İslâm döne­minde yenilenmemiştir. Diğer taraftan, Tebbet suresinde "Ebû Leheb'in ka­rısı", Tahrim suresinde "Firavun'un karısı" ifadeleri, kâfir olmalarına rağ­men, nikahlarının Allah tarafından kabul edildiğini göstermektedir. Demek ki nikah/evlilik evrensel bir olgu ve akiddir. Nikahın şartlan da evrenseldir. [134]

4. Ceza Ve Mükafaat:

Din kavramı, Kur'an'da karşılık (ceza ve mükafaat) anlamında pek çok ayette geçmektedir. Her gün beş vakit namazda okuduğumuz ve tefsirini yap­tığımız Fatiha/4 ayeti şöyledir:

Ceza ve mükafaat gününün sahibidir. [Fatiha/4]

Ayette geçen din kavramı, ceza ve mükafaatı ifade etmektedir. İyi ve kötü davranışların değerlendirileceği ve hükme bağlanacağı güne bu ad verilmek­tedir. Sorgulama ve hesap günü demektir. Dünyada haksızlığa uğrayan ve hakkını alamayanların ve yanlış davrananların karşılıklarının verileceği za­mana din günü ismini veren Allah, bu ifadesiyle insanları yanlış davranışlar­dan caydırmayı istemektedir. Bunu bir misalle daha iyi anlatabiliriz: Cehen­nemin varlık sebebi, insanları günah ve yanlış davranıştan caydırmaktır. Buna rağmen caymayanlara da cehennemin ateşi gösterilir. İlahî hukukun uygulan­dığı o güne, "ceza ve mükafaat" günü denmektedir. Bu, din kavramıyla gün ke­limesinin bir araya gelmesi ile oluşan bir ifadedir.

Mearic/26'da ceza ve mükafaat gününe inananlar ele alınırken, Müddes-sir/46'da ise bu ceza gününü inkar edenlerden bahsedilmektedir:

(Ceza gününün doğruluğuna inananlar). [Mearic/26]

(Ceza gününü de yalan sayıyorduk). [Müddessir/46]

Her iki ayet de şunu ifade etmektedir: Din gününe (ceza gününe) inan­mak, Kur'an'ın önemli bir iman ilkesidir. İslâm dini, din gününe inanmayı şart koşmaktadır. O güne inanmayanlar, yine o günde pişman olacaklar ve bu inançsızlıklarını orada itiraf edeceklerdir. Çünkü ceza gününde, hesap verip inkarlarının karşılığını göreceklerdir.

Ceza ve mükafaat gününün en önemli vasfı hakkında İnfitar suresinde şöyle buyuruluyor:

(Ceza günü nedir bi­lir misin? Nedir acaba ceza günü? O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah'a kalmıştır). [İnfitar/17-19]

Demek ki o gün, kimsenin kimseye bir faydasının dokunamayacağı ve hü­küm sahibinin Yüce Allah olacağı bir gündür. Bu bize şunu ifade ediyor: Hu­kukî meselelerde tarafsızlık şarttır. Hukukun karşısında fertler eşit muamele­ye tâbi tutulmalıdırlar. Suç ferdîdir. Başkasının suçunu diğerleri çekemez. Hukuk vanıltılmamalıdır.

Hukuk karşısında, fertlerin statüsü gözönünde bulundurulamaz. Suçların cezalandırılmadığı ve başarıların ödüllendirilmediği toplumlar medenî olamaz­lar. Böyle bir toplum aşiret toplumudur. Halbuki İslâm medeniyet dinidir.

Medenî toplumlar hukukun hakim olduğu toplumlardır. Medenî insan, hu­kuka göre davranan insan demektir. 'Medenî' kavramı, dinden gelen bir kav­ramdır. 'Şehir' anlamına gelen medine, hukukun uygulandığı yer demektir. Böyle bir yerde yaşayan insanlar da medenîdirler.

Onun için Peygamberimiz, Arabistan'daki 'Yesrib' şehrinin adını 'Medi­ne' olarak değiştirmiştir. İslâm dininin her şeyden önce bir hukuk dini oldu­ğunu ve hukuk toplumunun da medenî bir toplum olması gerektiğini vurgu­lamak için Resulullah, Yesrib'in adını Medine yapmıştır. Daha açık bir ifade ile, Hz. Peygamber, farklı inanç ve dinlere mensup olan insanları müşterek bir hukukla idare etme zaruretini görmüş ve bir anayasa yapmak suretiyle de bunu tatbik sahasına koymuştur. [135]

5. Yol:

Kur'an-ı Kerîm'de geçen millet kavramına, İslâm alimleri din manasını vermişlerdir. Millet kelimesi, aslında yol demektir. Dirim anlamlarından biri de yol'dur. Demek ki millet ile din, 'yol' anlamında bir araya gelmektedirler. Al­lah şöyle buyurmaktadır:

Sen onların milletine tâbi olmadıkça, yahudi ve hristiyanlar asla senden razı olma­yacaklardır. De ki: "Dosdoğru yol Allah'ın yoludur". Sana gelen ilimden sonra sen onların arzusuna uyacak olursan, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı var­dır. [Bakara/120]

Ayette üç kavramı bir arada görmekteyiz: millet, hidayet ve heva (arzu). Bu kavramlardan hidayet 'millet'i, heva da hidayetin zıttı olan 'yol'u tanım­lamaktadır. Millet genel manada dini/yolu ifade ederken, hidayet özel mana­da doğru olan "dinin yolunu" ifade etmektedir. Heva ise, insana sapık yolu çizen arzuların tümünü ifade etmektedir.

En'âm suresinde millet ile din bir araya gelmektedir:

(Deki: "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in mil­letine iletti. O, ortak koşanlardan değildir"). [En'âm/161]

Ayette hidayet, doğru yol, doğru din ve millet kavramları bir örgü meydana getirmektedir. Hidayet kavramı yüklem olarak kullanılırken, diğerleri cümlenin tümleci olmaktadırlar. Ama bu kavramlar birbirlerini manalandır-maktadırlar. Doğru yol 'doğru din' demek, doğru din de 'millet-i İbrahim' demektir. Hepsinin ortak anlamı 'doğru yol'dur.

Demek ki din, doğru yolun kendisi olduğu gibi, aynı zamanda o doğru yolu da açıklamaktadır. Din, Allah tarafından konduğu için, objektif bir kaynaktan gelmektedir. O aynı zamanda, tüm insanlığa evrensel değerleri öğretme ve yaşatmayı amaçladığı için doğru yolun kendisi olmaktadır. Bu doğru yolun bilinmesi, onun bilgisine sahip olunması önemli şartlardan bi­ridir.

İnsanı Allah'a götüren, insanların gönüllerini birbirine; ferdi ise kendi içi­ne bağlayan yol manasında doğru din, akıl, bilgi ve sevgi ile örülmüştür. Bu­nun dışındaki yollar tefrika yollandır.

Din denen doğru yolun kilometre taşları, haklarla belirlenmiştir. Maide/151-153 ayetleri, dinin oluşturduğu doğru yolun ne olduğunu anlat­maktadır. Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, hayat hak­kı, yetîm hakkı, ekonomik haklar, adalet gibi haklar, doğru yolu meydana ge­tirmektedir. Kadın haklan ve kendini savunma hakkı gibi önemli haklan da buna ilave edersek, doğru yol denen dinin ne kadar önemli temeller üzerine kurulduğu ve Allah tarafından gönderildiği daha iyi anlaşılmış olacaktır. [136]

6. Hüküm (Emir):

İş manasına da gelen emr, bu manasıyla din'i ifade etmektedir. Zaten di­nin kendisi, bir iş, amel, eylem ve hüküm demektir. Kur'an'da 'emir'le ilgili yüzlerce ayet vardır. Bu emirler, dinin kendisini oluşturmaktadırlar. Hüküm manasına gelen emr, aynı zamanda din anlamında kullanılmaktadır. Şu ayet­te olduğu gibi:

(Fakat onlar din konusunda aralannda parça­lara aynldılar, ama hepsi bize döneceklerdir"). [Enbiya/93]

Burada emr, 'din' manasına gelmektedir.

Din, bir hükümler demetidir. Kullannm mutluluğa ulaşması için Allah'ın göndermiş olduğu emir ve yasaklann bütünü, dini meydana getirmektedir. Hükmü olmayan bir fikirler topluluğuna din denemez. [137]

7. İslâm:

Din’in bir manası da boyun eğmek, hükmü altına girmek, teslim olmaktır. islâm ile din bu anlamda buluşmakta, başka bir ifadeyle aynı manayı paylaş­maktadırlar.

Diğer taraftan barış, güven ve rahmet dediğimiz İslâm'ın manalan da, di­nin kendi yapısında vardır. "Din niçin vardır?" sorusunu cevaplandırırken barış, güven, rahmet ve teslimiyet için vardır, cevabını vermemiz gerekiyor.

Kur'an-ı Kerîm, Allah katında hak din İslâm'dır diyerek, din ile İslâm'ı birleştirmiş ve dinin adını İslâm koymuştur. Demek ki, dinimizin adı barış, güven, teslimiyet ve rahmettir. Bunlara inanmayan ve bunları hayatına geçir­meyen insan doğru dinden bahsedemez.

İnsanlığı mutluluğa götüren bütün değerlerin kaynağında, Hz. Âdem'e ge­len tevhid dini vardır. Mutlak tevhid dininin adı İslâm'dır. Demek ki İslâm di­ni, sadece Kur'an'ın getirdiği din değildir; Hz. İsa'nın, Musa'nın, Davud'un, Yusuf un, Süleyman'ın, Nuh'un vb. hepsinin kutsal kitabı, İslâm dininin süre­cinin safhalarını oluşturmuştur.

Allah, din gününün sahibidir ayetini bir bütün olarak ele alıp açıklarsak şunları tesbit etmemiz mümkündür:

Din günü ifadesiyle, ahiretteki ceza ve mükafaat ânı kasdedilmektedir. Ora­daki dinin sahibi Allah olduğu gibi, bu dünyadaki dinin sahibi de Allah'tır:

(Gözünüzü açın, gerçek ve temiz din Allah'ındır). [Zümer/3]

(Göklerde, yerde ne varsa O'nundur. Din de sa­dece O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?) [Nahl/52]

Dini Allah koyar; insan din alanına giremez. Arınmış dine sadece Allah sahip olabilir:

(Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?) [Âl-i İmran/83]

Yaratılışında yer alan inanç duygusu, insanı, tatmin için bir arayış içine iter. Onu tatmin edecek olan güç dindir. Gerçek din, insanı Allah'ın dostluğu­na götüren dindir. Benliğini Allah'a teslim ederek işlerini iyi yapanlar, tevhid inancına; dolayısıyla da, mükemmel olan dine sahiptirler. Bu da bir bakıma, Allah'ın dostluğunu kazanmak demektir:

(İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a ve İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir). [Nisa/125]

Doğru din, insanları Allah'ın dostu yaptığı gibi, Allah'a teslim olmak, mü­kemmel iş üretmek ve tevhid inancına sahip olmak da, toplumsal birlik bakı­mından dostluğu yakalamak demektir.

Hesap, ceza ve mükafaat anlamlarıyla din, insanın sorumluluk duygusu­nu geliştirme ve onu eylemlere yansıtma gibi bir işleve sahiptir. Bu işlevini de, insanın psikolojik yapısına ve sosyal hayata, barış ve güveni getirmek suretiyle yerine getirmiş olacaktır. Dinin hükümranlık ve itaat manalarının gereği de budur. İnsanlar arasındaki çekişme, kavga ve ayrılıkları kaldırıp, yerine, barış ve karşılıklı güveni getirmekle yükümlü olan din, yaratıcı gücün varlığını hissettirme, insan adına bütün güzellikleri geliştirme amacını güt­mektedir.

Tabiat kanunlarının meydana getirdiği ahenk, denge ve sanatın belli bir oranda fert ve toplumun hayatına yansımasını sağlamak için var olan din, in­sanı içten ve dıştan sarmalayan gücü temsil etmektedir. Bu dünyada yapılan bir davranışın ahirete uzantısı varsa, o eylem dinin içine girmektedir. Âhirette in­sana sorumluluk getirmeyen ve bir ödül verilmesini sağlamayan eylemler, di­nin içine girmemektedir. Âhirette ceza ve mükafaat getirmeyen davranışları dinden kabul edemeyiz ve zâten din de onları içine almamaktadır. Böylece bu dünyada neye ve hangi oluşumlara din diyeceğimiz ortaya çıkmış olmaktadır.

Borç manasıyla din, kulun Allah'a olan borcunu, kulun kula olan borcunu ve dinin topluma olan borcunu ifade eden ve bunları yerine getirmekle yü­kümlü olan bir müessesedir. Din, insamn borçlu olduğu alanı belirlemekte ve kendisinin de bu borçlan yerine getirme eğitimini vermekle borçlu olduğunu söylemektedir. Var olması ve varlığını devam ettirmesi sebebiyle insan, ba­zılarına borçludur. Onun borçlarının neler olduğunu ve bu borçlan nasıl öde­yeceğini ona öğreten okulun adı dindir. Din denen ilahî okul, insana borçla-nm nasıl ödeyeceğini ve ahiretteki ceza ve mükafaatın bu öğretiyi yerine ge­tirmenin üzerine oturduğunu öğretir. Borçlann yerine getirilmesinin yükledi­ği sorumluluk, dinin bu dünyaya yönelik olan boyutunu; sorumluluklann ye­rine getirilmemesi veya getirilmesiyle meydana gelecek olan ceza ve müka­faat da, ahirete yönelik olan boyutunu oluşturmaktadır.

İşte Allah dinin ahiretteki nihaî karşılıklarının sahibi olduğu gibi, bu dün­yadaki yaptırımlarının da sahibidir. O'ndan başkası din koyamaz ve kimse de dini O'ndan başkasına bağlayamaz. İnsan düşüncesi ve uygulamaları, din ala­nının dışında bir kültür oluşturup devam ederken, din alanı bakir, saf, halis ve temiz olarak Allah'a ait kalır. İnsanlar din alanından alır, ferdî ve sosyal boyuta götürür; ama sosyal boyuttan alıp din alanına koyamaz. Dışarıdan gü­neşe ışık verilemez, ama güneş dışarıya ışık verir. Onun gibi din dışarıya, ya­ni insan hayatına ışık verir, bilgi verir; ama dışarıdan bilgi almaz. [138]

Kime Kulluk Edilir, Kimden Yardım İstenir?

5. Yalnız sana kulluk eder; yalnız senden yardım dileriz.

Hamd alemlerin rabbi, rahman-rahim ve din gününün sahibi olan Allah'a mahsustur. Rab, rahman, rahim ve mâlik sıfatlarının kainatla ve içindeki be­şerî alemle olan ilişkilerinin başlangıçta doğurduğu borcun karşılığı, hamdet-mektir. Hamd sadece Allah'a ait olduğu gibi, kulluk/ibadet de O'na aittir.

Demek ki Fatiha/l-3'deki sıfatların önünde hamd, arkasında ibadet ve yardım dileme yer almaktadır. Allah yaratan, besleyip büyüten, rahmet ve merhamet edip sahip çıkan bir varlık olması hasebiyle hamde, ibadete ve sadece kendisinden yardım talep edilmesine layıktır. Hamdedilmek, kullu­ğun sadece O'na tahsis edilmesi ve sadece O'ndan yardım ve destek beklenil­mesi O'nun hakkıdır.

Şimdi 5. ayette geçen kavramların analizini yaparak şu sonuçlara varma­mız mümkündür:

(Sadece sana kulluk ederiz).

Fahruddîn Râzî ve Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetin Allah'a nasıl hamdedileceğini öğrettiğini söylemektedirler. "Sadece Allah'a kulluk etmek ve sade­ce O'ndan yardım dilemek, Allah'a hamdetmektir" diyen bu alimler, ayeti ayetle tefsir etmişlerdir. Onların tefsirine katılmamak mümkün değildir.

Bize göre 'kulluk' kavramının içi, 'hamd' ile doldurulmaktadır. Rab, rah­man, rahim ve mâlik sıfatlarına sahip olan Allah, hamdedilmeye, yani ibadet edilmeye layık bir varlıktır. Yaratma, eğitme, rahmet, merhamet ve sahip çık­ma sıfatlarıyla insanlar alemi ile ilişki kuran Allah, şirk koşulmadan ibadet edilmeye layık bir hüviyete sahiptir.

“İyyake: sadece sana” ibaresi hasr ifade eder. Başka bir deyişle (Ve sadece senden yardım dileriz) ifadesine denk düşmekte ve Allah'tan baş­ka varlıkların tapınma bakımından kutsallığını dışlamaktadır. Cümlenin ba­şına gelmesinin sebebi, kulluktan önce sahte tanrıları dışlamanın zorunlu ol­duğunu göstermektir. [139]

Abd (Kul) Ve İbadet

(na'budu) kelimesinin kökü (abede)dir. İbadet, ubudiyyet, âbid ve ma 'bûd kelimeleri de ondan türemiştir.

Emrini tutmak, ibadet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü altına almak, ıslah etmek, tekamül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek, muteber hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir. [140]

'Abede' Kavramı

('abede) kavramının Kur'an'da çeşitli manaları olup bunları şöyle sı­ralayabiliriz: [141]

1) Bilmek

(Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsin­ler diye yarattım). [Zariyat/56]

Hâzin bu ayette geçen (liya'budûni) kelimesine, (liya'rifûnî=beni bilsinler) manasını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı, O'nun varlığı bilinmeyecekti.

Böylece Hâzin, Allah'a ibadeti bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile kulluğu ay-nîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.

Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah'ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O'nun iradesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.

Işıe bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur'an'ın "kulluk" :urak tanımladığı şeye derin anlamını verir.[142]

2 Birlemek

îbn Abbas'a göre Kur'an'da ibadet kavramı, birlemek anlamına gelmekte­dir.[143] Tevhid inancı olmadan (Allah birlenmeden) kulluk yerine getirilemez. Nesefî de İbn Abbas'ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavrammı birleş­tirmektedir. Hâzin ile Nesefî'nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz: Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah'a yaklaştıran gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için bir-mek, birlemek için de bilmek gerekiyor.[144]

3) İtaat Etmek

Ibn Abbas (ya'budu) kelimesine (yutî'u) manasını vermektedir. Kul­luk yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.

Demek ki insanlar ve cinler, Allah'ı bilmek, birlemek ve itaat etmek için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var olmanın temelinde sadece Allah'a ibadet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz ibadetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir. [145]

4) İbadet Etmek

(abede), dini Allah'a has kılarak yapüıdığında ibadet, Allah dışında bir varlığa yapıldığında ise 'şirk' olduğu için tapınmak'ta. Fatiha/5'teki (iyyâke na'budu=yakaz sana ibadet ederiz) ifadesi, başka ayetlerde şöyle geçmektedir:

(Allah size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi em­retmiştir). [Yusuf/40]

(Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi emretti). [İsra/23]

Fatiha/5'te başa gelen (İyyake=sadece sana) ifadesi, bu iki ayette istisna­dan sonra gelmektedir. Mana ağırlığı ve tahsisin vurgusu bakımından aralarında hiçbir fark yoktur. Yusuf/40 ve İsra/23'te Allah emrederken, Fatiha/5'te kul ken­disi ifade etmektedir. Her üç ayetteki ifadenin amacı, şirki dışarıda bırakıp, şirksiz bir ibadetin yapılmasıdır.

Şirkten uzak bir kulluk veya ibadet nasıl yapılabilir? Bu sorunun cevabı­nı şu ayetlerle verebiliriz:

(De ki: "Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na ibadet etmem emrolundu"). [Zümer/11]

(De ki: "Ben dinimde ihlas ile ancak Allah'a ibadet ederim").'[Zümer/14]

Şirkten uzak bir ibadet, dini Allah'a tahsis ederek, yani dininde ihlâs sahi­bi olarak yapılan ibadettir. Bu ayetler, Fatiha/5'teki (iyyâke=sadece sana) demenin neyi ifade ettiğini açıklamatadır. Sadece sana demek; dini Allah'a tahsis ederek ve ihlas sahibi olarak demektir.

Bu tarz bir ibadet, tevhid inancının eyleme dönüşmesi, tek tanrı inancının davranışlara yansımasıdır. Bütün davranışlarında Allah'ın yanında olduğunu hissetmesi ve O'na yönelmesidir. Kulluğu güzelleştiren de bu tarz olan yöne­liştir. İbadetteki ihlas ve dini Allah'a tahsis etme olgunluğu, sadece Allah'a yönelme ile doruk noktasına çıkmaktadır. Kulluğun bu güzelliğini Allah şöy­le ifade etmektedir:

(Biz Davud'a Süleyman'ı verdik. Süleyman ne gü­zel bir kuldu. Doğrusu o, daima Allah'a yönelirdi). [Sâd/30]

Dini Allah'a tahsis ederek ve sadece Allah'a yönelerek yapılan ibadet, şir­ki dışlayan ve insanı şirkten uzak tutan bir ibadet olmaktadır. Allah, dini Al­lah'a has kılarak ibadet etmesini Hz. Peygamber'e niçin emretmiştir? İnsanın başka varlıklara ibadet etme ihtimali var mıdır? İnsanlar şeytana, putlara ve kendi nefislerine tapınabilirler mi?

(Ey Âdemoğullan! Size şey­tana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmamnızdır, demedim mi? Bana kulluk ediniz, doğru yol budur demedim mi?) [Yasin/60-61]

Bu ayetlerin birincisi, şeytana tapılma ihtimaline karşı insanları uyarmak­tadır. Bu uyarısını, şeytanın insanların düşmanı oduğu gerçeğine dayandırarak yap­maktadır. Doğru yolun sadece Allah'a ibadet etmek olduğu bilincini de vermektedir. Ayetlerin birincisi şirki yasaklıyor, ikincisi doğru tapınmanın bilgisini veriyor. Ayrıca olumsuzdan olumluya giden bir metodla, tapınmanın eğitimi veriliyor. Hem şeytana hem de Allah'a tapınmanın imkânsızlığının bilinci kazandırılıyor. Bu bilinç verilme­den, Yalnız sana ibadet ederiz ifadesinin gündeme gelmesi mümkün değildir.

(Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü?) [Casiye/23]

Bu ayete göre insan, kendi nefsini/ nevasını tanrı edinebilmektedir. İnsan ak­lını ve gönlünü nefsinin emrine verirse, nefsini tanrı edinmiş olur. Demek ki sı­nırsız arzu ve hevesler, insanın içindeki psikolojik yönelişi tam bir denetim altı­na alabilir. Böyle bir denetim altında, bütün eylemlerimizi nefsin emirlerine gö­re yaparsak, nefsi tanrı edinmiş oluruz. Nefsin kullan, beyin, gönül ve davranış­lardır. Şirkin kökleri, insanın nefsinden beslenmektedir. Terkedilmesi ve farkına varılması en zor olan şirk, nefsin tanrı haline gelmesidir.

Onun içindir ki kul (iyyâke na'budu=yalmz sana kulluk ederiz) derken, nefsini tanrı edinmekten de sıyrılmış olmaktadır. Kendi benliğini tan­rı edinmekten sıynlamayan insan bu ifadeyi kullanamaz. Şeytan ve kendi nefsinin dışında kalan canlı ve cansız varlıklara, yani putlara tapınma ihtimâ­li de vardır. Bu hususta pek çok ayet vardır:

("Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler). [Şu'ara/71]

(İbrahim'in şöyle dediğini hatırla: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tap­maktan uzak tut"). [İbrahim/35]

İnsan tabiattan herhangi bir varlığı tanrı edindiği gibi, kendi eliyle yaptı­ğına taptığı da olmuştur. Bazen tabiat olaylarının zararından korunmak bazen de faydasını elde etmek için onlara tapınma yolunu seçmiştir.

Allah, tarihte insanların yaşadıkları şirkin çeşitlerini ve tonlarını bize an­latarak, şirkin kötülüğüne karşı bilincimizi açmakta ve tevhid inancı için gönlümüzde bir yer oluşturmaktadır. Çünkü şirkten temizlenmeyen gönüle tevhid inancının girip yerleşmesi imkansızdır. Böylece Allah, eğitime eskime­yen bir metod kazandırarak, yanlışlardan temizlenmeyen bir beyin ve gönüle, doğrulan kazandırmanın ve yerleştirmenin imkansızlığına dikkat çekmiştir. Bir demirin pasını silmeden oraya boya sürülürse, o boya tutmayacak ve kı­sa zamanda içindeki pası kusacaktır. İnsanın gönlündeki şirk pasını silmeden oraya tevhid inancının boyasını sürmek kalıcı olmayacaktır. Zamanla o pas kendini dışa vurup, boyayı yok edecektir. İşte bu gerçeğe dikkat ederek ha­reket etmek, din eğitiminin ana metodlarından biri olmalıdır. [146]

İstiane:

(Yalnız senden yardım dileriz).

Yalnız Allah'a kulluk ediyor olmanın, ifadesi veya isbatı, yalnız O'ndan yardım dilemektir. Sadece Allah'a kulluk ettiklerini söyledikleri halde, insan­lardan, türbelerden, mezarlardan ve diğer tabiat varlıklarından yardım dile­yenler vardır. Bu durum, tevhid inancının gönüle yerleşmediğini, gönlün şirkten tam temizlenmediğini göstermektedir.

İsti'âne kavramı, yardım manasına gelen (avn) kelimesinden türemiş­tir. Bu kalıptan alınınca, "yardım dilemek" manasını ifade etmektedir. İyyâ-ke nesta'în (yalnız senden yardım dileriz) ifadesi, tevhid inancının sağlam ol­duğunu ve gönüle tam anlamıyla yerleştiğini isbat etmektedir.

Varlıkları yaratıp terbiye eden, onlara rahmet ve merhamet eden ve sahip çıkan varlık, yardım istenmeye layıktır. Bu sıfatlara sahip olmayan diğer var­lıklardan yardım istenmez, istenirse şirke düşülmüş olur. Yalnız Allah'a kul­luk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemek, hamdin içindeki manayı doldur­maktadır. Allah'ı bilmek ve birlemek, O'na itaat ve ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemek, hamd ibadetinin içeriğini teşkil etmektedir. [147]

Hidayet Kimden İstenir?

6. Bizi doğru yola ilet.

Allah'a hamdedip, kulluğunu O'na tahsis eden ve sadece O'ndan yardım dile­yen insan, dua vasıtasıyla Rabb'inden bir şeyler isteme fırsatını yakalamış demek­tir. Fatiha/6'daki dua, Allah'tan nasıl yardım istenileceğini öğretmektedir.

Ayette iki kavrama yer verilmektedir. Bunlardan birisi hidayet diğeri de sırât-ı müstakim olgusudur. Sırat-ı müstakim (doğru yol) kavramı da iki kelime­den teşekkül etmiştir: yol ve istikamet. Şimdi bu iki kavramı inceleyebiliriz: [148]

Yol Ve İstikamet

Yüce Allah'ın vahiy ve peygamberler göndermesi, yol meselesinin insan haya­tı için ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. İlahî vahiy, insana doğru yolu bildirmek bakımından çok önemli görevler yerine getirmiş ve getirmektedir.

İnsanın hayatını devam ettireceği ve kendini uyduracağı kuralları içine alan yol kavramı, insanın kendini en iyi bir şekilde ifade etmesinin sürecidir. Dinî, felsefî ve ideolojik bütün sistemlerin insan için yollar oluşturduğunu dikkate alırsak, insanın çok karmaşık bir alanla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Yolunu ve yönünü bulmak, insanlığı yoran bir faaliyet olmuş ve olmaya devam etmektedir. Kur'an, insanların bu yorgunluğunu gidermek, zorluklarını kolay­laştırmak, karmaşık buldukları bu alanı sade bir hale getirmek için 'yol' kavra­mını çeşitli şekillerde ve detaylı bir biçimde ele almış ve insanları derinleme­sine bilgilendirmeye çalışmıştır. Sırat, sebîl, tarîk, millet ve şeriat gibi kelime­ler, yol anlamını ifade ettiği için söz konusu edilmiştir.

Fatiha/6'daki sırât-ı müstakim, adaletin yolu/denge yolu, düz, geniş, sapma ve eğim bulunmayan yol demektir. Kur'an, sırat kavramını fizikî manasından alarak, ona insanlık hayatı için son derece önemli olan manevî manalar yük­lemiştir. Sırât-ı müstakim (doğru yol), Allah ile kul arasmmdaki en kestirme yoldur. Bu tanım, tamamen manevî nitelikli bir tanımdır. İnsan ile insan ara­sındaki manevî oluşumların meydana getirdiği çizgi de bu yolun içine girmek­tedir. Demek ki Kur'an'daki "doğru yol" kavramının içeriğinde, Allah ile kul; kul ile kulun arasındaki dengeli ilişkiler yer almaktadır. İnsanın gönlünden ve beyninden çıkan, sosyal hayatı kapsayan, oradan Allah'a uzanan bu yol, aslın­da uzun görünse de doğru olması sebebiyle en kısa yolu temsil etmektedir.

Bu yol insanın, Allah'ın buyruğu doğrultusunda ilerlemesine mâni olma­ya çalışan tüm engelleri aşmasına imkan veren kuralların bütününden mey­dana gelmektedir. Önemli olan bu kuralların doğru olmasıdır. Bu nedenledir ki Kur'an, sırat kelimesine müstakim sıfatını ilave etmiştir. Dosdoğru, ölçü­lü, kıvamında, uygun ve adil olma manasıyla müstakim kelimesi, "yolun" ni­teliğini belirlemektedir. Daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli, daha faydalı olanı ve daha mutluluk vereni yakalamak ve onları elde etmenin normlarını belirlemek için insanlığın sarfettiği gayret küçümsenemez. Ama bu gayretle­rin olumlu neticeye ulaşması, kimi zaman insanın iradesini aşar.

Bazen insanlık sahte, kötü ve çıkmaz yollara girmiş ve bu yollarda ümit etmediği çileler çekmiştir. Yanlış inanç, batıl fikir ve şeytanın oluşturduğu bu tefrika yolları, insanlığın hayatına kara bulutlar getirmiş, lekeler sürmüş ve karanlıklar bırakmıştır. Bu yollar insanlığın hürriyetine, hür atılımına ve ge­lişimine zincir vurmakla meşgul olmuştur. Yüce Allah'ın "doğru yol" öğretisi,

?o sıkıntılı anlarda imdada yetişmiş ve insanlığın önünü açmıştır. Kur'an'da-ıj doğru yol, bu sıkıntılardan bir çıkıştır.

Kainatta varlıklar arasındaki denge; insanın iç alemini oluşturan, beyin, gönül ve nefis arasındaki denge ve bunların arasındaki ölçülü hareket, dikkat edilmesi ve korunması gereken bir yoldur. Adalet, ölçü ve denge, doğru yo­lun temellerini oluşturmaktadırlar. İtidal, mizan ve hak kavramı üzerinde de­rinlemesine duran Kur'an, "doğru yol"un ne olduğunu bunlarla anlatmış ve örgüsünü bunlarla örmüştür. Bu örgü yapısıyla "doğru yol", dinin tümünü içine almaktadır. Kur'an'a göre, doğru yolun üzerinde oturduğu denge, tevhid inancı olmadan sağlanamaz. Tevhid inancı, Allah ile kâinat arasında­ki ilişkilerin bütünlüğünü oluşturmaktadır.

Sümerler'de nig.si.sa. kelimesi adalet; di.ku. da hüküm vermek manasına ge­lirdi. Çift sürerken yolundan çıkmış olan öküzü boynuzundan tutup yürümesi ge­reken yola koyarken si.sa. denirdi. Bu kelime Akkadca'da maş'arum, simdatum kavramlarıyla ifade edilmekteydi. Bunlar, "hukukî olan doğru yol" anlamlarına gelmektedir Arapça'da şeriat veya hikmet, bu anlamlan ifade etmektedir. Yunan-ca'daki cosmos, logos, Arapça'daki şeriat manasına gelmektedir. Cosmos ve lo­gos, "ahenkle ve doğru olarak düzenlenmiş sistem" manasını ifade etmetedir. Hatta Hindliler'deki rta ve Çinliler'deki tao kelimeleri de aynı anlamı taşımakta­dır. İngilizce'deki street, Almanca'daki strasse ve Latince'deki strata kelimeleri, yol manasına gelmektedir. Sırat ile strata kelimelerinin başındaki se harfi ve telaffuzlanndaki yakınlık, bunların insanlığın müşterek tarihinden gelen kelimeler olduklarını göstermektedir.

İnsanı amacına kısa yoldan ulaştıran metoda da 'yol' denmektedir. Amaç doğru ise ona ulaştıran yol da doğru yol olacaktır. Yanlış amaca götüren meto­da, yani yola "doğru yol" denmesi mümkün değildir. Bu açıdan Kur'an'ın gün­deme getirdiği ve Fatiha'da insanın dua ile Allah'tan iletmesini istediği doğru yol, maddî yol olmaktan ziyade, manevî yolu ifade etmektedir. Aklî, imanî ve amelî açıdan doğru yolu insanın hayatına dahil etmektedir. İman, ibadet ve davranışların bütünü, ahlâkî doğru yolu oluşturmaktadır.

"Doğru yol" bazen, düşülen yanlış yoldan; belalardan, olumsuzluklardan, sosyal ve ferdî çözümsüzlüklerden çıkış yolu da olabilir:

(Kim Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yolu verir). [Talak/2]

Ayetteki mahreç (çıkış yolu) kelimesi, sıkıntıları, sosyal problemleri geride

bırakma, onları çözme ve onlardan kurtulma manasına gelir. Demek ki sırât-ı müstakim (doğru yol), bir çıkış, bir kurtuluş, bir çözüm ve bir hedefe ulaşma yoludur. Bu anlamda sırât-ı müstakim, bir hukuk yolu, yani hakların yoludur:

(Biz hepiniz için bir hukuk ve bir yol belirledik). [Maide/48]

Ayette önce hukuk, sonra yol (minhac) kavramının gelmesi manidardır. Doğru yola hukuktan geçilmektedir. Hukuksuz doğru yol olamaz.

Sadece insanlar arasındaki hukukun yol manası yoktur; aynı zamanda ta­biat kanunları da yolu ifade etmektedir. Tabiattaki düzeni, ahengi ve denge­yi sağlayan tüm kanunlar, doğru yol manasına geldiği gibi, insanlar arasında­ki ilişkilerde denge, itidal, ahenk ve düzen sağlayan kanun ve kuralların tü­mü "doğru yol"dur. Bu sosyal değer ve hukuk kuralları arasında tam bir bü­tünlük ve uyum olmalıdır. İnsan ile Allah arasında hiçbir engel tanımayan, insanı doğrudan Allah ile yüz yüze getiren yoldur.

Kur'an'da (sırâta'l-mustakîm=doğnı yol) anlamına gelen başka ifadeler de vardır.

(sırâtıllah=Allah'm yolu) ifadesi şu ayette geçmektedir:

(Şüphesiz ki sen, doğru bir yol göstermektesin. O yol, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Bütün işler sonunda Allah'a döner). [Şura/52-53]

Hz. Peygamber'in gösterdiği yol, Allah'ın yoludur. Din adına hiç kimsenin Allah'ın yolundan başka bir yol göstermesi mümkün değildir. Böylece bu iki ayet şunu neti­ceye bağlamaktadır: Sırât-ı müstakim (doğru yol), Allah'ın yolundan başkası değildir.

{sırâten seviyyâ=tesviye edilmiş, doğru yol) ibaresi de şu ayette geçmektedir:

Babacığım! hakikaten sana gelmemiş olan bir ilim bana geldi. Öyleyse bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. [Meryem/43]

Ayetteki (seviyyâ) kelimesi, düz, doğru ve tesviye edilmiş anlamına gelmektedir. Bir bakıma (müstakim) kelimesiyle eş anlamlıdır. Demek ki, Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed'in gösterdikleri yol, doğru yoldur, yani Allah'ın yoludur.

(Dînen kayyimen=dosdoğru din)

De ki: "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbra­him'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi". [En'âm/161]

Bu ayette eşit manalı üç kavram bir araya gelmiştir: doğru yol, doğru din ve millet kavramlarının birbirine ne kadar yakın mana taşıdıkları bu ayetle isbatlanmış olmaktadır. Sırât-ı müstakim (doğru yol), doğru dindir. Doğru yol ve doğru din, Hz. İbrahim'in milletidir. Böylece millet ve doğru din, doğru yol anlamına gelmektedir. Fahruddîn Râzî şöyle diyor: "Sırât-ı müstakîm, din demektir. Zira hak aslında bir tektir ve her yönde üzerinde ittifak edilen­dir".[149] Bu izahtan şöyle bir netice ortaya çıkıyor: Doğru yol, üzerinde ittifak edilen tek gerçeği ifade etmektedir. Şimdi, sırât-ı müstakîm, yani doğru yolu çeşitli manalanyla ele alabiliriz. [150]

Fizikî Manada Yol:

Fizikî manada sırat hat, çizgi, hiza, meslek, çare, nizam, düzen, tertip, va­sıta, tedbir, hareket tarzı, usûl, suret, minval, gidiş, tutum ve tavır, sistem, maksat, çıkış yolu, çıkar yol, hal çaresi, yol, tarîk, râh, patika yol ve cadde[151] manalarına gelmektedir.

Lügat manasıyla müstakîm de, türevleriyle beraber "kalkmak, ayakta dur­mak, düzelmek, terazinin dilinin ortaya gelmesi, destek, düz, doğru, dosdoğ­ru çizgi[152] anlamlarını ifade etmektedir. Hiçbir yerinde eğrilik ve meyil bu­lunmayan, dümdüz ve pürüzsüz[153] manalarına da gelmektedir.

Sırat ile müstakîm kavramlarını bir araya getirip tamlama yaparsak, şu manalar ortaya çıkar: Doğru yol, doğru çizgi, meyili olmayan dümdüz yol, düzelten yol, insanı ayağa kaldıran yol, doğru tavır ve tutum, doğru sistem, doğru maksat, doğru çare, doğru usûl, doğru nizam, doğru vasıta ve doğru tedbir. [154]

Psikolojik Ve Ahlâkî Manasıyla Yol:

Psikolojik manasıyla sırat âdet, ayin ve meslek demektir. Herkesin bir ka­rakteri vardır. Ferdî farklar psikolojisine göre, insanlar kendi karakterlerine ^öre bir yol tutarlar, bir iş yaparlar ve bir meslek edinirler. Bu durumu onlara yaptıran, psikolojik yapılardır. İnsanların tuttukları yollar, onların psikolo­jisini ifade etmektedir.

Psikolojik bakımdan müstakim kavramı özne olarak alınınca, devam ve sebat etti, idaresini üzerine aldı, yerleşti, düzeltti, hüküm beyan edip uygulama alanı­na koydu, eğrisini düzeltti, değer ve fiyat koydu, düzeldi, doğruldu, sorumlulu­ğunu yüklendi; masdar olarak müsabakadan galip çıkmak, ahlâkî, dînî ve sosyal kurallar bakımından insanı ayakta tutan her türlü yol ve yöntem demektir.[155]

İffetli, namuslu, hile ve irtikabı olmayan anlamlarına gelen müstakim kavramı, sırat ile bir araya gelince,[156] psikolojik ve ahlâkî bir içeriğe kavuşmaktadır. Böyle­ce sırât-ı müstakim tamlaması, iffetin yolu, namusun yolu, hile olmayan yol, doğ­ru idare ve doğru hüküm anlamlarını ifade etmektedir. Ayrıca, ferdî farklar psiko­lojisine uygun olarak, edinilen meslek ve tutulan yol demektir. Başka bir ifadeyle sırât-ı müstakim, insanın yaratılış kanununu ifade etmektedir. Fıtrat kanunu, Al­lah'ın kanunudur ve insanı yanıltmadığı için doğru yol özelliği taşır.

Bu manasıyla sırât-ı müstakim, kulluğun yoludur.

(Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin, İşte bu, doğru yoldur). [Âl-i Imran/51]

Demek ki Allah'a kulluk, doğru yoldur. Allah'a boyun eğmek, O'na inanmak ve ibadet etmek sırât-ı müstakim olduğuna göre, dinin psikolojik temellerini de, bu durumlar oluşturmaktadır. Ayrıca sırât-ı müstakim, "din yolu" manasına gelmektedir. Dinin de temelini kulluk oluşturduğu için sırât-ı müstakim "kul­luk yolu" olmaktadır. Sırât-ı müstakîm iffetin, namusun ve doğru düşüncenin yoludur. Bu manayı şu ayet ifade etmektedir:

(Onlar, sözün en temizine yöneltilmişler­dir, yani övgüye layık olan Allah'ın yoluna iletilmişlerdir). [Hac/24]

Bu ayet, "Allah'ın yolu" ifadesiyle "en temiz" olan şeyi aynîleştirmektedir. Ne bakımdan "en temiz" olduğunun cevabı da, müstakîm kelimesinin psikolo­jik manasında yer alan "iffet ve namus"tur. Hac/23'e bakarsak, insana cenneti kazandıran şeylerin yoludur diyebiliriz. Psikolojik manada namusu (utanma ve ar duygusunu), ahlâk bakımından da temiz davranışı ifade etmektedir.

Psikolojik manasından hareket edersek sırât-ı müstakim, doğru inancın yoludur. Bu manayı şu ayetlerden çıkarmaktayız:

(Sen onları doğru bir yo­la çağırıyorsun. Ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadır­lar). [Mü'minûn/73-74]

Hz. Peygamber insanları doğru yola (sırât-ı müstakime) çağırdığı halde, bazıları bu yoldan çıkmaktadır. Yoldan çıkanlar kimlerdir? Ahirete inanma­yanlar... İman nedir? Psikolojik bir olgudur. Demek ki, iman doğru yolun ta kendisidir. İman etmeyen kimse doğru yoldan çıktığına göre, iman edenin yolu, doğru yol olmaktadır.

Hz. Peygamber, sırât-ı müstakîm'in psikolojik temellerini ve bu temelle­rin ahlâkî davranıştaki etkilerini beyan ederken istikamet kavramını kullan­maktadır:

İnsanoğlu her sabah kalktığında organları kendisine şöyle der: "Bizim hakkı­mızda Allah'tan kork, eğer sen doğru olursan, biz de doğru oluruz. Eğer sen doğ­ruluktan çıkar ve yanlışa düşersen, biz de yanlışa düşeriz".[157]

Bir insanın kalbi doğru olmayınca, imanı da doğru olmaz. Sözü doğru olmaya­nın kalbi de doğru değildir. [158]

Ahlâkî davranışların temelinde, insan aklının, gönlünün ve nefsinin olduğu, bu hadîslerden anlaşılmaktadır. İnsanın psikolojik yapısındaki niyet, düşünce, inanç, duygular ve istekler, onun ahlâkî bakımdan istikametinin belirleyici etkenleri ol­maktadır. Davranışlanndaki istikametin, psikolojik istikamete dayandığını söyle­yen Hz. Peygamber, doğru yolun başlangıç ve çıkış noktasını vermiştir.

Sırât-ı müstakîm kavramında yer alan istikamet, insanın iç alemi ile dav­ranışları arasındaki uyum, denge ve tutarlılığı ifade etmektedir. İlahî değer­lendirmeye tâbi tutulacak olan da, sözün davranışlarla uyum halinde olması­dır. Bu konudaki ayet şöyledir:

("Rab-bimiz Allah'tır" deyip sonra istikamette olanların üzerine melekler iner; "Kork­mayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin!" diye). [Fussilet/30]

Rabbim Allah'tır sözü, psikolojik boyutu olan bir ifadedir. Bu inanç ifadesi, insanın istikametini temin ediyorsa, iman ile davranış arasında bir uyum ve tu­tarlılık var demektir. Bu inanç olmadan, insanın istikamette olması çok zordur. [159]

Hukukî Manada Doğru Yol:

Yüce Allah, Kur'an'da sırât-ı müstakîırii (doğru yolu) anlatırken, onu hu­kukî işlevleri bakımından ele almakta ve o kavramın içini haklar sistemiyle doldurmaktadır.

Doğru yolu oluşturan haklar nelerdir? Yüce Allah bunları En'âm/151-153 ayetlerinde sıralamaktadır:

a) Allah hakkı: O'na şirk koşmamak,

b) Ana baba hakkı: Onlara iyilik etmek,

c) Çocuk hakkı: Onları açlık korkusu ile öldürmemek,

d) Toplumun hakkı: Ahlâkî değerleri muhafaza etmek,

e) Hayat hakkı: Haksız yere hiçbir cana kıymamak,

f) Yetim hakkı: Buluğ çağına ulaşıncaya kadar yetimlerin malına iyi bir şekilde yaklaşmak,

g) Tüketici hakkı: Ölçü ve tartıda adil olmak,

h) Hukukun hakkı, yani hukuku yanıltmamak: Şahitlikte, -suçlu akraba bile olsa- adil olmak,

i) Allah hakkı: Allah'a verilen sözü yerine getirmek.

153. ayette bu hakların neyi oluşturduğu ifade edilmektedir:

(Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Bu yola uyun; başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınasımz diye bunları emretti).

En'âm/151 aklı kullanmak; En'âm/152 düşünmek; En'âm/153 ise sakın­mak/takva gibi önemli psikolojik oluşumlarla bitmektedir. Akıl, düşünmek ve takva gibi değerlerin yanında, haklar ve sırât-ı müstakim (dosdoğru yol) yer al­maktadır. Yüce Allah'ın saydığı bu hakların üzerinde aklı yormak, düşünmek ve onları çiğnemekten sakınmak, doğru yolu oluşturmaktadır.

Demek ki doğru yol hakların, aklın, düşüncenin ve takvanın yoludur. Fatiha/6'da yapılan Bize doğru yolu göster şeklindeki dua ile sırât-ı müsta-kîm'in, haklara saygının, aklın, düşünce ve takvanın yolu olduğu anlaşılmak­tadır. [160]

Eğitim Ve Doğru Yol:

Yüce Allah'tan doğru yola iletilmeyi istemenin başka bir anlamı, gönlün İslâm'a açılmasıdır. Bu ilahî bir eğitim faaliyetidir. Bu faaliyet şu ayette be­lirtilmektedir:

(Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâm'a açar). [En'âm/125]

126. ayette ise bunun "Allah'ın doğru yolu" olduğu söylenmektedir. De­mek ki, Allah'ın doğru yolu, insanın gönlünü İslâm'a açan eğitim faaliyetin­den geçmektedir. Gönlün İslâm'a açılması ise, Allah'ın ışığı ile aydınlanmak­tır. [Zümer/22]

Kısaca formüle edersek şöyle diyebiliriz: Allah'ın insanın gönlünü İslâm'a açması ve onu kendi nuru ile aydınlatması faaliyeti, eğitim anlamıyla, sırât-ı müstakîmdir. Bu yol, Allah katındaki selam yurduna ve Allah'ın dostluğuna kadar uzanmaktadır.

En'âm/125'teki islâm ile 127'deki selâm kelimeleri, -esas manası barış olan- silm kelimesinden türemiştir. İslâm ve selâm kelimelerinin ortak manası, barış ve güven'dir. Allah'ın insanın gönlünü İslâm'a açması, "barışa ve güvene" açması demektir.

Barış ve güvene açılan gönlün içini ilahî nur doldurur. Doğru yol (sırât-ı müstakim), barış, güven ve ilahî nurun yoludur.

Barışın, güvenin ve ilahî nurun yolundan giden kimse, neticede Allah'ın dostluğunu kazanır.

Fatiha/6'daki Bizi doğru yola ilet duası, barışı, güveni, ilahî nuru ve Al­lah'ın dostluğunu hedeflemektedir.

Nerede barış ve güven varsa, orada ilahî ışık ve dostluk vardır.

Yüce Allah'ın insanların gönüllerini İslâm'a, yani barışa, güvene açması ve onları kendi nuru ile aydınlatması, bir eğitim faaliyetidir. Bu faaliyetin sonun­da insanlar barış ve güven yurdunu ve Allah'ın dostluğunu kazanmaktadırlar.

Sırât-ı müstakîm'in bir eğitim yolu olduğu şu ayette de görülmektedir:

(Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, 0, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır). [Hud/56]

Yüce Allah'ın bütün yürüyen varlıkların perçeminden tutmuş olması, on­larla ilgilenmesini, onları tevhide çağırmasını, tevhide inanmalarını teşvik et­mesini ifade etmektedir. 'Perçem', kafa ile ilgili bir kavramdır. Canlıların perçeminden tutmak, onların beynini bir araya getirip tevhidi aşılamak de­mektir. İşte Allah'ın bu uygulaması, O'nun doğru yol üzerinde olduğunu gös­termektedir. Eğitimde doğru yol üzerinde olmak demek, insanların beyinle-riyle ilgilenmek demektir. Demek ki eğitimde 'ilgi göstermek', en doğru metoddur. Perçemden tutmak demek, insanın beynini öne doğru yönlendir­mek, rehberlik etmek ve insanın önünü açmak demektir. Perçeminden tut­mak, beyni istikbâle doğru ısrarla yönlendirmek, istikbale bağlı kılmak, ge­leceğin tutkusunu ona aşılama demektir. Perçemden tutulursa, insan yıkıl­maz, ama kafasının gerisindeki saçlardan tutup çekilirse yıkılır. İnsanın bey­ni geçmişe takılırsa, o insan yıkılır; istikbale takılırsa yıkılmaz ve hızlanır. [161]

Nimet

7. Kendilerini nimetlendirdiğin insanların yoluna; gazaba uğ­ramışların ve sapıkların yoluna değil!

Bu ayet, 6. ayetteki sırât-ı müstakîm'in açılımıdır. Nimetlendirilenlerin yoluna derken, gazaba uğrayanlar ve sapıkları dışlamaktadır. Allah'ın gaza­bına uğrayanların da, sapıkların da bir yolu vardır; ama çıkmaz bir yol.

Yine bu ayet, "doğru yol"un eğitimle ilgili boyutunu belirlemektedir. Al­lah'tan doğru yol isteyenlerin, o yolun ne olduğu ve ne olması gerektiğinin bilincinde olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah böylece "doğru yol" konu­sunda insanı bilinçlendirdiğini isbat etmektedir. Eğitimin ana amaçlarından biri, neyin doğru yol ve neyin sapık yol olduğunu öğretmek ve bu bilinci in­sana kazandırmaktır. Böylece bu ayet, geçmişteki insanların başından geçen hayat tecrübesinin gelecek nesiller için bir bilgi kaynağı ve eğitim kanunu olacağı gerçeğini de vurgulamaktadır.

Ayette geçen kavramları ve temsil ettikleri olguları açtığımızda karşılaşacaklanmızdan birisi, (kendilerine nimet verilen kimseler)dir:

(Allah ve Resulü'ne itaat edenler, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimse­ler, peygamberler, sıddîklar, şehidler ve iyi kimselerle beraberdir. On­lar ne iyi arkadaştır). [Nisa/69]

Fatiha/6-7'de geçen doğru yol, bu insanların yoludur. Yüce Allah, onlara bu vasıflan vermiş ve bu kalitede insan olma imkânını onlara tanımış ve böy­lece onları nimetlendirmiştir. Doğru yola iletmek, doğru yolu göstermek gi­bi, hidayetin özünü oluşturan bir ilahî eğitimin etkinliğinde yer alan nimet kelimesi, ne anlama gelmektedir?

Nimet kelimesi, fiil olarak alınınca, refah içinde yaşamak, kolay bir hayata başlamak, gailesiz, meşakkatsiz bir hayata girmek, zevk almak, mutlu ve mem­nun olmak, keyif içinde olmak, sükunet ve güven hissetmek manalarına gelir.

İsim olarak ise "kolay, rahat, huzurlu ve iyi hayat, tatlılık, letafet, saadet, ikbal, refah, felah, mutluluk, zevk" anlamlarını ifade etmektedir.

Ni'am, en'um veya na'mât kalıplarında ise, hayır, fayda, inayet, şükran, iyilik, himmet, teveccüh, himaye, armağan, şefkat demektir. (nimetal-lah) ibaresi, Allah'ın lütfü, ihsanı, inayeti manasını ifade etmektedir. Maddî anlamıyla "servet ve zenginlik" demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

(Allah'ın nimetlerini sayamazsınız). [İbrahim/34]

Elmalılı Hamdi Yazır, nimetin, yumuşaklık manasına gelen nü'ûmeften gel­diğini söylemektedir. O zaman Fatiha/7'deki nimet, "güzel ahlâk" anlamını ifade etmektedir. Râzî ise, bunu dinin dayandığı "iman nimeti" olarak yorumlamıştır.

Elmalılı Hamdi Yazır nimeti, önce dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kıs­ma ayırmaktadır. [162]

A) Dünyevî Nimetler

Allah vergisi olan ve yaratılıştan getirdiğimiz nimetler: Bu nimetler ruh ve bedenle alakalıdırlar. Ruhun bedene girmesiyle akıl ve zekanın meydana gelmesi; bunlarla ilgili olan anlayış, düşünce, konuşma ve duygulardır. Be­denle ilgili olanlar ise, vücudun tüm organlarıdır.

Nefsi terbiye edip temizleme, ilim ve marifet, üstün ahlâk, cömertlik, yi­ğitlik, doğruluk, onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak bu nimetlerin arasında sayılabilir. [163]

B) Uhrevî Nimetler

Dünyada ifrat ve tefritten uzak yaşayan insanların, ahirette cennetle ödül-lendirümesidir. Orada sonsuz bir huzur ve sükunet içinde olmaktır.[164]

Nisa/ 69'daki nimet kavramı neyi ifade ediyor? Allah, rahman sıfatı gere­ği, bütün yarattıklarına ve emek sarfeden, çalışan, gayret gösteren herkese ni­met vermektedir. Peygamberlere, sıddîklara, şehitlere ve iyi kimselere veri­len nimet, dünyevî nimetlerden farklı olsa gerektir.

Bir insana peygamberlik vermek, ona bahşedilen en büyük nimettir. Birine sıddîklık, birine şehitlik ve diğerine de iyilik vermek, onlara ihsan edilen en üs­tün ilahî nimettir. Demek ki bu insanların diğerlerinden farklı bir nimete ulaş­maları, bu vasıflarla donatılmalarını temin eden ruh olgunluğudur.

Allah'ın, sırât-ı müstakim (doğru yol)a ulaştırdığı insanlar, peygamberlere, sıddîklara, şehitlere ve iyi insanlara arkadaş olacaklardır. O zaman sırât-ı müsta­kimin farklı bir manası daha ortaya çıkmaktadır.

İnsanlığın en üst seviyesine ulaşan dört grup insana arkadaş olmak, sırât-ı müs­takime girmektir. Bu insanların yoluna girmek ve onlarla arkadaş olmak, Allah'ın bir lütfudur. Onun için Nisa/70'te Bu Allah'ın bir lütfudur ifadesi yer almaktadır.

Fatiha/7'de geçen Allah'ın nimetlendirdiği kişilerin yolu ifadesi, peygam­berlerin, sıddîklann, şehit ve iyi insanların yolu olmaktadır. Allah'a ve Pey-gamber'e itaat etmek, insanın Allah tarafından sırât-ı müstakime konulması­na yeterli olmaktadır.

Diğer taraftan "iyi arkadaş" [Nisa/69] ibaresiyle, çok önemli bir sosyolo­ji ve eğitim kanununa dikkat çekilmiştir. Böylece insanların içinde bulunduk­ları gruba göre davranışta bulunacakları, grup psikolojisinin fert üzerindeki et­kinliği ve ferdin iradesinin grup iradesi içinde kaybolup gideceği gerçeği vurgu­lanmıştır. İyi arkadaş grubu, insana güzellikler kazandırır; kötü arkadaş grubu ise insanı kötülüklere iter.

Bu bağlamda "doğru yol"un bir tanımı da iyi arkadaş grubu içinde olmaktır. Eğitimin yapacağı en önemli rehberlik, insanlar için iyi arkadaş grubu oluştur­maktır. Bu konunun önemi şu ayette vurgulanmaktadır:

(Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun). [Tevbe/119]

Yüce Allah bu ayette iki emir vermektedir: Allah'tan sakınmak ve doğru insanlarla beraber olmak/onlarla arkadaşlık etmek. İyi insanlarla beraber otu­rup kalkmak bir tercih değil, farzdır.

Gazaba uğramışların yoluna değil. Allah'ın yolu olan "sırât-ı müstakim" tek yoldur. Bunun dışındaki yollara "doğru yol" denemez.

Yüce Allah, Fatiha/7'de iki ayrı yoldan bahsetmektedir. [165]

a) Gazaba Uğrayanların Yolu

Bu yolun nasıl bir yol olduğunu anlatabilmek için, kimlerin gazaba uğra­yacağının bilinmesi gerekiyor. Bu insanların yaptıkları ameller, onları gaza­ba götürmektedir. Allah'ın gazabına götüren yol kötü bir yol olduğu için, onu oluşturan ameller de o nisbette kötüdür.

Kur'an'a göre bu ameller şunlardır:

İnsan öldürmek [Nisa/93]; şirk koşmak, münafıklık, inanan insanlara kötü­lük etmek [Fetih/6]; değerli olanı bırakıp âdi olanı almak [Bakara/61]; Allah'ın peygamberlik verdiği kimseyi kıskanıp peygamberliği ona layık görmemek, kutsal kitaba inanmamak [Bakara/90]; isyan edip haddi aşarak, Allah'ın ayet­lerini inkar etmek ve peygamberleri öldürmek; tevhid inancını reddetmek ve taklit bataklığına düşmek [A'raf/70-71]; savaştan kaçmak [Enfal/5-6]; kalbini küfre açmak ve imandan sonra küfre düşmek [Nahl/106]; haram yemek ve nankörlük etmek [Taha/81].

İşte bütün bu olumsuz eylemler, Allah'ın gazabına giden yolu oluşturmaktadır.

Geçmişte pek çok fert ve toplumlar bu yoldan geçmiş olduğu için, tecrü­be edilmiş bir yoldur.

Allah bunların amellerini anlatarak, geçmiş toplumların yaptıklarından ib­ret alınmasını istemektedir. Böyle bir yöntem, eğitimin en önde gelen metod-lanndan biridir.

Geçmiş toplumların yaşadığı problemlerden hareket ederek yaşanan za­mana ve geleceğe ışık tutmak, eğitimin esasım oluşturmaktadır. [166]

b) Sapmışların Yolu

(Sapmışların yoluna değil).

Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde, sapıkların kimler olduğu anlatılmakta ve onların inanç ve davranışları sıralanmaktadır:

İmanı verip küfrü alan [Bakara/108]; Allah'a şirk koşan [Nisa/116]; Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve ahireti inkar eden [Nisa/136]; Allah'a ve Resulü'ne asi olan [Ahzab/36]; Allah'ın ve müslümanlann düşmanını dost edinen [Mümtehine/1]; başkasının hevasına uyan [En'âm/56]; Allah'ı inkar eden ve O'nun yolunu engelleyen [Nisa/167]; sapık topluluğa uyan ve din hakkında had­di aşan [Maide/77]; nefsini tanrı edinen [Casiye/23]; Allah'ın verdiği misali an-lamamazlıktan gelen [Bakara/26]; inandıktan sonra kâfirliğe düşüp, inkarda da­ha da ileriye giden ve tevbesi kabul edilmeyen [Âl-i İmran/90]; Allah'ın rahme­tinden ümidini kesen [Hicr/56]; nefsine mağlup olan [Mü'minûn/106]; kalp, göz, kulak gibi duyu organlarını yerli yerinde kullanmayan [A'raf/179]; meşru olma­yan cinsel istekte bulunan [Yusuf/30]; dünyayı ahirete tercih eden; Allah'ın yolu­nu engelleyen ve o yolun eğriliğini isteyen [İbrahim/3]; zulmeden [Meryem/38]; Allah'ı anmaya karşı kalbi katılaşan [Zümer/22]; kıyametten şüphede olan [Şura/18]; Allah'ın peygamberine uymayan [Ahkaf/32]; peygamberleri yalanla­yıp, Allah'ın hiçbir şey indirmediğini söyleyenler [Mülk/9].

Allah'ın gazabına uğrayanlar ile sapıtan insanların müşterek özelliklere sahip oldukları bu ayetlerden anlaşılmaktadır.

Kişi, gazaba uğrayan ve dalâlete düşen insanların yolunu dışarıda bırakıp Allah'tan doğru yola iletilmeyi isterken, bütün bu yanlış davranışlardan da sıyrılmak istemektedir. Gazaba uğrayanları sırf hristiyanlara, sapanları da ya-hudilere izafe etmek yanlış olur. Her inanışta olanların arasında bu tip insan­lar vardır. Gazaba uğramayı ve sapkınlığı, belli bir inanç grubuna has kılmak, taraflı bir yargı olur. [167]

Fatiha Suresinin Namazlarda Okunması Ve Kur'an'ın Anası Olarak Kabul Edilmesi

Fatiha suresinin namazın her rekatında okunması ve onun Kur'an'm ana­sı olma vasfını kazanması nereden gelmektedir? Bu sorunun cevabını Fahruddîn Râzî'nin, Fatiha'nın eğitim açısından etkinliğine yüklediği manadan yola çıkarak verebiliriz. Bazı ilavelerle onun görüşünü sunmaya çalışacağız.

1. (elhamdülillah) diyen insan, sahip olduğu nimetle yetinerek da­ha çok kazanma hırsını frenler. Çünkü hamd, şükrü de içine almaktadır. Hamd ve şükür, kişinin yeterlilik duyduğunu ifade etmekte ve onu harekete geçirmektedir.

2. (rabbi'l-alemîn) diyen insan, elde edemediklerine karşı hır-

sim ve elde ettiklerine karşı cimriliğini disipline etmiş olur. Böylece şehvet ve lezzetlerin peşinden koşmanın belası da ondan uzaklaşmış olur. Çünkü her şeyi yaratan, besleyip büyüten ve terbiye edenin Allah olduğunu söyleyecek kadar asil bir ruha sahip olan insan, hırslı ve cimri olamaz. Kendini aşağıla­yacak şehvetin peşinden koşamaz.

3. (Rahman, rahim ve mâliki yevmi'd-dîn) diyen in­san, bu bilinciyle gazab ve öfkesini yenmiş olur. Yüce Allah'ın, rahman sıfa­tı gereği çalışana vereceğini bilen insan, başkasına çeşitli nimetlerden dolayı haset etmez. Başkalarına sahip oldukları nimetlerden dolayı haset etmeyece­ğinden, düşmanlık duygulan da beslemez. Çünkü bu insan bilir ki, Allah rah­metini layık olanlara verir. Rahîm diyen insan, Allah'ın merhametinin farkın­dadır. İnsanlara karşı daima merhametli davranır. Merhamet onun ahlâkî er­demlerinden biri haline gelir, Başka bir ifadeyle, Allah'ın merhamet sıfatını anan insan, kendi merhamet duygusunu kabartıp dalgalandırmış olur. Al­lah'ın rahmeti ve merhameti onun ruhuna yansımış olur.

4. (İyyâke na'budu=yaliniz sana ibadet ederiz) demekle de kibrini ortadan kaldırır ve böylece şirkten kurtulmuş olur. Gönlündeki şirk tortuları­nı bu ifadeyle fırlatıp atar. Böylece gönlünü gizli ve aşikâr şirkten temizle­miş olur. Allah'ın huzurunda acizliğini ve O'na karşı kulluğunu ifade etmek­le kendi gururunu, yani kibrini ayaklar altına almış olur. Çünkü kibir, Allah'a kulluk yolunu tıkamakta, insanın kendi kendine tapmasına sebep olmaktadır.

5. (Ve iyyâke nesta'în=ve yalnız senden yardım dileriz).

Sadece Allah'a sığınan ve yardım dileyen kimse, kendini yetersiz gördü­ğü için, kendini beğenme psikolojisinden kurtulmuş olur. Kibir ve kendini beğenme gibi olumsuz duygulardan sıyrılan insan, Allah'tan bekleyeceği şey­ler için dua etmeye yönelir.

6. (Ihdina's-sırâta'l-mustakîm=Bizi doğru yola ilet).

Dikkat edilirse, kişi sadece kendini düşünme yerine, başkalarını da düşün­mekte ve duasına diğer insanları da katmaktadır. Bu tarz bir dua, insana ben­cilce davranmamanın erdemini vermekte ve öğretmektedir. Kendisi için yap­tığı duaya başkalarını da katma eylemi, kâmil insan olmanın üst basamakları­na tırmanmanın göstergesi olmanın yanısıra, ferdî şuurun sosyal şuura dönü­şümünün de ifadesi olmaktadır. Başkalarının iyiliğini düşünmek, din eğitimi ile sağlanmak istenen önemli bir gelişmişlik düzeyidir. İnsanları, sadece ken­dilerini düşünen fertler olmaktan çıkarıp, onların sosyal şuura katılan bireyler olmalarını temin etmek, eğitim açısından önemli bir basandır. Bu tip bir bi­linç, insanın gönlünden şeytanı çıkarıp, oraya insanı koyma gücünün elde edildiğinin göstergesi olmaktadır. Şeytanı gönlünden çıkarıp, oraya insan sev­gisini koyma erdemi, Fatiha suresinin pedagojik etkinliğine işaret etmektedir.

7. (Kendilerini nimetlendirdiklerinin yoluna).

Fatiha suresinin bu ayetini duaya dönüştüren insan, hangi insan tipini ör­nek alması gerektiği bilincini kazanmış demektir.

Bu ifade, eğitimin gelişigüzel yapılmadığının, amacının belli olduğunun bir göstergesidir. Fatiha'yı iyi anlayan insan, model insanların kimler olaca­ğının farkındadır. O model insanlar, ilahî eğitimden geçmiş, belli sıfatlar ka­zanmış ve Allah katında belli bir yere gelmişlerdir. Eğitimde örnek alma ve örnek edinme olguları çok önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle gençlerin kimleri model aldıkları bilinirse, o toplumun değer anlayışı, gelişmişliği ve manevî olgunluğu iyice tesbit edilebilir.

8. (Gazaba uğrayan ve sapıtmışlann yoluna değil).

Bu ifade, müslüman bir insanın, olumsuz ve çıkmaz olan yolların neler oldu­ğunu bildiğini göstermektedir. Hayatın olumsuz yönlerini insana anlatmak, tanıt­mak ve bu bilinci kazandırmak, eğitimin en başta gelen görevlerinden biridir. Al­lah'ın kimlere gazap ettiğini ve kimlerin sapık yola düştüğünü bilen bir insan, bi­linçli ve ahlâkî davranışı kazanmanın büyük bir yüzdesini halletmiş demektir. Bu bilinç olmadan, ahlâkî davranış, tesadüfîlikten kurtulamaz. Sosyal ahlâk da, tesa-düfî davranışlar üzerine oturamaz ve sürekliliğini sağlayamaz.

Fatiha suresi bu pedagojik etkinliği ile ummu'l-Kur'an (Kur'an'ın anası) olmaya hak kazanmıştır. Sanki Kuf'an'm diğer ayetleri ondan doğup bağım­sızlıklarını kazanmışlardır. Bir bakıma, bütün Kur'an/tüm ayetler, Fatiha suresinin açılımıdır. [168]